Hapis Cezasının Örgütsel ve Hukuksal Gelişimi

“…bu misûllû mücrimlerin inkîzay-i müddet mahkûmiyyetlerine kadar İstanbul’un vasatında, Sultan Ahmed cıvârı gibi ortalık yerde, her nevi kabâyih ve fezâyih ile mahkûm olan bir takım haşerâtın işsiz güçsüz hapis ve tevkıfinin muvâfık-ı hâl ve maslahât olamayacağı ve vakti ile kürek cezâsiyle mahkûm olanların Tersâne Mahbesi’ne vazı’ları beyhûde bırakılmayıp, Tersane umûrunda istihdamları garazından ibâret olmasile, şimdi bunların Hapishâne-i Umûmîde tevkifleri, kürek cezâsı nâmına tevâfuk edemeyeceğinden, ba’dema bunlara başka nâm verilmesi îcâb edeceği cümle-i havâtır-ı kasıra-i Fakirânemdendir.”

Ahmet Lûtfî Efendi (1816-1907)[1]

Osmanlı İmparatorluğu’nda “hapis cezası” ve bunun gelişim sürecine günümüz tarih yazımında hâlâ el atılmamış olması, aslında Osmanlı coğrafyası içinde yer alan her türden millet, topluluk ve kurumla ilgili olan konu bolluğunun araştırmacılara sunduğu uzun bir seçenekler listesi içinde yer alması sonucudur. Özellikle günümüz Türkiye’sinde isyanlar, açlık grevleri ve çeteler arası hesaplaşmalarla gündeme gelen hapishanelerin gerisinde Osmanlı döneminden başlayıp Cumhuriyet’e uzanan, tarihsel olduğu kadar örgütsel ve hukuksal bir gelişim süreci de yatmaktadır.

Osmanlı imparatorluğu’nda ister suçluyu salt cezalandırmaya ve suçunun bedelini ödetmeye yönelik isterse ıslahına yönelik olarak “bir yere kapatma”, aslında her zaman hapis olarak adlandırılmamaktaydı. Bir yere kapatılmayı ifade eden, “kürek”, “hapis” ve “kalebendlik”, hem terimsel hem de formsal olarak birbirlerinden farklı cezalardı. Hapis 24 saatten başlayıp 3 yıla kadar uzayan ve hafif suçlara uygulanan bir ceza iken, kürek ve kalebendlik ağır suçtan hüküm giyenlere uygulanmaktaydı. Daha önceleri mahkûma gemilerde kürek çektirerek karşılık bulan, ancak buharlı gemilerin yayılmasıyla muhtemelen formunu değiştirip mahkûmun ağır işlerde çalıştırılmasına dönüşen “kürek” terimi, “kalebendlik” gibi, en azından Cumhuriyet dönemi ceza hukuku söyleminden kalkmıştı.

Ahmet Lûtfî Efendi yukarıdaki satırları 1871 yılında, içinde hastane, hamam, kilise, cami ve “ehl-i sanat” için de çeşitli yerler bulunan Hapishane-i Umumi’nin açılışı ile ilgili olarak yazmıştı ve anlaşılan o ki, “kürek” adı altında hapsedilen mahkûmların, “kürek mahkûmu” sıfatını böyle “rahat” bir hapishanede yatarak kazanmamaları gerektiğini düşünüyordu.

Böyle bir hapishanenin hangi tarihsel konjonktür içinde inşâ edildiği başka bir araştırma konusudur. Ancak en azından örgütsel ve hukuksal olarak hapis cezasının cumhuriyetin erken dönemlerinde, bulunduğumuz coğrafyada bir süreklilik izlediği gerçektir.


Gülhane Hatt-ı Hümayun’un okunmasının hemen ertesinde, 1840’da 42 maddelik, Osmanlı tebaasından olan herkesin kanun karşısında eşitliğinden yola çıkılarak hazırlanmış olan bir ceza kanunu kabul edildi. 1851’de ve 1854’te iki defa değişikliğe uğradı. Ancak asıl değişiklik 1810 tarihli Fransız Ceza Kanununun bir tercümesi olan 264 maddelik 1858 Ceza Kanunname-i Hümayunu ile yaşandı. Fransız ceza kanununda yapılan bazı değişiklik ve ilavelerle kabul edilmiş olan bu ceza kanunu da 1911 ve 1914’te iki kez büyük ölçüde değiştirildi ve halen kullanılmakta olan 1926 tarihli ceza kanununa kadar da yürürlükte kaldı.

Bu kanunnamelerde bir yere kapatılmayla ilgili olan cezalar kürek, kalebendlik ve hapistir.[2] Bütün bu cezalar süreli-müebbed ya da süresiz-muvakkat olarak uygulanabilir. Her üç ceza kanununda bulunan ve örfi hukuktan gelen kürek cezası ağır suçluların ayaklarında demir olması suretiyle “hidemat-ı şakka”da kullanılmasıydı, süreli olarak 3 yıldan başlayıp 15 yıla kadar uzuyordu. Mahkûmun çalıştırılacağı işler ise idare tarafından belirlenmekteydi. Ağır suçluların ayağına zincir bağlama usûlü olan prangabendlik daha önceleri pratik olarak Osmanlı cezalandırma sisteminde kullanılıyor olsa da hukuksal olarak ilk kez 1869 tarihli Askeri Ceza Kanunu’nda yer aldığı, daha sonra diğer ceza kanunlarına girdiği söylenmektedir.[3] Kalebentlik ise sadece 1858 ceza kanununda yer alıyordu. Mahkûm cezasını devletçe tayin olunan kalelerin birinde kale surlarının içinde çekiyordu, yani kale içinde özgür sayılırdı. Hapis cezası ise kürek gibi her üç ceza kanununda da yer alır. 1858 tarihli ceza kanununda hapis için öngörülen ceza miktarı 24 saatten başlar 3 seneye kadar uzar. Yani “hapis” terimi bugün kullanılandan biraz daha farklı olarak hafif suçlar, eski tabiriyle “kabahat ve cünha” için kullanılagelmişti.

Yargılama kurallarının kanunlaşması ise 1879’u buldu. Bu tarihte 1808 tarihli Fransız Ceza Yargılama Kanunu’nun tercüme edilmesiyle oluşturulan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile sorgu hakimleri, savcılar ve adli çalışanların yetki ve selahiyetleri ile şahitler, deliller, suç aletleri, celb ve tevkif işlemleri gibi konular düzenlenmiştir. Bu kanun bazı değişikliklerle 1929’da 9 kitap 426 maddeden oluşan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır.[4] 424. maddede yer alan, “bu kanunda kullanılan ıstılah ve tabirler Türk ceza kanununda bunların karşılığı olarak kullanılmış bulunan eski ıstılah ve tabirler yerine kaim olmuştur” ifadesi ise ceza hukukundaki tanımsal değişikliklerin zamanı hakkında bize bir fikir verir.

Hapis cezasının erken dönemde ne ölçüde başvurulduğu bir yana 19. yüzyılın sonlarına doğru gelinen nokta devlet katında hapis cezasının iyice kabul görmüş ve hattâ 1880’de “Hapishane ve Tevkifhane Nizamnamesi” başlığı altında bir idari düzenleme yapılmış olduğudur.[5] Hiçbir zaman sultan tarafından irade-i seniyye ile tasdik olunmamış olsa bile[6] gerek Osmanlı İmparatorluğu’nda gerekse Cumhuriyet döneminde uzun yıllar kullanılagelmiştir.

Ancak, yapılan tüm bu yasal düzenlemelere rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nda hapishaneler yönetiminin devlet yapısı içindeki yeri oldukça eklemli ve karmaşıktı: 1879 yılında adliye nezaretince vilayet yönetimlerine gönderilen yazıda hapishanelerde bulunan mahkûmların sıhhatlerini korumak amacıyla alınması gereken tedbirlerin masraflarını karşılamak amacıyla zabtiye nezaretinin bir kısım bütçesinin adliye nezaretine aktarıldığı ve “mahkeme-i temyiz baş müdde-i umumiliğinin başkanlığı altında bir komisyon teşkil olunduğu” belirtilmektedir.[7] Öte yandan idari olarak tevkifhane ve hapishane müdürleri doğrudan doğruya adliye nezaretine bağlı olmasına rağmen 1911’de henüz bu uygulamaya konulmamıştı; müdür ve gardiyanlar İstanbul’da zabtiye nezareti, taşralarda vali ve mutasarrıf tarafından atanmaktaydı. Hapishanede ortaya çıkan bazı eksiklikler de vali ve mutasarrıf gibi üst düzey yöneticiler tarafından dahiliye nezaretinden talep edilebiliyordu.[8] 9 kanunevvel 1329’da (9 Aralık 1913) bu görevin yerine getirilmesi amacıyla dahiliye nezaretinin merkez idaresini oluşturan müsteşarlık, özel kalem ve müdüriyetlerin arasında bir hapishaneler müdüriyeti de kurulmuş olduğu görülmektedir.[9] Bir müdür, bir muavin ve altı memurdan oluşan bu hapishaneler müdüriyetinin, ki günümüzde Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğüne karşılık gelmektedir, görevi “hapishanelerin hüsn-ü muhafaza ve idaresini ve inşaat ve tamiratının icrasını temin ve suret-i idarelerini tanzim ve muamelat-ı hesabiyesini takib ve bunlara aid muhaberatı”nı düzenlemekti. Ancak müdürünün dahiliye nezaretinin merkez idaresini oluşturan müdürlere göre daha az maaş aldığını söylersek buraya müdür olarak atanmanın çok da arzulanan bir durum olmadığı ortaya çıkar. Bu farklılığın müdüriyetteki diğer memurlara yansımadığını burada belirtmek gerek.

Yine de personel hakkında yapılacak işten çıkarma ya da atamalar, hapishane memurlarının adedi ve aranan koşullara uygun olup olmadıkları İstanbul dışındaki vilayetlerde adliye nezaretini; taşralarda vali ve mutasarrıfları olduğu kadar adliye müfettişlerini de ilgilendirmekteydi. Adliye müfettişlerinin birçok görevi vardı: hapishane ve tevkifhane defterlerini kontrol etmek, ceza usûlleri kanununa savcıların ve sorgu hakimlerinin uygun hareket edip etmediğini denetlemek gibi. Bazen kanunsuz olarak gereken süreden daha uzun müddette hapishanelerde tutulan birçok mahkûm için kurtuluşa giden bir yol gibiydiler. Mahkemeden aldıkları mahkûm isimlerini içeren listelerle hapishane defterlerini karşılaştırıyor ve işlerin yolunda gidip gitmediğini anlamak için sorgu hakimlerinin hapishaneleri gezip gezmedikleri hakkında mahkûmlara sorular soruyorlardı. Yaptıkları iş sadece mahkûmun ya da zanlının hukuki haklarınının mahkeme tarafından uygulanıp uygulanmadığını denetlemekten ibaret değildi: Hapishane binalarının mahkûm barındırmaya yeterli olup olmadığını ve mahkûmun iaşesi ya da çalıştırılması konusunda hapishane içi yaşam şartlarını da denetlemekteydiler.[10]

1880 tarihli nizamnameden sonra yapılan ilk nizamname ise, -gerçi bundan önce 1877’de gardiyanlara dair bir talimatname yayınlanmıştır-[11] Cumhuriyetin ilânından çok sonraki bir döneme rastlar: Eğer arada yapılan 1930, 1938 ve 1941 tarihli[12] idari kanunları, ki sonuncusu 1930 tarihli kanunun sadece ikinci maddesinde yapılan değişiklikleri içerir, saymazsak bu “Ceza ve Tevkif Evleri Nizamnamesi”nin tarihi Ağustos 1941’dir.[13]

Bu geçen süre zarfında ise belirgin bir şekilde göze çarpan kavramsal, coğrafik ve idari değişiklikler söz konusudur: 14 Haziran 1930’da kabul edilen 1721 sayılı 10 maddeden oluşan kanun, bir nizamname niteliği taşımasa bile yine de hapishane ve tevkifhanelerin idaresi hakkında birtakım düzenlemeler içerir: “Türkiye’de her mahkeme bulunan yerde hapishane ve tevkifhane bulunur” maddesiyle başlaması hapishanelerin coğrafi konuşlandırılmasındaki değişikliklerin ilk sinyallerini verir.

Günümüzde Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü, öğretmenden psikoloğa kadar uzanan kadrosuyla, 7 çeşit cezaevi modeli benimsemiştir: Tip cezaevi, eski cezaevi, kiralık cezaevi, açık cezaevi, çocuk ıslahevleri, kadın-çocuk cezaevi ve çocuk cezaevinden oluşan toplam 558 cezaevi vardır.14 Bunların içinde “eski cezaevleri” başlığı altında sınıflamaya tâbi tutulmuş olan 1890 ve 1993 tarihleri arasında kurulmuş otuz kadar -ki dördü Osmanlı hapishanesi olarak da kullanılmıştır- cezaevi bulunmaktadır.[15] Bu grubun içindeki Edirne hapishanesinin kuruluşu ile ilgili olarak 1893 Edirne Vilayet Salnamesi’nde işaret edilmektedir.[16] Tip cezaevine giren 474 adet cezaevinin A tipini oluşturan ve genelde ilçe tipi olarak nitelendirilen cezaevlerinin 191’i yani neredeyse dörtte birinin 1950’den sonra kurulmuş olması bu değişikliğin hızı hakkında bir fikir verebilir.[17] 1721 sayılı kanunun ikinci maddesinin a şıkkında yer alan “mahpusların hapishanelere dağıtılması” yerini yine 1941’de yapılan 4068 sayılı kanunla “mahpusların cezaevlerine dağıtılması”na bırakmıştır.

Bu arada Birleşmiş Milletler’in uluslararası ceza ve ceza infaz komisyonu 26 Eylül 1934 tarihindeki oturumunda bir nizamname projesi kabul etmiş ve üye ülkelerin cezaevleri nizamnamelerinin de buna uygun hükümler içermesine işaret etmiştir. Bu kararın uygulaması için ne yapıldığı sorulduğunda Türkiye’den gelen cevap: “Mahkûmların yaşayış tarzlarını ve cezaevlerini ıslah etmek isteyen Cumhuriyet hükümeti bu meselenin etraflıca tetkiki işini ele almış ve bu sebeble Satı Avrupa devletlerinden bazılarının yeni cezaevlerini ve bunların idarelerini tetkik için uzmanlarından birini Avrupa’ya göndermiştir. Bu tetkik işi tamamlandıktan sonra BM beşinci asamble komisyonunun kararı kendisine bildirilen ilgili bakanlık, bahsedilen broşürde yazılı hükümlerin tatbikine girişecektir” yönünde olmuştur.[18]

Bu cevaptan 1941’de yapılacak olan nizamnameye kadar geçen süre yedi yıldır. Bu arada, 1938’de, ”Ceza ve Tevkif Evleri Umum Müdürlüğü’nün Vazife ve Teşkilatı Hakkında Kanun” çıkartılmıştır. 3500 sayılı ve 13 maddeden oluşan kanundan anlaşıldığı kadarıyla umum müdürlüğün kurulma amacı ve işlevi bir bakıma hapishaneler müdüriyeti kalemininkine benzer: İnfaz kurumlarının idari olduğu kadar onarım ve kira işleriyle ilgilenmek, infaz memurları için bir yönetim birimi oluşturmak ve nihayet hükümlü ve tutukluların giydirilmesi, beslenmesi, yatırılması ve çalıştırılmasını denetlemek amacıyla kurulan müdürlük ilki iş esası üzerine kurulan ve kurulacak olan cezaevlerine, ikincisi diğer ceza evlerine ait işlerle uğraşmak üzere iki şubeye ayrılmıştı. Bu kanun beş yıl sonra yürürlükten kaldırılarak, yerine 4358 sayılı ve 18 maddeden oluşan yeni bir kanun kabul edilir.19 Kanunun bu son şekli, iş esası üzerine kurulan cezaevleri hakkında daha ayrıntılı düzenlemeler de içerir. Bugün ise şube sayısı “suçlunun ıslah edilerek yeniden topluma kazandırılması” ilkesini gerçekleştirmeye yönelik olarak eğitim birimi, çocuk gözetim, eğitim ve iyileştirme işleri ve de tahliye sonrası koruma olarak üçe çıkarılmıştır.

İdari düzenlemelerde varılan son nokta ise 31 Temmuz 1941’de Bakanlar Kurulunca kabul edilmiş olan “Ceza ve Tevkif Evleri Nizamnamesi”dir ve 8 bab, 213 maddeden oluşur. 1880 nizamnamesinde belirtilen gerek idari personel gerekse mahkûmlar hakkında belirtilen birçok nokta daha detaylı olarak tarif edilmiştir. Ancak yine de kavramsal değişiklikler söz konusudur. Örneğin, üç sene ve üstü cezaya artık kürek cezası değil, hapis ya da ağır hapis cezası denmeye başlanmıştır.[20]

1880 nizamnamesinde yer alan “her kaza ve liva ve vilayet merkezlerinde birer tevkifhane ve hapishane bulunacaktır”21 ifadesi, 1941’de yerini “her mahkeme bulunan yerlerde bir ceza ve tevkif evi ve Adliye Vekaletince tesbit olunan mahallerde mıntıka ceza evleriyle çocuk ceza ve ıslah evleri bulunur” şeklindeki maddeye bırakmıştır. Bu hem hapishane coğrafyasındaki muhtemel bir değişikliğe hem de kapatılma söylemine, hukuksal söylemde çocuk ıslah evlerinin dahil edilmiş olması yönünden ilginçlik arz eder.

1941 nizamnamesinin birinci babda yer alan sonraki beş maddesi kapatılma mekanlarının tanımı ile ilgilidir: ceza ve tevkif evleri, mıntıka ceza evleri, kadınlara mahsus infaz mahalli, genç suçlulara mahsus infaz müesseseleri ve çocuk ıslah evleri olmak üzere beş farklı ceza infaz müessesi vardır. Tevkif evleri tutuklulara; mahkemeler nezdindeki cezaevleri ise hapis süresi 3 seneyi geçmeyen hükümlülere ayrılmıştır.

Mıntıka cezaevleri ise üç seneyi geçen hapis veya ağır hapise mahkûm olanlara ayrılmıştır. Gerekli hallerde buradaki hükümlüler “ağır ceza merkezlerinde bulunan ceza evlerinde de infaz olunabilir”. Bu cezaevleri bir bakıma yukarıda da bahsettiğimiz kürek cezasına mahkûm olmuş olanların gönderildiği umumi hapishanelere benzemektedir.

Hapishane içi mekansal kullanımına yönelik her iki nizamnamede de maddeler kadın ve çocuklarla ilgilidir: Kadınlar için almış oldukları cezalara göre cezaevlerinde ya da mıntıka ceza evlerinde özel bir bölüm ayrılmıştır. Yine çocuklarla ilgili olarak da her iki nizamnamede de cezaevi içinde ayrı mekanlar düşünülmüştür. 1880 nizamnamesinin 90. maddesinde 18 yaşını bitirmemiş olanların ayrı mahalde tutulmaları gerektiği söylenirken 1941 nizamnamesinde çocuklar için ayrı hapishane ve ıslahevlerinden bahsedilmektedir. 73. madde ise yine annelerinden ayrılamayacak kadar küçük ya da bakacak kimsesi olmayan çocukların cezaevinde kalmalarına yöneliktir.

Yapılan idari düzenlemelerin hepsinde de mahkûmların çalıştırılması yönünde hükümler mevcuttur. 1721 sayılı kanunda bu konu “mahpus ve mevkufların giydirilmesi ve yedirilmesi, yatırılması ve okutulması ve çalıştırılması” şeklinde yer alırken 1941 nizamnamesinde bu konu enine boyuna açığa kavuşturulmuş iş müddetinden alacakları ücrete kadar her şey kanuni olarak belirlenmiştir. 1880 nizamnamesinin tersine mahkûmlar cezaevlerinde kendilerine gösterilen işleri yapmaya mecbur tutulmuşlardır. 1880 nizamnamesinde ise 73. maddede belirtildiği kadarıyla mahkûmların çalışmaya mecbur tutulmamalarının sebebi devletin mahkûmlara iaşe sağlamaktaki güçlüğüdür. Bu da bir anlamda, hem hapishanelere ayrılan bütçenin yetersizliğini hem de bazı kuralları uygulamada yönetime bağlı bir tavır sergilenebileceğini gösterir.


Kürek, kalebendlik ve hapis 1858 Ceza kanununda yer alan cinayat, cünha ve kabahat olarak gruplanan suçlara verilen cezalardan bazılarıydı. Cumhuriyet dönemi ceza kanunu, cezaları “cürm” ve “kabahat” suçlarına göre sınıflandırır: ilk grup ağır hapis, hapis, sürgün, ağır para cezası gibi cezaları öngörürken; ikinci grup olan “kabahat” hafif hapis ve hafif para cezası ile yetinir. “Kürek” ve “kalebendlik” ise en azından resmî söylemde birer ceza değildir artık. “Bir yer kapatılma”nın tüm formları genel bir “hapis” başlığı altında toplanmıştır.

Günümüzde terim olarak “hapishane” gerek yazılı ve sözlü basında gerekse popüler kültürde en az “cezaevi” kadar –hattâ bazen “cezaevi” ile yanyana- kullanılmaktadır. En azından resmî söylemde gerçekliğini kanıtladığımız “hapishane”den “cezaevi” modeline geçişte hangi etkenlerin rol oynadığı sorulması gereken bir sorudur ve aynı şekilde, bu geçişin örgütsel ve hukuksal olduğu kadar fiziksel ve coğrafik izini sürmek de gereklidir.

[1] Münir Aktepe, Vak’anüvis Ahmet Lûtfî Efendi Tarihi, cilt 12, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s.100.

[41] yıl Osmanlı vak’anüvisliği yapan Ahmet Lûtfî Efendi’nin 1825-1876 yıllarını kapsayan Tarih-i Lûtfî’ sinin ilk sekiz cildi için bkz. Vak’anüvis Ahmet Lûtfî Efendi Tarihi, Tarih Vakfı-Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999. Ayrıca 1984-1993 yılları arasında basılan 9-15. ciltleri için bkz. Münir Aktepe, Vak’anüvis Ahmet Lûtfî Efendi Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.

[2] Ahmet Gökçen, Tanzimat Dönemi Osmanlı Ceza Kanunları ve Bu Kanunlardaki Ceza Müeyyideleri, İstanbul 1989, 174 sayfa. Bkz. “kapatılma formları” hakkındaki ceza müeyyideleri.

[3] Halil Cin, Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, 1. cilt, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1995, s. 329.

Bu ceza 1941 nizamnamesinin 125. maddesinde, mahkûmun hapishanede ciddi bir tehlike teşkil ettiği, özellikle diğer mahpusların emniyeti için gerekli görüldüğü veya intihara ya da firara teşebbüs ettiği ya da bu hususta hazırlıkta bulunduğu takdirde uygulamaya konulmuştur.

[4] Adı geçen kanunlar için bkz. Düstur, 1. Tertip, 1296, cilt 4, ss. 131-224. ve T.C. Resmi Gazete, 20 Nisan 1929, sayı 1172.

[5] İlk basım olarak 1296 (1880) tarihinden Edip Ünalerzen, “1296’dan beri hapishaneciliğimiz ve ceza sistemimiz”, İstanbul Barosu Mecmuası, 1943, ss.482-497 isimli makalesinde bahsetmektedir.

[6] Mayıs 1296, sayı 45, ss. 355-357. ve 13 Mayıs 1296, sayı 46, 363-367. ve 20 Mayıs 1296, sayı 47, ss. 372-375.

[6] “ Hapishane ve tevkifhanelerin idaresi hakkında kanun”, Sicill-i Kavanin, cilt 6, s.710.

[7] Düstur, Cüz’ Rabia, ss. 735-736.

[8] İdari uygulamalar için bkz. Gülnihal Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1996, ss. 109-113.

[9] Düstur, Tertib-i sani, 1331-1332, cilt 6, ss. 130-134.

[10] Adliye müfettişlerinin görevleri için bkz.Ceride-i Adliye, Şubat 1339, sayı 8-9-10, s. 375.

[11] Düstur, 3. tertib, 1293, s. 220-222.

[12] “Hapishane ve Tevkifhanelerin İdaresi Hakkında Kanun”, T.C. Resmi Gazete, 24 Haziran 1930, sayı 1528, s. 9152.

“Ceza ve Tevkif Evleri Umum Müdürlüğünün Vazife ve teşkilatı Hakkında Kanun”, T.C. Resmi Gazete, 13 Temmuz 1938, sayı 3958, ss. 10258-10259.

“Hapishane ve tevkifhanelerin idaresi hakkındaki 1721 sayılı kanunun ikinci maddesini değiştiren kanun”, T.C. Resmi Gazete, 1 Temmuz 1941, sayı 4848, s. 1269.

[13] Bu Nizamname için bkz. “Ceza ve tevkif evleri nizamnamesi”, T.C. Resmi Gazete, 16 Ağustos 1941, sayı 4888, ss. 1561-1571.

[14] Adalet Bakanlığı internet sitesine günümüz Türkiye’si cezaevleri hakkında bilgi almak için danışılabilir. http://www. adalet.gov.tr/ 

[15] Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü ile yapmış olduğum yazışma da elime geçen bilgi eski ceza evleri başlığı altındaki hapishanelerde tutulan 5229 kişinin 1352’sinin yani neredeyse % 25’inin Cumhuriyet öncesi yapılmış olan bu hapishanelerde kalmakta olduğu yönündedir.

Diyarbakır 2 no’lu cezaevinin kuruluş tarihi 1890, kapasitesi 350 kişi

Edirne, Kuruluş tarihi bilinmiyor kapasitesi 500 kişi

Lapseki, kuruluş tarihi bilinmiyor kapasitesi 34

Paşakapısı, kuruluş tarihi bilinmiyor kapasitesi 468

[16] Bkz. Edirne Vilayeti Salnamesi, 1309(1893), s. 142. “Hapishane memurlarına mahsus dört oda ve bir hastahaneyi şamil olarak vali Ali müşarünileyh hazretleri canipte mükemmel bir daire inşâ ettirilmiştir. Hapishane gayet cism u muntazam devaire mûnkasim olup beş yüz mahpusun istiabına kafi derecededir. Derununda bir de hamamı vardır. Nisa hapishanesi ayrıdır.” Bu hapishanenin günümüzde halen kullanılmakta olan Edirne Cezaevi olması olasıdır.

[17] Günümüz cezaevleri idari sınıflandırılması ile ilgili olarak Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’nün internet sayfasında diğer tip cezaevlerinin kuruluş tarihleri verilmemiş olduğundan sadece A tipi ceza evlerinin kuruluş tarihleri ile yetinilmiştir.

[18] Aktaran Faruk Ertem, “Ecnebi Memleketler Ceza Evleri Nizamnamelerine Toplu Bir Bakış”, Adliye Ceridesi, 31. sene, sayı 4, 1940, ss.312- 330. ss. 325-326.

[19] “Ceza ve tevkif evleri umum müdürlüğünün teşkilat ve vazifeleri hakkında kanun”, T. C. Resmi Gazete, 19 Kanunusani 1943, sayı 5308, s. 4293.

Bu kanunla ilgili bazı maddelerin değişimi için bkz. 5380 sayılı “Ceza ve tevkif evleri genel müdürlüğünün teşkilat ve vazifeleri hakkında 4358 sayılı kanunun 7’nci ve 4’üncü maddesinin kaldırılmasına dair kanun”, T.C. Resmi Gazete, 10 Mayıs 1949, sayı 7203.

[20] “Ceza ve tevkif evleri nizamnamesi”, T.C. Resmi Gazete, 16 Ağustos 1941, sayı 4888, s. 1561.

[21] Memâlik-i Mahrusa-i Şahanede Bulunan Tevkifhane ve Hapishanelerin İdare-i Dahiliyelerine Dair Nizamname Layihası, madde 1.