Yeni Sol ile Eskisi Arasında Devamlılık ve Kopuş

Britanya İşçi Partisi, 7 Haziran seçimlerinde tarihinde bir ilki gerçeklestirip ilk kez, iki kere üstüste seçim kazandı. Hem de 4 yıl önce kazandığı ezici çoğunluktan pek bir şey kaybetmeden. İşte üç soru: İşçi Partisi ya da kendine yakıştırdığı isimle Yeni İşçi Partisi iktidarının ilk dört yılında neler yaptı da kimlerden, nasıl not aldı? Partinin dört yıllık iktidarı ve söylemi “Üçüncü Yol“ ya da “Yeni Sol“ kavramlarının gerçek hayattaki karşılıklarına dair hangi ipuçlarını veriyor? Piyasa ekonomisinin, küresel kapitalizmin bayraktarı Yeni İşçi Partisi, tarihiyle hangi noktalarda buluşuyor ve nerelerde kopuyor?

İŞÇİ PARTİSİ MAKUS TALİHİNİ NASIL YENDİ?

2001, İşçi Partisi’nin ilk defa ikinci bir dönem için iktidara seçilişi bakımından parti tarihinde parlak harflerle yerini alıyor. Tabiî ki, parti yönetimi ve partinin yeni rotası “Blairizm”in mimarî Tony Blair, bunu izledikleri politikaların halk kitleleri tarafından onaylanması olarak yorumladılar. Ama İşçi Partisinin en sadık seçmen kitlesi açısından bile bu yorumun geçerli olduğunu söylemek güç. Çok sevilen “şimdi seçmen ne demiş oldu?” sorusuna farklı seçmen grupları açısından çok farklı yanıtlar vermek mümkün.

Her şeyden önce Britanya’da son 80 yılda hiçbir genel seçimde katılım oranı bu kadar düşük olmamıştı. Seçmenin yüzde 32’si, ya da her üç seçmenden biri oy kullanmamayı tercih etti. Geçen seçimde katılmayanlar yüzde 20’lerde kalmıştı oysa. Üstelik oy kullanma oranı İşçi Partisi’nin geleneksel kaleleri olan sanayi bolgelerinde iyice dibe vurdu ve yer yer yüzde 34’lere kadar düştü. İşçi Partisi haliyle ilgisiz ve bıkkınların tutumunu “nasıl olsa İşçi Partisi seçilecek, kendimi yormayayım” demek istediler diye yorumladı. Ama seçimden hemen önce yapılan kamuoyu yoklamalarında oy kullanmayacaklarını söyleyenlerin yüzde 71’i “kime oy versek fark etmiyor” diyerek en önemli nedene işaret ediyordu. İşçi partisinin geleneksel tabanı olan dar gelirli “en alttakiler”, dört yıllık icraatından sonra partinin gelecek vaadleri konusunda pek umutlu değiller. Ama daha önce tam 18 yıl kesintisiz iktidar olan ve yoksulluk, issizlik ve sefaleti tarihi doruklara tırmandıran Muhafazakârlara oy vermeye de elleri hiç varmıyor. Buna karşılık zaten genel olarak kitleselleşememiş marjinal sol partilerin uğradığı hezimet, bu kesimin önemli bir kısmının oy vermediğini daha az bir kısmının da sırf Muhafazakârlar yine iktidar olmasın diye isteksizce de olsa İşçi Partisi’ne oylarını verdiklerini ortaya koyuyor.

Bu kesimin hayal kırıklığını anlamak zor değil. İşçi Partisi 1997 seçimleri öncesinde 18 yıllık Muhafazakâr Parti siyasetinin yol açtığı sosyal ve ekonomik yıkıntıları tamir edecek, daha iyi bir Britanya yaratacak “radikal” politikalar izlemeyi vaadetmişti. Hem iyice sarsılan ekonomiyi düzeltecek, dünyada rekabet gücünü artıracak, hem de bunu “insanî” politikalarla besleyerek yaşam düzeyini yükseltecek sosyal adaletsizliği hafifletecekti. İşçi Partisi devraldığı perişan ekonomiyi, dünya ekonomisindeki gelişmelerin de yardımıyla bir tür istikrara kavuşturmayı becerdi becermesine ama bunun işçi sınıfına ve diğer dar gelirliye pek bir hayrı dokunmadı. Ama işçi sınıfı açısından fazla bir şey değişmedi. Üretimdeki artış ve ekonomideki genel canlanmanın yan etkisi işsizliğin azalması oldu ama işçilerin ücret, çalışma koşulları ve örgütlenme hakları ve yıkıma uğramış kamu hizmetlerinin düzeltilmesi konularında bir ilerleme görülmedi.

Birleşmiş Milletlerin hazırladığı son İnsanî Kalkınma Raporunda Britanya 17 en gelişmiş sanayi ülkesi arasında yapılan bir karşılaştırmada, yoksulluğun boyutlarının en büyük olduğu üçüncü ülke durumunda. Britanya İstatistik Enstitüsü’ne göre nüfusun en yoksul yüzde 10’unun yaşam düzeyinde 1960’tan bu yana hiçbir gelişme olmuyor. Ve son yirmi yılda ortalama millî gelirin yarısından daha az ücret alanların sayısı üç milyondan onbir milyona çıkmış. Evet, bunlar, İşçi Partisi iktidarından önce belirlenmiş parametreler. Ama İşçi Partisi bu resmi değiştirmek için hiçbir radikal adım atmış değil. Britanya işçileri hâlâ Avrupa ve ABD’deki işçilerden her hafta yüzde 25 daha uzun süre çalışıyor. İşverenlerin işçinin sosyal güvenlik ve sigortaları için en düşük prim ödediği Avrupa ülkesi. Britanya. İşçi Partisi gerçi ilk kez “asgari ücret” uygulamasını hayata geçirmekle çok övündü ama bu o kadar düşük bir düzeyde belirlendi ki, anlamını yitirdi. Muhafazakârlar zamanında çıkarılıp işçi sendikalarını hareket edemez hale getiren gerici sendika yasası bile, bir zamanlar sendikacılar tarafından kurulan partinin iktidarında değiştirilip düzeltilmedi.

Temel kamu hizmetlerine gelince.. Okulların eğitim düzeyinin utanç verici düzeylere düştüğü hükümet raporlarında bile kabul ediliyor. Özelleştirilen demiryollarında bakımsızlık, yatırım yokluğu ve denetimsizlikten dolayı toplu taşıma tarihinin en büyük kazalarına tanık olunuyor. Bir zamanlar dünyada ün kazanmış olan Britanya ulusal sağlık hizmetlerinin bugün sadece gölgesi var. Hastalar tedavi olmak için son dört yıldır giderek uzayan listelere kaydolup kaderlerine terk ediliyor. Işçi Partisi uzun süre bütün bu konulardaki eleştirileri, “ne yapalım enkaz devraldık” edebiyatı ile geçiştirmeye çalıştıysa da rakamlara dikkatle bakıldığında, enkazın kaldırılması için gerekli yatırımlara gidilmediği açıkça görülüyor. Bakın İşçi Partisi’ne yakın Observer gazetesi (27 Mayıs 2001)dahi bu durumu şöyle saptıyor:

“Hastaneler, okullar ve ulaşım altyapısına yapılan yatırımlar, İşçi Partisinin dört yıllık iktidarı döneminde, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en düşük düzeyine indi. Toplam reel kamu yatırımları yılda yüzde 4.4’lük bir gerileme gösterdi. Margaret Thatcher başbakanlığındaki Muhafazakâr Parti iktidarı döneminde dahi kamu sektörüne yapılan reel yatırım oranı bu hızla düşmemişti.”

Blair ve İşçi Partisi’nin bu sorunlara yanıtı ise Muhafazakârla’rınkinden çok farklı değil: Özelleştirme ve özel sektörü kamu hizmetlerine yatırım yapmaya teşvik etmek. Taşımacılıkta zaten ilerlemiş olan özelleştirme adım adım sağlık hizmetleri, hapishaneler, okullara uygulanmaya başlandı. Sosyal sonuçları ve etik sorunlarının yarattığı tartışmalar bir yana, özel sektörün devraldığı alanlarda verilen hizmetin kalitesi ve çalışanların koşullarında iyileşme değil bozulma görüldü.

Buna karşılık İşçi Partisi’nin seçimden yine de zaferle çıkmasında, ekonomide dört yılda görülen istikrar ve hafif de olsa canlanmanın büyük rolü var. Gelir dağılımındaki bozulma devam etse de, çalışma koşulları kötülese de, ekonomideki canlanma, reel ücretlerin artmasını sağladı ve enflasyonun düşük düzeyde tutulmasıyla istikrar duygusu da güçlendi. Ne var ki, siyasî yelpazenin en sağından en soluna kadar çok sayıda iktisatçı bunun İşçi Partisi’nin becerisinden çok, şansından kaynaklandığını, dünya ekonomisinde son yıllarda yaşanan canlanmanın İngiltere ekonomisini de sürüklediğini düşünüyorlar. İşçi Partisi’nin ekonomi politikaları, vergilendirme ve kamu harcamaları bazında çok büyük farklılıklar göstermediğinden haklı olarak, Muhafazakâr Parti iktidarda kalsaydı şimdi bu başarının onun hanesine yazılmış olacağını söylüyorlar. Gerçekten de İşçi Partisi bunu kanıtlarcasına, Amerikan ve dünya ekonomisinde durgunluk ve bunu bir bunalımın izleyebileceği kaygıları artınca, “ekonomide başarılı” imajını tehlikeye atmamak için, beş yıllık görev süresini doldurmadan alelacele seçimlere gitti. Sonuçta, orta sınıfları umutlandıran ve iş çevrelerine rahat bir nefes aldıran ekonomik durum, İşçi Partisi’ni ikinci kez iktidara taşıyan en büyük faktör oldu. Geleneksel olarak Muhafazakârlara yakın olan The Times ve Financial Times gazetelerinin ve The Sun gibi gerici-sağcı bir kitle gazetesinin, İşçi Partisini destekleyen bir yayın kampanyası yürütmesi de, Blair’in iş çevrelerinden aldığı onay ve beğeninin en somut ifadeleriydi.

“ÜÇÜNCÜ YOL” YA DA “YENİ SOL”DAN NE ANLADIK?

Tony Blair’e göre , “Üçüncü Yol”, “değişen dünyada geleneksel değerler”in savunulmasını ifade ediyor. Bu kavram “hayatiyetini, merkez sol düşüncenin iki büyük akımı olan demokratik sosyalizm ve liberalizmden alır. 20. yüzyılda bu iki düşünce akımının birbirinden uzaklaşması dünya çapında ilerici politikaları çok zayıflatıcı bir etki yapmıştır” diyerek de, Üçüncü Yol’un ideolojik köklerine işaret ediyor Blair. Değişen dünya ve geleneksel değerlerden ne kasdedildiğine gelince. Savunulması gereken geleneksel değerler Blair’e göre, bireysel özgürlük, sosyal adalet, eşit değerlilik,* sorumluluk, ve toplum ruhu. Bu değerlerle Üçüncu Yol “yeni dünya”nın siyaseti olmaya aday. Yeni dünya’dan kasdedilen ise “küreselleşme, teknolojik gelişme ve hükümetlerin değişen rolü”.. Blair, “artık bazı gerçekleri kabul etmeliyiz. Örneğin eski sosyal demokratik düşüncenin temelini oluşturan devletin aslî düzenleyici rolü , artık geçerli değil” diyor. Bu haliyle “Üçüncü Yol” söylemi, bir ideolojiden ziyade, gerçekçilik söylemi üzerinde, pragmatizmin teoriye karşı zaferini temsil ediyor. Kısacası kapitalist ekonominin felsefesi ve gerekleri olduğu gibi kabul edilecek, ama sahip çıkılan değerlerle, (olabildiğince yani piyasa ekonomisinin gerekleri izin verdiği ölçüde) sosyal vicdan sahibi bir hükümet olunacak.

Üçüncü Yol’un ideologlarından Anthony Giddens’a göre ise eski tip sosyalizm, (bununla hem komünizm hem sosyal demokrasiyi kasdediyor) artık devrini bir daha geri gelmemek üzere tamamlamıştır. Her iki ideolojinin de devleti zenginliklerin ve sosyal adaletin dağıtıcısı olarak görme ortak paydasında birleştiklerini bunu kamu mülkiyeti ya da vergilendirme yoluyla gerçekleştirdiklerini bunun değişen dünyada anlamını kaybettiğini anlatıyor. Ama garip bir şekilde, komünizmi ve sosyal demokrasiyi aynı kefeye koyarak genelliyor ve sosyal demokrasinin kapitalist düzeni kabullenen, komünizmin ise reddeden birer ideoloji olmasını basit bir ayrıntı olarak görüp gözardı ediyor. Halbuki sosyal demokrasinin nasıl Üçüncü Yol’a dönüştüğünü anlayabilmek için tam da bu ayrıntıya bakmak gerek.

Yeni İşçi Partisinin ya da Üçüncü Yol’un dönüşümünün köklerine gitmeden önce İşçi Partisinin gönülden destekçisi sol eğilimli Guardian gazetesinde 1999 Nisan’ında yayımlanan ve Blairizmi açıkca (utanmadan da denebilir) İşçi partisi geleneğinin değil, Thatcherizmin bir devamı olarak tanımlayan bir başmakaleye gözatmakta yarar var. Yazının başlığı “Thatcher’ın mirası: Britanya’yı değiştirip, Blair’i o yarattı”. Guardian şöyle diyor:

“ Margaret Thatcher tarihte yerini aldı. Britanya ekonomisinin yapısını değiştirip piyasa ekonomisine uyarladı. Özelleştirme politikalarıyla hantallaşmış devleti küçültüp sağlığına kavuşturdu. Değişimi acımasız yöntemlerle, can yakarak gerçekleştirdi, ama bu ihtiyaç duyduğumuz bir değişimdi. Avrupalı ortaklarımız bu süreci daha yeni yeni yaşıyorlar. Küresel piyasada biran önce kendimize bir yer edinisimizi Thatcher’a borçluyuz. İşçi Partisi de bu değisimin gerekliliğini kabul etti, hattâ buna kucak açtı. Sosyalizmi bir daha geri dönülmemek üzere bir kenara atıp, bu projenin bayraktarlığını onlar aldı. Böylece temel mesajlarını kaptıran Muhafazakâr Parti simdi ne söyeiyeceğini bilemiyor. Bir yandan Demir Lady’nin gölgesinden kurtulamıyor bir yandan da onun gercek mirasçısı olduklarını da iddia edemiyorlar. En güçlü iki partinin de piyasa ekonomisini gönülden savunduğu bir Britanya.. İşte Thatcher’in en büyük mirası.”

İŞÇİ PARTİSİ: NEREDEN NEREYE?

İşçi sınıfını parlamentoda temsil etmek üzere sendikacılar tarafından kurulan Britanya İşçi Partisi’nin aslında bugünkü yerine gelmesi çok şaşırtıcı bir durum değil. Sınıf partisi olarak kurulmakla beraber İşçi Partisi, tarihi boyunca, mevcut duzen içinde seçilebilir bir parti imajı verebilmek için birçok revizyondan geçti ve partide daima iktidara gelebilmek için düzene verilmesi gerekli ödünler ile gerçeklesme araçlarından giderek yoksunlasan idealler arasında bir çatışma yaşandı. Partinin 1918’de benimsediği programda yer alan ünlü 4. maddenin öyküsü, bunun en iyi örneği. 4. madde, “üretim araçlarının kamulaştırılmasını” öngörüyor. Parti her ne kadar bu maddeyi Tony Blair’in liderliğe gelişine kadar programında tuttuysa ve değistirilmesi de partinin solunda büyük bir şok yarattıysa da, “üretim araçlarının kamulaştırılması” ülküsü aslında hep ne zaman gercçkleşeceği belli olmayan uzak bir geleceğe ait hoş bir hülya gibi durdu parti programında. Tıpkı her parti kongresinde hep birlikte söylenen Kızıl Bayrak marşı ya da partinin amblemi olan kızıl gül gibi giderek iğretileşti. Parti 1945’te dünya savaşı ardından iktidara geldiğinde gerçi madenler, demiryolları ve bazı diğer kamu hizmetlerini kamulaştırdı, ama buna sosyalist anlamda bir kamulaştırma demek çok zor. O dönemde pek kârlı olmadığı anlaşılan bu sektörlerin devlet tarafından satın alınmasını özel sektör memnuniyetle karşılamıştı. Hem tazminat alıyorlar hem de bu işletmelerin yönetim kurullarında söz haklarını koruyorlardı.. İşçilerin ise kamulaştırılan işletmelerde söz hakkı olmadı.

Bugün İşçi Partisi’nin, geleneksel yüksek vergilendirme ve bolca kamu harcaması yapma politikalarından vazgeçmesini birçokları, partinin programı ve hükümet etme biçimindeki en büyük değişiklik olarak değerlendiriyor. Ama aslında bu da devamlılığın bir parçası ve hiç şaşırtıcı değil. Kapitalist sistem içinde hükümet olmayı tercih etmiş her sol parti gibi İşçi Partisi, ya da onun önemli bir kesimi de hep “ekonomiyi en iyi idare etme” iddiasında oldu. Üstelik eski İşçi Partisi ve genelde sol partilere maledilen istihdamı arttırma öncelikli, yüksek vergi ve kamu harcamalı ekonomi politikaları, 1930’larda, kapitalizmi Marx’ın öngördüğü çöküşten kurtaran Keynesçi politikalardı ve daha 20 yıl öncesine kadar çeşitli varyasyonları, sağ partilerce de savunulup uygulanıyordu. Bu politikaların “beceriksiz solun ekonomi politikaları” olarak sunulması Keynesçiliğin gözden düşüp, neo-liberal ekonomi politikalarının egemen olmaya başlaması sonrasına rastlıyor. Sosyal demokrasinin ve İşçi Partisi’nin altın çağı, ya da, idealleri ile ayak uydurmak zorunda kaldiği gerçekler arasındakı kişilik bölünmesini en az hissettiği dönem herhalde Ikinci Dünya Savaşı sonrası olmalı. Burada solun en büyük şansı, Keynes’in teorisinin, ozellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrası ortamında hem kapitalizmin ihtiyaçlarına en iyi yanıtları vermesi hem de, tam istihdam, sosyal adalet ve herkesin temel kamu hizmetlerinden yararlanması gibi noktalarda solun idealleri ve söylemiyle buluşmasıydı.

Tabiî bütün bunları hatırlarken ve Üçüncü Yol ya da Yeni İşçi Partisi’nin bugününün, tarihiyle mantıki devamlılığına işaret ederken, Britanya’da, “dünkü sol” ile “yeni sol” arasında hiçbir fark olmadığı ve her ikisinin de kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına en iyi yanıt vermenin yollarını arayan birer araç oldukları sonucuna varmak da büyük bir yanılgı olur. Devamlılığa rağmen, önemli bir fark var eski ile yeni arasında.. Doğru, eski İşçi Partisi Avrupa’daki birçok sosyalist ve sosyal demokrat parti gibi, bir yandan kapitalist ekonomiyi iyi idare etmeye soyunmuştu hep, ama diğer yandan daima bunun geçici bir dönem olduğu ve bundan daha iyi, alternatif bir düzenin var olduğu fikrini muhafaza ediyordu.. Bugün Yeni Sol ya da 1990’ların yeni İşçi Partisi için artık böyle bir alternatif inancı yok. İşçi Partisi piyasa ekonomisini bütünüyle kabulleniyor. Artık kapitalizm, kendi mezarını kaza kaza, bir süre sonra kaçınılmaz olarak “sönecek” ve yerini daha adil, sosyalist bir düzene bırakacak bir geçici aşama değil, idealin ta kendisi. İşte İşçi Partisi’nin, 1990’larda geçirdiği değişimi, kuruluşundan o tarihe geçirdiği bütün revizyonlardan farklı kılan ve onu geçmişinden koparan da bu.

(*) Ingilizcedeki “equality” yani “eşitlik” yerine, “equal worth” eşit değerlilik denerek icat edilmiş yeni bir kavram.