Hükümet ve Ordunun Nişan Tanığı: Irak

AKP, kuruluşunun üzerinden daha iki yıl bile geçmemişken iktidara gelen ender partilerden. Bu şaşırtıcı başarıyı gözalıcı bir muhalefet performansı göstermesine borçlu olduğu da söylenemez. Ona şu son on beş yılın en yüksek oy oranını sağlayan seçim kampanyasında ne coşkulu kalabalıklar ne de onları harekete geçiren -1950 DP’sinin “yeter söz milletindir”; 1973-77 CHP’sinin “hakça düzen, ak günler”; gibi- iddialı siyasal sloganlar gördük.

Tek başına iktidara gelebileceği aylar öncesinden beri yapılan her kamuoyu yoklamasınca teyit edildiği halde rakip partilerin sert rekabetiyle de karşılaşmadı. Seçimden ikinci parti olarak çıkan CHP’nin, aynı kulvarda bir önceki seçimde oy oranı % 20 olan DSP’nin görülmemiş oy kaybından - % 2’ye düşüş!- bile nasiplenemeyecek kadar ışıltısız olduğunu da belirtmek gerek.

Oysa 2002 seçimleri öncesi Türkiye’si, seçim kampanyasının son derece elektrikli geçmesine bol bol yetecek “malzeme” ile yüklü görünmekteydi. Son on yıllarda yaşananların en ağırı olan 2002 Şubat krizinin artçı şokları hâlâ sürmekte, toptan batışı güçlükle önlenen banka sistemi, yıllardır ülkenin akıl almaz bir hoyratlık ve pervasızlıkla soyulduğunu ortaya apaçık sermiş bulunmakta, kritik “Kürt sorunu” çözüm beklemekte, seçimin hemen ertesinde AB’ye üyelik için son derece önemli bir kavşak noktasından geçileceği bilinmekte ve ABD’nin Irak’a karşı açmaya kararlı olduğu savaşın başlı başına önemi bir yana, bütün bu “iç” sorunlara adeta bir “üst belirleyen” olarak yansıyacağı ve bu “yansıma”nın Türkiye’nin AB’nin yanında yer alması veya almaması ile tamamen farklı biçimde olacağı, dolayısıyla bu konudaki siyasi tercihin hepimizin ve herkesin hayatını doğrudan ve derinden etkileyecek bir “kader sorunu” olacağı da fark edilmekte idi. Yani “nesnel” olarak bakıldığında 2002 Kasım seçimleri siyasete ilginin, tartışmalara katılım, merak ve heyecanın en üst düzeyde olduğu seçim(lerden biri) olması gerekirken, aksine gerçek bir siyasal tartışmanın neredeyse hiç olmadığı, en heyecansız ve sakin seçim oldu.

Bir bakıma hiç de şaşırtıcı olmayan bir durumdur bu. 1980’lerden beri hemen her siyasal meşrepten, ideolojiden Türkiye toplumunun apolitikleştiği tespitini duyagelmekteyiz. Bunun dünya ölçeğinde bir olgu olduğunu, “klasik siyaset”in, ideoloji ve programlarının yerini ya kimlik ve cemaat hareketlerinin ya da medyanın, reklam tekniklerinin aldığını, partilerin yönetim piyasasının şirketleri haline dönüşmekte olup, program ve propagandanın imaj ve ikâme edilir olduğunu anlatan çok geniş bir literatür yıllardır zaten elimizin altında.

Ancak bu literatürün büyük kısmı, toplumların zaman zaman bir apolitikleşme dönemi yaşayabilecekleri, ama ya sorunların iteklemesiyle ya da yeni bir siyasal akımın düşünsel iklimi değiştirmesi ile yeniden “normal”e avdet edileceği varsayımı üzerinden oluşturulduğu dikkate alınmalıdır. Oysa son derece hareketli, sarsıcı gelişme ve değişimlerle onyıllar geçmiş ve geçmekte olmasına rağmen, apolitik halin hâlâ sürmesi, neredeyse kronikleşmişçesine bir görünüm vermesi karşısında bu literatürün işlevselliği kalmamış gibidir. Gerçi 1980’lerden bu yana ortaya çıkan apolitikliğin yepyeni bir olgu olduğunu, modern çağlarla birlikte içeriklenen “siyaset” kavramının ve onun zeminini oluşturan siyasal ideolojiler, partiler, katılım biçimleri gibi kurum ve kuralların, “postmodernizm”in “altyapı”sını oluşturan nesnel olgu ve gelişmeler karşısında “içlerinin boşaldığı”, dayanaksız kalıp bu yeni durum ve olgulara uyarlanmaya çalıştıklarını, bunu yap(a)mayanların marjinalleştiğini öne süren bir literatür de var. Bu literatürün büyükçe bir bölümü, ortada fazladan endişe edilecek bir durumun olmadığını, özellikle postmodern toplumlarda “apolitiklik” olarak görünen şeyin, aslında modernitenin başlangıcında siyasete verilmiş aşırı yük ve yüklemden “arınma”, bir tür sekülerleşme olarak görülebileceğini, görülmesi gerektiğini, yani özetle Hegelyen bir ifadeyle, olması gerekenin olmakta olduğunu ileri sürüyor. Postmodern siyasal literatürün “muhalif” kanadı ise aksine son derece kötümser, hattâ zor gizlenen bir biçimde karamsar. Günümüzün küreselleşme karşıtı veya alternatif küreselleşme hareketine sempatiyle yaklaşmalarına, katılmalarına rağmen bu son derece heterojen mozayiğin, bizatihi insanlığımızı tehdit eder hale gelmiş çağdaş siyasal sorunlara çözüm değil, sadece bir tepki potansiyeli olduğunu da görüyorlar.

AKP, yeniden döneceğimiz bu genel apolitiklik halinin Türkiye koşullarındaki özel biçimlenişi üzerinden ve kendi çabasına bağlanamayacak bir karşılık bularak, adeta kendiliğinden 3 Kasım’da büyük ama sessiz bir seçim zaferiyle iktidara geldi. Bunun 1950’deki DP’nin iktidara gelişinden 1965 AP’sinden sonraki Türk orta sınıflarının iktidar yürüyüşünün sonuncu merhalesi olarak nitelenmesi gerektiğini daha önce belirtmiş, açıklamaya çalışmıştık. Kendisini “muhafazakâr demokrat” diye tanımlayan bu sessiz zaferin kurucu, çekirdek unsuru, geleneksel elitlerle uzlaşmış, burjuvazinin yerleşik, üst katmanları değil; kazanç hırsı ve dinamizmiyle birlikte “taşralı” özelliğini de koruyan, otantik Türk “orta sınıf(lar)”ıdır. 1980 sonrasının neo-liberal ikliminden beslenen ve burada edindiği özgüven ile sermayenin iç hiyerarşisine tâbi klasik merkez-sağ partilerin kabuğundan çıkarak özerkleşen bu kesimleri temsil eden AKP ile görünen odur ki; Türkiye’de burjuva demokratik devrimin tamamlanma safhasını yaşayacağız. Bu, modern çağ siyasal terminolojisine ait terimi postmodernizme geçiş koşullarının giderek ağır bastığı şu dönem için kullanmak ne denli yerindedir bilemeyiz ama kasdettiğimiz şudur: AKP iktidarı ile Cumhuriyet’in ulus-devletin kuruluşundan beri sürüp gelen, geleneksel egemenlerle (asker-sivil “elit” zümre) Türk orta sınıfları arasındaki iktidar mücadelesi -tüm “tamamlanmış” burjuva devrimlerinde olduğu gibi- nihai bir uzlaşmayla sona erme rotasına girmiş bulunmaktadır. Bu ikisi arasındaki konum ve çıkar mücadelesinin kılıfı olan laik-anti-laik çatışmasının sembolik savaş alanlarında gerilim daha bir süre, tedricen azalacak da olsa devam edebilir. Ama nasıl “klasik” burjuva devrimlerinde aristokrasi siyasal imtiyazlarını maddi imkâna tahvil ederek ve ettiği oranda burjuva toplumun üst katmanları içinde “eriyerek” özel siyasal iddia ve ağırlığından vazgeçme sürecine girmişse, ordu çekirdekli sivil-asker “seçkin”lerimiz de siyasal ağırlıklarının benzer bir adaptasyonuna hazır ve istekli olduklarının işaretlerini vermeye başlamışlardır bile. Bu süreç, sözü edilen sınıf/iktidar mücadelesinin kritik safhalarında orta sınıfın ana gövdesiyle arasına mesafe koyan “büyük sermaye” ile “kaynaşma” boyutunu da şüphesiz içermektedir. “Taşralı”, “muhafazakâr” oldukları için büyük servet ve mülklerine rağmen sermayenin seçkinleri kategorisine sokulmayanlara “en zenginler kulübü”nün kapıları aralanmakta, TÜSİAD’la MÜSİAD’ı tek çatı altında toplamanın yolu açılmakta; büyük sermayeden gelen sinyallere zaten hassas AKP’nin, bu sinyallere duyarlı rotasında parti ve hükümet olarak göstereceği performansla -büyük sermayenin yıllardır boş saydığı- “merkez”i doldurabileceği konuşulmaktadır artık.

Öyle anlaşılmaktadır ki; bu noktada AKP’nin ve hükümetin “olgunluk sınavı” Irak’a asker gönderme “işi”ni kotarma becerisi olacaktır. AKP büyük sermayenin, ordu üst komuta heyetinin tamamının istediği üzre Meclis’ten Irak işgâline iştirak kararı çıkarabilir, parti içi çalkantıları minimize edebilir, ABD ile işbirliğinden yana olan “büyük medya”nın da desteğiyle asker göndermenin aleyhinde veya endişeli kamuoyunu epeyce bir yatıştırmayı becerebilirse “sınıf”ı geçmiş, “sınıf atlamış” olacaktır.

Ve eğer bu süreç, ordunun ve AKP hükümetinin istediği doğrultuda geçilirse, sonu belirsiz bir dönem ülke gündeminin baş köşesini işgâl edecek olan “Irak sorunu” ekseninde biçimlenecek çeşitli muhalefet hareketleri ile, hükümet ve Genelkurmay birlikte baş etmeye çalışacaklardır. Irak politikası ile birbirlerine “bağlanmış” olmaları AKP açısından orduya karşı teyakkuzla davranma mecburiyetini asgariye indireceği ve gemlenmiş otoritaryen eğilimlerini serbestleştireceği için de pek bir “yararlı” olacaktır.

Irak’ta, ABD işgâline karşı en sert direnişin olduğu bölgelere konuşlandırılması beklenen, planlanan Türk birliklerinin burada başına gelecekler ve bunları “millî çıkar adına ödenen bedel” olarak gösterecek -büyük medya destekli- resmî propaganda ve aynı propagandanın, Türkiye’yi ABD’den sonra -ve onun hizmetinde- ikinci büyük işgâl gücü olarak ilân etmesi kaçınılmaz uluslararası kamuoyuna dönük yüzü, önümüzdeki aylar Türkiye’sinin ideolojik iklimini belirlemeye çalışacaktır. ABD’nin uzattığı yemlerin miktarına göre inip çıkacak soy (MHP) milliyetçilikten, “sol” veya “Kemalist” etiketli örtük milliyetçilikten hatırı sayılır biçimde beslenegelmiş anti-emperyalizme, anti-ABD’ciliğe kadar bir dizi akım daha şimdiden bu resmî milliyetçiliğin karşısına çıkmaya hazırlanmaktadır.

Dolayısıyla 2003 sonbaharından itibaren Türkiye’de siyasete ilginin, siyasal tartışma ve gerilimlerin artışına tanık olmamız gayet muhtemeldir. Ancak sorulması gereken soru, bunun -yazının girişinde sözünü ettiğimiz- apolitikleşme olgusunun aşılması anlamına gelip gelmediğidir.

Şunu baştan belirtmek gerekir ki; insanlık tarihini geriye dönülemez bir eşikle, bir sıçrayışla yeni bir mecraya sokan modern çağlardan din ve milliyetçiliğe referanslı hareketler, akımlar, bu yeni mecranın “insanlığı” hem bireyler hem de tür olarak geliştiren imkânlarını değil, onun kaçınılmaz olarak yarattığı sorunları, tepkileri -o dönülmez eşik öncesi bir duruma dönme vaadine- kanalize edebilmiş hareketlerdir. Modernitenin harekete geçirdiği güç ve dinamiklerin kuşatması altında o vaat ancak ve sadece gerçekliğin idealize edilmiş geçmişin sembol ve ritüelleriyle, söylemiyle, donatımıyla, bu giydirme işlemiyle yerine getirilmiş gibi görünür. O nedenle de modern çağlarda tüm eskiyi yeniden canlandırma, “ihya” hareketleri sembol ve ritüellere, söylem titizliğine aşırı bir önem, bizatihi içerik anlamı yüklemiş hareketlerdir.

Modern çağlara karakterini veren güç ve dinamikleri kendi eylemli varoluşuna içselleştirememiş, bu imkândan giderek daha fazla uzaklaştırılmış ve onlarla ancak tâbi-tüketici olarak “ilişkisi” olabilen geniş yığınlar için bu durum çözümü imkânsız bir sorun olarak kabullenildiği ölçüde, -ki çağdaş apolitikliğin kaynağı budur- ya apatik bir apolitikleşmenin ya da sembol ve ritüel tüketimiyle politikayı ikâme eden dinî ve milliyetçi “politikleşme”nin önü açılmış olur. Bu tüketim bir maddi dayanışma örgüsü de içeriyor ise cemaat -community- (ler) biçimini alarak daha dayanıklı hale de gelebilirler. Halen postmodern çağa damgasını vuran neo-liberalizmin siyasal perspektifinde bu türden cemaatleri kendi “altyapısı”sı sayan yaklaşımın öne çıkması ve örneğin “yeni muhafazakârlığın” tam da bunu önermesi, bunun için çalışması nedensiz değildir.

Bu nokta, neo-liberalizmin, şirketler, mal ve para trafiğine ilişkin kural ve kurumlar dışındaki “uluslararası”lığı kuşkuyla karşılaması ile birlikte ele alınmalıdır. 1980’lerden itibaren sosyo-politik anlamda milletin teşekkül etmediği veya zorla, şeklen varsaydırıldığı ülkelerde etnik-dinî/mezhebi hareketlerin yükselişi ve hemen tüm toplumlarda cemaatçi akımların boy gösterişi, eğer “çağın ruhu”nu yansıtıyor denilecek ise, bu ruhun neo-liberalizmde mündemiç olduğu da mutlaka eklenmelidir bu cümleye. Bu “ruh”, bu denli kolay ve hızlı yayılabildi ise bunun aslî nedeni, uluslararası düşünebilmenin, çözüm arayışlarının -tüm eksiklerine, handikaplarına rağmen- yegâne mecrası olma vasfını sürdürebilmiş sosyalizmin o mahût çöküş sürecine girmiş olmasıdır. Bu çöküşe rağmen sosyalizmle özdeşleştirilen pek çok şeyin, ekonomik politikalar, siyasal düzen kalıpları başta olmak üzere “değer”ini yitirmesi, hurda sayılır hale gelmesine mukabil, onun pür enternasyonalist ögelerinin, örneğin tam da bunu yansıtan Che Guevara gibi bir “figür”ün parlaklığından hiçbir şey kaybetmemesi, aksine -erişilmezlik kabulüyle yüklü olduğu için- daha da yaygın bir sembol haline gelmesi de bu yüzdendir.

Eğer neo-liberalizmin dünya ölçeğinden ve ulusal düzeylerde yol açtığı sonuçlar ve sorunlar karşısında doğan tepkiler, gerçek bir alternatifin yaratılabileceği bir politikleşme potasına yönlendirilmek isteniyorsa, bu yönlendirmenin olmazsa olmaz özelliklerinden biri kesinlikle uluslararası (enternasyonalist) bir vurguya sahip, öylesi bir içeriğe açık olmasıdır.

Bu bakımdan, ABD’nin Irak’a saldırısı ve işgâliyle belirlenen güncel dünya durumunda ve bu işgâle takviye asker göndererek ABD’ye vasallığı kabul etmiş bir rotaya giren bir AKP hükümetinin varlığında, bu gelişmelere karşı uyanması kaçınılmaz ilgi ve tepkileri, “kendiliğinden bile akacağı çeşitli kılıklardaki -sembol ve ritüelleri farklı- milliyetçi veya milliyetçi tınılı kanallara yönlendirmek değil, tam aksine bu “kendiliğinden” akışa cepheden karşı duran enternasyonalist bir söylemin ve tutumun mecrasına yönlendirmenin uğraşına girişmek zorunludur.

Türkiye’de sol, sosyalizm akımı, ancak bu mecrada her şey için önşart olan politikleşmeyi ve onu besleyerek gerçek bir alternatif haline getirecek imkânları bulabilir. Ve ancak bunu yapabildiğinde ve yapabildiği oranda “sosyalist” sıfatını hak etmiş olur.