Ölüm Oruçları'nın Ardından Derin Sessizlik

Toplam bin civarında tutuklu ve mahkûmun katıldığı, herhalde dünyadaki en büyük ölüm orucu eylemi, 12 insanın ölümü, yirmisinin ölüm sınırına gelmesi noktasındayken 27 Temmuz gecesi sona erdiğinde Türkiye Temmuz ortasından beri, neredeyse tüm dikkat ve düşüncesini bu olaya teksif etmiş bir gerilimin doruğundaydı. 26 Temmuz’da Adalet Bakanı’nın ölüm oruçlarına zor kullanarak müdahale edileceğini kuvvetle imâ eden basın toplantısından sonra –ki Bakan MGK toplantısı ertesinde yapıyordu bunu– yaşanan kritik saatlerin sonunda, gece yarısına doğru anlaşma sağlandığı haberi gelmesiyle birlikte, o yoğun, dayanılmaz gerilim yerini ani ve hızlı bir gevşemeye bıraktı. İlk iki gün konu üzerine yorumlar, izlenimler ve hastaneye kaldırılanlardan haberler verildi ise de hafta ortasında artık ne “büyük medya”da, ne de “sokaktaki adam”ın konuşmalarında, daha üç gün önce Türkiye gündeminin tepesine tüm ağırlığıyla çökmüş bu olayın izi dahi neredeyse kalmamıştı. Ağustos başında Türkiye sanki böyle bir olay yaşanmamış gibi bir görünüm içindeydi.

Toplumlar da tıpkı insanlar gibi, bir biçimde kurdukları aklî ve moral dengelerini altüst eden, o dengelerin üzerinde durduğu kabulleri kökünden sarsan şoklar karşısında, bir korunma tedbiri olarak, adeta içgüdüsel biçimde böyle bir görünüme bürünürler. Şoku yaratan olaydan sanki hiç etkilenmemiş gibi dururlar. Böyle yapmayıp zihninden –elbette ki şuur altına– kovmadıkça, olay verili kabul, bilgi ve değer örgüsü içine oturmayan niteliği ve yönleri ile o örgüyü örseleyip koparmaya devam eder. Kendi kendisiyle ve hayatını üzerine kurduğu olgu ve inanç zeminiyle acılı bir hesaplaşma demektir bu. Bunu en azından şimdilik göze alamayan bireyler ve toplumlar için “o olay”ı konuşmamak bir çıkar yol gibi gözükür.

Kaldı ki, Türkiye toplumu, özellikle şu son yıllarda böyle şokları yaşamaya ve “içine atmaya” neredeyse alıştı. Fakat insan ve toplum nihayet dipsiz bir kuyu da değildir. Ve öyle anlaşılıyor ki: doğrudan veya dolaylı olarak, toplum çoğunluğunun yerleşik ya da öyle gözüken düşünüş ve yargı kalıplarını birçok açıdan sarsan bu ölüm orucu olayını “zihinden kovma”, konuşmama sürecine bu denli hızla girilmişse, o dipsiz olmayan kuyular neredeyse ağzına kadar dolmuş demektir.

Eğer önümüzdeki günlerde, bu kez başka sorunlar, örneğin “ezeli” Kürt sorunumuz ve bu bağlamda farklı kesimler tarafından dile getirilen ve fiilileştirilmek istenen “sorunlarımıza bir de devlet ve iktidarlar dışında çözüm mecraları açma” fikrine dayalı sivil-toplumsal inisyatifler sorunu, bir kere daha o –toplum çoğunluğunun– yerleşik fikir ve yargı kalıplarını sarsacak bir tartışma, olay zemini yaratacak biçimde gündeme getirilebilirse... ölüm oruçlarının trajik gerilimini hemen içine atıvermiş Türkiye toplumunda sağlıklı bir taşma, hesaplaşma ve yüzleşme sürecine yol açılmış olacaktır.

“Başka her şey” bir yana, ölüm oruçları olayı, insan ve insanilik ile devlet kavramını –en azından bizdeki hali ve anlaşılışı ile devleti– karşı karşıya koyan manzarası ile pek çok insanda yerleşik fikir ve yargılarıyla ancak ürpertici sonuçlar çıkarabildiği bir zihnî dalgalanma yarattı.

Çünkü, bir yanda, aylar sürmüş bir açlığın sonunda cisimleşmiş bir çığlık ve soru işareti gibi kıvrılmış genç bedenlerin yüzlercesi ölmeye yatmış ve ölmekte, öte yanda ise “taviz vermem”, “verirsem devletliğim kalmaz” diyen bir devlet vardı. Önceleri verilmesi istenen tavizin “PKK ile ateşkes... vs.” olduğunu ilân eden, ardından kendi denetimindeki cezaevlerinde neredeyse tam teşekküllü “terörist kampları” kurulduğu ve açlık grevindekilerin bu kamplarını tescil ettirmek istedikleri gibi inanılmaz bir iddianın ardına geçen ve sonunda tüm bunların yalan olduğu ortaya çıkan bir devlet vardı karşımızda. Bu “bizim devlet”imizin vermediği, vermeyeceği tavizin ise tutuklu ve yakınlarına asgari insanca muamele ile “savunma haklarını fiilen ortadan kaldırmama” olduğu da nihayet anlaşılacaktı. Demek ki, bu devlet tutuklularına asgari insanca davrandığında savunma haklarına engel olmadığında kendini eksik, devletlikten çıkmış sayan bir devletti. Nitekim söz verilip ölüm oruçları sona erdiğinde, Bakan, bu sözleri bir RP’li, bir Müslüman olarak “mevlüd kandili” hatırına verdiğini belirtti. “Devlet” ise Bakan’ın MGK oturumu ertesinde yaptığı basın toplantısında dile getirdiği görüşler ve tavırdı. “Taviz vermesi” söz konusu değildi ve Bakanın da ilân ettiği gibi yeni –ve tahminlere göre yüzleri bulabilecek– ölümleri, öldürmeleri göze alarak “müdahale”ye kararlıydı. Dolayısıyla mevlüd kandili argümanıyla... Bakan verilen o “taviz”leri kendi adına üstlenmiş, böylece de devletin “taviz vermezliği”ne toz kondurulmamış oluyordu.

Tutuklusuna insanca muamele etmeyi, savunma hakkını kısıtlamamayı bile taviz sayan bir devletle mi karşı karşıyayız sorusunu tüm ürperticiliği ile sordurtmayan şey, şüphesiz o tutukluların “terörist” kimliğidir. Ölüm orucuna başvuranlar, 1980’li yılların sonlarından bu yana, toplumun büyük çoğunluğunun da “ölü ele geçirilme”lerini sessiz veya apaçık onayladığı insanlarla aynı kategoriden idi. Üzerine “terörist” damgası şu veya bu şekilde basılmış herkesin ölü ele geçirilmediyse, ölüymüş, yani hiçbir hakkı söz konusu olamazmış gibi muamele görmesini tasdike götüren bir mantık üzerine kuruluydu bu uygulama. O nedenle hem devlet, hem de devletin bu uygulamasını en fazla destekleyen, ölü ele geçirilenlerin sayısı arttıkça, onlara izafe edilen sorunun da çözümleniyor olduğuna inananlar –örneğin DYP ve MHP destekçisi kitle– “bırakın ölsünler” derken toplum çoğunluğunun da şimdiye kadar verilen o sessiz onay nedeniyle kendi arkalarında olacağını pekâlâ bekliyorlardı.

Ama böyle olmadı. Çünkü, açlık grevi, gerçek pasifist eylemlerin tümü ve bunların en uç biçimi olan ölüm orucu, insanın tüm etiketlerinden, sosyal, siyasal, kültürel örtülerinden sıyrılarak, öteki insanlara bir talebi veya dileği, salt insan olarak düşünmeleri çağrısıdır. Seninle insan olarak konuşmak istiyorum demektir bu. Bir mesajdır ve o iki insan arasında –yine bizden doğan, eserimiz olan ama üzerimizde özerk varlıklar gibi hüküm icra eden– her türlü kurum kuruluş ağını bir yana itip doğrudan ve salt insanî kanalları üzerinden bir ilişki arama çabası, sessiz bir vicdan söyleşisidir.

O nedenle “aktif eylem”lerin asla yaratamayacakları bir etki türüne sahiptirler. Aktif eylem, o eylemi yaparak bizden farklılaşmış biri(leri)nin ne olduğunu gösterir bize. Onun olduğu şeyi çekici, istenir bulur veya bulmayabiliriz. Oysa pasif eylemdeki insan, farklı oluş hallerimizin ötesinde ortak, aynı olduğumuz zemini gösterir, hatırlatır bize. “Cumartesi anneleri”nin ellerinde “kayıp” evlatlarının resimleriyle bir duvarın dibinde öylece, sessiz oturmaları özellikle bütün kadınlara anne olduklarını, olabileceklerini hatırlatması, anne gibi düşünmeye çağırması gibi. Onlara “ama senin kızın, oğlun da teröristlik yapmıştır mutlaka” diyen biri bu sessiz duruş karşısında nasıl ister istemez susar, sözleri boşlukta dağılırsa ve evladını kaybetmiş, evladının ölü mü sağ mı olduğunu bilemeyen bir anne olduğumuzu hissetmenin ruhumuzda kopardığı fırtınayla sarsılırsak... tıpkı bunun gibi, ölüm orucu da orada “terörist” sözcüğünün akla getirdiği her şeyden sıyrılmış, öylece kendi ölüme gidişimizi hatırlatan solgun yüzleri, ıstırapla kıvrılmış bedenleriyle eriyen o insanlarla aramızdaki tüm perdeleri, siyasal yargıların, hattâ inançların oluşturduğu her şeyi aralar, özellikle böyle ölmeyi göze aldırtan, hayatı bir bedel olarak sunmaya götürten talep ne olabilir, olabilir mi diye sordurtur.

Verebileceğimiz hiçbir şey hayatın bedeli olamaz. Bizim öz varlığımızın dışında olan, elimizde, edindiğimiz ne varsa hayatın karşısında değersizdir.

İnsan, insan olarak böyle düşünür ve karar verir. Ama örneğin devlet, ya da başka kurumlar insan değildir, insan gibi düşünmezler. Bunlar elde ettikleri her nesneyi –örneğin bir insanı– edindikleri her şeyi –örneğin bir yetkiyi– insanî olmayana dönüştürürler ve giderek de insanlık dışı, insan karşıtı bir niteliğe büründürürler.

O nedenle kendi yarattığı, yani kendi insanî olmayan vasfını vererek oluşturduğu bir hali –diyelim cezaevlerini– insanî hale getirmesini devletten istemek ve beklemek söz konusu olmamalıdır. İnsanî hale getirmek, eğer insanlar bu kendi eserleri olan aygıtı insanî kurallara uymaya zorlar ve sağlanılan durumu –bu ihlale meyyal aygıta karşı- gözetme bilincini sürekli kılarlar ise mümkündür.

Ölüm oruçları bağlamında Türkiye toplumu, sonunda ne denli sıradan basit olduğu anlaşılan hakları “taviz olur” diyerek vermemekte direten bir devletin bu gayrı insanî vasfıyla ilk kez bu denli aleni ve herkesi ilgilendiren bir zeminde karşılaştı. Varsaydığı hakların birtakım siyasal yargılar ve kabuller –terörist gibi-gerekçeler altında bir grup insana fiilen tanınmamasının ve böylece onlara her türlü insanlık dışı muameleyi reva sayan bir kapıyı açmanın nasıl ürkütücü bir devlet gerçekliğini de beslediğine açıkça tanık oldu. Toplumun büyük çoğunluğu bu gerçekliğin karşısında duyduğu insanca tepkiyle ölüm oruçlarını sona erdirten toplumsal havayı oluşturdu.

Ölüm oruçlarını desteklemek adına yapılan eylemlerde dört polisin öldürülmesinin bile bozamadığı bu havanın sessiz kararlılığı devleti geriletti. Mehmet Ağar gibi “terörizmle mücadele” gerekçesi altında devletin güvenlik aygıtını insanî tüm kıstaslardan arındırıp onu profesyonel bir “şiddet partisi” mantığına oturtmanın şampiyonluğunu yapanlar bile dişlerini gıcırdatarak sahnenin kenarına çekildi. Faşistler dahi, şu sırada içlerinden geçeni söylemenin ters tepki yaratacağını sezip homurdanmakla yetindiler.

Ancak, ölüm oruçları bağlamında ve ölüm orucunun mutlak insanî bir duyarlılık üzerinden kurabildiği vicdani köprü, “özdeşlik hatırlatması”, toplum çoğunluğunu terör ve terörist sözcükleri ile empoze edilmiş dışlaştırıcı “öteki”leştirici hattâ karşıtlaştırıcı ideoloji ile mesafeli olmaya getirdi. Ama bu ideolojinin olgusal dayanakları olmuş, şiddet ve cinayet eylemlerine karşı duyulan tepki de varlığını korumuştur. Kuşkusuz bu söylenenler Türkiye toplumunun “oturmuş kesimleri”ne ilişkindir. Toplumun dışlanmış ya da dışlanma çizgisinde, tutunamama endişesiyle yaşayan kesimlerinde, örneğin metropol kentlerin varoşlarında şiddet ve terörün bizatihi kendisine değil, bize veya “onlar”a yönelik oluşuna göre bir tavır belirleme anlayışı egemendir. “Onlar”a yönelik şiddeti meşrûlaştıran düşünüş tarzları geçerlidir genellikle. Bu düşünüş tarzı “biz”den sayılan bir şiddet ve terör kurbanının insan olduğunu vurgular, onunla böylece özdeşleşip tepkisini bu boyutta ifade ederken, bu yaklaşımını “onlar”a yönelik bir şiddet eyleminin icrasına da teşmil eder. O da insandır. Buna mukabil “onlar”dan olan ise –kurban veya fail fark etmez– “insanî olmayan” vasfı veya tavrıyla tanımlanır. O yüzden öldürülen sıradan, kendi halinde bir polis memurunun yüzü bir tarafta işkence odalarının, “faili meçhul” timlerinin karanlık dekorunda gölgelenir, “onlar” kategorisinde harmanlanır böylece “insanî olmayan”laştırılırken; öbür tarafta da örneğin 1 Mayıs’a merak saikiyle gelip çıkan bir kargaşada daha ne olduğunu anlamadan bir polis kurşunuyla vurulup ölen onsekizlik bir genç, bombalar, öldürülmüş yeni evli bir polisin kanlı silueti, ağlayan karısı, annesi ve çocuklarının iç burkan görüntüleriyle oluşmuş bir arka planda bir düşman nesne haline dönüştürülür. Bir dağ yamacında yanyana uzatılmış delik deşik PKK’lı cesetleri, ardından hemen gösterilen “ele geçirilen silah ve cephane” resimleri, edilen sözler, altyazılar eşliğinde öldürülmüş insanlar olmaktan çıkıp, susturulmuş ölüm aletlerine dönüştürülmüş oluyor.

Ölüm orucu eylemi belki terörist sıfatını en kolay verebileceği kişinin bu etiketinin gerisinde yine de insan olduğu basit gerçeğini hatırlattı herkese. Onun neredeyse şiddetin rahminden beslenen, ölme ve öldürmeyi doğal sayan, dışımızdaki yabancı bir dünyaya aitmiş gibi algılanmasını sağlayan imajını aralayıp, ona bizim gibi olabilen, onun gibi olabileceğimiz duygusuyla bakmamızı mümkün kıldı.

Ve eğer onu, yani “terörist” dediğimiz insanı, kendi insanlık durumumuzun bir göstergesi, ifade edilen amaç ve yöntemlerine katılmasak bile, insan olarak sürüklendiğimiz bir halin, bir açmazın aynası olarak da görebilmeye doğru bir adım daha atarsak; işte o zaman, devletlerin o yapısal gayrı insanîlikleri ile sırf bir belâ olarak tanımladıkları “terör sorunu”nu, ortak varoluş durumumuzun bir bunalımı olarak kavrayıp, insanca aşmanın yol ve imkânları üzerine düşünmeye başlayacağız.

Bu bakımdan, bir başlangıç olarak “terörist” dediğimiz insanî olgunun bazı yönleri ve bunların çağımızda “gündelik hayatta artan şiddetin” kaynaklarıyla ilişkisi üzerinde biraz duracağız.

Günümüzde “terörist” olmak, sadece “ölü ele geçirilme” riskinin yüksekliğinin yanısıra sağ ele geçme şansını bilerek reddetmeyi, teslim olmaktansa ölmeyi tercih etmeyi de gerektiren bir var olma biçimi haline geldi. Ortada bir ölme ve öldürme oyununun oynanmadığı, bütün bunların bir toplumsal siyasal amaç adına meşrûlaştırıldığı, dahası “doğallaştırıldığı” biliniyor. Sözünü etmek istediğimiz o amacın kendi doğruluğu, meşrûluğu değil. Öyle sayılsın ya da sayılmasın, asıl üzerinde durulması gereken insan hayatlarının bu amaçlar için tamamen hiçleştirilmesidir. Daha önceleri de ulvi sayılan amaçlar için insanların hayatlarını koyduklarını, kendilerini feda ettiklerini biliriz. Ama burada da bir feda etmekten, fedakârlıkta bulunmaktan bahsediyorduk. O amaca katılan herkes öyle bir fedaya hazır olabilir, ama herkesten ve her durumda istenmezdi de bu. Sağ ele geçen biri ayrıca amaca doğrudan zarar veren bir davranışta bulunmazsa “itibar”ı zedelenmez, belki daha fazla saygı da görürdü.

Şimdilerde ise, hangi durumda olursa olsun, “normal davranış” fedadır. Sağ ele geçmiş olmak bir aşağılanma nedeni; en iyi durumda kahredici bir talihsizlik gibi görülmektedir.

Kendisini bir amaç için feda etmenin “doğallaşması”, amaç için yapılan eylemdeki fail ve araç arasındaki niteliksel farkı da eritir, sonuçta fail bizatihi alete dönüşür. 1980’li yıllarda önce Ortadoğu’daki dinî amaçlı Hizbullah gibi örgütlerin eylemlerinde görülen bu “intihar saldırısı” türünün, bu yaz Tunceli’deki bir PKK eyleminde de görüldüğünü, bir başkasının Hakkari’de gerçekleştirilmek istenirken, tesadüfen yarım kaldığını hatırlayalım.

Bir silahlı eyleme girişmek, bunun icrası sırasında veya sonrasında sağ kurtulmaya çalışırken ölmek ile bu yeni tür aynı şey değildir. Günler öncesinden kesin öleceği günü bilmek, vücuduna ya da aracına yüklediği kilolarca patlayıcı ile “hedefi”ne gitmek ve hedefiyle birlikte kendini de yok etmek. Bu sadece kendini hiçleştirmenin değil, o uzaktaki, hattâ erişilmeyecek yükseklikteki pür soyut amacın dışındaki her şeyin hiçleşmesi, mutlak hiçlik durumunda olunmasıdır.

Kendini hiçleştirmenin bir adım öncesinde, zaten her şeyi, salt kendisi dışında olan ve sırf amaç söylemindeki somut öteki –örneğin devlet, kâfir– ile sınırlı olmayan tüm çevresindekileri zihninde hiçleştirmiş olan eylemci için bomba konulan bir metro, uçak, otobüs veya vapurun içindekilerin kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Beline bağladığı patlayıcılarla uzaktan hamile sanılan, tıpkı onun gibi sakin adımlarla yürüyen bir kadına, kimbilir “hedefi” olan o bando birliğinden biri tam kendilerine yaklaştığında sevecenlikle yol açmaya çalışmıştır. Ne bunun, ne de bunun yerine dipçiklenmiş olmasının önemi yoktur artık. Hiçbir şey yoktur artık. Eylem emrini aldığı saatten beri böyledir üstelik.

1983’te Beyrut’taki Amerikan birliklerinin kışlasına patlayıcı dolu bir kamyonla girip, ateşleme düğmesine basıp iki yüzü aşkın askerin ölümüne yol açan intihar eylemini yapan kadın militanın, eylemden birkaç gün önce çekilmiş bir video filminde eylemi nasıl yapacağını anlatırken yüzündeki alabildiğine sakin, yer yer gülümseyen ifade, sesindeki dinginlik seyreden herkes için tam bir şoktu. Sesinde ve yüzünde öfkenin, kinin eseri olmaksızın yüzlerce askerin, insanın öleceği eylemini anlatıyordu.

Tunceli’deki intihar eylemini icra eden ve az önce yanımızdan geçen, biraz önce vapurda yanımızda oturan genç kızı hatırlatan vesikalık resmi, eminiz ki dağda pür silah gezen bir PKK birliğinden çok daha etkileyici gelmiştir.

“Terörist”in, daha önceleri az çok somutlaştırılabilen, belli bir tipe, görünüşe irca edilebilen figürü, gün geçtikçe sıradanlaşıyor. Ve bu “sıradan” görünüşlü genç kız ve erkeklerin sıradan bir iş yaparmışçasına hayatlarını feda etmeleri, kendilerini sıradan bir patlayıcının örtüsü, mekanik bir eklentisi haline getirmeleri, mutlak öteki ve hiçbir şey saydığı gündelik yaşantımızın ortasına bir yok oluş ve yok ediş kararıyla dalmaları, ne yazık ki bundan böyle daha sık karşılaşacağımız bir “olay” türü olma yolundadır.

Hem Hizbullah gibi dinî zihniyet dünyasından yola çıkan hareketlerin, hem de ülkemizdeki PKK, DHKP-C ve muhtemelen daha başkaları gibi din dışı zihniyet dünyalarından çıkmış hareketlerin, bu kişiden mutlak teslimiyet ve mutlak feda isteyen eylem biçiminde ortaklaşmaları kendi mensupları için bunu bir “ideal” olarak benimsetebilmeleri üzerinde düşünülmelidir; eğer bu olgu nedeni tamamen onlara mahsus, onlarla sınırlı bir “hastalık” tanımıyla geçiştirilirse; buna yol açan kafaların 1980 sonrasının insanî yaklaşıma ancak “fobi” derecesinde yer veren, genel hayat tarzımızın kaçınılmaz sonuç ve ürünleriyle bağını, böylece açıldıklarını anlamamayı sürdürürsek, daha göreceğimiz çok şey var demektir. Gitgide korkunçlaşacak bir yola ve hayat tarzına hazır olmalıyız o halde.

O açılan kapılarda, her düzeyde adeta kutsallaştırılan “rekabet”in ötekileştirmeye kendiliğinden hazır dinamiğine teslim olarak, çiğ bir çıkar ve getiri ölçütüne indirgenmiş ilişkiler dünyamızın ortamında her tür dışlanma tehdidiyle kuşatılmış, sayıları gitgide artan “sıradan” veya “aşağı tabakadan” insan yığınları zaten fiilen “hiç” sayılma sınırındadır. Metropol varoşlarının, çöken taşra kentlerinin bu postmodern girdabı iliklerine kadar duyan halkı, özellikle de gözlerini hayata bu girdap içinde açmış genç kuşakları, böyle hiç olmaktansa, bu dünyaya tepkinin herhangi bir biçimde amaçlaştırıldığı bir hareket içinde, o amacın halesine sarınarak gönüllü hiçleşme yolunu pekâlâ tercih edebileceklerdir.

Toplum bu olgunun karşısına “devlet”i dikmekten başka çare düşünemiyorsa; bu neo-liberal çağın büsbütün gayrı insanîleştirdiği aygıtın, insanî hiçleşmeye duyulan derin tepkiyle savrulmuş bu insanlardaki tepkiyi daha da keskinleştirmekten başka bir etkisi olamaz.

Unutulmamalıdır ki, sözünü ettiğimiz bu, halihazır insanlık durumumuzun türettiği sorun/olgular yalnızca bu siyasal amaçlı hareketlerden ibaret değildir. İnsanî değer ve vasıflardan tamamen arındırılmaya giden bir ilişkiler dünyası içinde, statüsü ne olursa olsun bir hiç olduğu, olabileceği ihtimaliyle yaşayan ve bunu bir gerçeklik olarak benimseyen, kabullenen birey bu noktadan itibaren her an her vesileyle başkalarını ve her şeyi de hiç saymaya hazır demektir. Herhangi bir nedenle duyduğu tepkiyi, o tepkinin doğrudan nedeni saydığı şeye yöneltmesi de gerekmez artık. Herkes o tepkinin hedefi olabilir. Kurbanla failin arasında hiçbir ilişkinin, herhangi bir neden-sonuç bağlantısının kurulamadığı cinayetlerin her toplumda ve özellikle “en modern” toplumlarda artışı, tepkinin nedeni ile eylemin hedefinin bambaşka olduğu olayların sıklaşması bundandır.

Galiba, kurumlarımızı iyileştirmek (yani etkinleştirmek) her birini bir nesnenin karşıladığını sandığımız ihtiyaçlarımızı doyurmak için o nesneleri çoğaltmakla uğraştığımız ve böylece de kendi insanlığımızı her bakımdan yükseltip ilerleteceğimize inanarak yaşadığımız bir çağın bedeli, gözalıcı etkinlikteki kurumlar ve metalar ağı ortasında insanlığımızın ürkütücü ölçüde tüketilmesi oldu.

Gündelik hayatımızın gözeneklerine her gün daha da sızan şiddetin, kanın ve terörün, adına ne derseniz deyin bu insan hayatlarını un ufak eden çarkın o boşlukta gıcırdadığını bilmek, bunun bilincine varmak ve bu bilinçle insan insana diyalogların zeminini kurmaya yönelmenin vaktidir ve o uğursuz çarkı kıracak olan da sadece budur.