Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları

AHMET KARDAM

SEZGİN TÜZÜN

Türkiye’de Siyasi

Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları

Türkiye’de farklı sosyoloji ekolleri bulunmaktadır. Bu ekollerden biri olan yapısal-fonksiyonalizmi benimseyen sosyologlar -diğer sosyologları da buna zorlayarak- ünvanlarını ilerletmek için çeşitli teknikleri kullanarak, alan araştırmaları yapmakta, toplumsal yapı ve olgularla ilgili bazı bilgilere ulaşmaktadırlar. Bu tür araştırmalarda izlenen yol, genellikle, teorinin “dışarıdan” aktarılması ve toplanan bilgilerin bu teoriyi kanıtlamak için kullanılmasına dayanmaktadır. Bu tür çalışmaları sürdüren sosyologlar, teori üretmek veya toplumsal yapıyı başat yönleri ile ele alan araştırmalar yapmak bir yana, kendilerinin izlediği yöntemleri ve sosyoloji anlayışını benimsemeyen sosyologların ürettiklerini sosyoloji çalışması olarak algılamakta da güçlük çekmektedirler. Yani, yapısal-fonksiyonalist ekolü benimseyen sosyologlar, sosyolojiyi sadece alan araştırmaları ile sınırlamakta, sosyolojiyi neredeyse bu ekolle özdeş saymakta ve bu tür çalışmaları akademik aşamaları geçmek için kullanmaktadırlar. Ayrıca, bu ekole mensup sosyologlar; yaptıkları araştırmalarda, tarihsel arka planı, dış ve iç yapıda meydana gelen değişmeleri, bunların yaptığı köklü değişme ve etkileşimleri, toplumlar arası çatışmayı ve üretim ilişkileri açısından toplum farklılıklarını genelde ihmal etmektedirler.

Bu sosyologları alan çalışması yapmaya iten ikinci neden ise, yabancı ülkelerin veya kuruluşların önerdikleri ya da kendilerinin hazırlayıp onlara sundukları projelere belirli bir ücret karşılığında bilgi toplayıp rapor yazmak şeklinde gerçekleşmektedir. Bu tür çalışmalarda, sorun ve buna bağlı bilgi toplama süreci, sosyoloğun kendi sorunsalı karşısında bilgi edinme eylemi olarak ortaya çıkmamaktadır. Önerilen çalışma ve bu çalışmanın gerektirdiği süreç, toplumsal yapı ile bağlantıları dikkate bile alınmadan, gerçekten böyle bir çalışmaya ihtiyaç olup olmadığı sorgulanmadan, araştırmayı “ısmarlayan” kuruluşlara, sadece istenilen bilgileri toplama ve bu bilgileri bir rapor şeklinde aktarmaya dayanmaktadır. Dolayısıyla bu tür araştırmalar, bir sosyoloji çalışmasının ötesinde, “rapor yazıcılığı” ile sınırlı kalmakta ve 19. yüzyılın “misyoner faaliyetleri”ni çağrıştırmaktadır. Çünkü bu tür araştırmalar özellikle uluslararası vakıflar ve/veya kuruluşlar adına gerçekleştirilmekte; bu kuruluşlar ise Türkiye’yi bir Üçüncü Dünya ülkesi olarak algılamakta, bu yöndeki bilgilere ihtiyaç duymakta, bu bilgileri “çeşitli amaçlar”ı için “değerlendirmeye tâbi tutmak”tadırlar.

Alan araştırmaları ile ilgili olarak son yıllarda ortaya çıkan bir başka gelişme de, üniversiteler dışında, ticari şirket şeklinde oluşan, özellikle piyasa ve siyasî partilerin oy tabanlarına yönelik çalışmaları ile dikkatleri çeken özel araştırma kuruluşlarının yaptıkları araştırmalardır. Bu kuruluşlar çok iyi şekilde geliştirdikleri anketlerle, zaman zaman Türkiye çapında yoğun alan araştırmaları yapmakta ve toplumsal yapının “o günkü koşullarında” geçerli olabilecek olgusal bilgilere ulaşmakta, ticari çalışmaların yanında, gerçekten önemli sosyolojik verilere dayalı araştırmalara da imza atabilmektedirler. İşte Ahmet Kardam ve Sezgin Tüzün’ün Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları adlı kitabı böyle bir çalışmanın ürünü. Kitap, Aralık 1993’te SHP, Haziran 1995’de YDH ve Nisan 1996’da TÜSES adına Veri Araştırma A.Ş.’nin Türkiye çapında gerçekleştirdiği üç ayrı alan araştırmasına dayandırılmış ve çalışmalarda şu teknikler kullanılmıştır: “Her üç araştırmada da anket uygulanacak mahalleler ve köyler, Türkiye’nin coğrafi bölgeleri ve nüfus büyüklüklerine göre yerleşim tabakaları ayrımında sistematik rastlantısal örneklem tekniğiyle seçilmiştir. Örneğe çıkan bu mahalle ve köylerdeki anket uygulamaları ise kota örneklem tekniğiyle gerçekleştirilmiştir.”#[1]

1950-1997 tarihleri arasındaki 47 yıllık bir dönemi kapsayan bu çalışma, Türkiye’deki siyasî kutuplaşmanın söz konusu yıllardaki görüntüsünü genel hatları ile ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu tür alan araştırmalarının ve kitabın temel eksikliği, tarihsel-toplumsal analizlere, iç ve dış dinamiklere yer verilmeyişidir. Kitabın yazarları da bu eksikliğin farkındadırlar ve bunu Necat Erder’in “Sunuş: Tarihsel Bir Perspektif İçinde Türkiye’de Siyasal Akımların ve Partilerin Gelişimi” adlı giriş bölümü ile gidermeye çalışmışlardır. Kitabın yazarlarının da vurguladıkları gibi, “Türkiye’deki siyasî kutuplaşmalar karşısında seçmen davranışlarını irdeleyen bu çalışma, sonuçta, 1950-1997 Türkiye’sinin genel bir fotoğrafıdır.”

Kitabın giriş bölümündeki sunuş yazısında Necat Erder, 19. yüzyıldan günümüze Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısındaki değişmelere; bu değişmelerde, Batılılaşma ve kapitalizmin etkilerine, Türkiye’nin toplumsal yapısında rol oynayan diğer dış ve iç dinamiklere yer vermektedir. Yazar, özellikle Tanzimat dönemi Batılılaşması, aynı sürecin Cumhuriyet döneminde “modernleşme”ye dönüşmesi üzerinde yoğunlaşmakta ve Cumhuriyet dönemi Türk siyasal tarihini kısaca özetlemektedir.

Kardam ve Tüzün ise kitabın birinci bölümüne teorik bir tartışma ile başlamakta; çalışmadaki analizlerini “geçerli oylar” yerine “kayıtlı seçmenler”e dayandırma nedenlerini açıklamaktadırlar. Çalışmada araştırmacıların oy oranlarını analiz ederken, “geçerli oylar” yerine “tüm kayıtlı seçmenleri” almaları önemli bir tercih. Çünkü sandık başına gitmeme davranışı açıklanmaya muhtaç bir konudur ve çalışmada bu tür açıklamalara da yer verilmektedir. Gerçekten de partilerin aldıkları oy oranını kayıtlı seçmen üzerinden değerlendirmek, partilerin gerçek oy oranlarını açıklamak için daha elverişli bir yöntem olmakta; toplumdan aldıkları oy oranları ve karşılarında bulunan seçmen kitlesinin gerçek boyutları ortaya çıkmaktadır. Böylece her bir partinin aldığı oy oranı ile “böbürlenme”sine gerek olmadığı, karşısında yer alan büyük çoğunluğun da dikkate alınması gerektiği, daha net şekilde gösterilmektedir. Kardam ve Tüzün’ün de belirttikleri gibi, “eğer seçimleri hangi partinin kazandığını soruyorsak, geçerli oyları; yok eğer seçmen tercihlerini ve bu tercihlerdeki değişmeleri araştırıyorsak, kayıtlı seçmenleri esas almamız gerekir.”[2]# Bu yöntemle, oy kaymaları ortaya çıktığı gibi, her partinin kazandığı-kaybettiği oylar da net olarak belirlenmektedir. Bu da, bize, her partinin “seçimden kazançlı çıktım” değerlendirmesinin gerçeği ne kadar yansıtıp yansıtmadığını göstermektedir.

Kitabın ikinci bölümünde “CHP-DP Kutuplaşması Karşısında Seçmen Eğilimleri”, üçüncü bülümünde “RP-Diğerleri Kutuplaşması Karşısında Seçmen Eğilimleri”, dördüncü bölümünde “CHP-DP ile RP-Diğerleri Karşıtlığının Sosyal-demografik Tabanları”, beşinci ve son bölümünde ise “Seçmenlerin, RP’ye Karşı Tavırlarına Göre İdeolojik Yönelimleri” araştırılmıştır.

Kardam ve Tüzün, kitabın ikinci bölümünde, 1950’den 1991’e kadar yapılan genel milletvekili seçimlerine katılan bütün siyasî partileri, CHP ve DP geleneğinden gelen partiler olarak iki siyasî grup altında toplamakta ve seçmenlerin CHP-DP kutuplaşması karşısındaki “oy kaymaları”nı irdelemektedirler. Kardam ve Tüzün’ün kitabında, 1950-1995 yıllarında seçmenlerin değişik siyasî partilere yönelme nedenleri ve toplumdaki değişimlerin partilerin oy tabanlarına yansıma biçimleri, yani “oy kaymaları” ve blokların her seçimden sonra ne kadar kazançla veya kayıpla çıktıkları araştırılmaktadır.

Burada ilk sorulması gereken sorulardan biri, “CHP-DP kutuplaşması” ayrımı doğru mudur? Ayrıca, Türkiye ile Batılı toplumların tarihsel açıdan devleti amaç veya araç olarak değerlendiriliş biçimi, sağ-sol ve benzeri kavramlara, devlet ve sınıf ilişkileri açısından devlete ve sınıflara yükledikleri anlamlar aynı mıdır?

Yine, Türkiye’de sağ, sol, milliyetçi ve İslâmcı eğilimler ve bunların siyasî partilerce temsil edilmesi söz konusudur. Teorik bir tartışmada, CHP ile DSP’yi sol veya sosyal demokrat parti saymak ve sosyalist partilerle aynı kategoride değerlendirmek mümkün değildir. CHP ve DSP, sosyalist partilerin yanında sağ partilere çok daha yakın bir çizgide bulunmaktadırlar. Yine sosyalist partiler veya düşünce akımları arasında da çok büyük farklılıklar vardır. 1980 öncesinde sosyalist devrim-demokratik devrim tezlerine dayalı anlayışların yanyana getirilmesi mümkün değildir. Bir başka anlatımla sivil toplumcu sol ile diktatoryal veya devletçi sol yanyana getirilebilir mi? Özellikle sivil toplumcu ve özgürlükçü sol açısından merkez sağ partilerle CHP ve DSP’nin genel anlamda ürettikleri politikalar arasında temelde fark bulunabilir mi?

Tüm bu ve benzeri sorulara karşın tarihsel açıdan gerek İdris Küçükömer’in sağ-sol kutuplaşmasını farklı değerlendirişi ve gerekse Emre Kongar’ın “devletçi-seçkinçi”/“gelenekçi-liberal” ayrımı, Türk siyasal düşün tarihinin bu tür ayrımlara yabancı olmadığı, bu ayrımların Tanzimat dönemini içine alacak kadar derinlere uzandığını göstermektedir. Dolayı ile, 1950 sonrasında ortaya çıkan bloklaşmanın Kardam ve Tüzün tarafından “CHP-DP kutuplaşması” şeklinde adlandırılması yanlış bir tercih olmadığı gibi, Tanzimat dönemine kadar uzanan tarihsel bir süreci de kapsamaktadır. Başka bir anlatımla, CHP-DP kutuplaşması şeklinde yapılan ayrım, Türkiye’nin toplumsal yapısında ortaya çıkan temel bloklaşmalar açısından yerli yerine oturmuş; Türkiye’deki siyasal durumla aykırı düşmeyen bir sınıflamadır. Yine, “hangi partilere kesinlikle oy vermezsiniz” sorusu ile de böyle bir bloklaşma yapmak mümkündür. Kardam ile Tüzün’ün bu ayrımdaki hareket noktalarından birisi de böyle bir soruya dayanmaktadır. Yazarların ifadesi ile; “Mayıs 1950 seçimlerinde (...) seçmenler esas olarak iki seçenekle karşı karşıyaydılar: Ya CHP ya da DP. Bu iki parti arasında yapılan tercih, herhangi iki parti arasında yapılan sıradan, basit bir tercih değildi. CHP’nin aldığı oylar, kökleri ta Tanzimat’a kadar uzanan Batılılaşma hareketine; İttihat ve Terakki partisinin temsil ettiği geleneklere; tek parti döneminin Kemalizmine, laisizmine ve devletçiliğine; mevcut devleti kuran o günkü egemen siyasî güce; vb., verilen oylardı: DP’nin aldığı oylar ise, o günkü CHP’nin temsil ettiği ne varsa bunların şu ya da bu yönüne şu ya da bu oranda karşı çıkan, şeriatçılardan liberallere kadar uzanan çok geniş bir muhalefet yelpazesine verilen oylardı.”#[3] Bu bloklaşma, 1950-1980 arasında geçen 30 yıl boyunca geçerliliğini sürdürdü; 1983-1990 arasında ise zayıflayarak devam etti ve 1991 seçimlerinden sonra “silikleşerek” yerini RP-Diğerleri kutuplaşmasına bıraktı.[4]#

Yine yazarların temel ayrımlarının yerinde olduğunu vurgulamak için, 1960’larla ilgili olarak şu bilgileri tekrarlamak istiyorum: Türkiye’de sağ-sol kutuplaşması 1960’larda ortaya çıkmıştır. O dönemde solun öncülüğünü TİP, Yön ve MDD gibi farklı sol ve sosyalist eğilimlere mensup parti ve oluşumlar yapmıştır. 1960’larda Türkiye’de solun yükselişi, dünyada ve Türkiye’de meydana gelen pek çok iç ve dış olaya bağlıdır. Bu olayların etkisi ile dünyada ve Türkiye’de sol içerikli parti, ekol ve değerler hızlı bir yükseliş göstermiştir. Dışarıda ve içerideki bu gelişmeler, 1960’larda CHP’yi de yakından etkilemiş ve CHP, solda TİP ve çeşitli sol ekollerin yakaladığı ivmeden yararlanmak, bir diğer ifade ile, sağ ile “aşırı sol” arasında bir denge sağlamak için 1965’ten itibaren Ortanın Solu’nda bulunduğunu ilân etmiştir.

1950’lerde DP-CHP kutuplaşmasında ortaya çıkan karşıtlıklar, 1960’larda sağ ve sol kutuplaşmasında sürmesine karşı, 1960’ların sol yelpazesinde; 1950’lerde CHP tarafından DP’ye karşı dile getirilen sorunlardan daha köklü toplum çözümlemeleri, sistem arayışları ve önerileri ortaya konulmuştur. Düzenin aksayan yanlarının giderilmesi, yeni düzen önerileri, çeşitli toplumsal kesimlerin talepleri, hakça paylaşım gibi çok farklı istemler; toplumsal muhalefeti oluşturan sol gruplar tarafından ifade edilirken, Türkiye’nin Batı’ya ve özellikle Amerika’ya bağlı dış politikası da şiddetle eleştirilmiştir.

Kitabın üçüncü bölümünü oluşturan RP-Diğerleri kutuplaşmasında ise böyle bir ayrımın hangi ölçütlere göre yapılabileceği ortaya konulmaktadır. Bu bölümden de yararlanarak, RP-Diğerleri kutuplaşması hakkında şunları söyleyebiliriz: 1991, 1994 ve 1995’te yapılan seçimlerde SHP ve DSP’nin aldıkları oy oranlarının alt sıralara düşmesi, 1991’de DYP-SHP ortaklığına gidilmesi, 1991’den sonra CHP-DP kutuplaşmasının tamamen etkinliğini yitirmesinin en önemli göstergeleridir. RP bu süreçte hızlı bir yükselişe geçmiş ve siyasal bir geleneğe dönüşmüştür. Bu yükselişte RP’nin temsil ettiği söylem etkili olmuştur. RP’nin ideolojik mesajları, hızlı bir değişim gösteren sosyal yapının farklı bir konuma taşıdığı bazı toplumsal kesimlerin istem ve özlemlerini tatmin açısından daha başarılı olmuştur. Ayrıca, “RP ve Diğerleri” kutuplaşması, bu kitabın yazarlarının değil, RP’li liderlerin de sürekli dile getirdikleri bir olgudur.

Kardam ve Tüzün RP-Diğerleri kutuplaşmasının belirginleşmesini ve ana eksen haline gelişini şöyle özetlemektedirler:

RP’nin ilk kımıldanışı 1990’larda başlamıştır. 1991 seçimlerinde oy oranını % 9,7’ye çıkarmıştır. Bu, 1973-1989 ortalaması olan % 6,9’dan 2,8 puan (% 41) daha fazladır; ama DYP ve ANAP oylarıyla hâlâ boy ölçüşebilecek durumda değildir.

RP asıl atağını 1991-1994 arasında yapmıştır. 1994’teki oy oranı 1991’e kıyasla 7,2 puan (% 74) artarak % 16.9’a ulaşmış ve böylece DSP’yi geride bırakırken SHP, DYP ve ANAP ile neredeyse eşit güce ulaşmıştır.

RP 1995 seçimlerinde oylarını ancak 0.7 puan arttırarak % 17,6’ya çıkarabilmiştir. Ama DYP ve ANAP’ın bu seçimlerde güç kaybına uğramaları ve DP geleneğindeki parçalanma sayesinde birinci parti konumuna yükselmiş, 1996 ve 1997 boyunca siyasî gündemi belirleyen, öteki siyasî partileri kendisine göre tavır almak zorunda bırakan bir siyasî güç durumuna gelmiştir.#[5]

Yazarların da belirttiği gibi, “RP-Diğerleri kutuplaşması, henüz yalnızca ‘üst siyaset’ düzleminde bir kutuplaşma olup bir zamanların CHP-DP kutuplaşmasındaki gibi geniş seçmen yığınlarını kavrayan bir kutuplaşma haline gelmemiştir.”[6] Bir toplumsal olgunun belirgin hale gelmesi, öyle kısa sürede gerçekleşebilen bir olay değildir ve daha uzun bir zaman dilimine ihtiyaç gösterir.

Aydın bazında, 1950-1960 dönemi üst yapı çatışması ve bloklaşması, CHP-DP karşıtlığı şeklinde; laik-modernist-milliyetçi-Batıcı çevrelerle muhafazakar-milliyetçi-Batıcı çevreler arasında olmuştur. Bu iki bloklaşmanın karşısında ise, tamamen Batı karşıtlığı temelinde biraraya gelen İslâmcı kesim bulunmaktadır. Bu karşıtlık aynı çizgide, 1960-1980 arası belirgin ve 1980-1990 arasında zayıf sağ-sol bloklaşmasına dönüşmüştür. 1990 sonrasında ise, Kardam ve Tüzün’ün de belirtikleri gibi, “RP ve diğerleri” bloklaşması ortaya çıkmaya başlamıştır. 1980’lerde sağın dünyada ve buna bağlı olarak Türkiye’de yükselişe geçmesi, solun gerilemesine yol açmıştır. 1989’da Sovyetler Birliği’nin çökmesi ise Türk solunun giderek “silikleşme”sine neden olmuştur. Oysa 1990’dan sonra özellikle Batı Avrupa ülkelerinde “yeni sol” önemli bir atılım göstererek çeşitli ülkelerde iktidara gelmiştir. Türkiyede ise, Kardam ve Tüzün’ün de temel tezlerinden birini oluşturan “RP-Karşıtları” bloklaşmasında sol, 1980 öncesi CHP-DP kutuplaşmasında ana eksen olmaktan çıkarak, “RP Karşıtı” sağ blokla yeni bir ittifak oluşturmuştur. Böyle bir oluşum Türkiye’de laik-anti-laik kutuplaşma ve çatışması çerçevesinde 1950’lere geri dönüşü simgeleyen bir çizgiyi tekrar gündeme taşımaktadır.

RP’li liderler bu çatışmayı tekrar gündeme getirerek, DP’nin mirasına sahip çıkmak istemektedirler. RP[7]# yöneticilerinin çeşitli vesilelerle Aydın Menderes’e gösterdikleri “yoğun ilgi”, DP’nin mirasına sahip çıkmak adına DP tabanına çeşitli mesajlar göndermeyi amaçlamaktadır. Bu söyleme rağmen, DP ile RP arasında bir sürekliliğin bulunduğunu öne sürmek mümkün değildir. Bu bağlamda, RP yöneticilerinin DP mirasına sahip çıkmak konusundaki istemleri karşısında görüşlerimi belirtmek için RP ile DP’nin temel politikalarını karşılaştırmak istiyorum:

İki parti yöneticilerinin siyasal kimlikleri, resmî ideoloji ile ilişkileri, ortaya koydukları özellikleri çok farklıdır. DP’nin Bayar, Köprülü, Menderes gibi önde gelen isimleri öncelikle CHP geleneğinden yetişmiş politikacılardır. Bayar, Atatürk’ün başbakanı, Köprülü, döneminin koşullarında en tanınmış bilimadamı, Menderes milletvekilidir.

DP’nin ekonomi anlayışı RP’den çok farklıdır. DP liberal -liberalizmi tam uygulayamamakla birlikte- RP devletçi ekonomi politikalarının savunucusudur.

Dış ilişkiler konusunda DP’liler Türkiye’yi Amerika’nın Ortadoğu’daki “en güvenilir müttefik”i yapmak için çalışırken, RP bu politikalara tamamen aykırı politikalar savunmaktadır.

Türkiye’nin siyasal tarihinde temel çatışma noktalarından biri olan laikliğin algılanışına gelince; DP’nin yerel örgütlerinde laiklik karşıtı söylemler dile getirilse de, DP’nin üst yönetimi ve özellikle Bayar laiklikten hiçbir koşulda taviz vermeyecek kadar laikliğe bağlıdır. Bu nedenle, laiklik karşıtı parti örgütleri ve milletvekilleri partiden tasfiye edilir. Millet Partisi bile “laiklik karşıtı görüşleri” gerekçe gösterilerek 1954 yılında kapatılır. Oysa RP’nin uygulamaları DP’ye karşıt bir çizgidedir. RP her türlü laiklik karşıtı gösteri, simge ve söylemi desteklemiş, bu yönde faaliyet gösteren, laikliğe aykırı söz ve eylemleri ile kamuoyunda öne çıkan ve toplumun diğer kesimlerine ağır hakaretlerde bulunan mensuplarına sahip çıkmış ve desteklemiştir.

Kısaca DP, siyasal, ekonomik ve politik görüşleri ile Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma hayalleri taşıyan Batıcı ve laik politikalar üretirken; RP, içte laiklik karşıtı, dışta ise Cumhuriyet döneminin dış politika geleneğine aykırı tercihleri ile DP’nin devamcısı değil, karşıtı bir konumda yer almaktadır. Bir başka anlatımla, DP’nin 1950’lerdeki çizgisi, Kardam ve Tüzün’ün “RP-Diğerleri Kutuplaşması” ayrımında kesinlikle “Diğerleri” kategorisine girmektedir. Dolayısıyla bugün RP yöneticilerinin kendilerini DP ile özleştirmek için kamuoyuna yönelik mesajları, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısını “biraz bilen” herkes için ancak bir “şov” niteliğindedir. Yani, modernite, Batılılaşma, ekonomi, toplumsal yapının şekillenmesi gibi genel konularda DP ile RP’nin savundukları görüşler, ürettikleri politikalar arasında süreklilik değil, kopuş vardır.

Yukarıda belirttiğimiz görüşleri destekleyecek bulguları, kitabın dördüncü ve beşinci bölümlerinde, farklı açılardan ve alan araştırmalarının verilerine dayalı olarak bulmaktayız: Buna göre; “RP karşıtları belirgin bir biçimde daha kentli, RP yandaşları da belirgin bir biçimde daha köylüdür.” Cinsiyet açısından RP’ye karşı tavır ayrımında bakıldığında çalışan kadınlar arasındaki farklılık olağanüstü artmaktadır. RP karşıtları daha çok üst toplumsal kesimler içinde yoğunlaşırken, RP yandaşlarını daha çok kent yoksulları oluşturmaktadır. RP-Diğerleri kutuplaşmasında; bir yanda daha kentsel, daha yüksek eğitimli, daha modern mesleklere ve daha yüksek gelire sahip bir RP karşıtları kampı; öte yanda ise, daha kırsal, daha düşük eğitimli, daha yoksul ve kent varoşlarında yoğunlaşmış bir RP yandaşları kampı bulunmaktadır. Buna göre, “CHP-DP karşıtlığının taraflarının dayandıkları toplumsal tabanlar birbirlerinden çok önemli farklılıklar göstermezken, RP karşıtları ile RP yandaşlarının dayandıkları toplumsal tabanlar birbirlerinden daha büyük oranda farklılaşmaktadır.” Bu çalışmadan çıkan bir diğer sonuç, RP yandaşlarının karşıtlarına göre, daha az “demokrat” olmalarıdır. Yine RP yandaşları karşıtlarına göre daha çok “şeriat yanlısı”dır.#[8] Bu bilgiler ışığında, Kardam ve Tüzün çalışmalarını, RP-Diğerleri kutuplaşmasının önümüzdeki yıllarda daha da derinleşerek artacağı görüşü ile bitirmektedirler.

Seçmen davranışlarının yarattığı CHP-DP kutuplaşmasına rağmen, 1950’lerde DP ve CHP; demokratikleşme, ekonomik tercihler ve ekonomik kalkınma yöntemleri, laiklik, sol karşıtlığı, milliyetçilik gibi Türkiye’nin o dönem tartıştığı başat konularda birbirlerine karşı net görüşler üretmemişler ve hattâ bu konularda neredeyse aynı çizgiyi tutturmuşlardır. Ancak, siyasî çerçevede ve üstyapı tartışmalarındaki CHP ile DP arasındaki “yapay” karşıtlık, gerçekten de, 1946’dan itibaren başlamış ve bu ayrım varlığını özellikle 1980’lere kadar sürdürmüştür. 1980 sonrasında ise Özal’ın önderliğinde kurulan ANAP ile “dört eğilim” birleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa böyle bir sav, toplumsal yapı ile örtüşmeyecek ve bağdaşmayacak bir savdır.

Sol-sağ ayrımları ve sol partilerle ilgili bir iki noktaya daha değinmek istiyorum: Sol, sağ, sosyal demokrasi, demokratik sol gibi kavramlar, Batılı ülkelerde kullanıldıkları anlamları ile Türkiye’de kullanılmamakta veya aynı yapıları, aynı söylemleri karşılamamaktadır. Tarihsel açıdan Batı’da ortaya çıkan sosyal demokrat partilerin toplumsal tabanı ile Türkiye’nin tarihsel özellikleri itibariyle Batıdan farklı toplumsal bir birikime sahip oluşu, sosyal demokrasiyi benimseyen partilerin kimliklerinde de farklı yapılanmalara neden olmuştur. Buna rağmen, en genel anlamda bu kavramlarla kendilerini tanımlayan partilere baktığımızla, Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları adlı çalışmanın sonuçlarına göre, net oy kazançları açısından CHP geleneği özellikle 1971-1980 tarihleri arasında kazançlı çıkarken, diğer dönemler birbirleriyle karşılaştırıldığında genellikle kaybeden taraf olmaktadır. Diğer bir deyişle, CHP geleneği son 45 yıldan zayıflayarak, DP geleneği ise güçlenerek çıkmıştır. 1950-1995 yılları arasındaki dönem dikkate alındığında, sol partiler mutlak anlamda seçmen yitirmiştir. Tarihsel nedenler bir yana bırakılırsa, bu durum, sol yelpazede yer alan siyasî partilerin toplumsal sorunları çözme konusunda halka güven vermediklerini ve mevcut bozuklukları giderici alternatifler üretemediklerini göstermektedir. Türkiye’de sol parti sayılan CHP ve ardından SHP, kısa süren ulusal ve yerel yönetimlerde iktidarda bulunma dönemlerinde, sağ partilerin icraatlarını bile aratacak başarısızlıklara imza atmaları ve çeşitli yolsuzluklara karışmaları, gerilemelerinde önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenle, 1990 sonrası sol partiler seçmenlerini korumak bir yana sürekli sağ partilere kaptırmışlardır.

Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları adlı çalışmanın temel amacı, seçmenlerin farklı siyasî partilere yönelmelerinin, toplumdaki değişim ve farklılaşmalarının yansımalarını ortaya çıkarmak ve genel eğilimlerini tespit etmektir. Türk toplumbiliminde bu tür alan çalışmalarının tarihsel yoruma açık oluşu bir gelenek haline gelmemiştir. Bundan dolayı da alan çalışmalarının tarihsel bir bakış açısı ile yapılması beklenmemektedir. Kardam ve Tüzün’ün çalışmasına bu açıdan yaklaştığımızda, yazarlar, metnin başından beri eleştirdiğimiz bazı eğilimleri bu çalışma ile aşmışlardır. En azından bazı eğilimler bize yansıtılırken, hiç olmazsa tercüme bir teori üzerine yanlış çıkarımlar ve yorumlar yapılmamıştır. Hattâ çalışma kısa süreli bir zaman dilimi ile sınırlandırılmayıp, günümüzdeki siyasî eğilimleri “bir anket uygulama süreci”nin dar ve açıklayıcı olmayan ortamına sıkıştırılmamış, gerek sunuş yazısı ve gerekse CHP-DP kutuplaşmasının içerdiği tarihsel arka planla çalışmaya, yapısal-fonksiyonalist ekolün düşünemeyeceği kadar önemli bir derinlik kazandırılmıştır.

Gerçekten de bu tür çalışmalarla, toplumsal yapının özellikleri, ana eğilimleri, çeşitli yönelimleri ortaya konulurken; ortaya çıkan fotoğrafın arkasındaki yapılanmalar, ideolojiler, üretim ilişkileri, Türkiye’nin diğer toplumlarla tarihsel ve “güncel” benzerlikleri ve farklılıkları, iç ve dış dinamikler gibi etmenler de işin içine mutlaka katılmalıdır.

Hilmi Ziya Ülken, 1954 yılında, Sosyoloji Dergisi’nin 9. sayısında Milli Eğitim Bakanlığı’na hitaben bir mektup yayımlayarak, merkezi Ankara’da olan ve Diyarbakır, Erzurum, İzmir, Adana veya Antalya, Samsun ve İstanbul’da şubeleri bulunan bir İçtimai Araştırma Bürosu veya Enstitüsü’nün kurulmasını teklif eder. Ülken’e göre, “Batı milletleri içerisinde kendi memleketine ait ilmi araştırmalara dayanmadan yalnız reform hareketine kalkmak değil, gündelik hayatı idare edenler bile kalmamıştır.” Toplumsal hayatın her türlü yapısını, değişme koşullarını ve eğilimlerini araştırmak, ülkenin toplumsal sorunlarını etraflı olarak ele almak için millî kültür malzemesinin toplanmasına ihtiyaç vardır.[9]

Hilmi Ziya Ülken’in bu teklifi Milli Eğitim Bakanlığı’na yapması ise, üniversitelerin ve özel teşebbüsün böyle bir işi başaramayacağı ve yalnızca bakanlık gibi Türkiye çapında örgütlenmiş bir resmî kuruluş ile süreklilik göstermesi gereken bir faaliyetin gerçekleştirilebileceği görüşünde olmasıdır. Oysa bugün durum oldukça farklıdır. Ülken’in yapılamaz dediği ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın organizasyonu ile kurumsallaştırmak istediği büronun yapacağı çalışmalar, bugün özel araştırma kuruluşları tarafından kolaylıkla yapılabilmektedir. İşte Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları, Türkiye’de Siyasî Partilerin Seçmenleri ve Sosyal Demokrasinin Toplumsal Tabanı ve Türkiye’de Siyasî Parti Seçmenlerinin Nitelikleri, Kimlikleri ve Eğilimleri gibi eserler bu tür araştırmaların sonuçları ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Hilmi Ziya Ülken’in 1954 yılında önerdiği projeler belki onun düşündüğü boyutlarda ve derinlikte değildir ama, kendisinin önerdiği çerçevede gerçekleşmektedir. Bu tür çalışmaların daha kapsamlı olması için tarihsel-toplumsal, iç ve dış dinamiklere de ağırlık vermek, araştırmayı yapanların sosyolojik anlayışlarına kalmış bir şeydir. Böyle bir anlayışa sahip olmak için “bugünü iyi anlamak da tarihsel bir boyutu içerir” yaklaşımının terk edilmesiyle mümkündür. Başka bir anlatımla, toplumsal yapı ile ilgili alan araştırmalarında yapısal-fonksiyonalizmin dar boyutlu ve amacı net olarak belli olmayan çalışmalarına artık son verilmeli; Kardam ve Tüzün’ün Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları adlı çalışmalarında tarihsel boyutla alandan elde edilen verilerin birleştirildiği bu yeni bakış açısı, yazı boyunca dikkat çektiğimiz noktalarda, daha da derinleştirilerek sürdürülmelidir.

[1] #A.g.e., s. 105.

[2] A.g.e., s. 30.

[3] A.g.e., s. 39.

[4] A.g.e., s. 39-40.

[5] A.g.e., s. 64.

[6] A.g.e., s. 73

[7] Süreç değişmediği için RP yerine FP yazmanın bir sakıncası yok.

[8] A.g.e., s. 89-98.

[9] Hilmi Ziya Ülken, “Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Makamına”, Sosyoloji Dergisi, Sayı:9, Fakülteler Matbaası, 1954, İstanbul, s. 59-66.