Avrupa Solu Bir Eylem Partisi Olsun, Düzen Partisi Değil

Sevgili Norberto Bobbio,

Sağ ve Sol adlı kitabınız hakkındaki düşüncelerime karşılık olarak yazdığınız uzun cevap beni çok memnun etti. Başlangıçta bu metni yayımlamayı düşünmüyordum, sonra siz bunu cevap yazmaya değer bulursanız yayımlarım diye düşündüm. Hiçbir De Senectute okuru gereksiz yere konuyu dağıtıp vaktinizi almak istemez. Sonuç olarak, yazdığınız cevap beni önceki cevabınızdan çok daha fazla etkiledi. Üzerinde tartıştığımız temel konularda büyük ölçüde aynı fikirde olduğumuz için görüşlerinize cevap verirken sözü uzatmama lüzum kalmayacak. Yalnızca beş noktanın altını çizmek istiyorum.

(i) Eserinizle ilgili olarak 1988 yılında söylediklerim ile şu son yorumlarım arasında karşıtlık bulunduğunu ileri sürerken çok kesin bir dille konuşuyorsunuz tabiî. Siz bu karşıtlığı biraz da haklı olarak alaycı bir şekilde belirtinceye kadar bunun farkında değildim. Yine de her iki düşünceye de aynı oranda sadık kaldığımı ve ikisi arasındaki farkı, eseriniz hakkındaki görüşlerimin çeliştiği anlamında değil, sizin düşünce dünyanızdaki zenginliğin bir işareti olarak gördüğümü söylemek isterim. 1980’li yıllarda söylediğim gibi, eserinizdeki düşünce zenginliği (siz bu konuda her zamanki gibi çok alçakgönüllüsünüz) genellikle birbirlerine karşıt kaynaklardan beslendiği söylenen ve durağan bir sentez olmayan, birbirini izleyen tarihî durumlara bir tepki olarak çeşitlilik taşıyan farklı düşünce geleneklerinin eserinizde gösterdiği kaynaşmadan kaynaklanıyor bence. Bana öyle geliyor ki, komünizmin sahneden çekildiği ve kapitalizmin ‘kapıda bekleyen barbarlar’ olmaksızın tek başına kaldığı bir dönemde, 1989 tarihli L’Utopia Capovolta böyle bir durum ile bundan daha farklı bir durum arasına ayırıcı bir çizgi çekmişti pekâlâ. Yazılarınızın vurgu noktası da buna bağlı olarak değişikliğe uğramış gibi geliyor bana. Bu da benim için bir tutarsızlık değil, canlılık işareti.

(ii) Sağ ve Sol’un bu ikinci dönemdeki durumuyla ilgili kararsızlığım aslında eserin söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle ilgili. Çok haklı olarak üzerinde ısrarla durduğunuz gibi, eşitlik, anlamlı bir sol için temel değerdir. Dolayısıyla, eşitlik idealini savunmak ilerici bir siyasetin vazgeçilemez görevlerinden birisidir. Ancak, eşitliği yalnızca değer yargılarına dayandırarak savunmak geçerli bir sol siyaset için yeterli değildir. Bu idealin anlam kazanması için, ayakları yere basan, gerçek somut süreçlere ve toplumsal projelere dayanması gerekir. İşte benim Sağ ve Sol’da gördüğüm eksiklik de bu konudaydı. Bir ideali gerçekleştirmenin kolay olduğunu söylemiyorum. Kitabın dile getirdiği bir özlemi tarihî bir girişim haline getirmek için gerekli olan ortak konular ya da kurumsal tasarımlar o kadar da elle tutulur halde değildir. Ancak bunlar olmaksızın, sol ile sağ arasındaki ayrımın yalnızca kâğıt üzerinde kalma tehlikesi vardır. Bu da uygulamaya dönük değil, kitabi bir ayrımdır.

(iii) Sizin sol düşüncenin hâlâ geçerli olduğuna ilişkin olarak verdiğiniz örnekler buradaki güçlüğü gösteriyor. İngiltere’deki İşçi Partisi hükümeti, Lordlar Kamarası’na girme hakkının babadan oğula geçmesini kaldırmayı düşünüyor. Bu eşitlikçi bir adım değil midir, diye soruyorsunuz. Eşitlikçi olsaydı, bundan basbayağı emin olabilirdik, çünkü İşçi Partisi Lordlar Kamarası’nı demokratik yollarla seçilen bir meclis haline getirmeyi değil, şimdikinden farklı olarak üyelerinin bir kısmı yerine tamamının hükümetçe atanmasını öneriyor. Bu demokratik anlamda gerçek bir ilerleme midir? Gelin görün ki, doğuştan hiyerarşik bir düzen içinde bulunan ve miras yoluyla bu hakkı devralan kimseler, belli bir hükümetten bağımsız oldukları için son dönemdeki Muhafazakâr Parti iktidarında, Thatcher’a bile meydan okuyarak baskıcı yasaların meclisten geçmesine zaman zaman engel olmuşlardır. Blair hükümeti döneminde de lordlar, başbakanımızın yakın ilişkiler içinde bulunduğu yerli basın devimiz Rupert Murdoch’ın imparatorluğunu korumak için tasarlanan yasaları kabul etmeyerek bağımsız olduklarını göstermişlerdir. Feodal makamlardan gelen üyelerden değil, devletin gözetiminde bulunan üyelerden oluşacak bir Lordlar Kamarası ne yazık ki, şimdikinden daha çok söz dinleyen bir meclis olacaktır. Kamuoyunun bu bürokratik yapıya göstereceği tepkinin İşçi Partisi’nin tuttuğu yolu değiştirmeye zorlayacağını ve partinin seçimle işbaşına gelen bir meclis kuracağını beklemek zorundayız. Ne var ki, partinin şimdiki (hiç şüphesiz partinin asıl hedefi bu değildir) önerisi solun ahlâki saygınlığını arttırabilecek bir şey getirmiyor pek.

İşçi Partisi programında geçen ve partinin eşitlikçi amaçlar taşıdığını gösterdiğini söylediğiniz ikinci öge, partinin eğitimde yenilik vaatleridir. Ancak, burada da bugüne kadar elde edilen gelişmeler bırakın insanı yüreklendirmeyi, tam tersine, insanın cesaretini kırıyor. Yeni hükümetin en önemli icraatı, öğrencileri kredi almaya zorlamak, yani öğrencilerin üniversitedeki giderlerini onların gelecekteki kazançlarından kesmekti. Maliye yetkililerinden gelen baskılara rağmen, muhafazakâr Başbakan John Major’ın halkın yüksek öğretimden daha çok yararlanmasını engellediği gerekçesiyle geri çevirdiği önlemdi bu. Şimdi ise, bir İşçi Partisi hükümeti, muhafazakârların bile uygulama cesaretini gösteremediği bir şeyi yasalaştırdı. İtalya’daki merkez-sol karma hükümetinin böyle bir değişiklik için kapıyı zorladığını düşünebiliyor musunuz?

(iv) Bu örneklere çok fazla ağırlık vermek istemiyorum, çünkü sizin düşünceleriniz hakkında bir şeyler söyleyebilmek için elimden geldiğince rastgele seçmeye çalıştığım örnekler verdiğimi sanıyorum. Ancak, burada daha genel bir konu var. Size göre, ‘sol’ ve ‘sağ’ terimleri İtalya’da olduğu gibi solun da sağın da taraftarlarınca hararetle, hattâ öfkeyle kullanıldığı sürece bu iki terim arasındaki ayrımın derin bir fikir ayrılığını yansıttığından emin olabiliriz. Oysa geçmişe bakarak bile bunun böyle olmayabileceğini görebiliriz. İdeolojik yaftaların, temsil ettiği değerler ortadan kalktıktan sonra varlıklarını uzun süre devam ettirdiklerini gösteren birçok durum vardır tarihte. ‘Kutsal Roma İmparatorluğu’ sendromu olarak da adlandırabiliriz bunu. Siyasette karşıtlık ayrı bir konu olsa da, burada ilkeler düzeyindeki karşıtlık ile partizanlar düzlemindeki karşıtlık arasında bir ayrım gözetmemiz gerekir. ‘Taraflar’ arasındaki çok şiddetli çatışmalar, tarafları birbirinden ayıran ve toplumsal bakımdan anlamlı farklılıklar olmaması durumunda bile beklenenden daha kalıcı olabilir. Bu farklılıklar, sadakat duygularındaki rekabetin zaman içinde sürüp gitmesini sağlayan partizanlık mekanizmalarıdır. Hizip çatışması olmaktan öteye gitmeyen Maviler ile Yeşiller arasındaki şiddetli çatışmalar yüzyıllar boyunca Bizans’ın siyasî hayatına hâkim olmuştur. Bizim televizyonlarda gördüğümüz partiler Bizans hipodromundaki takımlar kadar hırslı değil. Peki bu fark bizi gururlandırmalı mı, yoksa kaygılandırmalı mı?

(v) Bu tehlikelere işaret etmekle, tehlikenin yanı başımızda olduğunu söylemiş olmuyoruz. Bugün Avrupa’da bulunduğu haliyle sağ ve sol geleneklerinin gerçekliğini tamamıyla reddeden çok sığ bir karamsarlığa karşı çıkmakta haklısınız. Ancak, sol düşünceyi günümüzde yeniden canlandırmak istiyorsak, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamalıyız. Eşitlikçi siyasetin yeniden canlanması, istihdam yaratacak tedbirler alınmasını, gelir düzeylerindeki farklılıkların azaltılmasını, malî ayrıcalıkların kaldırılmasını ve para akışına yeni bir yön verilmesini, bir başka deyişle, günümüze hükmeden öğretilere göre ‘ekonomik olarak doğru’ görülen şeylere karşı çıkılabilmesini gerektiriyor. Talihin de bir parça yardımıyla, Avrupa’da her zaman karşılaşılamayacak bir fırsat doğabilir kısa süre içinde. Almanya’da önümüzdeki eylül ayında seçimleri SPD’nin kazanması durumunda, Batı Avrupa’nın dört büyük ülkesini (Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya) tarihte ilk defa eş zamanlı olarak, solda bulunduğu açıkça dile getirilen hükümetler yönetecektir. Bu buluşma, bütün kıtada tek bir para biriminin kullanılması projesi gündemdeyken ortaya çıkmış olacak. Avrupa halklarının hayat şartlarını daha da iyileştirmek amacıyla yeniden şekillendirecek olan güç, ulusal sınırların ötesine geçerek tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde, iktidardaki solun eline geçecektir. Bu fırsat onlara verilirse, sizin herkesten daha iyi bir şekilde önümüze koyduğunuz gibi, Avrupa solu bir bütün olarak, ‘eşitliğin yol gösterici ilkesi’nin kılavuzluk ettiği bir eylem partisi olsun; eskisi gibi düzen partisi olmasın demek düşer bize de.

New Left Review, Eylül-Ekim 1998, sayı 231

çeviren HAVVA KARAKAŞ