Adalet ve Kalkınma Partisi: “Orta Sınıf“ın Sahneye Çıkışı

Anketler ve farklı eğilimlerden birçok gözlemci Recep Tayyib Erdoğan liderliğindeki AKP’nin en az % 30’lar civarında bir oy desteğine sahip olduğunu ve şimdi bir genel seçim yapılırsa rahatlıkla tek başına iktidar olmaya yetecek bir oy oranı tutturabileceğini söylüyor.

Bu kadarını parti kurucuları dahil hiç kimse beklemiyordu. Özellikle de onları “yenilikçi” diye lanse eden ve “gelenekçi”lerden kopma sinyalleri verdiklerinden beri arkalayan “büyük medya” ve güç odaklarının “kamuoyu”. Bunların beklentisi ve isteği “yenilikçi”lerin, son seçimde % 17’ye düşmüş RP-FP oylarının yarısına yakınını bölebilmesiydi. AKP’nin diyelim % 15 civarında bir oy gücüne sahip orta boy bir parti olmasını da hoşgörebilecekleri, ama onun bu düzeyde, % 30’lar civarında bir oy gücüyle belirivermesinin hiç de hesapta olmadığı anlaşılıyor.

Bu, hesapta olmayan gelişmeye karşı ordu, yerleşik büyük sermayenin en etkili kesimleri ve bunların bir parçası ve sözcüsü olarak “büyük medya”nın başlattığı kampanyanın daha da yoğunlaştırılıp sertleştirileceği henüz söylenemez. Alelacele hazırlandığı, devreye sokulduğu belli olan bu ilk atak daha ziyade bir ön yoklama sayılmalıdır. Gerçi bu kampanya sonucunda Cumhuriyet Başsavcısı harekete geçirilerek Erdoğan’ın parti başkanlığından alınmasına, türbanlı kurucuların çıkarılmasına matûf bir yargı süreci başlatılmış ise de, yasal dayanakları son derece tartışmalı ve hattâ abes olan bu girişim bu haliyle ne AKP’yi ürkütecek, ne de bu partiye yönelen kesimleri caydıracak niteliktedir. O nedenle önümüzdeki şu bir iki ay içinde Anayasa Mahkemesi diyelim Erdoğan’ın kurucu üyeliğini ve genel başkanlığını iptal eden bir karar çıkartsa dahi, AKP’ye karşı kampanyanın 28 Şubat arefesi ve ertesindeki yaygınlık ve yoğunluğa var(dırıl)mayacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Bu, elbette ortada bir danışıklı dövüşün olduğu anlamına gelmiyor. AKP’yi kuran ve ona kararlı bir destek verebilecek kesimlere, Türkiye’deki mevcut düzenin egemenleri, her türden yerleşik güç odakları ve geleneksel siyasal örgütlenmeler arasında derece derece ciddi çatışma değilse bile - sürtüşme noktaları vardır. Ama bunlar nominal olarak ele alındıklarında birer kutuplaşma nedeni gibi görülebilseler de, AKP’nin de (ve benzer “yeni oluşumlar”ın) rakiplerinin de işi bu noktaya götürebilecek ne enerjisi ne de niyeti vardır. Dolayısıyla AKP’ye karşı açılan kampanya sürdürülse dahi bunun amacı AKP ve katılımlarını devre dışı kılmak değil; bu hareketi “yontmak”, pazarlık edilebilir kıvama getirmek olabilir ancak. Kampanya her ne kadar yeniden bir “irtica heyülası” yaratma gibi, artık iyice kabak tadı veren üslûp ve araçlarla yürütülüyor olsa da AKP’nin, RP’nin kılık değiştirmiş bir versiyonu sayılamayacağının aslında herkes farkında. Her ne kadar özellikle Tayyib Erdoğan’ın yıllar önceki konuşmaları -ki diğer AKP kurmaylarına ait benzer bant kayıtları da mutlaka vardır- işlenerek -RP’nin yükseliş döneminde yaratılabilmiş- reaksiyoner laiklikçi havayı yeniden oluşturmayı deniyorlar ise de; AKP’nin “Batı” merkez, merkez sağ normlarına pekâlâ uyacak bir “değişim” geçirmiş kadrolarca kurulduğu kanısı çok daha yaygın ve inandırıcı gözüktüğü için, o kampanyanın tutması da mümkün değildir. Nitekim o kanı nedeniyledir ki, bugün anketler ve gözlemler, AKP’nin hem FP bölünmesinde Saadet Partisi’nden daha büyük pay aldığını, hem de geleneksel merkez, merkez sağ parti seçmenlerinden buraya hayli belirgin bir kayma olduğunu göstermektedir.

O halde şu söylenebilir ki; aslında 1980’den beri söz konusu olan Türkiye siyasal düzeninin merkezindeki “boşluğu” doldurmaya aday bir hareket vardır ortada. Şüphesiz, bu hareketin çekirdeğini, “vitrini”nin büyük kısmını yüzyıllık “İslâmî/Sünni hareket”ten, MNP’den FP’ye uzanan “Milli görüş” geleneğinden çıkma kadroların oluşturması üzerinde durulması gereken bir noktadır. Ama bu olgu hakettiği geniş açılı bir tarihsel, sosyo-kültürel spektrumda ele alındığında bir anomali ya da kaderin cilvesi değil, tam aksine bir “normalleşme”, akışın nihayet doğal mecrasıyla buluşması olarak da görülebilir; böyle de yorumlanmalıdır.

-Gerçeklerini az sonra ele alacağımız- bu tespit doğru ise, yaklaşık yirmi yıldır “merkez”deki bu “boşluğu” kendi hesaplarına doldurmuş olan kimi güç odaklarının bir rahatsızlık nedeni de anlaşılmış olur.

Bizzat 12 Eylül darbesi ve Anayasa’nın kurumsallaştırdığı -sivil- siyasetin merkezindeki zayıflık ve bunun doğurduğu “boşluk” hali, her ne kadar bunun “sorun” yaratmaya başladığı 1980’lerin sonlarından beri, o güçler tarafından bile şikâyet, hattâ kaygı konusu yapılagelmiş ise de; öte yandan aynı güçler bu “boşluğu” hem siyasal işlev ve konumlarını güçlendirmek için hem de iktisadî-parasal yararlar sağlama yönünde kullanagelmişlerdir. Konunun iktisadî çıkar-para bahsine fazla girmek gerekmez. Şu kadarı yeterlidir ki; eğer bugün o çok sözü edilen vurgunlar, hortumlamalar, nüfuz ticaretleri hakkıyla ortaya konulabilecek olsa Çankaya eteklerinden en ücra kasabadaki resmî görevlilere kadar Türkiye devletinin hiçbir kurumu, hiçbir banka- holding ağının “temiz” çıkmayacağı hepimizin bildiği bir sırdır. Şüphesiz o kurumlar ve o yerleşik büyük sermayeler -1980’lerden itibaren neredeyse rutinleşmiş- bu yolsuzluk, vurgun kanalları olmaksızın da varlık ve güçlerini sürdürebilirler. Dolayısıyla siyasî merkezdeki “boşluğun” elbette yegâne sebebi olmadığı bu vurgun kanallarını tıkamamak için -“dışarı”nın da zoruyla- başlatılmış operasyonların sadece bulundukları zirvelere dokunma ihtimalini engellemekle yetinebilir, yani bu vurgun rantından vazgeçebilirler. Büyük sermaye, merkezdeki zayıflık ve boşluğun şimdiye kadarki en görünür tezahürü olan merkezdeki çok partililik halinden, bu partiler arası rekabetten sağladığı ek “yasal” rantlardan da imtina edebilir. Bunların uzantısındaki “büyük medya”, bu durumdan sağlayageldiği rantlardan yoksun kaldığında neredeyse çökebilirse de “merkezde istikrar”ın aciliyeti nedeniyle kendini çarnaçar “vurgun çağı” sonrası yeni koşullara uyarlayabilir.

“Edinilmiş” siyasal işlev ve konumlara gelince. Burada şüphesiz önce ordudan söz etmek gerekir. Hatırlanacağı üzre, daha 12 Eylül Anayasası’nın mürekkebi kurumamışken, % 45’lik bir oy desteğiyle ANAP, henüz tam oturmamış bir parti iken dahi, ordunun siyasal ağırlığını gölgeleyen hattâ onun fiilen siyasal kimi işlevlerini kısmen de olsa gerileten bir iktidar profili çizebilmişti. Ancak daha sonra, merkez sağ ve sol da birbirine denk ikişer partili bir yapının kalıcılaşması ile merkezdeki zayıflık ve boşluğun yüzeye yansımasından itibaren, -“Kürt sorunu”nun da konjonktürel katkısıyla- ordunun siyasal ağırlık ve işlevinin giderek arttığına, konumunun “yükseldiği”ne tanık olduk. Ardından RP’nin güçlenmesi ve ciddi bir merkez oyun buraya akışı, merkezdeki zayıflığın daha derin kökleri olduğunun bir işaretiydi ve -CHP’den ANAP’a- geleneksel merkez partiler bu “taşra partileri”ne kayışı önlemekte gün be gün yetersiz kalmaktaydılar. Ordu -bunların da sessiz onayıyla- “merkez”i fiilen doldurmaya böylece başladı.

Yapısallaşması, resmîleşmesi -en azından 2000’lere doğru gidişin yeni dünya ve Avrupa konjonktürü bağlamında- mümkün olmayan bu “geçici durum”, RP’nin 28 Şubat’la geriye püskürtülmesinden sonra da sürdü. Boşluğa bu kez yine “taşralı” özellikler taşıyan MHP -bir tür devşirme güç gibi- takviye elemanı olabilir hesabıyla da akın etti. Ordu, büyük sermaye ve medya taşkın bir “çok değişti bunlar” sıvazlamasıyla karşıladı bu olayı. Ama MHP çok geçmeden merkeze getirdiği nesnel yetenek ve donanım düzeyinin giderilemeyecek denli aşağısında teşekkül edilebilir bir akım olduğunu bir kez daha gösterince, merkezin MHP ile takviye projesi de suya düşmüş oldu. Bundan böyle MHP ancak, -baştan beri de olduğu gibi- Türkiye’deki düzenin stratejik iktidar mücadelelerinde taraflardan birinin -bu konjonktürde herhalde ordunun- orta boy roller bahşedebileceği bir figüran olarak yer alabilir.

Her ne kadar AKP’ye karşı bu ilk kampanyaya ordu ve büyük sermayenin en etkili kesimlerinin birlikte destek verdikleri gibi bir görüntü oluşmuş ise de, bu iki kesimin orta vade siyasal hesaplarının örtüşmediği, aralarında zaman zaman su yüzüne çıkan ciddi farklılık ve sürtüşmelerin olduğu da bilinmez değildir. RP’nin geriletilmesi, MHP’nin konjonktürel bir şişme ile ancak % 20’lere varan, önümüzdeki dönemde % 10 civarına inmesine kesin gözüyle bakılan bir oy gücüne sahip oluşu ve daha önemlisi “yetenek testi”ni geçemeyeceğinin anlaşılması ve Kemal Derviş’li bir “yeni oluşum”un imkân ve koşullarının bulanıklaşması üzerine, büyük sermaye kendisi için çok daha acil olan istikrarlı bir merkez için -yıpranmış da olsa- ANAP kartına oynamaya eğilimli görünmekteydi. Birikim’in Temmuz (147) sayısında da belirtildiği üzre “yeni oluşum”ların tehdidine en fazla marûz kalacak olan bu parti, bu durumunun bilinciyle ya onlarla umutsuz bir mücadeleye, rekabete girişmek ya da onları kontrpiyede bırakacak, onları ister istemez şemsiyesi altında bir görüntü vermeye itecek bir hamle yapmak zorundaydı. “Ulusal güvenlik” konusunu spektaküler biçimde gündeme getirerek ANAP ikinci yolu seçti. Böylece salt bir parti olarak değil, tam “sivil-siyaset”, yani fiilî iktidarın “seçilmişler bileşen”i adına diğer bileşenine karşı stratejik bir mücadele açmış olabilecek, bu “öncü” rolle ve yüreklilik gerektiren uğraşla yeni bir “imaj” ve prestij kazanmış olacaktı. Ordunun yarı muhtıra havasındaki sert tepkisine rağmen TÜSİAD’ın hemen ANAP’ı arkalar bir pozisyon alması, ANAP’ın bu girişimini o büyük sermayenin de onayını alarak başlattığının karinesi sayılmalıdır.

Diğer hükümet partilerini ve orduyu karşısına alabileceği bilinerek hazırlanan bu ANAP/ büyük sermaye hamlesi daha ilk raundu bile oynanmamışken tavsadı ve belki de iptal edildi. Öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin öngörülebilenin çok ötesinde ve yükselen bir kitlesel destek bulma tehdidine girdiğini gösteren kanıtlar, tarafları “mütareke” yapmaya ikna edecek denli güçlüydü. Bu nedenle de “ulusal güvenlik” bahsi çarçabuk bir MGK uzlaşmasıyla sümen altı edildi ve ANAP, AKP’ye karşı “büyük medya”nın başlattığı kampanyaya açıkça ve şevkle katılan tek parti oldu. AKP’nin yükselme trendi sürerse ANAP -büyük sermaye-ordu arasındaki bu mütareke ve uzlaşmanın dahası- bir işbirliğine doğru “evrilmesi” bile beklenebilir.


Ancak -ordunun da arkasında duracağı- böylesi bir işbirliği, kısa dönemli, hattâ salt durumu anlamak, tutum ve yön belirlemek için zaman kazanmaya dönük geçici bir “tedbir”den de ibaret kalabilir. Büyük sermaye ve hattâ ordu dahi, halihazır merkez sağ ve solun bataklığa dönüşmüş, molozlarla tıkanmış eski, eskimiş parti yataklarının gitgide kurumasının önüne geçilemeyeceğinin, buraların yeniden dolmasının umutsuz bir ihtimal olduğunun herhalde farkındadır. O nedenle Türkiye’de % 60’lar civarındaki merkez/merkez sağ oyların büyük kısmının AKP (türünden bir) mecraya akacağını, orada toplanacağını öngörüyor olmalıdırlar. Hattâ bu süreci teşvik etmeleri bile beklenebilirdi. Bunu yapmıyor, üstelik bir karşı kampanyaya katılıyor olmaları, AKP kurucu kadrosunun “İslâmcı” kimliğinden dolayı gibi görünüyor, öyle sunuluyorsa da, aslî neden, az sonra açıklamaya çalışacağımız üzre “sınıfsal” diyebileceğimiz türdendir.

Türkiye düzeninin yerleşik egemenleri, belki de tarihlerinde ilk kez bu egemen kesimin bir fraksiyonun şemsiyesi, öncülüğü altına sığınmayarak doğrudan kendisi olarak iktidara talip olan, bunun için gerekli kitlesel desteği sağlayabilecek gibi gözüken bir “orta sınıf” hareketiyle karşı karşıyadır. Bu hareket o egemenleri alaşağı etmek gibi bir niyeti asla taşımamakla birlikte ekonomik-siyasal iktidardan daha fazla bir pay, bu temelde bir “uzlaşma” talep etmeye hazırlanmaktadır. Ordu ve büyük sermaye bu uzlaşmanın kaçınılmazlığının farkındadır. Onları ciddi biçimde “rahatsız” eden nokta, bu hareket hükümet olma imkânını edindiğinde uzlaşma/pazarlık masasına ellerinde “güç”ten başka pek bir koz kalmamış, inisyatifi “karşı” tarafa kaptırmış olarak oturacak olmalarıdır.

Dolayısıyla burada onlar açısından sorunun “uzlaşma”nın nesnel içeriği değil, “orta sınıf”ın bu özerkleşmiş ve aralarında bir denklik ilişkisi kurulmuş, kurulabilirmiş gibi duruşunun yaratabileceği zincirleme ve çok yönlü sonuçların belirsizliğidir.


AKP’nin edindiği kitlesel desteğin çapı, derinliği, kalıcılık derecesi, kararlılığı ve erişebileceği sınırlar önümüzdeki sonbaharda daha net ölçülebilir olacak. Ama eğer daha şimdiden % 30’lara varmış bir desteğin olduğu doğru ise; AKP, içinden geldiği İslâmî/Sünni hareketin MNP-MSP-FP-RP’de somutlaşmış siyasallaşma mecrası içinde ele alınmaktan daha çok, 1930’ların Serbest Fırkası, 1946-54’ün DP’si 1965 AP’si gibi kurulu -devlet- düzene karşı kitlesel bir tepkinin mecrası olabilmiş hareketlerin bir devamı, son halkası olarak ele alınmayı hak ediyor demektir. 1969’da MNP adıyla partileşinceye kadar “Sünni/İslâmî hareket bu kitlesel tepki hareketini oluşturan en önemli bileşenlerden biriydi ve onun böylece ayrılmasından/kopmasından beri siyasal yelpazenin merkez-sağında yer alan hiçbir parti 1983 seçimlerinin özel konjonktüründeki ANAP’ı saymazsak- 1950’lerin DP’si 1965-69’un AP’sinin ulaştığı % 50’nin üzerindeki oy desteğinin yanına bile yaklaşamadı. “İslâmî hareket”in kendisi de 1970’den beri % 10 civarında bir oy desteği bulabilmiş ve ancak 1995 seçimlerinde % 20’lere ulaşabilmişti.

2001 başlarında, Serbest Fırka’dan DP, AP’ye, oradan 1980 sonrasının DYP ve ANAP’ına varan merkez sağın toplam oy gücünün son on beş yılda sürekli düşüşünün bir türlü önlenemediği, en son durumda belki % 25’in bile altına indiği görülmekteydi. “28 Şubat süreci”nde ardarda geri çekilmeler, itilmeler, parti kapatmaları ile hırpalanarak ciddi bir güç ve prestij kaybına uğramış “İslâmî hareket”in eksenindeki parti ikiye bölünmüştü.

Bu konjonktürde o bölünmenin bir tarafını oluşturan kadro etrafında bir anda % 30’ları aşkın bir desteğin toparlanıvermesinin, yaşanan ağır kriz ve mevcut siyasal parti kadrolarının alabildiğine yıpranmış oluşu da dahil birçok faktör ile açıklaması yapılabilir. Bunlara Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı’yken edindiği prestij ve karizma, etrafındaki kadronun dürüstlüğü ve becerikliliği gibi özel etkenler de eklenebilir. Ancak bunlar, o % 30’luk desteği izah için herhalde yeterli değildir. Kaldı ki, gözlemler ve anketler merkez sağ ve kısmen de merkez sol seçmenden AKP’ye bu yönelişin sözünü ettiğimiz etkenlere açık alt-düşük gelirli kesimlerden ziyade -siyasî tercihlerini daha nesnel kıstaslara göre yapan ideolojik kaymanın daha az ve sınırlı olduğu- orta gelir ve statü sahibi kesimleri kapsadığını göstermektedir. Dolayısıyla AKP’ye doğru merkez sağdan kaymalar, bu kesimin “oy depoları”ndan çok -deyim yerindeyse- omurgasındandır.

AKP’ye yönelişin bu başat özelliği nedeniyledir ki, ortada, alt sınıfların, “kitleler”in bir siyasal harekete akış dönemlerinde gördüğümüz o umut ve coşku yüklü kabarış halini, canlı, eylemli dışavurumları görmüyoruz. Türkiye tarihinde % 30’ları aşmış, aşabileceği sezinlenmiş -1946-50’nin DP’sinden 1973-1977’nin Ecevit CHP’sine kadar- her hareket her şeyden önce bu alt sınıfların, kitlelerin umutlarına seslenen, onları şevklendiren sloganlarıyla, bu kesimlerin siyasal hareketlenmeleriyle şekillenmişti. Şüphesiz sözü edilen hareketlerin yönünü, programını belirleyen onlar değildi. Onlar yönlendirici kesimlerin, benzetme uygun düşerse “taşıyıcı”ları idiler. Onları taşıyacakları yerde kendilerinin de maddi-manevi bir şeyler edineceklerine dair umutlarını yitirmedikçe de bu “taşıma” işlevini şevkle yapıyorlardı.

Şu anda görünen AKP’de böylesi bir “taşıyıcı” kitlenin olmayışıdır. Şüphesiz bir kitlesel destek vardır, ama bu anlaşıldığı kadarıyla “taşıyan” değil “sürüklenen” bir kitledir. Bunun anlamı ve nedenleri üzerinde durmak başlıbaşına önemli ve ilgiye değer bir konu olmasına karşın burada yalnız değinmek, vurgulamakla yetiniyoruz.

İkinci ilginç nokta, daha doğrusu “AKP olayı”ndaki farklılık şudur: Yine o sözünü ettiğimiz hareketler, orta sınıf omurgalı hareketler olmalarına, -benzetmeyi sürdürürsek- kendilerini kitlelere “taşıtmalarına” rağmen ayrıca da bir tür koruyucu kalkana da ihtiyaç duymuşlardır. Nitekim 1946 DP hareketinin lider kadrosu hemen tamamen -karşı çıktığı- “tek parti” devletinin CHP’nin birkaç yıl öncesine kadar mensubu olan ve çoğu en üst parti ve devlet görevlerinde bulunmuş kişilerden oluşmaktaydı. DP hareketini sonuna kadar da bunlar yönetti. Onun devamı AP en kritik evresini bir orgenerali başına oturtarak ve yönetici ekibine epeyce bir “rical” serpiştirerek ve bu “koruma” altında parçalanan DP oylarını toparlayarak geçirdi.*

Şimdi ise, AKP, bu “korunma” kaygısından hemen tamamen arınmış bir hareket olarak şekilleniyor gibi gözükmektedir. Kuruluş söylentileri çıktığında partinin merkez sağ ve hattâ solda sayılan birçok “şahsiyet”i de kurucu yönetici kadrosuna dahil ederek, böylece o mahut “tüm ülkeyi kucaklayan” formülüne uygun bir vitrinle “kamuoyu” önüne çıkacağı tahmin ediliyordu. Bazı emekli subay, hattâ generallerin de vitrine alınarak “askerî iktidar”a da bir iyi niyet mesajı gönderilmesinin de düşünüldüğü söyleniyordu. Meral Akşener’in tantanayla bu “yeni oluşum”a katılması, ardından Meclis’te temsil edilen her partiden sembolik milletvekili transferleri yapılması bu söylentileri doğruluyor gibiydi. Ama çok geçmeden Akşener’in yine tantanayla sunulan ayrılma haberi geldi ve onun ayrılma gerekçesi de, AKP’ye katılmayan (daha doğrusu galiba alınması da istenmeyen) Melih Gökçek ekibinin ifşaatı da o mealdeydi: AKP, RP’nin bir devamından başka bir şey değildir, “değiştik” yollu iddialarına da inanılmamalıdır.”

AKP’nin RP’nin devamı olduğu tezi bir bakıma doğrudur. Şu anlamda ki; MNP’den RP’ye varan çizgi, 1969’a kadar Serbest Fırka, DP ve AP’ye oy deposu olarak “hizmet” etmiş, bu partilerin yönetici-yönlendirici konumlarında temsili gayet kısıtlı olagelmiş “İslâmî kesim”i bu partilerde daha etkin bir temsil ve belirleyicilik konumuna getirmek iddiasıyla oluşmuştu. Bu iddiayı AP içinde sürdürmenin imkânları tükendiğinde Erbakan ve kadrosu ayrı bir parti kurmuş, MNP’den RP’ye uzanan gelenek böylece oluşmuştu. Bu gelenek merkez sağ partilerin, büyük burjuvazi çekiminde milliyetçilik, muhafazakârlık ve liberalizmin üstünkörü karması bir ideolojik kimlikle biraraya getirebildiği heterojen unsurları, özetle “İslâmcı” diyebileceğimiz bir ideolojik kimliğe sahip olma vasfı öncelikli bir kadronun yönetim ve yönlendiriciliğinde ve -aynı büyüklükte- biraraya getirmeyi - ve hayat tarzı itibariyle- olabildiğince homojenleştirmeyi savunuyor ve hedefliyordu. Zamanla bu hedef esnetilip yumuşatılmış olsa da, hareketin yönetici kadrosunun, örgütsel ağı oluşturacak olanların ideolojik homojenliğine verilen önem ve hassasiyetin değişmediği söylenebilir.

AKP de içinden geldiği o geleneğin bu “tipik” özelliğini sürdürüyor. Gerçi “ideolojik homojenlik” dediğimiz şeyin içeriği aynı değildir, hattâ bu noktada ciddi bir değişim söz konusudur, ama hareketin “odağı”nın homojenliğine gösterilen titizlik olduğu gibi korunmuştur.

“İçerik” ise MNP’den RP’ye kadar geçilen her evrede şu veya bu ölçüde değiştiği gibi; RP/FP’den AKP’ye geçişte öncekilere göre niteliksel denilebilecek bir değişim söz konusudur. 1970’lerin MNP/MSP’sinin mühendislik ve sanayi fetişizmiyle ilmihali eklemleyen ideolojisiyle, 1990’lar RP/FP’sinin adil düzen retoriği ile İslâm’ın ve Kur’an’ın yeniden yorumlanmasının harmanlandığı ideoloji arasındaki farklılık bir yana AKP’ye geçiş -kestirme ifadenin tüm risklerini taşıyor olsa da- vaktiyle Hıristiyan/Avrupa dünyasında Protestanlığın yaptığı din ve kapitalizm arasındaki sentezi çok güçlü biçimde çağrıştırmaktadır.

Ama asıl işaret etmek istediğimiz nokta, bu “ideolojik evrim”in, değişmenin asıl olarak gerçekten yerli burjuvazinin evrimine tekabül etmesidir. Türkiye’nin son yüzyıllık tarihinde “devletlu”lar ile ekonomiye egemen zümrelerin oluşturduğu bir tabakanın hiziplerinin başrol oynayageldiği bir siyasal mücadele zeminine, hep bunlardan birinin yedeğinde ve yönlendiriciliğinde katılagelmiş bir “orta sınıf”ın, şimdi kendi otantik kimliğiyle salt kendi gücüne ve sürükleyiciliğine güvenerek ve başrollerden birine sıvanmış çıkış hamlesi olarak görülmelidir AKP.

Önümüzdeki sonbahar Türkiye’de hayli gecikmiş olarak başlayacak bu oyunun ilk perdesi oynanacaktır. Kaç perde süreceğini ve sonunu kestirebilmek için bu ilk perde gayet dikkatle izlenmelidir.

(*) Aynı çizgi üzerinde ele alınması epey tartışma götürür olsa da; aynı “koruma” ihtiyacının -ki bir yönüyle de “karşı” olunan güç ile bir temas koridoru demektir- 1973-1977’de CHP etrafında yoğunlaşan sol kitlesel hareket için de söz konusu olduğu söylenebilir. Hareketi oluşturan unsurların büyük kısmının CHP programının çok ötesinde bir talep ve hedef düzeyinde olmasına karşılık CHP şemsiyesinin altında gözükmeyi, ona oy desteği vermeyi sürdürmeleri sadece araçsal gerekçelerle açıklanamayacak olan bir olgudur. Ve henüz özerklik, bağımsız bir varlık olarak ayakta durabilme, “rüştünü ispat” noktasına gelememiş olmanın ifadesi olarak da görülmelidir.