Küreselleşme Yanlısı Bir Sosyalist

Bir uluslararası toplantı. Konu serbest ticaretin geliştirilmesi. Birçok ülkeden gelmiş delegeler var. Hani küreselleşme karşıtlarının engellemek için gösteri yapma fırsatını kaçırmayacakları cinsten bir toplantı yani.. Bu kez konuşmacılar arasında bir de sosyalist var. Ancak konuşma sırası ona gelene kadar kongre kapanıyor. Zaten konuşma herhalde pek hoşlarına gitmezdi. Ama bu konuşma küreselleşme karşıtlarının birçoğunun da hoşuna gitmeyecek.

“ Üstelik, korumacı (ekonomik korumacı CA) sistem büyük ölçekli sanayiyi bir ülke içinde geliştirmek için bir araçtan başka bir şey değildi; böylelikle de onu dünya piyasasına bağımlı hale getirmekten başka bir şey değil; bir kez bu dünya piyasasına bağımlılık tesis edildikten sonra zaten az veya çok serbest ticarete bağımlılık da vardır. Ayrıca korumacı sistem ülke içinde de serbest ticaret rekabetinin gelişmesine yardım eder. (...)

“ Fakat genel olarak, günümüzde korumacı sistem muhafazakârdır; halbuki serbest ticaret sistemi tahrip edici.. O, eski milliyetleri parçalar ve proleterya ile burjuvazi arasındaki antagonizmayı en aşırı uca kadar ilerletir. Tek kelimeyle, serbest ticaret toplumsal devrimi hızlandırır. Yalnızca bu devrimci anlamda beyler, oyumu serbest ticaret lehinde kullanıyorum. (abç.)”

Şimdi Türkiye’deki pek çok sosyalistin şöyle dediğini duyabiliyorum: “İşte son zamanlarda dönerek yeni dünya düzeninin peşine takılmış piyasa sosyalistlerinden biri daha. Bir de utanmadan dönekliğini devrimci bir söylemle örtmeye çalışıyor!”

Bu konuşan (daha doğrusu konuşamayan) sosyalistin adı Karl Marx’tı. Ne dinleyicilerin ne de o zamanki serbest ticaret karşıtı grupların (bunların o zaman da büyük çoğunluğu sağ veya sol milliyetçiler ile sosyalistlerdi) hoşuna gidecek bu konuşmayı 1847 sonlarında Brüksel’deki bir serbest ticaret kongresinde yapmayı planlıyordu. Ancak -ne tesadüf- söz sırası ona gelmeden kongre kapandı. Bunun üzerine aynı konuşmayı 1848 yılında kendisinin de başkan yardımcılarından biri olduğu Brüksel Demokratik Derneği’nde gerçekleştirdi.

1848 yılı konumuz bakımından günümüzü pek andırıyordu. 1846’da İngiliz burjuvazisi kendi evinde son büyük korumacı duvarı, tahıl ithalatını vergilendiren ‘Corn Law’u kaldırtmayı başarmış, şimdi de bunu örnek gösterip tüm ülkelerin serbest ticarete geçmesini sağlamaya çalışıyordu. Bunun için toplantılar, kongreler düzenliyor büyük paralar harcıyordu. İngiliz burjuvazisinin bir faaliyeti de kimi zaman teşvik ederek, kimi zaman da zorlayarak çeşitli ülkeleri kendisiyle serbest ticaret antlaşmaları imzalatmaya çalışmaktı. (Bunlardan bizim için en önemlisi Osmanlı 1838 Serbest Ticaret Antlaşmasıdır ve Osmanlı el sanatlarının bu anlaşma sonucu hızla çöktüğü söylenegelir.) O dönemde de dünyada İngiltere’nin bu çabalarına büyük muhalefet doğmuş, gösteriler düzenlenmişti. Bu tüm dünya çapında yürütülen serbest ticaret kampanyasına, gümrük duvarları ve sair korumacı önlemler, hattâ devlet mülkiyetindeki işletmeler ile karşı çıkılması o dönem hem milliyetçi sağ, hem de (o dönem solunun büyük kısmını oluşturan) milliyetçi sol tarafından ortaklaşa savunuluyordu.

Kapitalizm var oldukça bu serbest ticaret-korumacılık meselesi anlaşılan sürüp gidecek. Zira bu tartışma 1880’lerde yeniden gündeme gelmiş ve Marx’ın konuşması bu kez Engels’in çok geniş bir giriş yazısıyla yeniden yayımlanmıştı. Engels bu yazısında korumacılık ve içe kapanmacılığa karşı serbest ticareti Marx’tan bile daha fazla vurgulayarak savunur.

Son günlerde bu tartışma Türkiye’de de gündemdedir. Kriz ile ilgili yapılan tartışmaların büyük bölümünde tartışılan aslında budur. Krizden rahatsız olan kimi sanayiciler kur ve faizlerin belirlenmesini ve başka bazı önlemleri isterken utangaç bir korumacılık peşindeler. ‘Dolar yasaklansın!’ kampanyası ve kimi ‘sosyalist’ programlardaki ‘emperyalist dünya pazarına kapılarımızı kapatıp kendi kendimize yetelim’ anlayışı da benzer bir tavırdır. Marx’ın ve Engels’in yukarıda bahsolunan yazılarına Türkiye’de neredeyse hiç yokmuş gibi davranılması da acaba bundan ötürü mü?

İlginçtir; 1990’ların başında bu yazıyı hatırlatmak New York Times’a kaldı. ABD-Kanada-Meksika arasındaki serbest ticaret görüşmelerinin başlamasıyla... Bugünkü küreselleşme karşıtı eylemlerin -ki o zaman açıkça serbest ticaret karşıtı deniyordu- çerçevesini çizen muhalefet grupları da o zaman ve bu anlaşmaya tavır alarak oluştular. (sözü edilen NAFTA ve FTAA serbest ticaret anlaşmaları hâlâ küresel karşıtı eylemlerin en büyük hedefleridir.)

KÜRESELCİLİK KARŞITLARI KİMLER?

Çeşitli küreselcilik karşıtı gösterileri organize eden, destekleyen, katılanlara bakacak veya pasif olarak gönüldaşlık eden; para, lojistik desteği verenleri gözönüne alacak olursak çok çeşitli kimliklerle karşılaşıyoruz.

Feministler, çevreciler, insan hakları savunucuları: Bu gruplar çokuluslu şirketlerin veya küresel uluslarüstü çeşitli kuruluşların çevre tahribatına, kadın haklarına veya insan haklarına karşı duyarsızlıklarına karşı tepki gösteriyor. Ancak glasnost sonrasında politik platformlardan bağımsız hareketler olarak gelişen, adeta başlı başına bir politik alternatif gibi ortaya çıkan bu gruplaşmalar son yıllarda eski politik şemsiyeler altında toplanıyor. Çevreci deyince anarşist çevreci, Marksist çevreci, (son yıllarda ortaya çıkan ilginç bir akım olarak) ekofaşistler, dinsellikle çevreciliğe yaklaşmaya çalışanlar, klasik kapitalizm içinden çevre korumaya yaklaşmaya çalışanlar... Bu eğilim feministler ve örneğin eşcinsel hareketleri için de geçerli. Dolayısıyla küresellik karşıtı çözüm önerileri de yeknesak olmaktan fazlasıyla uzak.

Sol reformculuk: Bunlar küreselciliğin neo-liberalizm bayrağı altında hareket etmesine karşılar özellikle.. Sol Keynesçi ekonomik görüşlere sahipler. Ulusal pazarları koruyan ve liberal parasalcı önlemler yerine Keynesgil maliye politikalarının versiyonlarının uygulanmasını istiyorlar. Bunların arasında İngiltere Cambridge’in sol Keynesgil çevresi ve özellikle Joan Robinson etkisini taşıyan anti tekelci devlet müdahalesi uygulamalarını savunanlar da var. Sosyalizm içine de, bu akımın etkisi aynı iktisatçılar grubu ve Sraffa gibi neo-Rikardocular vasıtasıyla 1960-1970’lerde yoğun olarak taşınmıştı. Örneğin Marksist solun o yıllarda emperyalizm karşıtı neredeyse temel başvuru kaynakları arasında olan Sweezy ve Baran ikilisinin ‘tekelci kapitalizm’ terimi üzerinde şekillenen teorilerinin, o yıllar bağımsız, hele de Üçüncü Dünya Marksistleri üzerindeki etkisinin ne kadar fazla olduğunu hatırlayın. Yine de her türden sol Keynesçi etki halen Blair türü yeni akımı saymazsak (ki giderek yaygınlaşıyor) daha çok sosyal demokratlar üzerinde etkili. (Sol keynesciliğin Keynes’i ne kadar temsil ettiği ise ayrı bir bitmeyen tartışma!)

Devrimci sol gruplar ve Marksistler: Bu grupların küreselleşme karşıtlığı sol Keynesçiler gibi teorik bir tavırdan çok, içgüdüsel bir tavır. Klasik Marksist analizin, örneğin Marx ve Engels’in bu konulardaki tavırlarının sol Keynesçi tespitlerle yakınlığı örneğin neo-liberal tavırlara olan yakınlıklarından daha azdır, en azından teorik iktisat hattâ yukarıdaki alıntılarda gördüğünüz ve göreceğiniz gibi pratik iktisat konularında. Buna mukabil bugün daha çok sol Keynesçiliğin teorik çatısı altında öbeklenmiş bulunan, ama geçmişi Fransız devrimi öncesine ve hemen sonrasındaki sol jakoben sosyalizm ile başlayıp; 2. Enternasyonal’in Alman sosyal demokrasisi egemenliğindeki sosyalist hareketin içinde geliştirilen; bununla Rus narodnizminin yeni çeşitlerinin hemhal olduğu yapılanmaların doğurduğu geniş bir korumacı, otarşik anlayış çağdaş sol ve Marksist grupların genleri arasında çok uzun zamandan beri yerini almıştı. Özellikle ’70’lerin ‘Üçüncü Dünya solculuğu’ ve yine yukarıda anlattığımız etkilerle donanmış ‘bağımlılık teorisyenleri’nin de etkileriyle birleşince sadece küresel kapitalizme değil ama aynı zamanda her türden küreselleşme ve dış dünyaya açıklığın bizzat kendisine karşı bir tavır, farkında olmaksızın ‘Marksist’ bir tavır olarak algılandı ve bu, düşünce demeyelim ama yerleşik anlayış, küresel karşıtlığı teriminin sol tarafından beklenenden de sıcak karşılanmasını sağladı.

Zapatistalar: Üçüncü Dünya gerilla sosyalizmi ’80’lerde belki de geleneksel soldan daha büyük ideolojik darbeler aldı. Yine de esnek teorik pratik gelenekleri sayesinde geleneksel solun tersine politik arenadan dışlanmamayı başardılar. Ama radikal söylemleri ve gerilla motiflerini salonun dışında bırakmak şartıyla. Zapatistalar hariç! Zapatistalar ayrıca ciddi olarak incelenmesi gereken, üstelik çok da incelenmiş bir grup. Marksistler, anarşistler, vs. radikal gruplar hepsi de onu kendilerine daha yakın görüyor. Gerillacılar öyle. Barışçıl mücadele yanlıları hattâ pasifistler bile öyle. İşin ilginç yanı bunların hemen hepsi de doğru bir tespit yapıyor! Zapatistalar bugün dünya sol kamuoyunda büyük bir prestij ve etkiye sahip.

Zapatistalar yerel düzeyde bakıldığında ilk Meksika Devrimi’nin efsanevi liderlerinden köylü devrimcisi Zapata’nın adını taşıyor ve onun gibi kızılderili yoksul köylülerin ve yerel komünlerinin taleplerini günümüze taşıyor. Bu anlamda yoksul köylü taleplerini radikal bir söylemde canlandırmış. Meksika hükümeti’nin ABD ve Kanada ile olan gümrük birliği anlaşması ve neo-liberal politikalar sonucu ta Zapata zamanından kalan köylülüğün kazanılmış haklarının güncel tasfiye süreci dolayısıyla direnişçi geniş bir tabanı, hiç değilse kitlesel etki alanı var. Dünya düzeyinde ise Üçüncü Dünya radikalizminin yeni ve daha modern bir versiyonunu, barışçılığı, yeni dünya düzeni çorba kazanına atılmak istemeyen yerel kimlik ve kültürleri temsil ediyor.

Anarşistler: ‘Sosyalist blok’un devrilmesinin pozitif yönde etkilediği belki de tek radikal sol eğilim anarşistler oldu. 1900’lerin başı ve hadi İspanya’yı da hesaba katın 1935-40’lara kadar dünya sol hareketinde en kitlesel akımlardan biri olan anarşizm, o yıllardan sonra etkisini büyük ölçüde yitirmiş ve yerini Marksizmin çeşitli biçimlerine kaptırmıştı. ‘Doğrudan eylem’ ve ‘olaylarla propaganda’ (propaganda by deeds) gibi anarşizan eylem biçimlerinin Marksist gerilla hareketleri tarafından yeniden yorumlanıp sahiplenilmesi, klasik sanayi proletaryasına karşı küçük köylülüğün vurgulanması yoluyla anarşistlerin en önemli kitle temellerinden birinin de yine bu hareketlerce sahiplenilmesi sonucu, anarşizm en önemli özgünlük ve kitleselliklerini kaptırdı. Ancak önce geleneksel solun yavaş yavaş parçalanması ondan kopan küçük grupçukların (özellikle Leninizme eleştiri getirenlerin), kimi çevreci, feminist, eşcinsel yapıların (Marksizmden henüz ‘yüz bulmadıkları’ çok marjinal oldukları zamanlar) giderek anarşizme yakınlaşmaları ve anarşizmin karmakarışık yapısı içinde onlara kolayca yer açabilmesi çok yavaş da olsa anarşist geleneğin kıpırdanmasını sağladı. Aynı yıllarda anarşizmin kendisinin Noam Choamsky gibi saygın bir bilimadamı sayesinde medya eleştirisi alanında, Murray Bookchin gibi yetenekli bir teorisyen sayesinde çevrecilikte yeni açılımlar yapması, bu kıpırdanmaya belli bir teorik saygınlık kazandırdı.

Sovyetler’in dağılması anarşistlerin Marx’a kadar uzattıkları eleştiriyi daha haklı gösterdi.

Bütün bunlara rağmen anarşist çevrelerin bilinen dağınıklığı ve örgütsüzlüğü aniden kazanılan bu prestiji kitleselliğe dönüştürmeye engel oluyor. Yine de bu durum onların küreselleşme karşıtlığı hareketinde Marksistlerden hem daha atik davranmalarına hem de daha aktif olmalarına engel olmuyor.

Küreselleşme karşıtı harekette anarşistler iki blokta etkinler: kırmızı-siyah blok ve siyah blok. Kırmızı-siyah blok eski sendikalist hareketin çift renkli bayrağının renklerine atıf yapıyor. O hareket gibi Marksizmden etkilenmiş bir anarşizm. Siyah blok ise anlaşıldığı kadar daha bir anarşist geleneğe bağlı. Anarşist siyah bayrağı öne çıkarıyor. Eski geleneğindeki devrimci şiddet ve doğrudan eylem anlayışını örneklemeye çalışıyor. Her kitlesel eylemde polisle çatışmayı eğer polis başlatmazsa bunlar başlatıyor.

Anarşistler açısından küreselleşme karşıtlığının önemli bir teorik temeli var. Zaten tek veya az bir ulusal, hattâ yarı ulusal merkezileşmeye ve devletleşmeye karşı olan anarşistler açısından uluslararası merkezileşmeler ve adeta tek bir dünya devletine gidiş tam bir kabus gibi. O nedenle anarşistler tutarlı olarak küreselleşmeye her düzeyde karşılar. Zira kapitalizmin ilerlemesinin bir ‘ilerleme’ olduğunu hiçbir zaman kabul etmediler. Yerel yapıların merkezileşme ile ortadan kalkmasına her zaman karşı çıktılar.

Neo-faşistler/ekofaşistler: Nazizm, faşizm ve falanjizm. Tümü birden ideolojik olarak ‘genetik saflığa’ sahip olmasa da faşizmin bu üç varyasyonu 1930’lardaki gelişimleriyle kozmopolit, serbest piyasacı liberalizmin ve liberal demokrasilerin devrini uzunca bir süre kapattılar. Yenilgileriyle tüm dünyada aktif açık siyaset yapamaz hale geldiklerinde bile Soğuk Savaş ortamının da etkisiyle ekonomik ve sosyal yapılar üzerinde etkileri sürdü. Tüm dünyadaki ‘karma ekonomiler’in doğuşu ve gelişimi dikkatlice incelenirse ne sadece sosyalist toplumların etkisine, ne de sadece Keynesci politikalara bağlıdır. Alman tarihselci iktisat ekolünün öngördüğü korumacı, içe kapanmacı ve devlet müdahaleci politikaları, sonraları pek çok devlette giderek görülmeye başlanan devletçilik ile nazi devletçiliği arasındaki bağ fazlasıyla doğrusaldı. Hani şu bildiğimiz ‘sıradan faşizm’ her zaman devletçi (özel sektörü onun çıkarına da olsa zorlayıcı, emredici tavır gösteren), belli bir düzeyde içe kapanmacı, otarşik (çünkü malların, sermayenin, insanların serbest dolaşımının kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği kozmopolitliği millî birlik ve saflık için büyük bir tehlike olarak görüyordu) oldu. Cemiyet-i akvam veya belli bir otorite iddiasında olan benzeri kurumlara da (bugünkü ‘globalist kurumlar’) ulusal devlet ve tek parti-tek liderin mutlak egemenliğini böldükleri, yabancı etkisi taşıyan yani gayri millî kurumlar oldukları için karşıydılar. Bugünkü neo-nazi ve neo-faşistlerde aykırı kimi eğilimlere rastlansa da başat anlayış hâlâ budur. İktidarda ve muhtaç konumda olduklarından ancak köstekleme ve mızıkçılık faaliyetinde bulunmakla yetinseler de Türkiye’deki fikirdaşların da küresel faaliyet ve onun bakan düzeyindeki temsilcilerine allerjisi belli.*

Bir de son yıllarda ortaya çıkan ekofaşizm var. Nazilerde çürümüş uygarlığa karşı temiz Alman ırkının kaynağı sayılan Alman kırının saflığı ve ilkelliğine öykünmek olarak başlamış ve çevreci kimi motifler edinmiş bu bir anlamda çevrecilik karikatürü (belki de çevreciler ‘nasyonal sosyalizm ne kadar sosyalistse ekofaşizm de o kadar çevrecidir’ diyecekler!) yeniden dirildi. Öyle görünüyor ki, Rudolf Bahro gibi bir zamanların ünlü Marksisti, sonranın daha da ünlü çevrecisi şimdilerde bu tür bir çevreciliğe de açık kapı bırakabildi. Ekofaşistler de yine global kurumları kendine has çevrecilik anlayışlarında bir tehdit olarak algılıyorlar.

Komplo teorisyenleri, Ku Klux Klan, dinsel gericilik (fundamentalizm): Bu grup, globalizmi ve IMF, Dünya Bankası, Dünya Ekonomik Forumu gibi ‘globalist kurumlar’ı (ve onlara göre Birleşmiş Milletler’i bile) Hıristiyanlığa karşı bir tehdit, deccalin (antichrist) egemenliğini kurmak yolunda Yahudi bankerlerin, masonların, İllüminati’nin, Bildenberg Grubu’nun vs. bir komplosu olarak görüyorlar. (Eğer hâlâ başlamamışlarsa yakında bizim İslâmcılar da her zaman yaptıkları gibi Hıristiyan kaynaklardan aynen çevirerek bu kez aynı komploları İslâma karşı diye adapte edip yazmaya başlar.)

Bunların sayıları tahmin edeceğinizden de fazla. Biz bir örnek verelim. ‘Globalizm: Secret Agenda’ adlı bir web sitesi. İçinde uluslararası büyük bir tekelin önemli bir Avustralya şirketini satın almaya kalkmasını eleştiren milliyetçi ve korumacı bir söylem de var. Ama bu kenarda kalmış. Dinî vurgu ise başat.*

Dipnottaki gibi bir hayli örnek görebilirsiniz. Amerika Orta Batısı, Güney’i hattâ Avrupa’da birçok bölgede etkinlikleri azımsanacak gibi de değil.

Sağ kanat muhafazakâr işadamları: Özellikle gümrük birlikleri yoluyla işleri uluslararası rekabetlere fazlaca açılan (örneğin ABD’de tekstil gibi) sektörlerde bulunan işadamları ve daha çok bunların sağ eğilimli olanları. Örneğin geçmişte Güney eyaletlerinde Cumhuriyetçi partinin en önemli örgütleyicilerinden biri olan Roger Milliken’ın bugün anti-globalist eylemlerin perde arkasındaki en önemli destekçilerinden (özellikle de finansal açıdan) olduğu söyleniyor.

AB/ABD çiftçileri: Gümrük birlikleri sonucu ucuz tarım ürünleri girişi ve tarımda gelişmiş ülkelerdeki anormal desteklerin kısmen azaltılması oralardaki çiftçileri globalizme tavır almaya yöneltti. Bugünlerde Türkiye’de de yayımlanan Dünya Satılık Değildir (İletişim Yay. 2001) adlı kitabıyla anti-globalist söylemin en renkli figürlerinden biri ve McDonald’s’ın baş belası Jose Bove bu kesimin en önemli örneği.

Sendikalar: Gösterilerde sendikalar da önemli bir yer kaplıyor. İki tür tepkileri var. Birincisi ‘Bizim işlerimizi göçmen işçiler kapıyor’ veya ‘bizim çalıştığımız işyeri Japonların rekabetine dayanamayıp kapandı. Boşverin globalleşmeyi, Amerikan (veya İngiliz veya Alman) sanayiini koruyun!’ şeklinde. İkinci tepki ise doğrudan globalizme ve serbest ticarete karşı değil. AFL-CIO Seattle’da küresel serbest ticaret anlaşmalarına işçi haklarının da dahil edilmesi için bence de son derece doğru bir taleple yürüyüş yaptı.

ABD aşırı sağ popülizmi: Geçmişte başkanlık yarışına girmiş Perot veya Buchanan gibi aşırı sağ siyasetçilerin temsil ettiği bu akım oldukça faşizan tezlerle ‘sıradan adam’ın haklarını savunuyor görünümünde. ABD’de anti-global cephenin en önemli gruplarından. Amerikan halkını ‘sömüren’ çalışmayan zenciler, Latin kökenlilerden, Yahudi soykırımının epey abartıldığından, Şilili Pinochet’nin biraz zalim metotlar kullandığı, ama işini iyi yaptığından bahseden bu ekip Clinton ve Bush’un karşısında beklendiği ölçüde büyük bir varlık gösteremediler ama ABD’de ciddi olarak etkililer.

Azgelişmiş ülke bürokrasisi ve ordu unsurları: Geleneksel sivil ve asker bürokrasinin pek çok unsuru globalist gelişmelerden rahatsız. Malûm bağımlılık ilişkileri nedeniyle açıkça karşı çıkamasalar da sık sık ayak sürüyerek, küçük, bazen de büyük engellemelerle vakit kazanmaya çalışıyorlar. Kimisi milliyetçi kaygılarla, kimisi iktidarının azalması kaygısıyla muhalefette.

Bu uzun listeden globalist kurum ve kuruluşlar hariç neredeyse herkesin küreselleşme karşıtı olduğuna dair bir izlenim elde ettiyseniz elbette yanlış. Uluslararası veya yerli finans oligarşik yapıların tümü küreselleşme yanlısı olmakla kalmıyor yukarıda saydığımız toplumsal grup ve eğilimlerin bile içinde hatırı sayılır ölçüde küreselciliği destekleyen gruplar bulunuyor. Saydıklarımız o sınıf ve eğilimlerin tümünün küreselci karşıtı olduğunu değil, küreselcilik karşıtlığının yoğun ve etkili olarak görüldüğü kesimleri gösteriyor. Bunların dışında sanayi ve ticaret burjuvasininin etkili kesimleri ve pek çok ülkede yeni orta sınıflar küreselleşme eğiliminin önemli destekçisi.

ACAİP İTTİFAKLAR

Bu son derece heterojen ve öyle olmakla kalmayıp aykırı yapılar işin daha tuhafı küreselleşme karşıtlığı söz konusu olduğunda ittifak içinde olabiliyorlar. Sözünü ettiğimiz dinsel gerici grubun Web sitesinde ‘globalist kurumlar’ diye düşmanlar, yani çeşitli serbest ticaret organizasyonları, IMF, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler sayıldıktan sonra anti-globalistler adı altında ‘dostlar’ sayılıyordu. Anti-globalistler adı altında pek çok ilerici grubun reklamı yapılmaktan çekinilmemişti.

Aslında böylesi ittifaklar genellikle bu derece ‘masum’ veya amatör de değil. ABD’de yayımlanan The New Republic adlı dergi yukarıda bahsettiğimiz sağ kanat Cumhuriyetçi milyarder Roger Milliken’in özellikle Seattle’deki anti-globalist eylemlerin arkasındaki finansör olduğunu ilân etti. İlişki daha çok o eylemin en önemli organizatörlerinden ABD ‘ilerici sol’ akıma ait Public Citizen yayınının sahibi ve Amerika’da önemli bir sol kişilik olan Ralph Nader’i hedefliyordu. Cevap, ‘biz ondan para almadık’tan sonra ‘ama birkaç toplantıya onun da katıldığını hatırlıyorum’ gibi utangaç bir kabul oldu. Aslında daha açık bir kabul yine Nader ile yapılan bir röportajda aşırı sağcı Buchanan ile serbest ticaret ve küreselleşme karşıtlığı hususundaki işbirliklerinin ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ gibi bir yaklaşımdan mı kaynaklandığı sorusuna karşı kendini korumaya çalışırken gelmişti. ‘Hayır şu NAFTA meselesi başladığından beri onunla dört beş yıldır bu meseleleri konuşuyoruz’ Yani bir nevi ideolojik birlik oluşturmuşlar bu konuda! Bir başka skandal Hollandalı ırkçılık karşıtı bir grup olan Fabel van de Illegaal tarafından ortaya atıldı. Bu iddiaya göre Public Citizen’dan sonra Seattle’ı organize eden ikinci önemli grup (bugün hâlâ dünya çapındaki en önemli küreselleşme karşıtı organizasyonlardan biri) olan IFG (Uluslararası Küreselleşme Forumu) da aşırı sağ popülist hareket ile işbirliği içindeydi. Dahası ortaya çıkan bir başka gerçek IFG’nin ekofaşiştler diyeceğimiz gruplar vasıtasıyla neo-faşizmle olan ilişkisiydi. IFG direktörlerinden ve The Ecologist’in yayıncısı Edward Goldsmith’in durumu burada kritik bir rol oynuyordu. Çeşitli sağ grupların örgütlediği konferanslara da katılan Goldsmith’in görüşleri zaten bu sayede aşırı sağ gruplar arasında epey popüler olmuştu. Üstelik bu sadece karşılıklı konuşmalar ve flörtleşmeyle sınırlı değildi. Avrupa’daki göçmen işçilere karşı bir tutum ve katı kültürel ayrımcılık Goldsmith’in faşitlerin hoşuna giden görüşlerindendi tabiî, ama örgütsel bağlar da vardı.

Kişisel kanaatim bu tür örneklerin ortaya çıkandan çok daha fazla sayıda olduğu. Özellikle sol milliyetçi ve ekonomik korumacı politikaları savunan (Türkiye’de de benzerleri çok) kimi sol örgütlerin kimi sağ kanat burjuvalar ve üst düzey asker sivil bürokrasi ile gizli ittifakları ortaya çıkarsa pek şaşırmamak gerekir. Küreselleşme karşıtlığı yeni bir tür cuntacılık ittifaklarına, hattâ daha kötülerine anlaşılan fazla açık bir eylemlilik.

OTARŞİ VE KORUMACILIĞIN TARİHSEL KAYNAKLARI

Yukarıda küreselleşme karşıtlarının otarşi (dışa kapalılık) ve ekonomik korumacılık gibi fikirlere yakın sağ ve sol grupları fazlasıyla içerdiğini anlattık. Peki bu fikirler acaba ne tür bir tarihsel etkilenimle oluştu. Bu özellikle önemli; çünkü bahsettiğimiz eğilim sadece sağ ve milliyetçi gruplarda değil, solda ve hattâ Marksist solda gayet yaygın. Bu yaygın etkinin Marksizmin orijinal kaynaklarından gelmediğini işaret etmek önemli. Yine de otarşik düşüncenin gelişimi başlıbaşına işlenmesi gereken bir konu. Bu yazının hacmi ise buna müsait değil. Sadece bazı önemli kaynakları saymakla yetinelim.

Burjuva devrimi öncesi eski rejim (ancien régime) etkileri: Serbest ticaret ve piyasanın hakimiyeti liberallerin savladıkları gibi tarihin başlangıcından beri mevcut değildi. Üstelik bu kavramların ortaya çıkışı tersine oldukça yeni. Egemenlikleri de gerek İngiltere gerek Fransa’da burjuva devrimlerinden sonra iyi kötü kurulagelmiştir. Oradan da dünyaya biraz propagandayla, sık sık da ‘zor’ yoluyla yayıldı.

Burjuva devrimleri öncesinde hüküm süren eski hanedanlıklar ister Osmanlı, İster Rus Çarlığı, ister Habsburglar ve isterse Fransız monarşisi hepsi de (var olduğu kadarıyla) piyasaya canı istediklerinde müdahale eden bir devlet bürokrasisine sahipti. Bunlar loncalar adına müdahale, yerellikler adına müdahale, iç gümrük ve seyahatlerin kısıtlanması adına müdahale, narh koyarak fiyatlara üretim biçim ve miktarlarına müdahale, zor alım yoluyla müdahale, bürokrasi ve başkenti beslemek adına müdahale, ihracat ve ithalat düzenlemeleri şeklinde müdahaleler olarak ve burada saymadığımız diğerleriyle bir hayli fazla sayıdaydı. Velhasıl ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ şeklinde liberalizmin mottosu söylendiği zamanlarda hiç de boşuna bir yalvarış değildi. Japonya ve Çin gibi ülkeler yüzyıllarca ülke limanlarını yabancılara tümüyle kapatmışlardı.

Bu eski rejimin kapitalizmin gelişmeye başladığı son yüzyıllarında ise merkantilizm denilen uygulamalar, örneğin Fransa’da Colbertism ile devlet işletmeciliğinin ilk büyük örneklerini sergilemiş; aynı zamanda bütün Avrupa’da merkantilizm ithalat kısıtlamaları ve ihracat desteklerini standart uygulama haline getirmişti. Çeşitli liberalizm karşıtı muhafazakâr siyasî partiler, kralcılar vs. bu ekonomik politikaları az veya çok ölçüde savunmayı sürdürerek onu 19. ve 20. yüzyıla taşıdılar. Bu eski kaynak, modern düşüncelerin içinde evrimleşerek ve onlara eklemlenerek etkisini sürdürdü.

Sol jakoben etki: İşin ilginç yanı benzer bir etkiye ‘eski rejim’in en büyük düşmanlarının, jakobenlerin kaynaklık etmesidir. Aslında jakobenler lanse edilenin tersine liberal ekonomik görüşlere sahiptiler. Yalnızca ‘vatanın tehlikede olduğu’ bir zamanda da ne olursa olsun deyip serbest ekonomiyi körü körüne savunmak yerine kimi müdahaleci ve korumacı önlemlere başvurdular, diğer mutlakiyetçi krallıkların saldırısına karşı da içe kapanmacı bir siyasete zorlandılar. Ancak liberalizm onun bu ‘affedilmez günahını’ hep hatırladı ve gerçekte ekonomik görüşleriyle birer liberal olan jakoben politikacılar, liberallerin 200 yıllık en büyük hasımları haline geldi. Otarşi ve korumacılığı asıl benimseyenler ise Direktuvar zindanlarında oluşan sol jakoben örgütlerdir. Babeuf’ün örgütü burada en kayda değer olanıydı. Ve sonraki komünist hareketi ciddi şekilde etkiledi. Babeuf’ün komünist grubu jakobenlerin geçici bir dönem olarak uyguladıkları terör tedbirlerini daha da genişleterek teorize etti. Bu komünizm aşırı milliyetçi, aşırı devletçi, ve içeri kapanmacı idi. (Yeni devrimden sonra bütün sınırları kapatıp dünyadan soyutlanmayı amaçladıklarını yazdılar. Yeni devrimci nesil yetişene kadar bu zorunluydu! Sonradan geri kalmış ülke sosyalizmlerinde ne kadar çok taklitçilerinin çıkacaklarını bilse Babeuf şehadeti sırasında daha kıvançlı olurdu herhalde. Onun etkisi benzer modelleri savunan Blankizm ve yine Jakobenlerden etkilenmiş Carbonariler yoluyla hem de uluslararası komünist harekete hem burjuva radikal milliyetçiliğine tüm 19. yüzyıl ilk yarısı boyunca yayıla durdu.

Alman romanizmi ve tarihselci iktisat ekolü: 19. yüzyılda Alman devletçikleri birleşme yolunda ilerlerken Alman ‘geç kalan’ kapitalizminin gelişebilmek için iç pazarı koruması zorunluydu. Klasik ekonomi politiğin serbest ticaret ve serbest rekabet ilkeleri Alman işadamlarının birçoğunun hoşuna gitmiyordu. Çünkü İngiltere ile istedikleri gibi rekabet edemiyorlardı. İyice palazlanana kadar kendi çöplüklerinde yalnız ve rakipsiz kalmak istiyorlardı. Bu şartlar altında Alman tarihselci ekol klasik iktisatın serbest ticaret teorilerinin her zaman ve her zeminde geçerli olmayacağını, Almanya’nın örneğin, tarihsel olarak farklı koşullara sahip olduğunu iddia etti. Böylece Prusya devletçiliği ve korumacılığının ideolojik/’bilimsel’ desteği de sağlanmış oluyordu. Aynı dönemde benzer kavramlar etrafında şiddetli bir milliyetçilik ve Yahudi karşıtlığının ilk örnekleri de başlar. Daha sonra Prusya devleti ve Bismark ile yapılan flörtler sonucu benzer düşünceler Alman solundaki sol jakoben gelenekle birlikte kolayca benimsenir ve Lasalle vasıtasıyla Alman Sosyal Demokrasisine (o zamanki ‘Marksist’ hareket) oradan da bu devletçi etki tüm Avrupa sosyalizmine sızar.

Yukarıda anlatılan Alman iç pazarının gelişimi için devletçi ve müdahaleci bir iktisatın gereği bugün neredeyse genel kabul görmüş bir tez. Ancak aynı dönem Engels’in Almanya incelemesi tersini söylüyor. Özetle 1815’ten sonra gayet liberal bir gümrük politikası -ki serbest ticaret yasalarına örnek teşkil edebilirdi- ile İngiltere ile açık pazarda rekabet ederek kendi sanayisini kuruyor. Sonra Engels’in deyimiyle tam da serbest ticarete en çok ihtiyaç duyduğu bir anda konjonktürel bir nedenle korumacılığa dönülüyor. Engels Prusya derebeylerini memnun etmek için yapılan bu değişimin kısır ve olumsuz sonuçlarını gayet iyi betimler.

Geleneksel ‘reel’ sosyalizm biçimleri: Genellikle Marx sonrası ‘sorunların’ pek çoğunun sorumluluğu Rus devrim örneğine, özellikle de Leninist yoruma atfedilirse de en azından bu tartıştığımız konu açısından tersi kanıtlar var. Lenin’in devrimin ilk yıllarındaki yazılarına bakacak olursak teknoloji ve üretim sağlayacak her türlü yabancı yatırıma ve Sovyetlerin emperyalist sistemle oldukça açık bir ticaret faaliyeti yürütmesine sıcak baktığını, hattâ yabancı yatırımları sık sık ülkeye çağırdığını görürüz. Bir sonraki sosyalist nesil tarafından okurken bile çok acaip gelen bu yazılar genellikle NEP sırasında girişilmiş ve sonra zaten başarısız olduğu ‘anlaşılmış’ taktik adımlar olarak algılanmıştır. Aradan geçen bir nesilde sosyalizm anlayışında yaşanılan değişimler sonucu kolay kolay başka türlü de anlaşılamazdı.

Sosyalizm yoluna çıkmış ülkeleri içe kapanmış sistemler kurmaya kurucuların -hiç değilse önde gelenlerinin- tercihleri değil, asıl olarak kapitalist ülkelerin ambargo ve blokajları zorunlu kılmıştı. Eğer kimse size mal satmazsa açık bir ticari rejimin, kimse size sermaye ihraç etmeye razı değilse açık bir sermaye rejiminin, kimse size kredi vermiyorsa açık bir malî rejimin anlamı yoktur. İster istemez kendi kendinize yetmeyi amaçlayan, kendi içine kapalı bir sistem kurmak zorunda kalırsınız.

Ancak ‘talihli’ kimi gelişmeler sonucu, sosyalist liderlerin kendilerinin de beklemedikleri bir zamanda kapitalizmin faşizm macerası bu sisteme dünyanın üçte birine malolunca bir sosyalist blok imkânı doğmuştu. Ne yazık ki, aradan geçen on beş-yirmi yıl içinde sosyalist liderlik zorunluğu erdem haline getirmişti. Artık kapalı sistem bir marifet sayılıyordu. Gelişen sol milliyetçilik ulusal sınırları veri alır hale getirmişti. Geri kalmış ülkelerde kurulan ‘sosyalist’ rejimler, 2. Enternasyonal reformizminin mirası olan otarşik zihniyeti (on beş senede içe kapanmayı bu kadar gönüllü kabule götüren yaygın ideolojik zaaf) daha da berkiten etkiler taşıdılar. Ulus-devlet kurma mücadeleleri (millî demokratik devrim mücadeleleri) sırasında bir ulus-devlet ve onun egemenlik biçimlerini elde etmeye duyulan büyük özlem sosyalist bir rejimde kendi ulusal sınır, pazar ve rejimlerinin çerçevelerinin son derece sıkı bir sakınılmasını getirdi. Kamboçya, Arnavutluk gibi kimi çok geri küçük ülke ‘sosyalizm’lerinde kırsal kökenli, ‘dünyaya kapalılık’ anlayışı ve aşiretçilik sosyalizm giysisinin içinde bu kez olumlanarak yeniden sahneye çıktı.

Üçüncü Dünyacılık: Aslında küçük sosyalist, tarım ülkeleri için söylediğimiz şeyler küçük kapitalist, tarım ülkeleri için daha fazlasıyla geçerliydi. Yıllardır bağımsızlık veya tam bağımsızlığı kazanmak için mücadele eden bir yığın kavim ulusal bağımsızlığını kazanınca bu yeni kimliğin simgelerine bayrak, millî marş dışında gümrüklere ve ulusal erkin bir ispatlanması olarak -özellikle yabancı şirketlere yönelik- kamulaştırmalara fazlasıyla düşkünleşti. O dönemde bu eğilimleri bir sistem haline sokmaya çalışan düşünce akımları da çıktı. Özellikle Birleşmiş Milletler kaynaklı ‘ithal ikamesi’ tezleri teorideki kurallara fazla aldırmadan da olsa Türkiye dahil tüm dünyada yoğun olarak uygulandı. Bu tarzın soldaki bir yorumu Sweezy ve Baran’ın Monthly Review anlayışı ve sonra da ’70’lerde çok popülerleşen ‘bağımlılık teorileri’ idi.* Tüm bu anlayışlarda ulusal bağımsızlık ve kalkınma yolunda ilerlemek isteyen ülkelerin kendilerini uluslararası tekellere, uluslararası pazarın yıkıcı gücüne veya emperyalist pazara karşı belli ölçülerde veya tümüyle kapatması öngörülüyordu. Böylelikle o ülkeler uluslararası işbölümünün kendilerine biçtiği aşağılık rolden kurtulabileceklerdi. Önce belirtelim ki, böyle bir tavır makûl sınırlar dahilinde kaldığı ve geçici olduğu sürece ille de yanlış olmayabilir. Yine de bu yöntemin hem kalkınan kapitalist hem de sosyalist ülkelerde ne kadar işe yaradığı çok tartışılır

Bunalım dönemi kapitalizmi: 1929’da patlayan Büyük Depresyon veya Dünya Ekonomik Bunalımı azala çoğala 1939’a kadar sürdü. Bugün neo-liberalizm ne derse desin iktidarda tek tabanca konumundaki liberal görüşlü iktisatçı, teknokrat ve siyasiler en azından 1933’lere kadar bunalımı durdurmaya çalışıp başaramayınca her ülkede koltuklarını kaptırdılar. Onların liberal başarısızlıkları o kadar büyüktü, ve öylesi bir tepki doğurdu ki, bu 1920’li yılların kozmopolitlik, sorumsuzluk ve neşesi ile ekonomik açıklık ve serbest piyasa tapınıcılığının tam karşıtlarının moda olmasını çok kolaylaştırdı: korporatizm, faşizm, gelecekle ilgili karamsarlık, kabuğuna çekilme.. Kıta Avrupasında faşizm benzeri devletçi rejimlere ve ABD’de sonraki yıllar açısından daha etkili olacak demokratik rejim içi bir müdahaleciliğe Roosvelt’in ‘New Deal’ına yol açtı. Popüler olmaya ilk bu yıllarda başlayan J.M. Keynes’in düşünceleri bu yapılan müdahaleler için bilimsel bir temel sağladı. 1945 sonrası ekonomik bunalım bitmişti. Ama Soğuk Savaş ve onun getirdiği devrim riski (muhafazakâr rejimler açısından Napoléon Bonaparte döneminden sonraki en büyük ikinci tehdit!) siyasî bunalımı evvelkinden de daha şiddetli sürdürüyordu. Devletin ekonomik ve siyasî güç ve müdahalesinin kapitalizmin bekası için daha önce görülmemiş seviyelere çıkması gerekiyordu; isterse ekonomik ve siyasî verimlilik tüm dünyada düşsün - ki buna da artık eskisi kadar inanılmıyordu!

SONRA NE OLDU?

Ne oldu da liberalizm yeniden tüm dünyada hâkim eğilim oldu? 1980’lerde sol yazında bu konu uzun uzadıya tartışıldı. 21. yüzyılın ilk yılları ışığında yeniden bir gözden geçirme faydalı olsa da yazının bu bölümünün altından kalkacağı bir iş değil. Basitleştirme ve delillendirmeden kaçınma pahasına bir iki hususa değinip geçelim. Öncelikle daha ’60’ların sonunda acil bir dünya devrimi tehlikesi ortadan kalkmıştı. Soğuk Savaş belki en şiddetli dönemini yaşıyordu ama artık blokların nispi sınırları istikrar kazanmıştı - artık topyekûn saldırı ve savunmalar değil siper savaşları, mevzi muharebeleri yapılıyordu.

İkinci olarak müdahalecilik, devletçilik ve ‘Keynesçi’ politikaların başlangıçtaki avantajları yanında artık yan etkileri de gözle görünür olmuştu. Her politika gibi (tıpta da her ilaç gibi) sürgit kullanılması halinde önce hızla ortaya çıkan iyileştirici etkileri giderek azalmış, buna karşılık yan etkileri fazlalaşmıştı. Dolayısıyla teorik veya uygulama, hangisi açısından bakılırsa bakılsın, kapitalist ekonomi için liberal önlemler yeniden cazip bir hal aldı.

Son olarak gelişmiş ülkelerdeki kapitalist sınıfların iç dengeleri de değişti. 1930’larda dünya para sistemi ile birlikte büyük bir darbe yemiş olan para piyasaların kralları (yani Hobson, Hilferding ve Lenin’in, hepsinin de emperyalizmin altındaki güç olarak işaret ettiği finans oligarşisi) 1950-70 yılları arasında güçlerini yeniden topladılar. 1970’lerdeki petrodolar spekülasyonları ve yeni malî teknikler sayesinde on-on beş yıl içinde finans sektörü kapitalizm tarihinde görülmedik biçimde (belki 18. yüzyıl bankacılık ve denizaşırı spekülasyon dalgası hariç) serpildi. Aynı yıllarda sanayi şirketlerinin kendi malî departmanlarının gelişerek adeta tüm grubu bir malî yapıya dönüştürmesi sonucu (holding hukuki biçimi, bunun bir simgesi oldu) finans oligarşisisinin yeni bir biçimini yarattı. Bu gelişmenin benzer konumun ortaya çıkardığı 19. yüzyıldaki gibi liberal meydan okuma ve emperyalist yayılmacılığı yeniden ortaya çıkarması şaşılacak bir şey olmasa gerek. (Henüz işin emperyalizm kısmını da saf haliyle yeni yeni görmeye başlıyoruz!)

Bütün bir 20. yüzyıl Marksist yazını bahsetmek zorunda kaldığı anlarda Marx’ın, sömürgeci yöntemlerin kapitalizmin yayılmasıyla ilerici bir işlev göreceği şeklinde de yorumlanabilecek satırlarını kibarca onun emperyalizm olgusunu henüz yeterince gözlemlemediğini, dolayısıyla emperyalizmin üretici güçleri engelleyeceğini hesaba katmadığını, emperyalizm döneminde gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelerde kapitalizmi yaymayıp yarı feodal sistemleri desteklediklerini çok söyleyerek geçiştirdi. İki savaş arası dönemin belli bir kısmı için doğru olan bu durum genel eğilimi yansıtmaktan uzaktı.* Emperyalizm tartışmalarının yeniden alevlendiği ’80’li yıllarda kimi Batılı Marksistlerce Marx’ın bu tür ifadelerinin emperyalizmin neredeyse iyi bir şey olduğu şeklinde yorumlanmasına kadar götürülmesi ise başka bir konu.* Üstelik yazının başında atıf yaptığım serbest ticaret ile ilgili konuşmasında Marx, uluslararası serbest ticaretin klasik iktisatçıların üretim avantajlarına göre serbest ticaretle oluşacak uluslararası işbölümünün tüm ulusların çıkarına olacağı iddialarını bir güzel alaya alır:

“Serbest ticaretin bir ve aynı ulusun değişik sınıfları arasında ne türden bir kardeşlik yarattığını göstermiş bulunuyoruz. Serbest ticaretin yeryüzündeki uluslararasında kuracağı kardeşlik de bundan daha kardeşçe olmayacaktır. Kozmopolit sömürüyü evrensel kardeşlik diye adlandırmak ancak burjuvazinin beyninde doğabilecek bir düşüncedir.” (Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları Serbest Ticaret Sorunu üzerine S. 219)

Nasıl kapitalizmin üretim güçlerini geliştirmesi daha iyi ve adil bir düzenin kurulması için ona karşı mücadele etmeyi dışlamaz, tam tersine kapitalizmin bu yıkıcı ve ilerleticiliği bunu bizzat zorunlu kılarsa ‘kapitalizmin normal durumu olan’ serbest ticaretin korumacılık, devletçilik ve içe kapanmacılık uygulamalarına göre daha geliştirici olduğunu söylemenin bu sınırlandırılmamış piyasacılığa karşı mücadele etmeme anlamı taşımadığı açıktır. Tam tersine bundan serbest ticaret uygulamalarına değil, kapitalizmin ister liberal ister devletçi bizzat kendisine karşı çıkmak gerektiği anlamı çıkar. Anti-küreselci hareketler yayıldıkça adlandırmanın doğru bir hale evrilmesi ve onlara kapitalizm karşıtları denmesi belki bundandır.

“Ona (Marx’a) göre Serbest Ticaret modern kapitalist üretimin normal durumudur. Ancak serbest ticaret altında makineler, elektrik ve buharın muazzam üretici güçleri tümüyle gelişebilir; gelişmenin adımları daha hızlı olur; ve sonuçları daha hızlı ve tam olarak realize olur; yani toplum iki ayrı kampa ayrılır; kapitalistler bir yanda ücretli emekçi öbür yanda’ (Engels’in Marx’ın Serbest Ticaret konuşması için yazdığı ve 1888’de yayımlanan broşürde de yer alan önsözünden..)

Engels bir sonraki cümlesinde serbest ticaret altında daha hızlı gelişen üretimin hiç de öyle istikrarlı güzel bir gelişme yaratmayacağını dünya piyasalarında aşırı üretim krizlerine yol açacağını; üretim güçlerinin gelişmesini köhnemiş sosyal düzenin kösteklerinden ve gerçek üretici insan kitlelerini ücret köleliğinden kurtaracak bir sosyal devrimin şartlarını daha çabuk olgunlaştıracağını ifade eder ve şöyle der:

“Ve Serbest Ticaret bu toplumsal evrimin doğal ve normal atmosferi olduğundan, içinde kaçınılmaz toplumsal devrimin şartlarının olacağı ekonomik ortam (medium) çok daha çabuk yaratılacaktır.” (Engels, Önsöz.)

Bugünkü küreselcilik yalnızca 19. yüzyıl ortasındaki küresel serbest ticaret kampanyasının bir tekrarı.. Tıpkı Engels’in bundan 40 yıl sonra sermaye ihraçlarının ve emperyalist ataklar çağının başında konunun yeniden gündeme gelmesiyle bu önsözü yazma gereği duyduğu zamanki gibi.. Ve bugün iki savaş arasında kapitalizmin fetret devrinde sarsılan ve Soğuk Savaş döneminde temkinle yara sarmakla geçirilen yıllardan sonra kapitalizm son yirmi yılda eski fütursuz yıkıcılığına, yine eski liberal serbest ticaret söylemiyle yeniden kavuştu. Marx’ın her türlü adaletsizlik ve zulme karşı eski sistemlere göre hayırhah bulduğu kapitalizmin bu niteliğiydi. İşte bizim ‘özlediğimiz’ kapitalizm! Ve işte onun en yıkıcı, en doğal, en normal hali, dünya pazarının hâkimiyeti demek olan serbest ticaret. Bugün bunu sadece malların değil, mal ve hizmetlerin, ayrıca sermayenin serbest ticareti olarak algılayın. Bu normal durum bahsolunan yıkıcılığı nedeniyle kapitalist sistemin olup olabileceği en ilerici alternatifidir.

KORUMACILIK VEYA OTARŞİ HİÇ İŞE YARAYAMAZ MI?

Daha önce de belirttiğimiz gibi Savaş sonrası sol yazında emperyalist sistemden (dünya pazarından) bağımsızlaşma ve kopma; kendine yeterlilik çok işlenen olgulardı. Türkiye’de de Doğan Avcıoğlu’nun meşhur Türkiye’nin Düzeni kitabından sonra daha pek çok sol yapıtta emperyalist piyasanın ülkeyi geri bıraktığı belirtilir. Örneğin 1838 Osmanlı İngiliz Serbest Ticaret antlaşması ve ardından gelen diğer serbest ticaret antlaşmaları, sonra bunun doğal siyasî paraleli gibi gözüken Tanzimat ‘kozmopolitliği’, Galata bankerleri filan.. Bunlar Türkiye’nin geri kalmışlığını perçinleyen bir tuzak sistem olarak anlatıldı. Sonuçta sosyalizm gelene kadar, hiç değilse devletin ekonomik düzene şiddetle müdahale ettiği, KİT’lerin sayısının muhafaza edildiği ve mümkünse arttırıldığı, yabancı mallara karşı gümrük ve kotalarla iç pazar ve sanayinin korunduğu, yabancı sermayeye ise mümkün mertebe izin verilmediği (sanki gelmek isteyen varmış gibi) bir ‘karma sistem’ in yeğlendiği görülür.

Siyasî planda Kemalist sol ekibin ve onun etkisindeki kimi devrimci çevrelerin hayırhah bulduğu darbeci politik proje işin aslında nasıl sanayi burjuvazisinin egemen bloktaki ortaklarının gücünü zayıflatmaya yönelik bir projeye denk düşüyorsa, ekonomik planda da karma ekonomi denilen, bu korumacı, devlet müdahaleci sistem sanayicilerin gücünün yapay yollarla arttırılması amacını taşıyan ekonomik darbecilikten başka bir şey değildi.

“Korumacılık imalatçıları suni bir şeklide imal etme aracı olarak sadece hâlâ feodalizmle mücadele eden eksik gelişmiş kapitalist sınıfa faydalı olmakla kalmaz Amerika gibi feodalizmi hiç tanımamış fakat tarımdan sanayiye geçme aşamasına gelmiş bir ülkede de yükselen kapitalist sınıfa hayat verir” (Engels, a.g.e.)

Ve tıpkı daha önce Marx’ın da söylediği gibi bir kez sanayici sınıf ve sanayi üretimi gelişti mi serbest ticaret taraftarlığı başlar.

“Yaklaşık iki yıl önce korumacılığı savunan bir Amerikalıya şöyle demiştim: Eğer Amerika serbest ticarete yönelirse İngiltere’yi on yıl içinde dünya pazarında mağlup edeceğine kaniyim” (Engels, a.g.e.)

Engels’in 1886’da bir ABD vatandaşına bunu söylemesinden sonraki yıllarda olan tam buydu. Dünya Pazarının şimdiki devi ABD bugün küreselleşmenin asıl koordinatörü.

Korumacılık ve devlet müdahaleciliği, nihayetinde serbest ticarete bir geçiştir. Ama ona yapışıp kalınırsa ne olur?

“Her şart altında mahvedici olan bu politika, sanayicileri tarafsız piyasalardaki konumunu düşük ücretlere borçlu olan bir ülkede iki kere böyledir. En iyi zamanlarda Almanya’da ücretler açlık sınırına yakındır. Şimdi (göçe rağmen) hızla artan nüfus ve tüm ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının korumacılık yüzünden yükselmesi sonucu Alman imalatçısı dış piyasada vermek zorunda olduğu mahvedici fiyatları düşük ücretlerle telafi etme imkânını kaybederek (uluslararası CA) piyasalardan dışarı atılacaktır. Korumacılık Almanya’da altın yumurtlayan tavuğu kesmek demektir” (Engels, a.g.e.)

Bu tanım ’70’lerin sonunda ve hâlâ Türk sanayisinin de durumudur! Ama Engels kadar sanayi ve ticaretten anlayan yeterince devrimci lider ortada yok.

Mesele sadece Almanya ile de sınırlı değildi.

“Fransa da korumacılığın sonuçlarından zarar görür. İki yüzyıldan beri bu sistem ülkenin adeta ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yine de her gün giderek daha büyük bir engel haline geliyor. (...) Eğer burada yardımcı olabilecek bir şey varsa o da cesur bir serbest ticaret tedbiridir. Fransız sanayicisini alışık olduğu sera atmosferinden bir kez daha rakiplerin rekabetinin açık havasına çıkarmak..” (Engels, a.g.e.)

Ya Rusya?

“Rusya’dan söz etmeye bile değmez. Orada dilenci hükümet üstelik, kendi değersiz kağıt parası yerine gümrük vergilerini yabancılarla iş yaparken gerekli olan altınla ödeme zorunluluğu getirmiştir; bu tarife sistemi yabancı malları Rus pazarından uzak tutarak kendi korumacı misyonunu tümüyle başardığı aynı gün Rus hükümeti iflas etmiş olacaktır. Ve yine bu aynı hükümet vatandaşlarını, böyle gümrükler sayesinde, yabancılardan ne yiyecek, ne ham madde, ne sınai ürün, ne de sanat ürünleri tümüyle kendine yeten bir ülke geleceği ile uyutmaktadır. Böyle dünyanın geri kalanından soyutlanmış, izole edilmiş bir Rusya vizyonuna inanan (abç) insanlar milliyetçi bir Prusya çavuşunun kafa seviyesindedir” (Engels, a.g.e.)

Ne yazık ki, çarlık dönemi Rusya’sının bu zihniyeti 50 sene sonra Sovyet Rusya’da da etki sahibi olmayı başardı!

“Korumacılık en iyi durumda ancak ucu olmayan bir vida gibidir. Hiçbir zaman onunla işinizin ne zaman biteceğini bilemezsiniz. Bir sanayiyi korumakla doğrudan veya dolaylı olarak diğerlerini incitmiş olursunuz. Bu kez onları da korumak gerekir. Fakat bunu yapmakla bu kez ilk koruduğunuz sanayiye zarar verirsiniz ve bu kez onu yeniden tazmin etmelisiniz. Bu böyle sonsuza dek gider”

“Fakat korumacılığın en kötü tarafı bir kez girdiniz mi bir daha kolayca ondan kurtulamayışınızdır. Adil bir koruma tarifesi bulmak zor olduğu gibi yeniden serbest ticarete dönmek çok daha zordur.” (Engels. a.g.e.)

Gördüğünüz gibi sosyalizmin babalarının serbest ticaret, korumacılık, kendine yeterli ülke, içe kapanma, devlet müdahalesi gibi konularda fikirleri bunlar. Acaba sizin duymaya alışık olduğunuz sosyalizmin fikirleri de bunlar mıydı? Değilse fark nereden geliyor?

Son 20 yılda Türkiye tarihi yeniden çok tartışıldı. Ne ticaret anlaşmasının tek başına Osmanlı ekonomisinin çöküşüne sebep olduğu (belki hattâ tersi olmuştu!) ne de Tanzimatın hiçbir olumlu ekonomik etkiye sahip olmayan bir Batı taklitçiliği olduğu, artık o kadar doğru kabul edilmiyor; çünkü onları savunmak için yola çıkanların bile hayret etmelerine rağmen bulunan rakamlar hiç de bunu kanıtlamıyor.*

Japonya’nın, örneğin çok söylenen, kalkınmasında emperyalizmden uzak oluşu ve Shogun yönetimince iç pazarın uluslararası ticarete kapatılması sayesinde ticaret ve sanayinin geliştiği iddiası da o kadar doğru çıkmıyor. Japonya’da ticaret ve sanayinin ilk büyük gelişimi emperyalist ‘gambot politikası’ zoruyla limanlarının dünya pazarına açılması sonucudur; tıpkı ikinci büyük Japon mucizesinin bir kere daha Amerikan destroyerlerinin zoruyla gerçekleşmesi gibi..

Ekonomi tarihinde en yaygın efsanelerden biri olan Almanya’nın sanayileşmesini güçlü korumacılığa ve güçlü devlete borçlu olduğu iddiası bizzat bu önsözde Engels tarafından yanıtlanıyor. Gerçekten de Almanya o dönemde en serbest gümrükler ve tek bir devlet bile olamamışken ilk sınai atılımını yaptı ve İngiltere ile rekabet edebilmeye başladı. Güçlü koruma, güçlü devlet politikası sonra başladı; nelere malolduğu malûm! Yüzyılın başına gelirken Almanya iflasa sürükleniyordu. Ondan kurtulurken Hitler’le bu kez ekonomik iflasa siyasal iflası ekledi. İkinci Alman mucizesi yine müttefik işgâl kuvvetlerinin zorla açtığı pazarlarla mümkün oldu.

SERBEST PİYASA VE MÜDAHALE: SOSYALİSTLER TARAF TUTMALI MI?

Bütün bu söylediklerimize rağmen daha önce de belirttiğimiz gibi korumacılığın ülke sanayinin gelişmesine yaradığı zamanlar olmuştur. (Sanılandan daha az ve daha maliyetli şekilde) Yine de olabilir. Serbest ticaret sonucu ülke sanayi zarar da görebilir. (Kimi sanayicilerin para koparmak için bağırdıkları kadar değil!) Sosyalistler aslında serbest ticaret (ister malların, ister hizmetlerin, isterse sermayenin, ki bu üçünün toplamına küreselleşme deniyor!) veya korumacılık karşında taraf tutmak zorunda değildir. Çünkü Marx ve Engels’in dediği gibi ister serbest ticaret, ister korumacılık olsun; ister ekonomi iyiye, ister kötüye gitsin sırtı duvara dayanan daima emekçiler ve işçiler oluyor. Serbest piyasa sisteminde piyasanın mantığı dolayısıyla ücret asgari sınırlara itiliyor. Korumacılık ve ekonomik sıkıntı dönemlerinde genellikle bunun da altına! Yine de kapitalizmin şu veya bu versiyonunu diğerine karşı benimsememek ikisi arasındaki farka bigâne kalmayı gerektirmez. Çünkü bu politikalar Engels’in dediği gibi bizleri doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir.

Bugünün küreselleşmesinde 19. yüzyıl küreselleşme çabalarına göre bir hayli ileri gitmiş bir nokta da uluslararası örgütlerin ulus-devletlerin bazı yetkilerine el koyma çabaları hattâ tek bir dünya devleti fikrinin giderek daha ciddi dillendirilir oluşu.. Uluslarüstü örgütlerin çoğunun orijinal fikri aslında 19. yüzyıldaki bu ilk küreselleşme döneminde ortaya atıldı; ancak sermayenin böyle hayalleri o zaman işin daha başlangıcında kadük oldu. Bu kez iş daha ciddi. Ve eğer öyleyse Marx’ın 19. yüzyıl küreselleşme atağının ekonomi boyutu için söylediği şeyler işin siyasî boyutu için çok daha geçerli: dünya çapında emek sermaye çelişkisinin üstünü örten bütün bu gümrük tarifeleri, maliye politikaları vs. gibi şeylerin azalması olumluysa; emek-sermaye çelişkisinin üstünü örten, emekçi mücadelesinin her kritik anda aklını karıştırıp enternasyonal dayanışmayı dinamitleyen milliyetçilik ve onun ana kucağı ulus-devletler eğer azalacak veya bire inecekse ne mutlu! Mücadele edilecekse yüz ayrı devletle değil bir devletle edilir. İstediği kadar güçlü olsun; çünkü sermaye, politikasını uluslararası hale getirirken emeğin politikasını da ister istemez uluslararası hale getiriyor. Küresel karşıtı gösteriler bunun sadece ilk örnekleri. Sermaye hemen her zaman bir dereceye kadar uluslararası dayanışma içindeydi emek ise yeterince değil.. Şartlar bu bakımdan niteliksel olarak eşitlenecekse kazançlı çıkan emek cephesi olacaktır.

Her ne hal ise yine vurgulayalım; sosyalistlerin bu konulardaki tavrı pratikte tarafsızdır:

“Baylar, sanmayınız ki serbest ticareti eleştirirken korumacılık sistemini savunmak gibi bir niyet taşıyoruz. Kişi, eski rejimin dostu olmadan da anayasa rejimine düşman olduğunu ilân edebilir” (Karl Marx, a.g.e. s. 221)

Sosyalist tutum emekçi sınıfların çıkarını korumak; onların durumlarını sosyal ve siyasal olarak geliştirici yönde davranmaktır. İşte bir örnek:

“İngiliz işçileri, İngiliz serbest ticaretçilerine onların kuruntularını ya da yalanlarını yutmadıklarını göstermişlerdir; ve eğer buna karşın, işçiler, toprak beylerine karşı onlarla dava birliği yapmışlarsa, bu, feodalizmin son kalıntılarını yok etmek amacı için, ve uğraşacak yalnızca bir tek düşman bırakmak içindi. İşçilerin hesabı yanlış değildi çünkü toprak beyleri, imalatçılardan intikam almak için, işçilerin otuz yıldan beri boş yere talep etmekte oldukları ve tahıl yasalarının kaldırılmasının hemen ardından çıkartılmış bulunan On Saat yasasının geçirilmesinde işçilerle dava birliği yaptılar.” (Marx, a.g.e. s. 212)

İş ittifaklara gelince hemen hatırlatalım: burada bahsedilen parti ve sendikaların açık, göz önünde ve ne iş için yapıldığı ve ne kadar süreceği belli ittifaklardır. Yarı veya tam faşist örgütlerle gizli kapaklı ittifaklar değil!

‘Küreselci, IMF dayatmacı politikalara karşıyız’ derken neye karşı olduğunu tam anlatamazsan kendini ülkenin reaksiyoner kesimlerinin politikası ise yan yana bulabilirsin.

KÜRESELLEŞME OLUMLANMALI MI?

Elbette Hayır! Ama Marx’ın benzetmesiyle anayasal rejimi savunmuyoruz diye eski rejimi savunma yanlışına da düşmemeli. Ya da isterseniz benzetmeyi daha modern terimlerle ifade edelim. Burjuva demokrasisi ilk doğduğunda kelimenin çok doğrudan anlamıyla burjuvaydı. Bir kere, neredeyse yalnızca burjuvalar oy kullanabiliyordu. Buna karşılık burjuva demokrasisine karşı tavır eski rejimin savunulması doğrultusunda olmadı. Daha doğrusu emekçilerin sol kesiminde ana akımlar böyle yapmadı. (Yoksa emekçiler içinde pek çok sağ grup benzer gerici tepkileri sergiledi.) Nasıl burjuva demokrasisine karşı olan tutum bir taraftan mevcut demokrasiyi emekçiler açısından daha katlanılır ve daha katılınabilir bir hale getirmek için mücadele verilirken bir taraftan da ilk etapta gerçek bir demokrasiyi kurmak için hazırlanmaktan ibaretse küreselleşmeye karşı olan tutum da böyle olmalı. Bugünkü küreselleşme kelimenin fazlasıyla doğrudan bir anlamında kapitalist bir küreselleşmedir. Bir taraftan bu küreselleşmenin emekçilerin daha etkin olduğu bir küreselleşme haline getirilmesi için çaba gösterilmeli (bunun için uluslararası işbirlikleri arttırılmalı) diğer yandan da “bir başka dünya mümkün” sloganını (kapitalizm karşıtlarının tüm dünyada gösterilerde attıkları slogan) yani gerçek küreselleşmeyi kurmak için çalışılmalı.

GÖSTERİLERE KATILIM

Elbette katılınmalı. Ancak katılarak bu gösterilerin kimi sağ manipülasyonlara alet edilmesini önleyebiliriz. Ancak katılarak bu küreselleşmeyi ‘yabancı mallar ve işçiler bizim işlerimizi çalıyor!’ tepkiselliğinden gerçek küresel muhalefete çekebiliriz. Yeri gelmişken bu yanlış eğilimler, ki giderek azalıyor, o kadar da önemli değil. Kapitalist fabrika düzeninin bağımlılığına ilk tepkiler Luddistlerce makineleri kırarak verilmişti. Bu eylemler aslında sonradan klişeleştirildikleri kadar ilkel ve gerici de değillerdi. Öyle de olsalar asıl ilericilik yanlış bir eylem biçimiyle de olsa boyun eğmeyi değil, mücadele etmeyi seçmekten geçiyordu ve onlar bu anlamda sapına kadar ilericiydiler. Bir diğer örnek anlı şanlı 1. Enternasyonal’in kendisidir. Bu örgütün kurulmasına yönelik toplantılar İngiliz sendikacıları tarafından yabancı işçilerin İngiliz işçilerinin işlerini kapmasını belki önlemekte yardımcı olur diye düzenlenmiş; ilk önemli eylemleri de yabancı işçilerin grev kırıcılığında kullanılmalarına engel olmak için ajitasyon faaliyetleri olmuştu. Sonradan bu sınırlı amacın ne büyük açılımlara yol açtığını tüm dünya gördü!

Küreselleşme karşıtı eylemler -ki artık daha doğru olarak kapitalizm karşıtı eylemler olarak nitelenmeli- içlerinde milliyetçi tepkisellikleri taşısa da eylemlerin niteliği gereği kaçınılmaz olarak milliyetçiliği değil, enternasyonal dayanışmayı geliştirecektir. Zaten bu yüzden kuramsal olarak küreselleşmeye karşı söylem geliştiren reaksiyoner sağın eylemlere katılımı zayıf ve giderek de azalmaktadır.

Küresel kapitalizme karşı gösteriler Marksizmin geleneksel olarak az geliştirilmiş federal yapılar, kültürel alt kimlikler, çevre gibi duyarlıklarını geliştirebilir, teorideki modernist vurguyu yumuşatabilir. Tıpkı bir zamanlar partizan savaşı veya ’68 savaş karşıtlığı gösterileri gibi sosyalizme bir yeni soluk taşıyabilir. (Tıpkı onların sosyalizmin örgütleyici etkisinin azlığında yozlaşabileceği gibi!)

ÖYLEYSE NE YAPMALI?*

Öncelikle sosyalist yapıların bu konuya ilişkin sloganların ötesinde bir alt programları olmalı. Burada böyle bir program içinde kullanılabilecek bazı öneriler de sunacağız - bunların birçoğu küresel kapitalizmin karşıtlarınca da dile getirildi.

Emperyalist küreselciliği protesto eden gösterilere eylemlere ve bunları destekleyen yerel hareketlere katılınmalı. Özellikle Türk solunun uluslararası dayanışma geleneği mültecileri hariç tutarsak pek yoktur. Bu bakımdan küresel dans pistinin kenarında alkış tutma eğilimine dikkat etmek gerekir. Yalnız bu pistte dans edebilmek yerel eylemlerden çok daha zor; yani adam gibi örgütlenme gerekiyor; lojistik hesapların doğru yapılması gerekiyor. Kendi mahallende eylem yapamazken dünyanın dört tarafında eylem koymak kolay değil. Ama yapılabildiği kadarıyla bu Türk solunun örgütlenme düzeyini ciddi olarak yükseltecek.

Gösterilere katılan sol dışı eğilimlere teorik/pratik müdahale. Tasfiye etmek değil. Tersine bu onları etkilemek ve onların bazılarını kapitalizmin 100 yıllık müttefikliğinden kurtarmak için bir fırsat. Buna karşılık bu yapıların sosyalizmi, geçmiş etkiler nedeniyle zaten çok açık olduğu otarşik, milliyetçi eğilimlere biraz daha çekmesine karşı uyanık olmak.

Emperyalist küreselleşmeye karşı ulusallığı değil, dünya halklarının küresel kardeşliğini vurgulamak. Ne yerel despotluk ne küresel tiranlık.

Çokuluslu şirketlerin kontrolü için çokuluslu demokratik denetim organlarının kurulması için çalışmak.

Birleşmiş Milletlerin birkaç büyük devletin etkisinden kurtarılması ve demokratikleştirilmesi için çalışmak. (BM’nin demokratik olarak finansmanının sağlanması da dahil.)

Çokuluslu şirketlerin vergi kaçırmalarını engelleyecek uluslararası malî kuruluşların kurulması.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün yetkilerinin arttırılması.

Sadece sermayenin değil emeğin de serbest dolaşımı talebini yükseltmek.

Ulus-devletlerin yerine kıta devletleri ve ulusal pazarı koruma yerine kıtasal pazarı korumayı hedefleyen; gerçekte dev boyutta korumacılık anlaşmaları olan AB, FTAA gibi yapılar yerine gerçek serbest ticaret.. (Azgelişmiş ülkelerin Kuzey pazarlarına girmesini önlemek gibi bir amacı var, bu ‘serbest ticaret’ organizasyonlarının..)

Çevreyi asıl kirleten yüksek enerji emisyonu yapan gelişmiş ülkelerden çevre rehabilitasyonu amaçlı ek fon talep edilmesi. BM bunun miktarını ve uygulamasını belirleme hakkına sahip olmalı.

Dünyanın tüm ülkelerinin güçleri oranında yerine konulamaz doğa kaynaklarını korumak amacıyla fon sağlaması. (Yağmur ormanları, iç deniz ve göllerin korunması amacıyla kimi ülkelere örneğin Brezilya’ya baskı yapmak tüm kürenin faydalandığı bu kaynakların yükünü sadece bu ülkelere bırakarak çözüm getirmeye çalışmak hem adil değil, hem etkili..)

Sadece BM’nin değil IMF ve Dünya Bankası dahil tüm uluslarüstü ekonomik organizasyonların küresel demokratik denetime açılması için mücadele etmek. Bu yapılarda da emekçi temsilcilerinin ve Güney ülkelerinin etkinliğinin artması için mücadele etmek.

Buna karşılık ulus-devletlerin;

Çevre kirletme, tarih yok etme, insan hakları çiğneme konusundaki ‘hak’ ve yetkilerini tanımamak. Ulusal ‘onura’ dokunsa da uluslararası kurumların müdahale yetkisini geliştirmek.

NİYE YAZDIK?

Küreselleşme karşıtlığı bir büyük potansiyel. Aynı zamanda bir risk ve tehlike..

Sosyalizme hiçbir zaman bulmadığı bir gelişim fırsatının kapılarını açabilir. Tam tersine küreselleşme karşıtlığı, liberalizm karşıtlığı etiketlerine saplanıp ulusalcı ve otarşik bir eğilimle ulusal egemen grupların kuyruğuna takınılabilir. Gericileşebilir.

Türkiye için bu tartışmanın ayrı bir önemi var. Egemen gruplar ülkeyi içine düşürdükleri bu korkunç kriz ortamının suçunu sadece IMF’e ve DB’ya atıp sıyrılmak niyetinde. Bu kurumlara karşı emekçilerin alerjisi milliyetçi ve korumacı önlemlere vesile kılınmak ve bunun maliyeti de emekçi sınıflara yüklenmek isteniyor. Kimi sol grupların bugünlerde balıklama atladığı bu sözümona muhalif homurtular ülkeyi ve emekçileri içlerinde bulunduğu durumdan daha kötü bir noktaya taşımaktan başka işe yaramayacak.

Her şey bir yana eğer 1929’daki gibi bir tökezlenme yaşanmazsa gerçek kapitalist patlama şimdi yaşanacak. Bütün kapitalist öncesi yapıların belki tümüyle ortadan kalkmayacağı, ama mutlaka ciddi olarak biçim değiştireceği ve etkinlik yitireceği bir döneme giriyoruz

İlkel sömürgecilik veya basit ön-emperyalizm denemelerinden sonra emperyalizm neymiş onu da şimdi göreceğiz.

Gerçek ‘geç kapitalizm’ şimdi başlıyor!

Buna karşılık Manifesto’da ilân edilen işçi sınıfının uluslararası mücadelesi de şimdi başlıyor.

Küreselleşmeye yol açan gelişmeler proletaryayı gerçek işçi sınıfı haline getiriyor. Düz kitle üretiminin yerini özellik ve kalitenin alışı Ortaçağın usta işçisini dünya çapında yeni bir tarzda yeniden ortaya çıkarıyor. İlk defa kırlık alanlar ve küçük esnaf toplumsal hareketliliğin içine hem de sol tarafta katılabilecek bir noktaya taşınıyor.

Kapitalizm karşıtı eylem dar kafalı Fransız çiftçisinden uluslararası geniş ufuklu bir eylemci türetebiliyor.

Yeni koşullar Meksika’daki kızılderili köylülüğünki gibi yerel, içe kapanık muhalefetleri dünya çapında enternasyonal, ilham verici yapılar haline getirebiliyor.

Kapitalizm karşıtları daha işin başında önce kendileri olmak üzere pek çok şeyi dönüştürmeyi başardılar. Niye daha çoğu olmasın?

Uzun, zahmetli, heyecanlı bir dönem başlıyor. Hiçbir şey elde edilemeyebilir. Her şeyi kazanabiliriz de.. Buna karşılık maddi koşullar herkesin çok iyimser olduğu ’30’lar ’70’ler arasındaki dünyaya göre emekçiler için çok daha elverişli. Bu yazının düşünsel koşulların da biraz daha elverişli olmasına ufak bir katkı olacağını umarım.

(*) Türkiye’de muhafazakâr kesimin bir küreselleşme karşıtı tutumlarına bir örnek “Ekonomik Kriz Siyasî İflas ve “Küresel” Yalanlar, Türkiye Günlüğü, s.65, Bahar 2001.

(*) “Bizim gibi İncil’i hâlâ tanrının iradesinin insanlara vahyedilişi olarak kabul edenler için Yeni Dünya Düzeni hakkındaki artan propagandayı görmek büyük önem taşır. Kısaca anlatmak gerekirse hem eski, hem Yeni Ahit bizi 2000 yıl öncesinden beri eski Roma’nın milletlerinin yeniden birleşeceği; İsrail’in yeniden kurulacağı ve bütün milletlerin ona düşmanlık duyacağı; tek bir dünya hükümeti kurulacağı; nakit kullanılmayan bir para sisteminin doğacağı; sahte bir peygamberin yöneteceği tüm dinleri (eklektik olarak C.A) birleştirecek tek bir dünya dininin ortaya çıkacağı; başlangıçta yumuşak görünen ama gücü eline geçirdiğinde zalimleşen bir dünya diktatörünün geleceği; onun kendisini tanrı ilân edeceği ve inanan Yahudi ve Hıristiyanları baskı altına alacağı, tüm bunlar kutsal kitap Ezeikel 38 ve 39, Daniel 7... (...) Gerçi Deccal’in örgütü henüz ortada yok ama globalizm coşkusu hızla büyüyor. (Deccalin örgütünü CA) oluşturucu örgütler hızla ortaya çıkıyor. Globalist kişi ve örgütlerden oluşan bir grup var. Tek Dünya Hükümetini kurmaya çalışıyorlar. İtici güçleri para. Dünya servetinin % 60-65’ini kontrol ediyorlar. (...) başlıca amaçlarından biri Avrupa Birleşik Devletlerin kurmaktı. Bunu başardılar. (..) Bir dizi NGO (Hükümet Dışı örgütler) kurdular. Globalizmi yavaş yavaş kurmaya çalışıyorlar öyle ki kimse nereye gidildiğinin farkına varmasın.”

(*) ECLA Okulu ve “ithal ikamesi” için bkz. R. Prebish, Latin Amerika’nın Ekonomik Kalkınması ve Başlıca Sorunları, 1950; tekelci kapitalizm ve bağımlılık için bkz. Baran ve Sweezy, Tekelci Sermaye, 1966, ve A.G. Frank, Latin Amerika’da Kapitalizm ve Azgelişmişlik, 1969.

(*) ‘Örneğin iktisattaki kar hadlerinin sektörler arasındaki eşitlenme eğiliminin hemen kısa sürede bir eşitlenme gereğine, hattâ hiçbir zaman bütün sektörlerde tümüyle eşitlenmesi gereğine işaret etmediği, karşıt eğilimlerin varlığı ve yine de bunun kâr hadlerinin eşitlenmesi eğilimi hipotezinin yanlışlığını göstermeyişi gibi, emperyalizmin kapitalist ilişkileri yayarken eski toplumsal yapıları parçalayarak modernleştirici bir işlev göreceği tezi de bir genel eğilim olarak yanlış değildir.

(*) Bu konu ile ilgili tartışmalar için örneğin bkz. Taner Timur ve Seyfettin Gürsel’in Yapıt dergisinin Nisan-Mayıs 1985 sayı 10’daki makaleleri.

(*) Burada yazılanlar bu yazının kalan kısmından nispeten kopuk gözükebilir ve doğal olarak başlıbaşına bir nevi program da değil. Daha çok tıpkı bu yazının bütünü gibi bilimsel bir tavrı biraz güncellik, biraz yazı hacmi kaygısıyla atlamış bir taslak. Bu atlayış yazının “teorik” kısmı ile “pratik” kısmının arası daha da açılıyorsa okurlar affetsin. Dediğim gibi amacımız tutarlı bir program sunmak değil, otarşik ve devletçi olmadan da sol ve emperyalist küreselciliğe karşı tavırlar üretilebileceğini örneklemek.