Castoriadis ve Toplumun Kuruluşu

Yunan asıllı Fransız düşünürü Cornelius Castoriadis, Batı’da Marksist düşünce ve pratiğin gelişmesine yıllarca “içeriden” katkıda bulunduktan sonra “yön değiştirmiş” ve özellikle 1960’ların ortalarından itibaren Marksizm’in sistemli bir eleştirisini geliştirmeye koyulmuş biri. Döneminin diğer Batılı Marksist düşünürleri gibi o da “kurumlaşmış” Marksizm karşısında umutsuzluk içerisinde düşüncelerini geliştiriyor. Castoriadis’in amacı, dogmatizmden kaçmak ve insanların -kapitalizmin güçlendiği bir evrede- toplumu değiştirebileceklerine dair bir kuram geliştirmektir.

Burada, Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar adlı kitabın içeriğini oluşturan temel kavramların analizine geçmeden Castoriadis’in düşünce evrimine kısaca değinmek yararlı olacaktır.

Castoriadis, 1946’dan itibaren yaptığı çalışmalarında, Sovyetlerin içinde yeni bir sömürü ve egemenlik rejiminin işlediğini belirtiyor. Ona göre, parti içinde örgütlenen bürokrasi, egemen sınıf konumunu işgal etmeye başlamıştır.

Komünist partilerin işleyişi üzerine yaptığı çalışmalarla, bu partilerin işçi sınıfının mücadelesini kendi çıkarları doğrultusunda kullandıklarını belirterek, buna karşı “özyönetim” için mücadele eden anti-bürokratik güçlerin gelişmekte olduğu sonucuna varıyor. Daha sonra Castoriadis, bu düşüncelerini 1955-57 yıllarında yazdığı Sosyalizmin İçeriği adlı yapıtında geliştirir ve somutlaştırır. İçinde bulunduğu bu arayış, onu 1959-61’de yazdığı Modern Kapitalizm ve Devrim (Capitalisme moderne et Révotution) adlı kitabıyla, Marksizm’in felsefi ve ekonomik bir eleştirisine götürür. Sonuçta da, 1964-65’te Sosyalizm ya da Barbarlık dergisinde yazdığı ve daha sonra temel kitabı olan Institution Imaginaire de la Société (1975) adlı kitabının ilk bölümünü oluşturan Marksizm ve Devrimci Teori (Marxisme et théorie révolutionnaire) (çeviren Hülya Tufan, İletişim Yayınları 1997) adlı çalışmasıyla Marksizm’den “kopar” ve “yeni” bir tarih ve toplum kuramı geliştirir.

Castoriadis’in bu temel kitabı iki ana bölüm ve yedi alt başlıktan oluşuyor.

Genel olarak, Castoriadis, kitabın Marksizm ve Devrimci Teori adlı ilk bölümünde, “Platon’dan modern liberalizm ve Marksizm’e kadar, siyaset felsefesi, dünyanın topyekûn ve ‘akılcı‘ bir tek düzeninin olmasını ve bunun kaçınılmaz karşılığını, yani dünyanın bu düzene bağlı olarak insani işlere yönelik bir düzen olmasını (Castoriadis bunu, birimsel varlıkbilim [ontologie identitaire] olarak adlandırıyor) isteyen işlemsel ‘postula‘ tarafından zehirlenmiştir. Bu postula, insan tarihinin yaratım olduğunu -ki o olmaksızın ne ‘nesnel‘ ne de ‘öznel’ olarak bir yargı ve tercih sorunu olamazdı- gizlemeye yarar” diyerek bugüne dek varolan varlıkbilimi eleştirir. Ona göre, birimsel varlıkbilim, temel olarak yaderkliğe (hétéronomie)* bağlıdır. Yani hep belirlenmişlik denen temel yüksek kategorie (méta) aracılığıyla işlerlik göstermiştir. Castoriadis’e göre belirlenmişlik (détérminité) bizi zamanın reddine, zamansızlığa götürür. Eğer bir şey gerçekten belirlenmişse ezeli ve ebedi olarak belirlenmiştir. Değiştiğinde de, değişim kipleri ve bu değişimin ortaya çıkarabileceği biçimler zaten belirlenmiştir. Bu durumda, “olaylar”, yasaların gerçekleşmesinden, “tarih” ise, mutlak bir tin için basit bir birliktelik olan, birbirini izlemenin ortaya çıkmasından ibarettir.

Burada gördüğümüz gibi, bir “mutlak akıldan” ve bir belirlenimcilikten (déterminisme) kaçma söz konusudur. Zaten, Castoriadis’e göre “devrimci proje” bütün “akılcı kurulmaları” (fondation rationalle) aşmalıdır. Yani, toplumun yeni kurumlandırılması “kurumlanan aklın” aşılmasını işaret etmektedir.

Castoriadis’in kitabının ikinci bölümü (imaginaire social et institution) uzun soluklu bir çalışmanın ilk adımını teşkil ediyor. Bu bölümde, toplumsal imgelem alanı ile kurumlanmanın bir analizi yapılır. Castoriadis’in çalışmasının ana kategorisi, “imaginaire” kavramı üzerine kuruludur. “Imaginaire” bir şeyin imgesi (image) değildir. O devam eden bir yaratı ve figures/forme/images tarafından belirlenilemeyendir (indétérmine). Dolayısıyla “realité”yi ve “rationalite”yi biz onun dolayımıyla kavrarız. Yani, toplum kendisini imgelemler aracılığıyla kurumlandırır. Castoriadis şöyle diyor: “Şimdiye kadar bütün toplumlar şu temel sorulara yanıt vermeye çalıştılar: Biz bir collectivité olarak neyiz? Ne istiyoruz ve neyi arzuluyoruz? Bu sorulara yanıt vermeden, ne insanlık ne toplum ne de kültür vardır. İşte imgesel imlemler (signification imaginaires) bu sorulara yanıt verilmesini sağlar.”

Castoriadis’e göre, genel olarak, toplum kendisini bir öz-kurumlandırma (auto-institution) olarak tanınmaz: Yabancılaşmada (aliénation) bu bağlamda, toplumdışı bir kurumlandırmaya olan inançtır. Bu anlamda da, “devrimci proje” de bir praksis’tir, yani toplumun kendini bir öz-kurumlandırma ya da özerklik (autonomie) amacıyla var etmesidir.

Bu kısa değerlendirmeden sonra, şimdi kitabın birinci ve ikinci bölümünü biraz daha ayrıntılı olarak inceleyebiliriz.

İlk bölüm yukarıda belirttiğimiz gibi “Marksizm ve Devrimci Proje” başlığını taşıyan bölümün bir alt başlığı ise “Marksizm: Bir geçici bilanço” adını taşıyor. Adından da anlaşılabileceği gibi, bu bölüm Marksizm’in bir tür değerlendirilmesi, bilançosunu çıkarma amacında. Castoriadis, kadim düşünce ve kültür mirasımız dediği Marksizm’den bir şeyler çıkarmak zorundayız diyor. Diğer bir anlamda, “Nuhun Gemisi”ne binmek için bu kadim gelenekten oluşturmak istediği yeni kuram için “seçim” yapıyor. Tabiî bu seçkide en temel yeri “praksis” kavramı oluşturuyor. Castoriadis kavramı ikinci bölümde yeni bir devrimci projenin dinamiğini oluşturan “autonomie” kavramıyla aynı anlamda kullanıyor.

Castoriadis 1960 sonrası Batı Marksistlerinin genel eğilimini taşıyor. Marksizm’e eleştiriler getirirken aslında Marksist metodu kullanarak yeni açılımlar getirmek bu dönemin düşünürlerinin ortak paydası niteliğinde neredeyse. “Eğer gerçek bir devrimci olmak istiyorsam Marksist olmayı sürdürmem olanaksızdı” sözünü dönemin bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Çünkü, Marksizm’in bu tür resmî ideolojiye dönüştüğü, kurumsallaştığı ve dogmatikleştiği bir dönemde Marksist olarak ortaya çıkmak istenmiyordu.

Castoriadis, Marx’ı çelişkili bir yazar olarak görüyor, onda iki farklı yaklaşımın olduğunu söylüyor, ilk yaklaşıma göre Marx, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, “emekçilerin özgürlüğü kendilerinin eseri olacaktır” diyor, bir başka deyişle, doğrunun kaynağı, özellikle de siyaset alanında, gökte ya da kitaplarda değil, toplumun içinde var olan insanların yaşayan/canlı etkinliğinde aranmalıdır.

İkincisi ise, toplumun işlemesini sağlayan yasa, tarih içinde toplumsal oluşumların birbirlerini izlemesine ilişkin yasanın varlığı düşüncesidir. Castoriadis’e göre, bu ikinci konum yanlış ve birincisiyle uyuşmazlık içindedir. Ya gerçekten de tarihin yasaları vardır - bu durumda, insanın gerçek anlamda etkinliği ya olanaklıdır ya da en iyi olasılıkla sadece bir teknikten ibarettir veya insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, o zaman da, kuramsal çalışmanın görevi “yasaları” keşfetmek değil, bu etkinliği çerçeveleyen ve sınırlayan koşullara ya da o etkinliğin düzenliliğine açıklık getirmektir.

Marksist kuramın konumu; tıpkı Hegel’in felsefesi gibi Marx’ın kuramı da kendisini “son kuram” olarak sunar. Castoriadis’e göre, bu Hegel’deki “mutlak bilme”nin yerini alır. Gerçekten de kuram, proletaryanın tarihin “son sınıfı” olduğunu ve öte yandan da, her sınıfa, o sınıfın gerçekten çıkarları ya da tarihsel rolünü ifade eden bir görüşün tekabül ettiğini söyler. Sosyalizm, tarihsel ve siyasal bir tasarı, toplumun kurumlandırılışını değiştirmeyi amaçlayan büyük sayıda insanın toplumsal olarak kök salmış bir etkinliği olarak değil, üretim güçlerinin gelişiminde tecessüm eden tarihin “nesnel” hareketinin sonucu olarak görülür.

Bu düşünceleriyle Castoriadis, Marksizm’de var olan nesne-özne dikatomisini eleştirerek, nesne ve öznenin birbirini dışlayan iki kavram değil, bunların karşılıklı bir etkileşim içinde oldukları sonucuna varıyor. Ona göre, nesneyi kuran öznenin dil yetisini de içine alan imgesel alandır (imaginaire), yani dil yetisi dışında ya da imgesel alanın dışında bir nesne alanı tek başına var olamaz.

Marksizm’e yöneltilen diğer bir eleştiri ise yabancılaşmanın aşılması bağlamında değerlendirdiği teknoloji konusudur. Ona göre, Marksizm’de kapitalist tekniğin eleştirisi yoktur. Marksizm’in eleştirdiği, tartışılmaz olarak gördükleri kendinden bir tekniğin kapitalistlerin çıkarı doğrultusunda kötüye kullanılmasıdır. Tekniği dönüştürmek ve insanların birey olarak, grup olarak, çalışma topluluğu olarak üretim sürecine egemen olmasını sağlamak amacıyla, tekniğin bilinçli bir biçimde değiştirilmesi sorununa, derhal el atmayan bir devrim, kısa sürede ölümünü hazırlar. Castoriadis’e göre, Marx tekniğin böyle bir eleştirisini yapmadı ve yapamazdı. Bu da onun tarih görüşüyle ilintilidir. Tarihi ilerleten, nasıl ki Hegel’de akıl ya da dünyanın tiniyse, Marx’ta da teknikte vücut bulan “akılcılık”tır. Üretim güçlerinin gelişimidir.

Bilindiği gibi, 1970 ve sonrası dönemde yapılan çalışmalar “makro” yapılardan daha çok “mikro” yapılara yönelik olmuştur. Belirlenimcilik (détérminisme) ağır bir biçimde eleştirilmiş ve daha “esnek” kavramlar kullanılmaya başlanmıştır. İşte bu çalışmasında Castoriadis de belirlenimciliği ağır bir şekilde eleştiriyor. Ona göre, bir toplumsal kategorinin üretim ilişkileri içindeki konumu yalnızca üretim ilişkilerini dikkate alarak tanımlayamayız. Bundan hareketle “tarihsel belirlenimcilik”, “üstyapı”ların, “altyapı”ların, siyasetin de iktisat tarafından belirlenmesi gibi düşünceler sarsılmaya başlar. Bu bölüm için son olarak şunu söyleyebiliriz. Castoriadis, Marksizm’i onun “içinde” kalarak eleştirir. Kendisinin “yeni devrimci proje” için Marx’tan aldığı kavram, projenin temelini oluşturan kendi yasalarına tâbi olma (hétéronominin karşıtı olarak) anlamında kullandığı autonominin karşılığı olan praksis kavramıdır.

Castoriadis, kitabının ikinci bölümünü şöyle niteliyor: “ikinci bölümde insan toplumuna, tarihe yeni bir bakış açısı getirmeye çalışıyor ve yeni ufuklar içinde devrimci bir proje sunulmaya çalışılıyor. Ve deyim yerindeyse, yeni hedeflerin belirlenmesine çalışılıyor.” İşte bu bölümde, bizde kavramsal olarak Castoriadis’in getirdiği yenilikler üzerinde duracağız. Bu bölümün temel sorunsalı imgesel alanın (l’imaginaire) toplumdaki yeridir.

Castoriadis’in gözünde, insanlık kaos’tan, uçurum’dan, dipsiz kuyu’dan doğar. Ruh olarak doğar. Temelinde yaşama uyum sağlamayan insan, ancak toplumu ve kurum (institution) yaratarak kendini idame ettirir. Kurum, ruha bireyin toplumsal biçimini dayatarak, anlamın başka bir kaynağını ve başka bir kipliğini önererek ve dayatarak, ruhun yaşamını idame ettirmesini sağlar. Bu kaynak, toplumun imgesel imlemi (signification imaginaire), dolaylı olarak bu imlemle (ve onun eklenmesiyle) özdeşleşme ve her şeyi ona bağlama olanağıdır.

Toplum kurumu ve bu kurumun içindeki topluma ait imgesel imlemler birbirinden ayrılamayacak iki boyutta ortaya çıkar: 1) kümeleyici-aynılaştırıcı (mantıksal) boyut, 2) imgesel boyut kümleyici-aynılaştırıcı (ensembliste-identitaire) boyutta toplum, ayrışık ve tanımlanmış olarak ortaya konan “ögeler”, “sınıflar”, “özellikler”, “bağıntılar”la ve bunların aracılığıyla iş görür. Burada ana yapı belirleme’dir. İstenen, kavranan her şeyin belirlenmeye ve bu belirlenmenin içerdiği şeylere ya da sonuçlarına tâbi olmasıdır. Bu boyut açısından, varoluş belirlenmişliktir.

İmgesel boyutta ise, varoluş imlemdir. İmlemler fark edilir ama belirlenmemiştir. Temel gönderme kipine bağlı olarak bu imlemler sonsuz bir biçimde birbirlerine gönderide bulunurlar. Her imlem, sayısız başka imlemlere gönderide bulunur. İmlemler ne “ayrışık” ne de “belirlenmiş” değildir. Gerekli ve yeterli koşul ve nedenlerle de birbirlerine bağlanmış değildir.

Castoriadis, toplumu bir öz-kurumlandırma (auto-institution) olarak tanımlar, bireyde bu öz-kurumlandırmanın yürüyen bir parçasıdır.

İnsan, Castoriadis’e göre, felsefeye ilişkin soruları, felsefenin açık bir düşünce olarak mevcut olmasından çok, önce sormuş olan, bilinçsizce felsefi bir hayvandır, hem de bu sorulara, imgelem alanında yanıt vermiş olan şiirsel bir hayvandır. Doğum, ölüm, düş, arzu, rastlantı olanların belirsiz bir biçimde çoğalması, öznelerin aynılığı ve değişebilirliği, uzayın enginliği, mevsimlerin dönüşü ve zamanın geri çevrilemezliği; bunlar bir anlamda, oldum olası dil yetisi dahilinde ve aracılığıyla adı konmuş, belirtilmiş ve kavranmış, bir diğer anlamda da, her zaman için aynı derecede yeni, aynı derecede başka ve aynı derecede ötede’dirler. Kısaca, burada söz konusu olan artık klasik paradigmada var olan özne-nesne ayrımının dışındadır; özne-nesne artık birbirini dışlayan iki farklı alan değildir. Nesneyi kuran öznenin dil yetisidir, yani dil yetisi dışında anlamlandırabilir bir nesne alanı olamaz.

Castoriadis bu sorunu, kendine özgü diliyle şöyle anlatıyor: “Toplum, kurumlandıran, imgelem alanının yapıtıdır. Bireyler, aynı zamanda kendilerinin de sürekli yaptığı ve yeniden yaptığı, her zaman kurumlandıran toplum tarafından yapılırlar: Bir anlamda onlar toplumdur. Bu bağlamda olmazsa olmaz iki kutuptan biri kurumlandıran temel imgelem alanı-tarihsel-toplumsal yaratım alanı-diğeri ise tekil ruhtur. Ruhtan hareketle, kurumlandırılmış toplum her seferinde bireyleri oluşturur. Onlar da, bireyler olarak, kaçınılmaz bir biçimde, kendilerini oluşturan toplumu oluştururlar.”

Toplumun topyekûn kurumlandırılmasında bir birlik vardır: bunlar daha yakından baktığımızda, bu birliğin son kertede, ele alınan toplumun ve somut olarak o topluluğu oluşturan bireylerin tüm yaşamını besleyen, yönlendiren ve yöneten son derece karmaşık bir anlamlar dokusunun iç birliği ve tutarlılığı olduğunu görürüz diyor Castoriadis. Bu doku, ele alınan toplumun kurumlandırılmasında vücut bulan ve bir anlamda onu harekete geçiren, toplumun imgesel imlemlerinden oluşan “mağma”dır.

Toplumun bu imgesel imlemleri örneğin; ruhlar, tanrılar, Tanrı “polis”, yurttaş, ulus, devlet, parti, meta, para, sermaye, faiz oranı, tabu, erdem, günah vb. olabileceği gibi, belli bir toplumda ayrıştırıldıkları biçimiyle erkek/kadın/çocuk da olabilir.

Burada, Castoriadis’in temel kavramlarından ”mağma”ya gelmiş oluyoruz. Mağma nedir? çok genel olarak mağma, sürekli yaratma potansiyelini içinde taşıyan bir tür imgelem üretme deposu olarak tanımlanabilir.

Castoriadis mağma’yı şöyle açıklıyor: “Belli bir toplumda var olan o topluma ait imgesel imlemeler bize, bugüne değin, başka alanlarda bilinmeyen bir örgütlenme türü sunar. Ben bunu ‘mağma’ olarak adlandırıyorum. Mağma ‘kümeler’ içerir, ama ne denli zengin ve karmaşık olursa olsunlar kümelere ya da küme sistemlerine indirgenemez. Yine aynı biçimde, mağma, ‘çözümlemesel’ olarak, yani kümeleyici işlemsel ve kategoriler aracılığıyla yeniden oluşturulamaz. Kısaca, mağma toplumu birarada tutan bir tür anlam “havuzu”dur”.

Bu bağlamda, toplumsal birey, açıkça bu dünyanın önemli birtakım parçalarını, daha gizli bir biçimde de, her parçayı diğerlerine mağma halinde bağlayan bitmek bilmez göndermeler aracılığıyla, yine o dünyanın bilkuvvet bütünlüğünü, içselleştirerek oluşur.

Son olarak üzerinde duracağımız konu Castoriadis’in yabancılaşmanın karşıtı ve praksis’in eşanlamlısı olarak kullandığı “autonomie” kavramı ve bunun karşıtı olarak hétéronomi (yaderklik) kavramıdır.

Toplumun kendi kendini gizlemesi, yani toplumun kendi varlığını bir yaratım (çünkü toplum bir özyaratımdır) ve yaratıcılık olarak bilmezlikten gelmesi ona kendi kurumlandırılmasını, kendi öz eyleminin elinde olmayan, ulaşılamayacak bir şey olarak sunma olanağını vermiştir. Şöyle söylemek daha uygun olur. Bu durum topluma, artık kendisi de kurumlandıran toplumla (société instituée) kurumlandırılan toplum (société instituant) arasında kurumlandırılmış bir hal alan ayrılık dahilinde, toplumun kurumlandırılmasının bir öz-kurumlandırma yani bir öz-yaratım olduğunun gizlenmesinde “yaderk” bir toplum olarak kurulma olanağı verir. Castoriadis’e göre, burada yeni bir soru ortaya çıkar: Toplum neden kendi kendini yaderk bir toplum olarak kurumlandırır?

Castoriadis’in gözünde, toplumun yaderk olarak kurumlandırılması, merkezinde ve özünde hep dinsel bir nitelik taşımıştır. Bir başka deyişle, yaderk toplum bilmecesiyle din bilmecesi, büyük ölçüde tek ve aynı tür bir bilmecedir.

Castoriadis’e göre, dinin “ideoloji”ye, “üst yapı”ya ait olduğu ya da gerçek dünyanın “tersine çevrilmiş bir yansıması” olduğu fikrinin gülünç olduğu bir gerçektir. “Gerçek dünya” her seferinde topluma ait imgesel imlemlerden oluşan “mağma” tarafından tanımlanır ve düzenlenir; bu imlemler (örneğin: tanrılar, tanrı vb.) kendilerine “gerçek” ya da “akılcı” bir yanıtın asla verilemeyeceği sorulara ilişkin imlemlerdir. Yanıt, tıpkı soruları gizliden eklemlendirme biçimi gibi, her seferinde, bizim din adını verdiğimiz kurumlandırılmış inançlar kümesi tarafından verilmiştir. Ve din, kurumlandırmanın kökeni, kendi öz kökeniyle aynı yerde yani toplumun dışında-konumlandırmakla, her zaman, toplumun, yaderkliğinin ana ifadesi, temel itici gücü ve nihai güvencesi olmuştur.

Bu bağlamda, yaderklik, özerkliğin karşıtı olarak, yasaların, ilkelerin, normların, değerler ve imlemlerin bir kereye mahsus ve her zaman için geçerli olmak üzere verilmesi ve duruma göre, toplumun ya da bireyin bunlar üzerinde hiçbir etki etme olanağına sahip olmaması anlamını taşımaktadır.

Castoriadis’in “devrimci projesi”nin merkezine yerleştirdiği özerkliğe gelirsek, ona göre özerklik bütün belirlenimliği ve aşkınlığın son bulması anlamını taşır. Özerklik, tabiî ki toplumun kurumlandırılmasının bir öz-kurumlandırılma (auto-institution) olduğunun kabul edilmesini önvarsayar Özerk, “kendi yasasını kendisi koyan” demektir. Açık ve kabul gören bir öz-kurumlandırma: Toplum kendi kendisini kaynak ve köken olarak tanıması; kendini topluma dayatan herhangi bir toplum-dışı kural ya da yasanın olmadığının kabulüdür.

Castoriadis’e göre, birçok yönden ötürü, Kant’taki özerklik’le hiçbir ortak noktası yoktur bu özerkliğin. Bunun nedeni, söz konusu olan, o özerkliğin hiç değişmeyen bir “Akıl” dahilinde, her zaman geçerli olacak bir yasayı keşfedip benimsemesi değil, yasa ve yasanın temelleri üzerinde kendi kendini sorgulamak ve bu sorgulama karşısında gözleri kamaşmayıp, yapmak ve kurumlandırmaktır. Özerklik, sonu olmayan bir hareket dahilinde kendi kendini yaratan, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir aklın düşünsel/yansıtıcı eylem tarzıdır.

Sonuç olarak, özerklik, “olgular” üzerine değil de, toplumun imgesel imlemleri ve bu imlemlerin olası temeli üzerine açık ve sınırsız bir sorgulama patlak verdiği anda, bir tohum halinde ortaya çıkar. Bu hem başka tür bir toplumun, hem de başka tür bireylerin adeta “açılışı”nın yapıldığı bir yaratım anıdır. Castoriadis’e göre, özerklik ister bireysel olsun, ister toplumsal olsun bir tasarıdır.

Sonuç olarak, Castoriadis’in Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar’da temel olarak söylediklerini şöyle özetleyebiliriz: Toplum öz-yaratımdır. Toplumu ve tarihî yaratan “şey”, kurumlandıran toplumdur, yani temel anlamında toplumsal imgelem alanıdır.

Toplumun kendi kendini kurumlandırması insanlara ait bir dünyanın yaratılmasıdır: “şeyler”in, “gerçeklik”in, dilin, kuralların, değerlerin, yaşam ve ölüm biçimlerinin yani uğruna yaşadığımız ya da uğruna öldüğümüz birtakım nesnelerin, toplumun kurumlandırılmasının kitlesel olarak hamurunda bulunduğu insanî bireyin yaratımıdır.

(*) Hétéronomi: “Öteki”nin yasası anlamında. Kendi dışında var olan bir otoriteye tâbi olma.