Eğer Kendi Değerlerimizle Tutarlı Olacaksak...

1998 yılı başlarında üniversitedeki gündemin muhtemel ülkücü saldırılar veya artık bir rutin halini alan Mart dönemi eylemleri tarafından belirleneceğini bekleyen sol muhalefet, kendisini bir anda çok farklı bir gündem ile yüzyüze buldu.

’80 darbesi sonrası üniversitelerin başına musallat edilen YÖK’ün ilk faaliyetlerinden biri olan -uygulamada daha çok sol kesime yönelen- kılık kıyafet yönetmeliği, bu kez malûm 28 Şubat “postmodern darbe”sinin bir uzantısı olarak -fakat bu kez İslâmcı kesime yönelik biçimde- yeniden gündeme getirildi.

Hoş, bu yönetmelik hiç kaldırılmamıştı, fakat Devlet-i Ali’miz bunu cumhuriyetimizin beka sorunu olarak ele alıncaya kadar pek mesele de edilmiyordu. Meselenin “ciddiyeti” 24 Şubat Salı günü rektörlükten geldiği bildirilen bir genelge ile anlaşıldı. Aslında genelge çok da açıklayıcı değildi, fakat başörtülü ve sakallı öğrencilerin okulun kapısından dahi içeri alınmayacağını bildiren kısmı oldukça “mesaj” yüklüydü. Başörtüsü ve sakal üzerine son dönemde yazılıp çizilenleri bir hayli “dikkate almış” görünen üniversite yönetimi, kendine yakışır bir “bilimsellikle” olaya yaklaşmış, bilimsel ve malî özerklik, eğitim seviyesinin düşüklüğü, öğretim üyelerinin durumu, sürekli artan ülkücü saldırılar ve buna karşı polisin yanlı tutumu ve daha birçokları değil, ama işte bu simgelerin varlığının acil çözüm gerektiren bir sorun olduğuna kanaat getirmişti. Bir diğer deyişle, tabanca, satır ve bıçaklarla rahatlıkla girilebilen üniversite sınırlarına sakallı ya da türbanlı girebilmek üniversite yönetiminin son günlerde gösterdiği “duyarlılık ”sayesinde mümkün olamamıştı.

Özgür bir kamusal alan ve demokratik toplum idealini içtenlikle paylaşan kesimleri kafi derecede üzüntü hattâ derin bir kaygıya sevk eden bu hazin durum, -belki de kimsenin tahmin etmediği türden- umut kırıntılarının yeşermesine de yol açtı. Tarihte belki de ilk defa, farklı kutuplarda yer alan iki eğilim; sol ve İslâmcı hareket -pek de sol kesimin ilgi alanına girmeyen- bir sorun için eşzamanlı ve kitlesel bir tepki geliştirdiler.

Son bir yıllık süreç içerisinde yoğunluğu artsa da solcu öğrenciler tarafından “tali” bir sorun olarak algılanagelen başörtüsü sorunu, yanına sakal ve biraz da Kemalist paranoya eklenerek karşılarına çıkınca körelmeye yüz tutan duyarlılıkları da tahrik edilmiş oldu. Soruna karşı zaten bir çalışma yürütmekte olan İslâmi kesimin tepkisine bu refleksif tepki de eklenince, eylemcilerin bile alışmakta güçlük çektiği bir birliktelik kendiliğinden ortaya çıkmış oldu.

Bu birlikteliği neredeyse sorunun kendisinden daha güncel kılan ise şüphesiz medyanın tavrı oldu. Üniversitede siyaset adına yapılagelen şeyin “karşıt görüşlü gruplar arsındaki çatışmalardan” ibaret olduğunu pompalayan medyamız, bu tezine kendisi de inanmış olacak ki, sütunlarında ve ekranlarda bu birlikteliği “kıyamet alameti” gibi gösteren ünlemlerle dolu haberler yayımladı. Başörtüsü sorununda ilk defa bir karşıtından destek gören İslâmi kesimin medyası da olayı bir zafer havasıyla sununca Kemalist ve gelenekçi solun da öfkesine tuz biber ekmiş oldu.*

Aslında kamuoyuna bu şekilde sunulan birlikteliğin omurgasını oluşturan iki güç; solcular ve İslâmcılar birbirlerine karşı -özel hassasiyet yüklü konular haricinde- saldırı potansiyeli taşımayan hattâ birbirlerinin çalışmalarına hoşgörü ile yaklaşabilen iki gruptur. Fakat şu da bir gerçektir ki, kendisi dışındaki herkesi “öteki” olarak görme ve araya kalın duvarlar örme güdü ve eğiliminin her iki tarafta da baskın duygu olmasından ötürü pek yanyana gelmekten memnun oldukları söylenemez. Söz konusu güdü ve eğilim, yanyana gelmeyi imkânsız (!) kılacak sebep ve gerekçeleri bulmakta da zorlanmaz.

Bu “hassas” dengeyi iyi bilenler, olayın seyrine daha bir dikkat kesildiler. Solun tavrını dikkatle beklediler. TÖDEF ve EMEP gibi üniversitede marjinal sayılabilecek grupların sürekli desteği, buna karşın SİP ve İP gibi yine marjinal grupların muhalefetine rağmen beklenen, son dönem üniversite hareketinin lokomotif gücü İstanbul Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu’nun tavrıydı. Ama olmadı. Reel politik zeminde gelenekle bağlarını koparıp atamayan sol muhalefet, kendisini bir anda “teorik” olarak “karşısında olması gereken”(!) İslâmi cenahla aynı safta görünce geri adım atmakta da gecikmedi. Kendi geleneksel safına (kabuğuna da denebilir) çekildi.

Her bildiri ya da yayın organında “bugünkü durum”u,“işçi sınıfının çıkarları” na göre düşünen ve buna göre “devrimcilerin vazife ve sorumlulukları”nı belirleyen geleneksel sosyalizm, sorunu bir özgürlük sorunu olarak algılama eğilimindekileri tipik suçlayıcı ve hattâ yargılayıcı tavrı ile sindirirken sorunun daha can alıcı tarafı ise bu sindirme harekatına, karşı taraftan ciddi bir direnişin gelmemesiydi. Ekonomi-politik zihniyetinin dar çerçevesi içerisinde, ideal toplum tasavvurunun aslî unsurunun “gelir dağılımı”ndaki eşitlik olduğuna iman edip özgürlüklerin dağılımındaki -belki de daha derin olan- adaletsizliği görmeye imkân/vakit bulamayan geleneksel sol eğilimler, solun özündeki değerlerin böylesi bir ihmale ters düştüğünü bilmelidirler.

İslâmcılarla birlikte eylem yapmayı ve hele ki -birçok sol bildiri ve yayın organında geçtiği üzere- bu yolla “onların seslerini duyurmasına katkıda bulunmayı” solun aslına ihanet ya da bir kimlik yitimi olarak tanımlamak, geleneksel önyargıların yarattığı esareti, derin bir özgüven yoksunluğunu da su yüzüne çıkarmıştır. Zira ideolojisine güvenen, bu tarz bir eylemle ne mesaj vermeye çalıştığını ve bu mesajın kendi inanç ve idealleriyle ne denli tutarlılık arzettiği hususunda kuşkuya düşmez.

Eylemde işbirliği sorununun ötesinde, başörtüsüne bakış açısında da ciddi eksiklikler göze çarpmaktadır. Siyasal grupların kendilerini ifade etmek için kullandıkları simge ve ritüelleri, bir bölücülük hattâ düzeni yıkma girişiminin bir parçası olarak algılama eğiliminin yalnızca her türden farklılaşmaya kuşku ve öfke ile bakan “resmî ideoloji” yandaşları tarafından değil -bu türden “standartlaştırma” ve “tektipleştirme” uygulamalarından ziyadesiyle muzdarip olagelmiş- sol kesim tarafından da benimseniyor olması, özgürlük sorununun ele alınışı açısından olduğu kadar, Kemalist resmî ideolojinin “ilericilik-gericilik” sorunsalına alternatif “özgün” bir bakış açısı geliştirilememesi açısından da önemli ve tartışmaya değerdir.

Bilinen, kalıplaşmış bir talep olarak “özgür üniversite” talebi, bu biçimiyle sola maledilmiş, gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi yalnızca solu ilgilendiren bir sorun olarak algılanagelmiştir. Fakat doğrudan doğruya solu ilgilendirmeyen “başörtüsü sorunu” bir “özgürlük sorunu” olarak ele alınıp savunulması halinde, hem “üniversitelerin özgürleşmesi” talebini, kendisini ilgilendirmediği düşünülen alanlarda da tutarlılıkla savunulan bir ortak sorun olarak algılatacak, hem de sorunu bu tutarlılıkla savunmadığı -haklı olarak- söylenen “karşıtlarımıza” uzun vadede kullanılabilecek bir üstünlük mecrası olarak solun artı hanesine yazılacaktır.

Şimdi solcular, özgürlükten ne anladıklarını açık biçimde ortaya koymalıdırlar. Egemenleri yıpratmak ve bu yolla mücadeleye meşrûiyet kazandırmak amacıyla kullanılan salt bir araç mı, yoksa sola özgü bir tutarlılıkla, herkes için savunulan ve uğruna mücadele edilen şeyin başat niteliği olan ciddi bir hedef mi? İşte bu soruya verilecek yanıt, yalnızca öğrenci muhalefetinin değil, sosyalizmin de kaderini tayin edecektir.

(*) Bu arada İslâmcı basının tavrındaki-bize göre gözden kaçırılmaması gereken- bir ayrıntıdan da bahsetmeden geçemeyeceğiz. Eylemin ilk ve ikinci gününde sergilediği kitlesel destek sonrasında devam edip etmeme konusunda yoğun gelgitler yaşayan sol kesim, devam etmemede karar kılmıştı.Fakat İslamcı basın, faydacı bir mantıkla, desteği, eylem takviminin tümüne yayılmış gibi sundu.