Millî Sorunla- Milletle Sorunumuz

Abdullah Öcalan’ın yakalanması, yargılanıp mahkûm edilmesi, PKK’nın silâhlı mücadeleyi durdurup Türkiye sınırları dışına çekilmesi ve bölgenin hemen tamamının güvenlik güçlerinin denetimi altına girmesi ile birlikte, 1983’ten beri süren ve TC tarihinin en geniş çaplı ve kanlı Kürt ayaklanması bastırılmış sayılabilir.

Ancak, devlet askerî açıdan böyle bir başarı kazanmış olmakla birlikte, 1990’lara kadar Kürt dil ve kültürü üzerindeki katı yasaklarla, hattâ Kürt sözcüğünü tabu kılmakla sürdürdüğü asimilasyon politikasını fiilen terk etmek zorunda kalmış; bu politikanın “kazanım”larının ne denli yüzeysel ve yapay olduğu ortaya çıkmış ve nihayet devlet ve iktidar odakları “Kürt realitesini tanıma”nın kaçınılmazlığını teslim etme noktasına gelmişlerdir.

Şimdi bu “tanıma”nın siyasete, idari ve hukuki düzene tercümesi safhasındayız. Kazandığı askerî başarının prestiji ile ilk hamle hakkını elinde tutan TC devleti ve iktidar odakları, önümüzdeki aylarda yürürlüğe girmesi beklenebilecek yeni politika, Kürtlerin statüsü ile ilgili olarak henüz açık işaretler vermiyorlarsa da; ne Türk ve Kürtleri Cumhuriyet’in iki aslî, kurucu unsuru sayan bir federal yapı ne de İspanya tipi bir özerk yönetim modeli düşünmedikleri şimdiden belli gibidir. Üzerinde konuştukları, konuşabilecekleri tek “çözüm” tarzı, öyle anlaşılmaktadır ki, Fransa’daki gibi etnik-dilsel topluluklara -devletin resmen yükümlülük üstlenmediği- bir kültürel özerklik statüsü tanıyan “revize edilmiş bir üniter devlet” modelidir.

Bu sınırlı düzenlemenin bile beka ve bölünme sendromuyla şekillenmiş Türk milliyetçi devlet algısına sahip kesimleri “rahatsız” edeceği bilinmektedir. Ama mevcut konjonktürde buna direnecek güçte olmadıklarının da farkındadırlar. Şimdilik “uyarı”yla bu “taviz”lerin ileride doğuracağı tehlikeleri bildirmekle yetinebilirler.

Söz konusu düzenleme Kürt milliyetçilerinin hedef ve hassasiyetlerini tatmin etmekten de uzaktır şüphesiz. Ama onların da TC devletini daha “ileri” çözüm önerilerine zorlayacak yeterli iç ve dış desteğe sahip oldukları söylenemez. Ayrıca artık Kürt sorununda birer “taraf” olarak devrede olan AB ve ABD’nin de TC devletinin belirtilen türden bir “reform” yapmasına açıkça karşı çıkması, daha “tavizkâr” bir model doğrultusunda baskı yapmaları da -görünür gelecekte- beklenmemelidir. Dolayısıyla, bir tür kültürel özerklik anlamına gelen kısmi bir idari-yasal düzenlemeyi yürürlüğe koymakla TC devleti “Kürt sorununu ülkenin sıcak siyaset gündeminden çıkarabilir ve bu “çözüm”, bundan hiç de memnun olmayan, asla yeterli saymayan milliyetçi kesimlere rağmen, Kürt sorununun onyıllardır yanan ateşini -epeyce bir süre için- küllendirmeye yetebilir.

Yani, mevcut durumda büyük ölçüde TC devletinin belirlediği, empoze ettiği bir çerçeve içinde yürürlüğe konulacak “Kürt sorunu”na ilişkin düzenleme kalıcı, makûl bir çözüm olamaz. Ama bunun nedeni o çözümün “Kürt millî talepleri”ne yeterince hakkaniyetle cevap veremiyor olması da değildir. Bu tür talep sahiplerini tatmin edecek bir formül bu kez de “Türk millî varlığı” için bir tehdit ve tehlike olarak algılanacaktır. Özetle, “millî varlık ve kimlik”lerden, bunları koruma ve “geliştirmek”ten gayet meşrû şeylermişçesine bahsedildiği ve siyasetin, siyasal kurumların öncelikle bu “hassasiyetler”i gözeterek işlediği koşul ve süreçlerde, kaçınılmaz olarak sürtüşecek, çatışma konusu olacak bu “millî varlık”lar arasında mutlaka bir biçimde oluşacak “millî sorun”ların kalıcı, makûl bir çözümü yoktur, olamaz. Tüm çözümler, o millî varlık-kimliklerin karşı karşıya geldiği “arena”daki o sürekli güç mücadelesinin geçici denge hallerinin ifadesi olabilir ancak. Bu mücadele, hukuki, ahlâki ilkeler veya “üçüncü taraf”lara karşı ortak çıkarlar gibi etkenlerle hayli “medeni” bir mecraya sokulabilir ise de hemen tüm farklı millet tanımlarının “doğa”sında bir biçimde var olan ötekini -milletleri- düşmanlaştırma potansiyeli ile her an dizginsiz bir şiddetle boşalabilecek bir gerilime sahiptir.


Sağ ideolojiler insanlar arası eşitsizliği, eşitler arası mücadeleyi değişmez, ebedi bir gerçek, bir doğal -veya ilahi- yasa saydıkları için; bireyler arasında olduğu gibi millet gibi “birim”ler arasında da eşitsizliklerin, belirleyen-belirlenen, ast-üst ilişkilerinin kaçınılmaz, hattâ ülke -ve dünya- düzeni için gerekli olduğuna inanırlar. Dolayısıyla bunlar açısından toplumsal eşitsizliklerin yarattığı gerilimler gibi, toplumu oluşturan etnik, dinî... topluluklar arasındaki gerilimler de birer veridir, temel birer gerçekliktir. Bunlar biçim değiştirebilir, azalır, artar ama hep vardır. Sorun bu eşitsizliklerin kabul edilebilir bir düzenini, gerilimleri dağıtacak veya yumuşatacak mekanizmaları oluşturmaktır.

Milliyetçiliğin, sağcı dünya görüşlerinin gözde ideolojisi olmasının da kaynağı buradadır. Kurulu veya kurulması tasarlanan bir millî devletin kutsanması, onun “gerekleri”ni ön plana çıkarma yaklaşımı olarak milliyetçilik, milleti homojen bir bütün saydığı oranda onun içindeki toplumsal... eşitsizlikleri de doğallaştırır. Ancak onun milleti, içindeki tüm eşitsizliklere rağmen homojen bir bütünlük, içinde eşitlik kıstasının söz konusu edilmemesi gereken bir organizma olarak algılatma becerisi, eşitsizlik “realitesi”nin tüm çıplaklığı ve biçimleriyle milletlerarası zeminde geçerli olduğunu “anlatabilme”sine bağlıdır. Bu beceri, millet içi eşitsizliklerin gerilimini de milletin -öteki- milletlerle ilişkisine yansıtmayı, aktarmayı mümkün kılar. Milliyetçiliğin “işleyebilmesi” için o denli gerekli olan “öteki millet”(ler)in “milletin toprakları” -ülke- dışında olması (aranması) da gerekmez. Çünkü istisnasız tüm millî devletlerin egemenlik sahası içinde, çoğunluğa “uyan” millet tanımının kapsamadığı birileri mutlaka vardır. Yoksa bile icad edilmek zorundadır.

Bütün bu anlatılanların ışığında, solun özel olarak sosyalist hareketlerin milliyetçiliğe derin bir şüpheyle bakmalarını ayrıca açıklamak gerekmez. Solun ve özellikle sosyalist hareketin milliyetçiliğe kategorik olarak karşı çıktığını söyleyememiz, modern tarihin başlarında “millet” kavramının, onlar tarafından da olumlu bir anlam ve işlev yüklenerek kullanılmış olması ile ilişkilidir. Ayrıca daha sonraki dönemlerde de, sömürgeleştirilmiş toplumların metropollerce empoze edilen rezilce hegomonik ilişkilerden kurtulmak için verdikleri mücadelenin ideolojisinin bir ezilen-aşağılanan ulus milliyetçiliği olarak şekillenmesinde ve onaylanmasında da büyük katkıları, hattâ öncülüğü söz konusudur.

Ancak, bu iki durumda da solun millet kavramının içerdiği kitle, bir kesin ayrıcalık ve eşitsizlik ilişkisinin mağdurlar tarafındakilerdir. Kendini ülkenin doğal efendisi, yönetme ve -temel zenginlik kaynağı addedilen- toprak mülkiyeti ayrıcalığına sahip aristokrasi(ler) karşısında burjuvazi dahil tüm sınıfları ile toplumdur millet (nation). Apaçık eşitsiz ayrıcalıklarla donanmış bir ilişki düzenini zorla kuran emperyalist metropoller karşısında sömürge ülkenin tüm ahalisini içerdiği gibi.

Ve dikkat edilirse solun millet olarak harekete geçmesini istediği kitle bir eşitsiz ilkeye karşı çıkan, eşit ilişki talep eden bir kitledir. Tasarlanan eşit ilişkiyi kabul eden herkese açıktır. Bir eşitsiz ilişkinin imtiyazlı, güçlü tarafında yer almak gibi bir amacı yoktur. Modern çağların başlangıcında aristokrasilere karşı milletin eşitlik mücadelesini verenlere “milliyetçi” denilirken, bu bakımdan yanlış bir anlama söz konusu değildi. Ancak daha sonraları aristokrasilerin fiilen ayrıcalıklı, “efendi” konumunu yitirmelerinden sonra, bu prestijli sıfatı, edindikleri egemen konumu pekiştirecek, meşrû saydıracak bir ideolojiye alet etmeye girişen burjuvazi, millet ve milliyetçilik kavramlarına bugün artık yerleşmiş içerikler kazandırmayı becerdi. Böylece millet, insanların seçimine, tercih ve iradelerine bağlı olmaksızın sahip oldukları veya öyle sayıldıkları birtakım -pek çoğu ve aslî olanları “doğuştan” gelen- ortak özellikleriyle (dil, din, ırk, yetiştikleri kültür ortamı...) oluşturdukları bir bütünlüğü; milliyetçilik ise bu bütünlüğün daha pekişip güçlenmesi ve böylece öteki bütünlükler (milletler) karşısında daha üstün, hükmedici konuma gelmesi için uğraşan düşünüş tarzını ifade eder oldu. Ayrıca işaret edilmelidir ki, milletin bu tanımlanışında millet içi derin eşitsizlikler geçiştirildiği gibi, milliyetçilik de bu eşitsizliklerin sorun edilmesine -bütünlüğü tehlikeye düşürdüğü gerekçesiyle- karşı çıkma, bu karşı çıkışı meşrûlaştırma rolünü üstlenir oldu.

Solun, millet kavramını zamanla terk ederek “halk” kavramına yönelmesi hem millet kavramının millet içi eşitsizlikleri konu dışı sayan bir içerik kazanmasından ötürüdür hem de solun insanları doğal veya doğuş koşullarından gelen özellikleriyle kategorize etmeyi temel değerlerine tamamen aykırı saymasından dolayıdır. Sol, sosyalizm için insanları, toplulukları niteleyen şeyler, bilinçli eylemleri, seçim ve edinimleridir. Sol, sosyalizm, aynı bilinçli duruşu, ahlâkî ve siyasî seçimleri yapan, yapabilecek olan, aynı edinimlere sahip olma kapasitesini haiz tüm insan soyu arasında, o insanların kendi iradeleri dışında taşıdıkları, uydukları doğal, tarihsel özellikleri ve koşullarının birer set gibi dikilmesine esastan karşıdır ve bu nedenle de milliyetçi olamaz, enternasyonalisttir.

Günümüze kadarki sosyalist hareketler tarihine bakıldığında, sosyalistlerin bu ilkeyi, açık ve çok boyutlu bir eşitsizliğin olduğu metropol-sömürge ilişkileri bağlamında tavırlarına tutarlı biçimde yansıttıklarını görebiliriz. Bu gibi durumlarda, pek az istisna hariç, metropol ülke sosyalistleri, -kendi- egemen ulus milliyetçiliklerine açıkça cephe almış, sömürgelerin bu eşitsiz ilişkiden kurtulmaları yönündeki mücadelelerine elden geldiğince destek olmaya çalışmışlardır. Sömürgelerin bu boyunduruktan kurtulma mücadelesine öncülük eden sosyalist eğilimler de, kurtuluş ideolojilerini metropol ulus/halkına karşı bir nefret, düşmanlık teması üzerine kurmamaya özen göstermişlerdir.

Fakat sosyalistlerin aynı tutarlılığı iki eşit statüde ulus veya yanyana, içiçe yaşayan uluslararası sorunlarda gösterebildikleri ne yazık ki söylenemez. Bunun her ülke sosyalistlerine özgü birtakım nedenlerinden söz edilebilse dahi, kanımızca bunun iki temel -genel- nedeni vardır.

İlk neden, sosyalist hareketin aslî olarak, bir siyasal hareket olması, örgütlenmesini tutum ve davranışlarını bu eksende belirlemesi gerektiğine dair giderek kökleşmiş önkabulden kaynaklanır. İktidara, iktidarın ele geçirilmesine ve bunun için gerekli siyasal hesap mantığına bu giriş, toplumlardaki eşitlik-eşdeğerlik arayışına tahvil edilebilecek sorunları güç-karşı güç hesap ve manevralarının diline tercüme etmeyi ve bu hesap ve manevraların mantığına teslim etmeyi gerekli kılar. Böylece örneğin bir ulus-devlet bünyesinde apaçık bir baskı ve tecrit durumu yaşayan küçük bir etnik dinî ... azınlık, ona karşı büyük çoğunluğun tepkisini zamansız üzerine toplamamak için sosyalist siyasî hareket tarafından görmezden gelinebilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki; siyasal bir hareket olarak örgütlenmek ve davranmak ulus-devlet çerçeve(leri)ni veri almayı, onların içinde davranmayı da gerektirir. Bu ise ulus-devletlerin öteki ulus-devletlerle rekabeti, çıkar çatışmaları çerçevesinde bir siyasal mücadele zeminine oturmak demektir. Böylece de tüm enternasyonalist diskurlara, ülke siyaset gündeminin sorunlarını bir dünya durumu bağlamında sunan girizgâhlara rağmen sosyalistlerin de millî önyargılar, öncelikler ve üstünlük güdüleri ile yüklü bu zemine kendilerini ve düşünce tarzlarını uyarlamalarının yolu açılmış olur. Kapitalizm yerleşiklik kazandığı ve kendince bir istikrarlı gelişim rotasına girdiği oranda sosyalistlerin de siyasî kaygılarla, zemin yitirmeme endişesiyle bu çarka kapılmaları kolaylaşır.

Bunun en çarpıcı kanıtı 1. Dünya Savaşı’dır. Daha yıllar öncesinden -kendi- ulus-devletleri arasındaki üstünlük yarışı ve çıkar çatışmalarının Avrupa’yı ve dünyayı korkunç bir savaşa sürüklediğini gören, bu gidişi kendi ulusal ve uluslararası kongrelerinde şiddetle mahkûm ederek, hükümetleri uyaran sosyalist partiler, kader anı geldiğinde her biri kendi ulus-devletinin meşrû savunma hakkını kullandığı gerekçesiyle, hükümetlerinin yanında saf tutup savaş kararlarını onayladı ve çoğu da savaş kabinelerine katıldı.

Şüphesiz bu tavır, sadece o sosyalist parti yönetimlerinin milliyetçiliğe ve millî devlet politikalarına prim vermeleriyle ya da millî devletlerin ihanet vb. gibi gerekçelerle yapacakları dizginsiz saldırıdan çekinmeleri gibi gerekçelere bağlanamaz. Şu da bir olgudur ki, o dönemde ulus-devletlerin körüklediği “millî dava” havası, bu partilerin “tabanı”nda da hayli geniş destek bulmakta, bu taban, partileri millî savaş ve seferberliğe katılmak için zorlamaktaydı. Söz konusu partiler önemli ölçüde milliyetçileşmiş bu zeminlerini yitirmeyi göze alamadılar.

Böylece, 1. Dünya Savaşı ertesinde uluslararası sosyalizmde, biri ülkesinin, ülke emekçi ve işçilerinin çıkar ve eğilimlerini ön plana alıp, enternasyonalizmi -gerektiğinde- bir destek faktörüne indirgemiş -sosyalist adlı- partileri, diğeri ise enternasyonalizm adına ülkesinin millî politikalarına karşı durmayı göze alan yani ülkesi içindeki tutumunu, dünya ölçeğindeki bir devrim stratejisine tâbi kılan -komünist adlı- partileri içeren iki rakip, birbiriyle çatışan iki kanat teşekkül etti.

Ancak, bu ikinci (komünist) ve görünürde enternasyonalist yaklaşım, sosyalizm hareketlerini dünya ölçeğinde bir iktidar, hegemonya veya güç mücadelesinin birer piyonu haline getirmekten başka bir şey değildi. 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal, üye partileri, 1917 Ekim Devrimi ile kurulan SSCB’nin şahsında somutlaşan sosyalist iktidarın korunması amacına ve onun bir devlet olarak yürüttüğü dış politikanın gereklerine göre belirlenen politikalar izlemeye yöneltmekteydi.

Örneğin, 1920’lerden 1960’lara kadar Türkiye’de sosyalist hareketi temsil eden, Komünist Enternasyonal’e bağlı TKP’nin Türkiye’de değil “Kürt sorunu”, Kürtler diye bir etnik topluluk yokmuşçasına bir politika izlemesi ve 1940’lara kadar yaşanan tüm Kürt isyanlarında esas olarak TC devletinin yanında bir tavır alması ve bu isyanları ya “gericilik” ya da “emperyalist kışkırtma, tertip” olarak nitelemesi doğrudan bununla ilgilidir. Çünkü, özetle ifade edersek; 1920-1940 döneminde SSCB, kurulmakta olan TC’nin devlet olarak kendisine karşı tarafsız bir politika izlemesine büyük önem veriyordu. Bu nedenle de TKP resmen yasaklanmasına, ardarda tevkifatlara uğramasına rağmen rejime karşı muhalefetini asgari düzeyde tuttuğu gibi, diğer tüm muhalefet hareketlerine karşı da rejimi destekleyen bir perspektiften bakıyordu. Özel olarak “Kürt sorunu”nda Kemalist rejim, 1930’lara doğru belirgin bir milliyetçi yaklaşımla Kürt varlığını reddeden sert bir baskı ve asimilasyon politikasını yürürlüğe koyduğunda dahi ne Komünist Enternasyonal’in ne de TKP’nin bu politikaya karşı çıkan, eleştiren bir girişimi olmuştur. 1970’lere kadar da SSCB, ABD ve “Batı” ile Yalta ve Postdam’da yaptığı nüfuz bölgeleri paylaşımı antlaşması uyarınca ABD ve “Batı”nın nüfuz sahasına dahil edilmiş Türkiye’de aktif olmama sözü verdiği için -tıpkı ABD’nin Doğu Avrupa ülkelerinde yaptığı gibi- denetimli bir propaganda faaliyetiyle yetinmiş ve güdümündeki TKP’nin “Kürt sorunu” gibi Türkiye için gayet hassas sorunları ile araştırma düzeyinde bile uğraşmamasını sağlamıştır.

1960’ların ortalarından itibaren SSCB güdümünün dışında gelişmeye başlayan sosyalist-devrimci hareketler de yine siyasal güç ve strateji hesapları nedeniyle “Kürt sorunu”nu uzun süre gündemlerine almamışlardır. Gerçi, ABD ve SSCB’nin nüfuz alanı paylaşımı dışında bıraktıkları, dolayısıyla kendi saflarına kazanmak için dolayımlı olarak mücadele ettikleri Irak’ta SSCB’den aldığı destekle harekete geçen ve önemli mevziler kazanan Barzani önderliğindeki hareketin de etkisiyle sosyalizme yönelen Kürt aydınlarının hatırı sayılır bir güçte temsil edildikleri TİP, bir iktisadî ve toplumsal geri kalmışlık/geri bıraktırılmışlık sorunu olarak içeriklendirilmiş bir “Doğu sorunu” adı altında Kürt sorununu gündemine almıştı. Ancak, 1960 sonrası hareketin asıl dinamik gücünü oluşturan kesimler, o sıralarda hep gündemde olan bir “sol” askerî darbe ihtimalini bir biçimde dikkate alan “devrim stratejiler”i peşinde oldukları için, bir ivme ve destek imkânı olarak gördükleri o “sol” darbecilerin “devrimci milliyetçilik”leri açısından hiç de hoş karşılamayacakları “Kürt sorunu”na değinmeyi -siyasî açıdan- doğru ve yerinde saymamaktaydılar.

Bu tutum 1971’e girerken değişti. SSCB ile uluslararası sosyalist hareketlerin önderliği için çatışmaya giren, aynı zamanda da ABD ve SSCB arasındaki dünya ölçeğindeki güç mücadelesinde bir taraf olarak yer almaya kararlı olan ÇHC’nin “sahneye girişi” ile ortaya çıkan ÇKP güdümündeki “Maocu” hareketler, “sol darbe” ittifaklarının dışına itilmelerinin de etkisiyle “Kürt sorunu”nu sert bir Türk milliyetçiliği eleştirisiyle gündemlerinin başat maddelerinden biri olarak açıkça ilân ettiler. Böylece açılan “Kürt sorunu”nu sahiplenme yarışı 12 Mart dönemi ile sekteye uğradı ama dönem ertesinde, Kürt sorununun neredeyse sansürsüz konuşulabildiği 1973 sonrası fiilî durumda Türk ve Kürt sosyalist/devrimci hareketlerinin ayrıştığı, ayrı örgütlerin kurulduğu görüldü. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yörelerde ancak Kürt -sosyalist- örgütlerin faaliyette bulunabileceğine dair bir kural fiilen yürürlüğe kondu. Kişilerin önce etnik aidiyetlerini daha sonra ideolojik tercihlerini dikkate alarak örgütlenmeleri genel kural haline geldi.


Sosyalist hareketlerin genel olarak milliyetçilikler karşısında özgün -enternasyonalist- bir tutum geliştirememelerinin, milliyetçiliği bir biçimde içselleştirmelerinin ya da Kürt sorunu türünden millî sorunlarda ancak “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gibi hiç de sosyalist yaklaşıma özgü denilemeyecek bir ilkeden türetilmiş “çözüm”ler üretebilmelerinin bir diğer nedeni de kapitalizmin işleyişi ile milliyetçilik arasındaki ilişkinin kavranılmasındaki sığlık ve yetersizliktir.

Bilindiği gibi, gelenekselleşmiş sosyalist teşhise göre, kapitalizm ile ulus-devlet ve milliyetçilik arasındaki bağ, burjuvazinin pazar ihtiyacı ekseninde kurulur. Bu teşhisin mantığında burjuvazi ve onun çıkarları ile millî devlet ve milliyetçilik arasında sahici, doğrudan bir örtüşme varsayılırken; toplumun daha alt tabakalarına gidildikçe böylesi bir örtüşmenin söz konusu olmaması gerektiği, sadece yanılsama, yanıltma ile sağlanabileceği sonucuna varılır. Kaldı ki, milliyetçiliğin burjuvazi için de kalıcı, sahici bir ideoloji olması durumu geçicidir, bu yaklaşıma göre. Burjuvazilerin ulusal pazarlarını kurma ve koruma, ulus ötesi pazarlar için birbirleriyle kıyasıya rekabet dönemi geride kalıp, sermayenin uluslararasılaşması hız ve yaygınlık kazandıkça burjuvazinin milliyetçilikle ilişkisi de sahiciliğini yitirir. Bu duruma gelindiğinde eğer ortada milliyetçi bir hareket varsa, bu ancak egemen burjuvazinin kendisine ve iktidarına karşı gelişen bir tehdit veya tehlikeyi önlemek için kullandığı manipüle edilmiş kesimlerin hareketi olabilir.

İki Dünya Savaşı arasında, Almanya ve İtalya gibi ileri endüstri toplumlarında geniş bir alt ve orta sınıflar katılımıyla ortaya çıkan -“aşırı” milliyetçi- faşizm ve Nazizm aşağı yukarı şu yukarıda özetlenen çerçeve içinde yorumlandı, tanımlandı.

Monarşilerin yıkılması, burjuvazinin yükselişi ve ulus-devletlerin kuruluş döneminde milliyetçiliğin önce devrimci burjuvazi öncüleri, sonra da burjuva devlet ve toplum düzeni ideologları tarafından sırayla sahiplenildiğinden bahsettiğimiz önceki bölümlerde, bu el değiştirme esnasında millet ve milliyetçilik kavramlarındaki içerik ve anlam değişimini de bilhassa belirtmiştik.

Milliyetçilik ve millet kavramı, bu dönemden itibaren günümüze kadar iki kez daha “el değiştirdi”. İlki kapitalizmin sosyalist devrim tehdidiyle tarihindeki en ciddi buhranlarla ardarda karşılaştığı ve iki dünya savaşı arası dönemin faşist-Nazi hareketleri iledir. Diğeri ise, 1970’lerin sonlarından itibaren ileri endüstriyel toplumlarda ortaya çıkan, “yabancı düşmanı” neo-Nazi, faşist hareketlerle olmuştur.

Hemen belirtelim ki, bu son iki dönemde de milliyetçiliği sahiplenenler görece farklı kesimlerdir ve bu ideolojiyi “devralanlar”, onu kendi statü ve durumlarına uyarlı kısmî bir içerik farklılaşmasına tâbi kılarak sahiplenmişlerdir. Dolayısıyla bir manipülasyon değil, sahici bir ilişki söz konusudur.

Sahiplenenleri -ve kısmen içeriği- değişerek milliyetçiliğin yükseldiği bu son iki dönemin ilkinin kapitalizmde ardarda buhranların ve yakın bir devrim tehdidinin yaşandığı bir dönem, ikincisinin de yine üretici güçlerde devrimci gelişmelerin ve bunun sonucu, iktisadî, sosyal ve kültürel alanlarda hızlı ve yaygın bir değişme ve altüst oluşların yaşandığı bir dönemdir (1980’ler ve sonrası). İlkinde milliyetçiliğin (faşist-Nazi hareketlerin) “taşıyıcısı küçük ve orta mülk-sermaye- sahipleridir” ikincisinde (neo-Nazi yabancı düşmanı hareketler) milliyetçiliği sahiplenenler kısmen yine bunlar olmakla birlikte toplumun daha alt kesimleri, ikinci endüstriyel devrimin ve globalleşmenin işsizliğe, her an kaybedilecek işlere mahkûm ettiği ya da bu tehdide en fazla marûz bıraktığı, “dışlanma” sınırında yaşayan “yerli” ahali ağır basmaktadır.

Milliyetçiliği bir eklenti olarak alan liberalizm ve sosyalizm gibi modern çağ ideolojileri, toplumsal statülerin, hakların, ilişkiler ve kuralların edinilmiş değer ve özellikler, nitelikler (sermaye, bilgi, maharet, çalışkanlık, mesleki hüner, ahlâki ve moral değerler...) üzerinden belirlendiği, belirlenmesi gerektiği varsayımı üzerine kuruludurlar son analizde.

Milliyetçilik ise tam aksine statülerin ilişki, kural ve hakların öncelikle birey ve toplulukların doğuştan gelen, değişmez özellikler dikkate alınarak düzenlenmesini, ancak bundan sonra edinilmiş değer ve niteliklerin göz önüne alınmasını ister. Milleti tanımlayan bu değişmez özellikleri taşıyanlar, taşımayanlardan üstün ayrıcalıklı ve daha “hak”lı sayılmalı; bunlar bir biçimde güvence altına alındıktan sonra “edinilmiş” değer ve niteliklerin de dikkate alınacağı bir düzen olmalıdır.

Milliyetçilik, kestirme bir deyişle, uygarlaşma süreci ile insanların, toplumların edindiği değer ve niteliklerin, kazandıkları özelliklerin, doğuştan -doğa veya ilahi irade tarafından- verili özelliklerimizi (millet tanımının aslî ögelerini) ikincilleştirmesinden, hattâ giderek silikleştirmesinden, “bozma”sından şikâyetçidir. Bunu ölümcül bir tehlike veya ölümcül tehlikelerin kaynağı olarak saptar.

Bu saptama, az önce belirtildiği üzre, kapitalist toplum biçimleri içinde yaşadığımız, son iki-üç yüzyıldır giderek hızlanan modern uygarlık sürecinin büyük buhran ve altüst oluş dönemlerinde belirli kesimler tarafından paylaşılan, daha doğrusu onlara bir “kurtuluş” imkânı sunduğu için sarılınan bir saptamadır. Söz konusu “belirli kesimler”, yaşanan buhran, altüst oluş dönemlerinde, o zamana kadar edinmiş olduklarını (sermaye, mülk, meslek, bilgi ve beceri...) yitiren, yitirme tehlikesini iliklerinde hisseden veya bunların yeni edinim değerleri -yeni bileşimde bir sermaye, bilgi ve beceri alanları, meslekler, kültür ve sanat etkinlikleri...- karşısında değersizleştiğini gören ve bunları ne edinebilme ne de bunlarla rekabet edebilme gücünü kendinde bulamayanlardır. Görüleceği üzre, buhran veya altüst oluş halindeki toplumsal düzen hiyerarşisinin derece derece her katından gelenlerce oluşmuş bir kitle olmakla birlikte, yaşanan buhranın en fazla “vurduğu”, edinimlerini tehlikeye attığı kesimler yoğunlukta ve önplandadır.

Bu kesimlerin “millî değer ve özellikleri”ni statülerinin korunması ve hakların tayininde esas alınmasını istemeleri için, o buhran ve altüst oluş durumunda şu veya bu edinimleriyle, edinilmiş değer ve nitelikleriyle var olan, ama o doğal ve değişmez “millî değer ve özellikler”e sahip olmayan ya da bunları yitirdiğine inanılan birileri olmalıdır. Faşizm ve Nazizmin milliyetçiliğinde bu bahsedilen kategoriye toplum içindeki azınlık milliyetler, enternasyonalist komünist ve sosyalistler, kozmopolitleşen yüksek burjuvazi sokuluyordu. 1980’lerin neo-Nazi milliyetçiliklerinde ise, benzer bir bileşimden söz edilebilirse de, 1920’lerde, örneğin “yabancı” milliyetlerin üst tabakasına vurgu yapılırken, 1980’lerde vurgunun alt -orta- tabaka “yabancılar”a kaydığı görülür. Kozmopolitizm konusunda da farklılık vardır. 1920’lerde ulus-devletin hâkim ulusunun dışındakiler derece derece düşmanlaştırılırken ve örneğin Avrupa’nın çeşitli uluslarınca yaratılmış kültüre açık bir yaşantı sürdürenler “millî”lik adına suçlanabilirken, yeni milliyetçilikler çok daha geniş ve esnek bir millilik ve millet tanımından hareket edebiliyor, örneğin Alman ve Avrupalı kimliklerini bağdaştırabiliyor.

Bir diğer önemli farklılığı, milliyetçiliğin millet-içi eşitsizliklerden doğan gerilimi yöneltme kanallarında görebiliriz. 1920’ler türü milliyetçilik bu gerilimden türeyen şiddet ve fizik gücü toplumdaki “gayrı millî” veya “milliliğini yitirmiş unsurlar”a yöneltmekle birlikte asıl olarak rekabet ve çatışma içinde olduğu diğer “üstünlük” iddiasına sahip uluslar başta olmak üzere tüm dünyaya -ona zorla kendi üstünlüğünü kalıcılaştıracak bir nizam vermek üzere- yöneltmeye kararlıdır. Saldırgan, hükümranlık ve nüfuz alanını sürekli genişletmeye matûf çok yönlü bir devlet politikası, “millî güç ve enerji”nin asıl yoğunlaştığı ve seferber edildiği kanaldır.

1980’lerin yeni milliyetçiliği, herhalde “milletler hiyerarşi”sinin kolay bozulamayacak biçimde “oturmuş” olduğunun zımnen kabullenilmesinden dolayı, öylesi “dışa dönük” bir saldırganlık, yayılma ihtirası içinde gözükmüyor. Hattâ ileri endüstriyel toplumlardaki neo-milliyetçilikler tanımladıkları geniş, esnek milletin ülkesi dışındaki dünya ile arasına kesin bir sınır koyup belirli ve zorunlu ticari ilişkiler dışında oralar ile ilgilenmemeyi savunuyorlar. Bunun nedeni şüphesiz, bu ileri endüstriyel toplumların eskiden özellikle hayatî hammadde temini sorunu dolayısıyla “dış dünya” ile, bilhassa hammaddece zengin “geri” ülkelerle ilişkiye girmelerinin ve bu yüzden de rakip güçlü/ileri ulus-devletlerle bu alanlar üzerinde mücadele etmenin zorunlu oluşu; ama özellikle ikinci endüstriyel devrimin bu tür hammadde ihtiyacını çok büyük ölçüde azaltan niteliği ile günümüz ileri endüstriyel toplumlar için “geri” dünya ile o eski ilişki-ilgi yoğunluğunun zorunluluk olmaktan çıkışı ile temelden ilişkilidir. Paradoksal biçimde bir iletişim ve bilgi patlaması devrimi yaşadığımızdan bahsettiğimiz şu çağda, bir yandan bu devrimin dünyayı bir global köye dönüştürdüğü söylenirken, bir yandan da bilhassa bu ileri endüstriyel toplumların kendi -”Kuzey”liler- dünyalarına kapanma eğilimlerinin arttığı gözlemlenebiliyor. Bu Kuzeyli dünyanın kendi içinde yaptığı ticaretin gerek miktar gerekse oran olarak sürekli artışı ve siyah Afrika gibi kimi bölgelerin sömürülmeye bile değer görülmeyerek “kendi haline” bırakılması gibi olgular bu “dış dünya”ya duyarsızlaşmanın kanıt ve göstergeleridir.

Bu Kuzey dünyasındaki yeni milliyetçiliklerin taşıyıcısı olan çoğunluk ulusa mensup dışlanmışlar ve dışlanma tehdidini en yakından hissedenler kesimi, kendilerinde ne onları bu noktaya iten toplumsal düzen ve gidişata karşı çıkacak bir güç ve moral ne de o düzenin daha güvenceli yerlerine tırmanabilecek bir potansiyel ve performans yeteneği göremeyenlerin büyük çoğunluğu oluşturduğu bir kitledir. Bulundukları eşitsiz ve giderek daha da dibe itilmekte olan durumdan doğan gerilimlerini kendi “dünya”larının dışındaki uluslara boşaltabilmenin geçmişteki örneklere benzer bir mantığı ve zorunluluğu yokken, içinde olduğu dünyanın “tepesindekiler” erişilmez bir kudret imgesiyle onları teslim almışken, enerjilerini ancak ve sadece yatay kanallarla, kendileri ile aynı toplumsal statü ve durumu paylaşan “yabancılar”a yöneltebilirler. Bu şiddetle boşalmayı meşrû kılan milliyetçi ideoloji, edinimlere yer bırakmayan, neredeyse salt fiziki, doğal özelliklere dayalı bir millet-ırk tanımına dayanabildiği için, başvurabilecekleri şiddetin hiçbir ahlâki sınırı, yasakladığı herhangi bir tarz da yoktur. Milliyetçiliğin “doğası gereği” cevaz verdiği güç ve şiddet ilişkisi, bu noktada tüm kayıtlardan “kurtulmuş”, salt kendisi, bizatihi kendisi amaç olan bir şiddet türüne indirgenmiş olur.


Sözü bu noktaya getirmemiz, bu yazının başlangıcında ele alınan “Kürt sorunu”ndan uzaklaştığımız anlamına gelmiyor. Tam aksine, eğer 1980’li ve ’90’lı yıllarda gündemimizde olan Kürt sorununun bu evresinin kapandığından, şimdi sorunun yeni bir evresine girdiğimizden söz ediyor isek şu yukarıda değinilen konu ve noktaları özellikle akılda tutmak gerekiyor.

“Millî sorun”lar ulus-devletler çerçevesinde asla çözümlenemez, ortadan kalkmazlar. Çünkü bizzat bu çerçevenin yarattığı sorunlardır ve bir -ya da Kürt sorununda olduğu gibi birkaç- ulus-devletin içinde marûz kaldığı “millî sorun”u kendi ulus-devletini kurma ideali doğrultusunda çözmeye çalışan bir hareket bu “ideali”ne varsa bile, hem o millî sorunu bu kez devlet formatında yaşayacak hem de kendi içinde yeni “millî sorun”lar türetecektir. Kaçınılmazdır bu. Millî devlet formunu ve onu meşrûlaştıran milliyetçi ideolojilerin ortak “doğası” ve iç işleyiş mantığı başka türlü sonuç üretemez çünkü.

O nedenle, şu anda PKK hâlâ dağılmış değilse ve üstelik yine de dikkate alınması gereken bir gerilla gücünü, hatırı sayılır bir kitlesel desteği tutuyor ise de; “Kürt sorunu”nun PKK formunda yaşandığı 1980’li ve ’90’lı yılları kapsayan dönem sona ermiş sayılabilir. Ama TC devletinin, kazandığı askerî-diplomatik başarıyla büyük ölçüde empoze etme imkânını edindiği “çözüm” ne olursa olsun, sorun, önümüzdeki yıllarda yine gündemimizde olacaktır. Milliyetçiliğin yalnızca ulus-devletle değil, bizzat kapitalist üretim tarzı -ki yakın tarihin sosyalist deneylerinin “üretim tarzı” da esasta buydu- ve toplum yapısı ile ilişkisini göstermeye çalışmamızın nedeni de buydu.

Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde Kürt ‘sorunu’ ‘eski’ biçimiyle değil, -Türkiye’ye AB yolu açık olduğu takdirde- çok daha hızlanacak ve yaygınlaşacak bir kapitalist ilişkiler zemininin belirlediği yeni koşulların etkilediği, farklı bir “taşıyıcılar” kitlesinde somutlanmış bir halde ortaya çıkacaktır. O nedenle şu anda PKK’nın strateji değişikliği ve TC devletinin muhtemel çözüm paketleri göz önüne alınarak Kürt sorununu şu sayılan koşullar üzerinden yeni bir değerlendirmeye tâbi tutmak, buna göre tavır belirlemek yararsız değilse bile çok yetersiz ve geçiciliğe mahkûmdur.*

Kaldı ki, Türkiye’nin 1980’li ve ’90’lı yıllarda Kürt sorunu ile yaşadığı dönem, bu ülkenin ve özellikle Kürtlerin sosyolojik yapı ve durumunu büyük ölçüde değiştirmiş, geri dönülemez biçimde farklılaştırmıştır. Yalnızca bu neden bile, Kürt sorununun günümüze kadar yaşandığı biçimiyle geride kaldığını göstermeye yeterlidir.

Ancak bu noktaya gelişin belli aşamalarını kısa bir tarih hatırlatmasıyla vermek ışık tutucu olabilir. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bu halkın sosyo-ekonomik yapı, ilişki ve durumunun çok yakın tarihlere kadar fazla değişmeden kaldığı bilinir. Ama buna mukabil, Kürt sorununun tarihinde, sorunun önderliğini, yürütücülüğünü “devralan” kesimlerin sıralanışı anlamlı bir çizgi oluşturur. Nitekim 19. yüzyıl ortalarından başlarsak ilk Kürt isyanlarının -Nehri İsyanı gibi- aşiret beylerinin, Kürt aristokrasisi ögelerinin önderliğinde, o kesime özgü talep ve kararlarla başlatıldığını, yüzyıl sonundan itibaren ise Şeyh Ubeydullah, Şeyh Sait, Şeyh Abdülkadir ve Barzaniler gibi dinî önderliklerin ağırlık kazandığını görürüz. Bunlar, Kürtlerin içinde yaşadığı -Osmanlı ve Kaçarlar İran’ı gibi- imparatorluk düzenleri içinde mümkün ve doğal sayılan talepler ve hedeflerle hareket etmekteydi. Ancak Türkiye’deki Şeyh Sait İsyanı ile birlikte yine Kürt aristokrasisinden, ama bu arada cılız Kürt burjuvazisinden gelme olup “aydın” nitelikleri baskın bir kesimin de devreye girdiği, bir Kürt ulus-devleti hedefinin ve ideolojisinin bunlar tarafından işlenmeye başladığı görülür. Daha sonra ağırlığı ve nüfuzu artacak olan bu kesim, 1960’lı yıllara kadar Ortadoğu’da Kürt sorununun başgösterdiği hemen her gelişmede Kürt aristokrasisi ve tarikat şeyhlerinin hâkim olduğu toplumu, onların aracılığı ile harekete geçirebilmişti.

PKK bu açıdan bir dönüm noktası sayılmalıdır. Çünkü PKK, bir yandan 1960’larla birlikte “sosyalistleşen” bu Kürt aydınları kesiminin uzanımı ve mirasçısıdır, ama o aydınların bile 1960’lı yıllarda dahi veri almak zorunluluğunu duydukları aşiret ilişkileri ağının dışında bir kitleselleşme imkânı arayan ve bulan bir hareketin başlatıcısıdır. Önder kadrolarının Kürt aydın kesiminin “alt tabakaları”ndan gelişi ve kuruluşundan sonra epey uzunca bir süre daha üst tabaka aydınların ağırlıkta olduğu örgütlerle sert bir “iktidar” kavgasına yoğunlaşması, bu olgunun tezahürleridir. PKK’nın bölgede de etkisini gösteren kapitalist gelişmelerin kısmen çözdüğü aşiret ilişkilerinin “serbest”leştirdiği kesimlerden gördüğü desteğin 1980’li yıllarda hızla büyümesinde 12 Eylül rejiminin Kürtlere yönelik politikasının önemli bir “katkısı” şüphesiz vardır. Ama bu “katkı”nın ancak sözünü ettiğimiz toplumsal değişim koşullarında gerçekleşebilir olduğu da unutulmamalıdır. PKK’nın bu “ayırdedici” sosyal tabanı, onun, o güne kadar hiçbir Kürt ayaklanmasının başaramadığı bir adımı, hareketinin tüm bölge ulus-devletlerindeki Kürtler arasında örgütlü destek bulabilmesini açıklamanın da anahtarıdır. Ancak ayaklanmayı sürdürme ve yaymanın siyasal gerekleri, PKK’yı aşiret ilişkilerinden aşiretler içi ve arasındaki çatışmalardan “geleneksel biçimde” yararlanma yoluna da çekmiştir. Fakat bu ikili sosyolojik yapısına rağmen PKK’nın varlığında, tüm Ortadoğu çapında bir Kürt hareketinin olabilirliği ihtimali ilk kez gerçekleşmiş sayılmalıdır.

En az bunun kadar önemli ve sorunun gelecekteki halini etkileyecek nokta, PKK ayaklanması döneminde Kürtlerin genel sosyolojik durumundaki büyük değişimlerdir. Diyarbakır, Batman gibi şehirlere ve birçok kasabaya, boşaltılan köylerden gelen veya köylerini terk ederek yerleşen yüzbinlerce Kürt köylüsünün pek çoğunun bu şehirlerde kalacağı, buna bir de Batı ve Güney Anadolu metropollerine aynı nedenlerle gelen çok daha fazla sayıda insanın ekleneceği, artık bilinen bir olgu. PKK olayı sürerken bütün bu insanlar şu durumlarının geçici olduğunu düşünerek yaşadılar ve tüm tavırlarını da henüz dışına düştükleri toplumsal konum ve ilişkilerin terk edilmemiş alışkanlıkları, gelenekleri içinde aldılar.

Ancak şimdi karar zamanıdır. Durum ve yerlerinin geçiciliği fikri bırakılarak nerede ve nasıl yaşanacağına karar vermek ve sonra da bunun imkânlarını araştırmak, bulmak ve bu veriler üzerinden bir düşünüş ve varoluş biçimini oturtmak gerekmektedir.

Bu noktada 1980’leri veya ’90’lı yılları yetişkin olarak yaşayanlar daha kolay karar verebilir, kendilerini fazla değişmiş saymayabilirler. Ama bir de aynı yıllarda çocukluğunu yaşamış, gelecekteki Kürt topluluklarını oluşturacak olanlar vardır. Apar topar geldikleri kentlerde pek çoğu iyi bir eğitim imkânından tamamen uzak, bir meslek ve formasyon edinme imkânını da o kadar az bulabilmiş bu genç ve büyüyen milyonlarca insan, “hayat”la bizzat yüzyüze geldiklerinde kendi kararlarını verme noktasında olduklarında ne yapacaklar, nasıl düşünecekler? Ve bu “donanımsız” halleriyle o yüzbinlerce yoksul Kürt kökenli genç bu iğreti kentlilikleri ile şu neo-liberal, kapitalist cangılımızın istekleri azdıran, tatmin yollarını sertleştiren, acımasızlaştıran ortamında “hak ve imkân” arayışını nesi ile meşrûlaştırabilecektir?

İleri endüstriyel toplumlarda on yıllar öncesinden görmeye başladığımız yeni milliyetçilikler şu gayet genel hatlarıyla çizilen tabloya bakıldığında Türkiye için ne kadar uzak görünüyor acaba? Kaldı ki, bu tablonun bir de “Türk tarafı” olacaktır.

Bu iki tabloyu henüz üstüste çakışmış halde görmedik. Ama göreceğimiz günler hiç de uzak sayılamaz.

PKK ayaklanmasının resmen kırk bin cana malolmuş bilançosu içimizi titretirken, yine de daha kötüsünden -kıl payı- sıyrıldığımızı, bunca kan ve şiddete rağmen halklar arasında bir iç savaş yaşamadığımızdan dolayı teselli bulabiliyorduk. Gelecekte, şu yukarıdaki tablo üzerinden yaşanabilecek bir Kürt sorununda aynı teselliyi bulabilme umudumuz bile olmayacaktır. Kürt ayaklanmaları tarihine bakanlar kan ve şiddet bilançosunun giderek yükselen bir trend izlediğini, her ayaklanmanın bir öncekinden daha yaygın ve kanlı bir bilanço verdiğini göreceklerdir. Şimdi hangi gerekçeye dayanarak, hangi “millî sorun çözümü”nün, bu tür çözümlerin kendisinden üretildiği milliyetçi ideolojiler ve millî devlet formatlarının hangi mucizevi kudretine güvenerek, bu trendin tam tersine işleyeceğini, onu yok edeceğini söyleyen, imâ eden bir dille, o dilin mantığıyla konuşmayı sürdürebiliyoruz?


Tekrar edelim “millî sorun”lara siyasal çözüm yaklaşımı bir bataklıktır. Burada çözüm yoktur. Bu çözümsüzlüğün kaynağı ise, insanların, toplulukların yaşadığı sorunları “millî”liğin diline tercüme ederek mahiyetlerinden uzaklaştıran siyasî yaklaşımdır. Her tür sorunu iktidar ve iktidarın kullanım biçimleri, tarzı ve düzeni ile ilişkilendiren, bu yönüyle kavrayan ve son analizde bir güç ilişkileri zemininde işlediği için, sorunlara bulduğu çözümlerle gerçekte sadece güç ilişkilerine bir yeni biçim giydirerek, kendini var eden güç ve şiddete teşne -doğal- yanımızı besleyen, böylece ebedileştiren ve insanî yanımızın tüm gelişim ve edinimlerini araçlaştıran bu yaklaşım, milliyetçilikle etle tırnak gibidir. Ve o nedenle de kendi mantığını benimsettiği her ideolojiyi de milliyetçileştirir.

Bu yaklaşımın ezilen milletler için öne sürdüğü o sözde hayırhah “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi, tarihin bir noktasında teşekkül etmiş, “ulus-devlet”lerce teşekkül ettirilmiş veya ettirilecek milletlere, ulus-devlet formatının ideal ve ebedi bir form olduğu duygu ve inancını verir. Söz konusu millet içindeki her ideolojinin “millî sorun” bahsinde aynı ilkeye referans vermesi ile bu duygu ve inanç da pekişir. Ama ne bu milletlerin giderek daha aşağı tabakalarında yoğunlaşan inanç ne de bu inanç üzerine işleyen ulus-devlet kurumları, kapitalizmin gözde başat edinimleriyle donanmış millet mensuplarının ulus-devlet çerçevelerini fiilen hükümsüz bırakan bir varoluş ve yaşama tarzı geliştirmelerini böylece de milletler üzerinde yeni bir üst milletin oluşmasına engel de değildir. Şimdi bu yeni-üst milletin yeryüzünün tüm ulus-devletlerinde derece derece var olan mensuplarının küçümser ve aldırmaz bakışları altında; tüm milletlerin alt tabakasındakiler, kapitalizmin her yerde, giderek artan ve sertleşen fırtınasında emek ve alınterleriyle edindikleri her şeyin, bilginin, ustalığın ve insanî nitelik ve değerleri yitirmenin korkusu ve acziyle çırpınmaktadırlar. Bu durumda onlar milliyetlerine, hazır veya müstakbel millî-devletlerine sarılmaktan başka yol bulamazlarken; bu çaresizliği kutsamak mı doğrudur; yoksa tüm güçlüklerine rağmen edinimlerimizle insan olduğumuzu edinimlerimizle zenginleşip ortaklaştıkça o şiddet yüklü millet hapishanelerinden kurtulup insanlık haline geleceğimizi bıkmadan hatırlatmak ve bunun -siyasetten çok önce- hayali içinde yol ve imkânları üzerinde uğraşmak mı?

(*) Bilhassa sosyalistlerin bunu dikkate almaları gerekir. Çünkü bugüne değin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada da sosyalistlerin “millî sorun”lar karşısında gösterdikleri performans hiç de iç açıcı değildir ve özellikle kendi özgün ideal-değer ve amaçları düşünüldüğünde hayal kırıcıdır. Bu noktada başkaları ile kıyaslandığında olumlu sayılabilecek sonuçların alınabilmiş olması hiç de yeterli bir teselli sayılamaz. Çünkü her hareketin başarısı kendi idealleriyle orantısına bakılarak ölçülmelidir.