Bir Kitap ya da Cinayetin Anatomisi

H. ÖZDEMİR-K.ÇİÇEK-Ö.TURAN-R.ÇALIK-Y.HALAÇOĞLU

Ermeniler:

Sürgün ve Göç

TTK Yayınları

Ankara 2004

Bir kitap ya da

cinayetin anatomisi

TANER AKÇAM

Türk Tarih Kurumu tarafından, 5 ortak yazarlı (Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık ve Yusuf Halaçoğlu) bir kitap yayımlandı: Ermeniler: Sürgün ve Göç, (Ankara 2004) [Bundan sonra Kitap]. Kitabın sunuş yazısı, TTK başkanı ve kitabın yazarlarından Yusuf Halaçoğlu tarafından kaleme alınmış. Halaçoğlu, oldukça kuvvetli bir iddiada bulunuyor: “Kitapta sunduğumuz çeşitli ülkelere ait belgeler, bugüne kadar Ermenilerle ilgili ileri sürülen iddiaları tamamen ortadan kaldıracak niteliktedir,” (s. VII). Aslında kitapta bu iddiayı haklı çıkartacak herhangi yeni bir belge ve bilgi yok. Kitap, esas olarak sürgün öncesi ve sonrası Ermeni nüfusu üzerine bir tartışma yapıyor ve sürgün edilen Ermenilerin çoğunun hayatta kaldığını iddia ederek, sistemli ve planlı bir katliam olmadığı tezini ispat etmeye çalışıyor. Gerçi yazarlar, “Birinci Dünya Savaşı esnasında vukubulan olaylarda Ermenilerin toplam olarak 200.000 kayıp verdiklerini” kabul ediyorlar, (Kitap, s. 106) ama bunun planlı bir katliam sonucu olmadığını da belirtiyorlar.

Yazarların, ölüm olaylarının nedenleri konusunda yaptıkları izahlar da, bugüne kadar bilinen iddiaların basit bir tekrarından ibarettir. “Ermeni örgütleri, Osmanlı Devleti’yle resmen mücadeleye girmişler, öldürmüşler ve ölmüşlerdir.” “Tehcir”, “Osmanlı Devletinin meşru müdafa” hakkı idi ve tabii ki “kusursuz değildi”; “yeterli yiyecek bulunamaması, eşkiya gruplarının kontrol edilememesi, bulaşıcı hastalıklarla mücadelede yetersiz kalınması, bir kısım devlet görevlilerinin suistimalleri gibi sebepler” nedeniyle “Ermeniler acılarla dolu bir dönem” yaşamışlardır, (Kitap s. 179).

Hattâ yazarlar daha da ileri giderek, Ermenilerin tüm bunları hak ettiklerini bile iddia etmektedirler.

“Ermeni tehciri, Osmanlı toplumunda kendi halinde yaşayan bir topluluğa karşı alınmış bir karar olarak değerlendirilmemelidir. Yani Ermeniler bu konuda tümüyle masum değildir. Öyle ki, tam Çanakkale’de ölüm-kalım mücadelesinin verildiği bir sırada, düşmanla işbirliği yapan ve planlı bir biçimde isyan eden bir topluluğa karşı her devletin alacağı yasal tedbirler ne olabilir? Neticede Ermeniler kaybetmiştir. Kazanmış olsalardı, tıpkı Yunanistan gibi, Sırbistan gibi, Bulgaristan gibi bağımsız bir devlet kuracaklardı. Ermenilerin bu hareketi, onların Anadolu’dan çıkarılmalarıyla neticelenmiştir”. (Kitap, s. 179)

‘Devlet, eğer zorunlu olursa, kendi vatandaşlarının önemli bir kısmının ölümünü de göze alarak, onları sürebilir ve bu da çok normaldir’ biçiminde özetlenebilecek bu tezin, günümüzde herhangi bir devlet adamı tarafından bile bu kadar fütursuzca savunulamayacağı ileri sürülebilir. Hatta, hiçbir devletin böyle bir hakka sahip olmadığı, bunun çok açık bir temel hak ihlali olduğu da ileri sürülebilir. Ama benim bu makaledeki amacım, ne yazarların savundukları bu tezin doğru olup olmadığı, ne de doğru olsa bile etik açıdan savunulup savunulmayacağı değildir. Yazarların, kendi rakamlarıyla, 200.000 Ermeninin ölmesini “haklı” bulmaları ve “normal” karşılamaları her ne kadar, Türkiye’de 1915 olaylarını ele alış mantığı konusunda bize önemli bir ipucu verse de, ben burada konunun çok başka bir boyutuyla ilgileneceğim. Kitabın yazarları, kendi tezlerini haklı göstermek amacıyla ellerindeki belgeleri tahrif etmişlerdir. Hangi tezi savunursanız savunun, elinizdeki belgelerle oynama hakkına sahip değilsiniz; bu makalenin ana fikri budur.

Kitap üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, Ermeni nüfusu konusunda bugüne kadar yapılan çeşitli çalışmaların genel bir özeti verilir. İkinci bölümde, tehcir ve Suriye’ye nakil konusunda gene bir takim rakamlar ve bilgiler aktarılır. Üçüncü bölümde ise geri dönen Ermeniler konusunda özellikle Amerikan misyoner raporlarına ve Ermeni kaynaklara dayanarak bazı rakamlar aktarılır. Birinci Bölüm’de, 53 sayfa boyunca, yazarlar, zaten bilinen ve konuyla ilgilenenlerin neredeyse ezberlediği nüfusa ilişkin rakamlar konusundaki çeşitli çalışmaları tanıtırlar. Aslında bir tekrar olmasına rağmen, bu kadar kaynağı bir arada görme şansına sahip olmayanlar için kitabın iyi bir başvuru kaynağı olabileceği de ileri sürülebilir.

Yazarlar, yaptıkları geniş özetin sonunda, Osmanlılarda Ermeni nüfusu konusunda kesin rakamlar olmaması nedeniyle, var olan tahminlerin ortalaması olan bir tahminde bulunmayı tercih ederler; “bilimsel yöntemlerle ortaya konulan tüm çalışmalarda ‘kabul edilebilir’ bulunan rakam(ın)”, “1.500.000’den az olmadığını tahmin etmekteyiz. Malesef bu verdiğimiz rakam da kesin ve net rakamlar değildir,” (Kitap, s. 52).

Yazarlar, kendi nüfus tahminlerinde bulunurken de, iç tutarlılık göstermeye çok itina etmezler. Bilinen bir konudur; Osmanlı Devletindeki Ermeni nüfusu rakamlarının, Osmanlılar tarafından kasıtlı olarak “az” ve Ermeniler tarafından ise kasıtlı olarak “olduğundan fazla” gösterildiği iddia edilir. Özellikle, politik nedenlerden dolayı Osmanlı yöneticilerinin Ermeni sayısını bilerek ve kasıtlı olarak az gösterdiği oldukça yaygın bir tezdir. Kitap yazarları, Osmanlı topraklarında en az 1.5 milyon Ermeni’nin yaşadığını ileri sürerek, Ermeni nüfusunu 1.23 milyon gösteren Osmanlı istatistiklerine yönelik bu eleştiriye katılırlar ama kitap boyunca Osmanlı kaynaklarının tek güvenilir kaynak olduğunu tekrar etmekten geri de durmazlar, (Kitap, s. 49).

Bu iç tutarsızlık, Ermeni kaynakların aktardığı rakamlar ele alınırken de gözlenir. Bilindiği gibi, Ermeni kaynaklarındaki, özellikle Kilise nüfus kayıtları konusunda iki karşıt arguman kullanılır. Birinci argüman esas olarak “Türk tarafı”nca kullanılır ve Ermenilerin, politik nedenlerle, kasıtlı olarak kendi sayılarını yüksek gösterdikleri iddia edilir. Diğeri ise, “Ermeni tarafı”nca ileri sürülür ve Ermenilerin devlete daha az vergi vermek için, kasıtlı olarak sayılarını düşük gösterdikleri iddia edilir. Kitap boyunca, tuhaf bir biçimde yazarlar bu iki argümanı da kullanırlar. Ne zaman Ermeni kaynaklı bir rakam aktarsalar, “kasıtlı olarak abartılmıştır”, “tutarsızdır” diye ekleyerek bu argümanı tekrar ederler, (Kitap, s. 22, 23, 24 vb.) Yani yazarlara göre de, Ermeniler, kasıtlı olarak kendi rakamlarını “yüksek” göstermektedirler. Ama kitap boyunca, karşı tez de aynı şekilde, doğru kabul edilerek ileri sürülür. Birçok yerde, “Cemaat liderleri”nin, “vergi yükünden kaçmak amacıyla, her zaman nüfusu olduğundan düşük gösterme eğiliminde” oldukları tekrar edilir, (Kitap, s. 9; 31). Burada ayrıntısına giremeyeceğim, bunun gibi birçok başka iç tutarsızlık tüm bir kitap boyunca söz konusudur.

NİÇİN KİTAP ELEŞTİRİSİ

Eğer kitap, hem herhangi yeni bir belge ve tez ileri sürmüyor ve bilinen argümanları tekrar ediyorsa ve hem de çok basit iç tutarsızlıklara sahipse, niçin hakkında tanıtım -eleştiri- yazısı yazmak gerekiyor? Bunun üç önemli nedeni vardır. Birincisi, kitabın Türkiye’de, “büyük bir olay” olarak basın toplantısı ile tanıtılmasıdır. Kitap ve bulguları, çok önemli bir haber olarak hemen her gazete tarafından kamuoyuna duyuruldu ve Türk Tarih Kurumu “Ermeni tezlerini çürüttü” biçiminde lanse edildi. Kitab’ın, “yıllarca süren” ve “yabancı arşiv belgelerine dayanarak yapılmış bir çalışma” olduğu önemle belirtildi; “İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız, Alman, Avusturya ve Rus arşivlerinden toplanan belgelerle” Ermeni tezlerinin geçersizliğinin kanıtlandığı iddia edildi.[1] Sonuçta kitabın, alanında değişikli yaratan, son derece önemli bir eser olduğu doğrultusunda ciddi bir propaganda faaliyeti yürütüldü. Bu durum, Türkiye Kamuoyu’nun, bilinçli olarak nasıl yönlendirildiği konusunda önemli bir örnek teşkil etmektedir. Ve Kitap, kamuoyu yönlendirmenin bir aracı olması itibarıyla ele alınmayı hak etmektedir.

İkincisi; “Resmi Türk Tezi” olarak adlandıracağım tez savunucuları, bugüne kadar yabancı arşiv belgelerine karşı son derece eleştirel (soğuk) bir tutum takınıyorlardı. Bu arşiv malzemelerinin gerçekleri yansıtmadığı ve propaganda amacıyla üretilmiş oldukları bugün dahi yaygın olarak kullanılan bir tezdir.[2] Nitekim elimizdeki kitapta da benzeri fikirlere bolca yer verilmiştir. Kitap boyunca, “Lepsius, Morgenthau, Bryce ve Tonybee” gibi şahsiyetler, “o günün şartlarında ülkelerinin propaganda görevini yerine getiren” kişiler olarak takdim edilmiştir. Bunların kullandıkları materyalin, “o dönemin savaş şartlarında olağan olarak tarafgir yazılmış raporlar ve uydurulmuş propaganda malzeme(si)” olduğu sıkça tekrar edilmiştir, (Kitap, s. 176, ayrıca s. 67-9).

Fakat yine de kitabın bir ilke imza attığından söz edebiliriz. “Resmi Türk Tezi” ilk defa, esas olarak, yabancı arşiv malzemelerine dayanılarak savunulmuş ve bu arşiv malzemelerinin “Resmi Türk Tezi”nin doğruluğunu kanıtladığı ileri sürülmüştür, (Kitap, s. VII-VIII). Yazarlar, Lepsius, Morgenthau ve Toynbee gibi şahısların, “dayanıksız katliam bilgileri, tutarsız haber ve raporlar, birbirleriyle çelişkili beyanatlar”a dayanarak kitaplarını hazırladıklarını, kendilerinin ise “ciddi makamlara sunulmuş resmi raporlar ve yazışmalar”a dayanarak elimizdeki araştırmayı yaptıklarını söylemişlerdir, (Kitap, s.177).

Başta Almanya olmak üzere, Amerikan, Avusturya ve İngiliz arşiv malzemelerinin Osmanlı Hükümetini ve onun Ermeniler yönelik politikalarını şuçlayıcı karakteri yeteri kadar bilinen bir konudur. Bilim dünyasında, 1915’in sistemli bir imha olduğu yolundaki tezler büyük ölçüde bu ülke arşiv malzemeleri esas alınarak savunulur. Bu nedenle, bu malzemeler, çoğunlukla Ermeni kökenli araştırmacılar tarafından, özellikle de soykırım tezini ispat etmek amacıyla önemli ölçüde yayımlanmışlardır.[3] Eğer, ortada, bu arşiv malzemelerine dayanarak, “Ermenilerin, planlı olarak imha edilmek gibi bir harekete uğramadığı” (Kitap, s. 177) ileri sürülüyorsa, bu iddia ele alınmak zorundadır.

Üçüncüsü, ikinci nedenin doğrudan devamıdır ve bu arşiv malzemelerinin nasıl kullanılmış olduğu ile doğrudan ilgilidir. Kontrol ettiğim Alman ve bazı Amerikan belgeleri, yazarlar tarafından, kendi tezlerine uygun hale sokmak amacıyla kasıtlı olarak tahrif edilmişlerdir. Bu tahrifat dört biçimde yapılmıştır. Birincisi, (belki dil yetersizliği nedeniyle) çeviri açıkça yanlış yapılmıştır; ikincisi, çeviri sırasında orijinal belgedeki bilgiler kasıtlı olarak değiştirilmiştir; üçüncüsü, belgelerden kendi iddialarını çürütecek kelime veya cümleler çıkartılmıştır; dördüncüsü, yazarlar belgeleri çevirmek yerine özetlemişlerdir ve ama cümle ve paragrafların atıldığını belirtmemiş, göstermemişlerdir. Açık anlam tahrifatına yol açan bu özetler orijinal belge imiş gibi sunulmuştur. Ayrıca yazarlar, alıntı yaptıkları kişilerin hiçbir biçimde kastetmedikleri şeyleri, sanki onların fikri imiş gibi aktarmışlardır. Ortada bilim adına işlenmiş bir cinayetin var olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.

Bu nedenle, Türk Tarih Kurumu ve yazarlarının yaptığı, Alman Dışişleri Bakanlığı ve Lepsius’un 1919’da yaptıkları ile kıyaslanmalıdır. Alman Hükümeti, Almanya’nın Ermeni Soykırımında suçsuz olduğunu ispat için, Lepsius ile işbirliği içinde, ellerindeki belgeleri kasıtlı olarak tahrif ederek, değiştirerek, kendilerini suçlayıcı bölümleri çıkartarak yayımlamışlardı.[4] Türk Tarih Kurumu ve onun memurları olarak beş yazar, yabancı arşiv belgelerinin orijinallerini, Türk Hükümetinin Ermeni Soykırım konusundaki resmi tezine uygun olarak, çarpıtmış, yanlış çevirmiş ve tahrif etmişlerdir. İngilizce konuşan kamuoyunun ve bilim dünyasının yapılan bu tahrifatları bilmesi, Türkiye’deki “inkâr endüstrisinin” faaliyetlerini anlamak açısından gereklidir.

Bu üç nedene belki bir dördüncü neden daha eklemek gerekmektedir. İstanbul’da Ermenice-Türkçe olarak yayımlanan Agos isimli haftalık dergide yazdığım köşe yazılarında, üç hafta üst üste kitap hakkında eleştirilerimi dile getirdim ve yazarlar tarafından yapılan kasıtlı tahrifatlara ilişkin birkaç örnek verdim.[5] Kitabın yazarlarından Prof. Kemal Çiçek, eleştirilerime, şahsıma yönelik hakaretlerle dolu olan uzun bir cevap gönderdi.[6] Agos’ta yayımlanan bu cevabında Prof. Çiçek yeni bir takım iddialarda daha bulundu ve daha da önemlisi, farkında olmadan, belgeleri tahrif etmede belli bir metod takip etmiş oldukları konusunda, şaşırtıcı bilgiler verdi.

Burada, kitapta ileri sürülen tezlerin tümü ele alınmayacaktır. Sadece bazı belgelerin nasıl tahrif edildiği gösterilecek ve bunu arkasındaki mantık açığa çıkartılmaya çalışılacaktır.

1. ÖRNEK: ALMANYA TRABZON KONSOLOSU

BERGFELD’İN 25 TEMMUZ 1915 RAPORU

1915’te, Ermenilerin sürgünleri sırasında sistemli ve planlı bir katliam olmadığını ispat etmek isteyen yazarların başvurduğu kaynaklardan birisi, Alman Trabzon Konsolosu Bergfeld’in 25 Temmuz 1915 tarihli mektubudur.[7] Mektup, sadece planlı bir katliam olmadığının kanıtı değil, aynı zamanda, Ermenilerin “değerli ev eşyalarını satabil(dikleri)”nin kanıtı olarak da kullanılmıştır. Çevirideki çok önemli dil hatalarının yanısıra, belgeyi kasıtlı olarak çarpıtılarak çevrilmiştir. Yazarların tezlerini çürütebilecek ifadeler çeviriden çıkartılmıştır.

Önce çok basit çeviri hatasına bir örnek:

“Ermenilerin Trabzon’dan sevklerinden hemen sonra, öldürülmelerinin başlamış olduğu... söylentileri yükselmeye başladı. Trabzon’da Türk düşmanı fantazilerin en inanılmaz biçimde [topraktan] fışkırdığı tecrübeyle sabittir [tecrübe göstermiştir]. Bu söylentiler, bu nedenle, Şansölye Konsolosluğu tarafından büyük itidalle karşılandı. Mamafih, söylentiler bu arada öyle kesin iddialar biçimini aldılar ki, Türk ve Alman itibarının menfaatleri açısından kendimi, bu iddiaların doğruluk derecesini araştırmakla yükümlü hissettim,”[8]

cümleleri şöyle çevrilmiştir:

“Ermenilerin Trabzon’dan tehcir edilmesinden sonra, onların idamlarının başladığı... spekülasyonu dolaşmaya başladı. Düşman fantezisinin Türklere, Trabzon’da akan kanın sorumluluğunu yüklediği ortaya çıkmaktadır. Spekülasyonlar, Alman konsolosluğu tarafından derin bir sessizlik içerisinde araştırıldı. Onların doğruluğunu ortaya çıkarmak Alman ve Türk prestijinin menfaatleri açısından vazife kabul edildi ve konsolosluk görevlileri belirli iddialar üzerinde yoğunlaştılar,” (Kitap, s. 78)

Dil hatalarından daha önemli olan, belgenin içeriğinin açıkça tahrif edilmesidir. Almanca, “Ausserdem begegneten wir drei Arbeitern, welche uns berichteten, am Morgen mit der Absuchung des Flusses und der Beerdigung gefundener Leichen beauftragt worden zu sein,” cümlesi “bundan başka bize malumat veren üç işçiye de rastladık”, biçiminde çevrilmiştir. Oysa cümlenin aslı: “Bundan başka, sabahleyin, ırmağın aranması ve bulunan cesetlerin gömülmesi ile görevlendirilmiş olduklarını söyleyen üç işçiye rastladık.“ Yine bunun gibi, “...ein Beweis, dass eine planmässige Beseitigung etwaiger Leichen bisher nicht erfolgt war“, cümlesi, “bu muhtemel cesetlerin planlı olarak yok edilmediğinin bir delili” olarak çevrilmiş. Oysa anlam tam tersi: “muhtemel cesetlerin planlı olarak imha edilmelerinin şimdiye kadar yapılmamış (başlamamış) olduğunun bir delili.”

Sonuçta,

“Bu sırada yaklaşık 7 gündür suda bulunduğu tahmin edilen bir ceset bulduk ki bu da muhtemel cesetlerin planlı olarak imha edilmelerinin şimdiye kadar yapılmamış (başlamamış) olduğunun bir deliliydi. Bundan başka, sabahleyin, ırmağın aranması ve bulunan cesetlerin gömülmesi ile görevlendirilmiş olduklarını söyleyen üç işçiye rastladık. İnandırıcı görünen ifadelerine göre şimdiye kadar birisi kadın olmak üzere dört ceset bulmuşlardı. Son olarak bölgenin sakinleri, bir cesedin nehirden aşağıya doğru aktığını gördüklerini söylediler,”[9]

cümleleri tahrif edilerek şu hale sokulmuştur:

“yaklaşık 7 günden beri suda bulunduğu tahmin edilen bir ceset bulduk. Bu muhtemel cesetlerin plânlı olarak yok edilmediğinin bir delili. Bundan başka bize malumat veren üç işçiye de dastladık. Ertesi günü ırmağın aranması ve bulunan cesetlerin defin işlemleriyle uğraşıldı. Şimdiye kadar aralarında bir bayanın da yer aldığı toplam dört ceset bulundu. Bunlarla ilgili güvenilir bilgilere ulaşıldı. Son olarak yerliler bize, bir cesedin ırmağa atıldığını gördüklerini bildirdiler.” (Kitap, s. 78)

Prof. Çiçek, eleştirilerime verdiği cevapta, bu çeviri hatalarını hem savunmuş hem de çevirinin yanlış yapılmış olabileceğini çok dolaylı biçimde kabul etmiştir. Çiçek bir taraftan, “Alman Konsolosunun raporu tarafımızdan esere neredeyse tamamen alınmıştır,” diyerek ortada bir tahrifat olmadığını iddia etmiş ama öbür taraftan, “Akçam’ın çevirisini daha doğrusu kabul ettiğimiz takdirde bile...” ifadesini kullanarak kendi çevirilerinin yanlış olabileceğini ima etmiştir. Bu birbiriyle çelişkili tutumun ana nedeni, Çiçek için çevirinin tahrif edilmesinin önemli olmamasıdır. Çünkü ona göre, çeviri hangi tarzda yapılmış olursa olsun anlamı değişmemektedir ve hangi çeviri esas alınırsa alınsın, belgeden, planlı bir katliam olduğunu gösterecek bir bilgi elde edilemez. Benim çeviriyi tahrif ettikleri eleştirim, son derece önemsiz bir ayrıntı olarak görüldüğü için, Prof. Çiçek epey öfkelenmiştir: “Bu satırlara dayanarak planlı katliam yapıldığını kabul etmek ancak Akçam’a yakışır.

Bergfeld’in belgesinden kalkarak planlı bir katliamın ispat edilebileceği ne benim ilk eleştiri yazımda ne de şimdi söz konusu edildi. Çünkü, bir tek belgeden kalkarak, 1915’te yaşananların planlı bir katliam olup olmadığı sonucunu çıkarmanın pek ciddiye alınacak bir yöntem olmadığı ortadadır. Fakat bu noktadan daha önemli olan Prof. Çiçek’in belgeyi çevirirken hangi metodu uyguladıkları konusunda söyledikleridir.

BELGE NASIL TAHRİF EDİLİR?

Benim bir belgenin, savunulan fikre uymuyor diye tahrif edilmesinin cinayet sayılacağı eleştirime verilen cevapta şunlar söyleniyor: “Aslında durum onun (yani benim T.A.) naklettiği ve görmek istediği kadar basit değildir ve eserin yazarları da belgeleri değerlendirirken mümkün olduğu kadar her belgeyi başka arşiv belgeleriyle beraber okumuşlardır. Nitekim Alman konsolosun raporu da, onunla beraber soruşturma yapan Amerikan konsolosu Oscar S. Heizer’i raporu ile birlikte değerlendirilmiştir.” Burada kastedilen, her iki belgede de (Alman ve Amerikan belgesinde), 17 Temmuz tarihinde Trabzon dışına yapılmış bir gezintinin anlatılıyor olmasıdır. Alman konsolosun önerisi ile her iki konsolos, Vali’nin özel izni ile, Trabzon civarında Ermenilerin öldürülmeleri ile ilgili duydukları söylentilerin doğruluğunu araştırmak üzere ufak bir gezinti yapmışlardır. Dolayısıyla Prof. Çiçek, “Bergfeld’in olayı anlattığı raporu, Heizer’in raporu ile birlikte değerlendirilmelidir,” diyor. Elbette, bir belge herhangi bir başka dile çevrilirken, ilgili diğer belgelere bakmak son derece normaldir. Özellikle söz konusu belgenin ilgilendiği olayları anlatan başka belgelere de bakmak, çevirilecek belgeyi daha iyi anlamak açısından zorunlu da olabilir. Ama ne kadar başka belgeye bakarsanız bakınız, sonuçta elinizdeki belgeye sadık kalarak çevirmek zorundasınızdır.

Prof. Çiçek, “Heizer’in belgesini dikkate almak gerekir”, derken yukarda anlattığım türden birşeyi kastetmiyor. İnanilması zor olsa bile, Prof. Çiçek, tüm bu bilgileri, niçin ellerindeki Bergfeld belgesine sadık kalmadıklarını açıklamak için vermektedir. Prof. Çiçek, bir belgeyi çevirirken, başka belgelere de bakıp, çevireceğiniz belgede değişiklikler yapabilirsiniz; bu son derece normaldir, demek istiyor. Ne kadar inanılması zor görülse de, Bergfeld’in söz konusu belgesi çevrilirken yapılan budur. Alman belgesi, Amerikan konsolosu Heizer’in raporuna bakılarak değiştirilmiştir.

Prof. Çiçek, bu son derece ilginç “belge tahrif etme metodunu” anlatırken bir başka önemli itirafta daha bulunuyor. Aslında yayımladıkları Bergfeld’in raporu da orijinal bir belge olmayıp, Lepsius tarafından tahrif edilmiş bir belgedir. Bu çarpıcı bilgiye aşağıda yeniden değineceğim, fakat burada şu kadarını söylemek gerekir ki, kitaplarında Bergfeld’in belgesine tam sayfa yer verirken, belgenin sahte olduğu yolunda en ufak bir bilgi verilmemiştir. Ve üstelik, Bergfeld raporu, yazarların tezlerini ispat eden son derece önemli bir belge olarak sunulmuştur.

Lepsius, Bergfeld’in belgesini nasıl tahrif etmiştir? Bu konuya cevap için, Prof. Çiçek önce Heizer’den uzun bir alıntı yaparak konuya giriyor:

“On the 17th of July while out horseback riding with the German Consul we came across three Turks digging a grave in the sand for a naked body which we saw in the river near by. The corpse looked as though it had been in the water for 10 days or more. The Turks said they had just buried four more bodies further up the river. Another Turk told us that a body hed floated down the river and out into the sea a few moments before we arrived” (altını çizen Çiçek)

Bu alıntıdan sonra Çiçek şunları söylüyor:

“Yukarıda altını çizdiğim satırlara dikkatinizi çekmek istiyorum. İlk olarak konsolosların karşılaştıkları kişiler ‘üç Türktür (three Turks)’, Lepsius’un çarpıttığı gibi ‘üç işçi’ değildir. İkinci olarak, cesetleri gömenler ‘Türk (The Turks)’tür ama ‘görevlendirilmiş’ olduklarına dair bir kelime, hattâ imâ dahi bulunmamaktadır. Üçüncüsü, başka bir Türk (Another Turk) nehir üzerinde yüzen bir ceset görmüştür ve muhtemelen samimi bir şekilde konsoloslara gördüklerini aktarmıştır.”

Anlaşılan sayın Çiçek’e göre, Lepsius Bergfeld’in raporunda iki noktayı çarpıtmıştır. Birincisi “kişiler”i, “işçi” haline döndürmüştür, ikincisi belgede olmayan “görevlendirilmiş” kelimesini belgeye eklemiştir. Dolayısıyla Bergfeld’in belgesini çevirirken, Heizer’in belgesine bakılarak, orada olmayan bazı kelimelerin örneğin, ‘görevlendirilmiş’ gibi bir kelimenin çıkartılmasında herhangi bir mahzur yoktur. Ayrıca Prof. Çiçek, beni, Lepsius tarafından tahrif edilmiş bir metne bağlı kalmakla da suçlamaktadır. “Lepsius’un yazdıklarını olduğu gibi kabul eden ve üzerini çizdiği satırları görmeyen yazarlar, gerçekte... “rezil” olmaktadır.”

Burada salt polemik amaçlı birçok soru sorulabilir: Örneğin yazarlar kitaplarında, çok önemli bir belge olarak kullandıkları Bergfeld belgesinin, Lepsius tarafından tahrif edildiği konusunda niçin tek bir uyarıda bulunmamışlardır? Veya, “görevlendirilmiş” kelimesini tahrifat olarak gördükleri için çıkardılar ise, “işçi” kelimesini niçin aynen bırakmışlardır? Veya niçin tahrif edildiğini bildikleri bir belgeyi kendi tezleri için kaynak olarak kullanmışlardır? Bu ve benzeri artırılabilecek soruları, sadece basit polemik soruları olarak görüp geçmekte fayda var. Çünkü asıl ciddi sorun başka bir yerde yatmaktadır.

Sayın Çiçek’in, bize aktardığı bilgilerden sonra, akla gelebilecek en makul soru, Lepsius’un, Bergfeld’in belgesinde nelerin tahrif ettiğini anlamak için niçin Heizer’in belgesine baktıklarıdır. Eğer Lepsius bir belgeyi tahrif etmişse, bu belgenin bir de Bergfeld tarafından kaleme alınmış orijinali olması gerekir ve doğaldır ki, tahrifat, bu belgenin orijinaline bakılarak çıkartılmalıdır. Niçin sayın Çiçek ve arkadaşları, Lepsius’un tahrif ettiği belgeyi, Bergfeld’in orijinal belgesi ile karşılaştırmıyorlar? Niçin, Lepsius’un neleri değiştirmiş olduğunu Heizer’in belgesine bakarak çıkartma yolunu seçiyorlar? Eğer sayın Çiçek ve arkadaşlarının metodunu, tarih bilimine önemli bir katkı olarak görmek istemiyorsak, ortada komik bir durumun olduğunu kabul etmemiz gerekecektir. Komiklik sadece, bir belgenin üzerinde nelerin değiştirildiğinin, alakasız bir başka belgeye bakılarak keşfedilmiş olmasında değildir. Komiklik ortada böyle tahrif edilmiş bir belgenin olmamasındadır.

Sayın Çiçek’in, Lepsius’un, Bergfeld’in belgesini tahrif ettiği konusunda ileri sürdüğü tüm tezler boş bir hayal ürünüdür. Ortada böyle bir belge yoktur. Lepsius ne Bergfeld’in sözü geçen belgesini çarpıtmıştır ne de muhtemelen böyle bir belgenin varlığından haberi vardır. Lepsius, Bergfeld’e ait tam 11 adet Belge yayımlamıştır,[10] (Sırasıyla belge no: 8, 12, 94, 97, 100, 102, 105, 109, 155, 156, 162); bu belgelerden üç tanesi (12, 100 ve 109 numaralı olanları) tahrif edilmiştir. Diğer belgelerde de dil düzeltmeleri vardır ama bunlar anlam açısından bir değişiklik yaratmamaktadırlar.[11] Bergfeld’e ait, 1914-18 yılları arası yıllarını kapsayan başka belgeler de vardır ama bunlar Lepsius tarafından yayımlanmamıştır. Çünkü, kendisine sadece yayımlaması amacıyla belli belgeler verildiği için, büyük ihtimalle Lepsius’un kendisine verilmeyen böyle bir belgenin varlığından haberi bile yoktur. 25 Temmuz 1915 tarihli belge de Lepsius tarafından yayımlanmayan bu belgelerden bir tanesidir. Lepsius’a yayımlanması için verilen ve sonra Lepsius tarafından yayımlandıktan sonra geri gönderilen belgelerin tümü Alman Dışişler Bakanlığı tarafından yakılmıştır.[12] Ayrıca Lepsius arşivi - Lepsius’un elindeki belgeler- mikrofilm olarak mevcuttur.[13] Orada 40.000 sayfa civarında belge vardır, bu belgeler arasında da Bergfel’de ait tahrif edilmiş bir belge örneği yoktur.

Sonuç, sayın Çiçek, hem kullandıkları belgenin orijinal bir Alman belgesi olduğundan habersizdir hem de Heizer’in belgesine bakarak, bu belgeden beğenmedikleri şeyleri çıkarttıklarını dolaylı da olsa kabul etmektedir. Bunu işlenmiş bir suçun itirafı olarak da kabul edebiliriz.

2. ÖRNEK: ERZURUM KONSOLOSU

SCHEUBNER RICHTER’İN 5.8.1915 RAPORU

Yazarlar, sadece belgeleri tahrif etmekle yetinmemişlerdir. Ayrıca, bu belge sahiplerinin kendileri gibi düşündüklerini de iddia etmişlerdir. Buna bir örnek olarak Erzurum konsolos vekili Scheubner Richter verilebilir. 1915 tehciri sırasında, Osmanlı yetkililerini suçlayıcı belgeleri yazanların belki de en başında sayılması gerekebilecek Scheubner Richter, yazarların elinde, “tehcirin sorunsuz yapıldığının” tanığı haline sokulmuştur.

Yazarlar, kitaplarının 80 ve 81. sayfalarında, Scheubner Richter’in yolladığı 5 Ağustos 1915 tarihli rapordan uzun bir aktarma yapmışlardır.[14] Raporun önemli yerleri yanlış çevrilmiş ve belgedeki bazı bilgiler kasıtlı olarak tahrif edilmiştir. Aslında, ekleriyle birlikte çok uzun olan bu raporun da tümünün çevrilmesi gerekir ki, yapılan tahrifat tüm boyutlarıyla görülebilsin. Ama ben burada sadece iki ufak örnekle yetineceğim.

Birincisi: Richter raporunun iki yerinde, o da sadece Erzurum şehir merkezi ile sınırlı, “14 günlük süre”den söz eder. Önce, “Erzurum eşrafından ilk grup” için bu sürenin tanındığını söyler. Prof. Çiçek ve arkadaşları bu ifadenin yer aldığı “Haziran ayı başlarında, tanınan 14 günlük süre sonrası, Ermeni eşrafından ilk grup, Erzurum dışına çıkarıldı”, cümlesini “Haziran’da Ermeniler 14 gün ara ile göç ettirildi”, diye çevirmişlerdir. Raporun daha ileri bir yerinde Richter, yine sadece Erzurum için “çoğunluk 14 günlük süre elde etti” (abç) ifadesini kullanmıştır. Prof. Çiçek ve arkadaşları bu bilgiyi, alıntı yapmadan, sadece özet bilgi olarak aktarmışlar ve şöyle demişlerdir: “öte yandan bu raporda görülmektedir ki, hemen her yerde göç için 14 günlük süre tanınmıştır”, (s. 81, abç). Görüldüğü gibi, “Erzurum’daki Ermenilerin çoğunluğu” ifadesi ustaca, Anadolu’nun “hemen her yeri” haline sokuluvermiştir.

Ayrıca, Scheubner’in raporunda, gene her yerde, “tehcir edilenlere eşyalarını yanlarına alma ve satma, bazı tüccar ve Ermenilere, malları ve değerli eşyalarını emniyete almak için Osmanlı Bankasına teslim etme izni verilmiştir,”(s. 81), dediğini ileri sürmüşlerdir. Oysa belge okunduğunda görülecektir ki, Scheubner, sadece Erzurum şehir merkezi ile sınırlı ve ama özellikle kendi girişimleriyle ve Vali’nin izin vermesiyle elde edilen geçici bir uygulamadan söz etmektedir. “Benim çabalarımın ve Vali’nin imtiyaz tanıması sonucu, onlara aşağıdaki kolaylıklar sağlanmıştır,”, dedikten sonra, “Bazı işadamları ve eşraf, mallarını, şahsa mahsus eşyalarını ve kıymetli malzemelerini Ermeni kilisesinde saklanmak üzere Osmanlı Bankasına verme şansına sahip oldular.” Görüldüğü gibi, aslında sadece Erzurum’da bazı Ermeni işadamlarına sağlanan kolaylık, yazarlarımız tarafından gene tüm Anadolu sathına ait yaygın bir uygulama haline sokulmuştur.

Bırakınız Anadolu’nun diğer yerlerini, Erzurum şehir merkezi dışında, kırsal bölgelerde, insanları değil gün, saat farkı ile yola çıkartıldıkları bilinen bir olgudur.[15] Kitap yazarları, hem Scheubner’in belgesini kendi istekleri doğrultusunda çarpıtmışlardır hem de bu tek belgeden hareketle Erzurum’un bütünü hakkında bu tür genel değerlendirme yapmaya kalkmışlardır.[16] Sadece söz konusu edilen rapor bile dikkatle okunduğunda görülecektir ki, Richter, sadece Erzurum ile sınırlı elde edilen hakların bile sonra kısmen ortadan kaldırıldığını bildirmektedir.

Richter’in aktardığına göre, yukardaki tedbirlerin ortadan kaldırılma nedeni de, kendisi ve Vali’nin şehirde olmamalarıdır. Richter aynen şöyle diyor: “Vali ve benim [Richter’in] şehirde olmadığımız bir sırada, üst düzey asker komutanların emriyle bu kişilere verilen oturma izinleri aniden iptal edildi.” Çiçek ve arkadaşları kendi tezlerini çürüttüğü için, yukardaki cümleden italik olan kısımları çıkartarak, cümleyi, “ama bu özel izin, bir anda ordu komutanlığınca iptal edildi”, şekline sokmuşlardır. Yine ayrıca kendilerinin, “herkes yanına istediği şeyi almıştır” tezini çürütecek, “yolculuğa çıkamayacak durumda olan birçok kişi kendilerine erzak dahi sağlayamadan Erzurum’u kısa sürede terk etmek zorunda kaldı”, cümlesi de belgeden yok edilmiştir. Cümle, “Onlar kısa sürede Erzurumu terk etmek zorunda kaldılar”, biçimine sokulmuştur.

Özetle: “Vali ve benim [Richter’in] şehirde olmadığımız bir sırada, üst düzey asker komutanların emriyle bu kişilere verilen oturma izinleri aniden geri alındı. Yolculuğa çıkamayacak durumda olan birçok kişi kendilerine erzak dahi sağlayamadan Erzurum’u kısa sürede terk etmek zorunda kaldılar”, cümlesi, “Ama bu özel izin, bir anda ordu komutanlığınca iptal edildi. Onlar kısa süre içerisinde Erzurumu terk etmek zorunda kaldılar”, haline sokulmuştur, (s. 80 aşağıdan iki, üç ve dördüncü satırlar). Çeviride bu cümlelerden yukardaki italik ifadelerin atıldığına dair en ufak bir işaret bile konulmamıştır. Metni okuyan herkes, belgenin düzenli ve devamlı bir tarzda devam ettiğini zannetmektedir.

İkincisi, Prof. Çiçek ve arkadaşları, Richter’in kendi tezlerini savuduğunu ima eden ifadelere de bolca yer vermişlerdir, (s. 81). Oysa uzun alıntı yaptıkları rapor, gerçekten Osmanlı yetkililerini suçlayıcı raporlar arasında yer alır ve tehcir konusunda oldukça önemli bilgiler içerir. Richter raporunda şunları söyler:[17]

“Mayıs ayı başında Van’da meydana gelen ve bilinen olaylar hükümet ve ordunun Ermenilere karşı sert önlemler almasına yol açtı. Orduda silahlı hizmette bulunan tüm Ermeniler ordudan uzaklaştırıldı ve çalışma taburlarına konuldu. Erzurum ve Pasin Ovası’nda bulunan ve sadece kadın, çocuk ve yaşlı erkeklerden oluşan halk zorla Mezopotamya’ya gönderilmek üzere köylerinden sürüldü. Askeri nedenlerle gerekçelendirilen bu önlemler gereksiz gaddar ve zalim bir biçimde yerine getirildi. Sürülenlere Erzincan yolunda, Mamahatun, Sansar, Fırat Köprüsü ve Perez’de Kürtler ve gönüllü Türkler tarafından saldırı düzenlendi, bu kişiler soyuldu ve öldürüldü. Ölenlerin sayısı 10 bin ile 20 bin arasında olabilir. Hükümet ölenlerin sayısını 3-4 bin arasında olduğunu duyurdu.[18]

Aynı tarihte Erzincan Ovası sakinleri Kemah geçidinden geçerlerken, aynı şekilde, birkaç istisna hariç, soyuldu öldürüldü, kadınlar ise kaçırıldı. Bana ulaşan haberlere göre, bu saldırıya Türk askeri, yani jandarma da katılmış... [Bundan sonra rapor, yukarıda aktardığım çarptımaların yapıldığı paragraf ile devam etmektedir.]”

Richter’in söyledikleri bunlarla sınırlı değil. Özellikle, Türk Tarih Kurumu ve Lepsius arasındaki paralelliğe dikkat çekmek açısından, Richter’in aynı raporundan bir alıntı daha yapmakta fayda var:[19]

Askeri ve politik açılardan belki gerekçelendirilecek olan Ermenilerin sınır bölgelerinden gönderilmeleri tedbirinin, askeri yetkililerin komite ve onun karanlık adamlarının davranışlarına göz yumulması nedeniyle bir öç alma, yok etme ve çeteciliğe dönüştürülmesi (abç) çok üzücüdür. Türk halkı içinde akıllı düşünen geniş çevreler, özellikle toprak sahipleri, bu imha [kökünü kurutma] politikasını (abç) onaylamıyorlar. Ermenilerle birlikte çalışmış ve iyi geçinmiş olan bu çevreler, bu yeni “Ermeni Sorununu Çözme Sistemi”nin taşıdığı ekonomik ve politik tehlikeleri görmekteler. Yaptığım yolculuklarda çok kez, kendilerine konuk olduğum büyük toprak sahipleri bana Alman Hükümetinin Türk Hükümetini Ermenilere karşı neden böyle davranmaya teşvik ettiklerini sordular. Soru soranlar arasından çok saygın bir Bey, eskiden Ermeni kıyımı yapıldığını, ancak bunun genelde sadece erkeklere karşı yapıldığını, şimdi ise Kuran’a da karşı gelerek binlerce suçsuz kadın ve çocuğa kıyıldığını söyledi. Bunu söyleyen kişi ayrıca bu kıyımın, öfkeye kapılan halk tarafından değil, sistemli olarak ve hükümetin, yani “Komite”nin[İttihat ve Terakki’nin-TA] emri ile yapıldığını özellikle vurgulayarak sözlerine ekledi. Burada eklemeliyim ki, sürgünlerin Alman Hükümetinin girişimleri sonucu yapıldığı çok yaygın olarak söylenmektedir.

J. Lepsius kitabında yukardaki belgeyi 129. Belge olarak yayımlamıştır ve yukarda italik olarak verdiğim kısımları belgeden çıkartmıştır.[20] Ama, aynen Prof. Çiçek ve arkadaşlarında olduğu gibi, Lepsius’da belgeden bazı bölümleri çıkarttığına dair en ufak bir işaret koymamıştır. Lepsius ayrıca buraya almadığım, Almanların sorumluluğuna ilişkin bazı bilgileri de çıkartmıştır. Özetle, Çiçek ve arkadaşları aynen Lepsius ve Alman Dışişleri Bakanlığı memurları gibi hareket etmişler, belgeleri kendi istedikleri hale sokmak amacıyla açıkça yanlış çevirmiş ve tahrif etmişlerdir.

3. ÖRNEK: HALEP KONSOLOSU

RÖSSLER’İN 20.12.1915 RAPORU

Benzeri bir durum, Almanya Halep Konsolosu Rössler’in de başına gelmiştir. Önce kitaptan bir bölümü, oldukça uzun olmasına rağmen, aktarmak gerekmektedir:

“1. Dünya Savaşı müddetince 500.000 civarında Ermeni o zaman savaş bölgesi olmayan bugünkü Suriye ve Irak topraklarına tehcir edilmişlerdir. 1. Dünya Savaşı yıllarında 350.000-500.000 civarında Ermeni de çeşitli sebeplerle Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinden Kafkaslara gitmişlerdir. 1. Dünya Savaşı esnasında vukubulan olaylarda Ermenilerin toplam olarak 200.000 civarında kayıp verdiklerini ve 400.000-500.000 civarında Ermeninin Osmanlı sınırları içerisinde kaldığını göz önünde tutarsak ve Birinci Dünya savaşı başları itibarıyla Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin nüfusunun 1.500.000 civarında olduğunu hatırlarsak, hesaplarımızın tutarlı bir bütünlük oluşturduğu görülür. Alman konsolos Rössler 1915 sonu itibarıyla “yaklaşık 500.000 Ermeninin tehcirden muaf tutulduğunu, 500.000’inin de Mezopotamya ve Suriye’ye getirildiğini” ifade ederken yukardaki ifademizi teyid etmektedir.” (Kitap, sayfa 105-6, abç)

Yukardaki paragrafı okuyan ne anlayacaktır? Söylenen, Rössler’in de, Prof. Çiçek ve arkadaşlarının söylediklerini paylaşıyor ve onların rakamlarını haklı çıkartıyor olduğudur. Acaba bu doğru mu? Rössler’i okuyalım bakalım Rössler ne diyor.

“Gönderilmelerin hangi bölgelerden yapıldığına bağlı olarak kayıp sayısı yüksek veya daha az olmaktadır. Bu oran, Küçükasya’nın doğusundan gelenlerde Batı’ya göre çok çok yüksektir. Doğudaki konvoyların birçoğunun, eğer kadınlar ve kızlar Müslüman haremlere kapatılmamışlar, veya şanslı durumlarda Müslüman ailelerde sığınak imkanı bulamamışlarsa, %75’i ölmüştür. Mezopotamya’ya (örneğin Ras ul Ain oder Tell Abiad) gelen artıklar da o denli bitkindirler ki, onların da büyük bir kısmı ölecektir. Bu koşullarda, İngilizler tarafından açıklanmış 800.000 öldürülmüş Ermeni rakamına karşı çıkmak başından imkansız görülüyor.”[21]

Burada Frankfurter Zeitung’dan, “Burada Frankfurter Zeitung gazetesinden, “bu rakamlarla, Türkiye’de yaşayan kadın ve çocuklar dahil Ermenilerin %30’unun öldürülmüş olduğunu kabul etmek gerekir. Bu mümkün değildir,” sözlerini aktaran Rössler, “malesef mümkündür”, der ve devam eder: “İmhaya yol açan veya imhaya eşlik eden olaylar ve korkunç koşullar hakkında geçtiğimiz aylarda tekrar tekrar raporlar yazdım.” Rössler daha sonra özetle şu rakamları verir. Türkiye’deki Ermenilerin toplam nüfusu 2.5 milyondur. 6 vilayetteki sayı 1.2 milyondur. Bütün Anadolu’da sürgün edilmeyen Ermeni sayısı, en yüksek hesapla 500.000’dir. Suriye’ye gelenlerin sayısı 500.000 civarındadır. Suriye’ye gelenler arasında ölüm oranlarının da çok yüksek olduğunu aktaran Rössler, 800.000 ölü sayısı mümkündür ve hatta sayısının daha yüksek olma ihtimali vardır,” der.

Bu yukardaki satırlardan Rössler’in, Çiçek ve arkadaşların tezlerini “teyid” ettiğini iddia edebilecek kimse var mıdır acaba?

4. ÖRNEK: ABD MERSİN KONSOLOSU

EDWARD I. NATHAN’IN 11.9.1915 RAPORU

Söz konusu tarihli raporunda Nathan şunları diyor: “I have the honor to inform you that since the writing of my despatch No.478 dated Ağustos 30, 1915, (sent to-day with other correspondence by special privilege of Governor General) thousands of additional Armenians from the North have arrived here and been transported to the Aleppo region.”[22] Bu cümlenin çevirisi şöyle yapılmış: “478 numaralı gönderimden beri (30 Ağustos 1915) yüz binlerce Ermeni daha buraya ulaştı ve Halep’e sevk ediliyorlar.” (Kitap, s. 72)

Burada iki ayrı ciddi sorun var. Birincisi, kitabın yazarları, yukardaki çeviriden de anlaşılacağı gibi, belgeyi çevirmemişler, belli ifadeleri çıkartarak belgeyi özetlemişlerdir; ama yaptıkları özeti bir alıntı gibi göstermişlerdir. Bu tutumun bilimsel dürüstlükle bağdaşmayacağı açıktır; akademik dürüstlük bu kısımların, belgeden çıkartıldıklarının belirgin hale getirilmesini gerektirir.

İkinci sorun daha vahimdir ve doğrudan belge çarpıtmaya ilişkindir. Belgedeki bilgi kasıtlı olarak değiştirilerek, “binlerce” ifadesi, “yüz binlerce” yapılmıştır. Bu tahrifatın çok mantıklı bir nedeni var. Çünkü yazarlar, kitabın bu sayfalarında ne kadar çok Ermeninin sağ olarak varış yerlerine ulaştıklarını anlatmaktadırlar. Dolayısıyla, rakamlar ne kadar çok yüksek gösterilirse o kadar çok haklı çıkacaklardır. Bu nedenle belgelerdeki rakamlarla oynamakta fazla bir sorun görmemişlerdir.

5. ÖRNEK: ŞAM ABD KONSOLOSLUK

GÖREVLİSİ GREG YOUNG 20.9.1915 RAPORU

Yazarlar, Amerikan Mersin Konsolosu Edwart I. Nathan’a ait olduğunu iddia ettikleri, 20 Eylül 1915 tarihli bir belgeden çok uzun bir alıntı yaparlar, (Kitap 72-4). Bu alıntının amacı, Suriye’ye ulaşan Ermeni konvoylarının ne kadar iyi durumda olduğunu göstermek ve hükümetin bunlara elinden gelen yardımı yaptığını kanıtlamaktır. Yazarlar, Nathan’ı belgede aktardığı bilgilerden dolayı özel olarak da övmektedirler: “[Nathan] Ermeni naklinden bahsetmekte ve Suriye’deki kampları ziyaret ettiğini bildirmektedir. Bu ziyaretiyle ilgili bilgi verirken Edward Nathan, diğer bazı konsolosların duyumlarını rapora koymak yerine, bizzat olay mahallinde incelemeler yaptığını ve bu incelemeler esnasında gördüklerini aktarmaktadır... Nathan, önemli bilgiler vermektedir,” (Kitap 72-73).

Bu belgeye ilişkin de iki ciddi sorun var. Birincisi, Edward I. Nathan’a ait böyle bir belge yok. Belgenin kime ait olduğunu aramak ve bulmak gerekiyor. Nathan’a ait olduğu söylenen bu raporun gerçek sahibi, Şam’daki Amerikan Konsolosluk görevlisi Greg Young. Ve tahmin edilebileceği gibi, bu belge de tahrif edilmiş ve yanlış çevrilmiş. Young’un raporu son derece uzun ve yazarlar da bu belgeden oldukça uzun bir bölüm almışlar. Belge, iki önemli metod kullanılarak tahrif edilmiş. Birincisi, kasıtlı biçimde yanlış çevirmişler ve belgede iddia edilenin tam zıddı bir anlam çıkmasını sağlamışlardır; ikincisi belgeyi özetlemişlerdir. Ama bu özetleme sırasında birçok cümle ve paragrafı atmışlar ve attıkları kısımlara ilişkin en küçük bir işaret koymamışlardır. Yazarların aktardığı belgeyi okuyanlar, düzgün devam eden ve içinden herhangi bir çıkartma yapılmamış bir belge okudukları intibasına kapılmaktadırlar. Ama gerçekte, tamamen tahrif edilmiş, aslı ile alakası olmayan başka bir belge söz konusudur.

Önce özetleyerek kasıtlı yanlış çeviriye bir örnek:

“Ekselansları ayrıca kendilerine, Hükümet izin verirse Amerikan Kızıl Haç’ından muhtaç durumda oldukları şüphe götürmeyen bu insanlar için yardım temin edebileceğimi belirttiğimde Hükümet’in buna izin vermeyeceğini ve yiyecek, çadır vb. temini gibi mümkün olan her şeyi Hükümet’in bizzat yaptığını belirtti.”[23]

Bu paragraf şöyle çevrilmiş: “Vali isteğim üzerine Amerikan Kızıl Haç’ından Ermenilere yardım için fon alabileceğimi bildirdi.” Sadece bütün bir paragraf özetlenerek tek bir cümleye indirilmekle yetinilmemiş, ifade ettiği anlam da değiştirilmiştir. Yapılan tahrifatla, Young’a, Osmanlı yöneticileri, yabancı yardımları kabul etmeye hazırdır, dedirtilmiştir; oysa bilgi tam tersidir. Ayrıca, paragrafın özetlenmiş veya belli kısımların çıkartılmış olduğuna dair en ufak bir işaret yoktur.

Tüm bir çeviri boyunca benzeri tahrifatlar devam etmektedir. Paragraf ve cümlelerin nasıl atıldığına ve bunun hiç belli edilmediğine ilişkin bir örnek verebilmek için rapordan uzun bir alıntı yapmak gerekiyor:

“Eziyet, yokluk, açlık sıkıntısı, hali olmayanların zorla yürütülmesi, nöbetçi askerlerin zulmü, genç kadınlara el konulması, kendilerine ev bulmak üzere küçük çocukların verilmesi ya da satılması vs gibi pek çok hikâye ortalıkta dolaşıyor ancak ben bunlara inanmıyorum ve şu an bile en kötü söylentilerin pek çoğunun fazlasıyla abartılı olduğuna eminim. Yine de, inandığım bazı hikâyeler var.

Bunlardan bir tanesi altı ya da yedi aylık hamile olan ve doğal olarak yürüyemeyecek konumdaki bir kadınla ilgili. Kafileye ayak uydurmaya zorlanan kadın sonunda yol üstüne devrilerek öldü. Bir şekilde yardım etmek isteyen ve bir evleri olsun diye bizzat aileleri tarafından ısrarla hizmetli olarak çocuklarını almaları telkin edilen insanlar tarafından satın alınan genç kız ve oğlan vakalarını işittim. Aynı zamanda bana kimi muhafız askerlerin yürüyüşte bitap düşen insanları zorla yola devam ettirmek için ya da munis Hıristiyan sakinlerden yiyecek ve para almak için bu insanları kırbaçladıkları bildirildi.

Eziyet çeken bu insanlara acıyan iyi Müslümanlar’ın yaptıkları iyilikleri de işittim ve kendilerine bile yetecek paraları olmadığı bilinen Müslüman askerlerden birinin Hıristiyan sürgünlere iki Mecidiye altını verdiğine de kulak misafiri oldum.

Pek çok defa kendi gözlerimle görmek üzere sürgünlerin yürüdüğü yerlere gittim. Ancak hiçbir zaman bu gidişlerimi onların yürüyüşlerine denk getiremedim.

Şehrin dış mahallerinden biri olan alan Kahdem, Şam’dan geçtikten sonra tüm sürgünlerin nihai olarak kalacakları değişik şehirlere dağıtılmadan önce ön hazırlık olarak toplandıkları geniş bir alan.

Birkaç gün önce koşullar hakkında fikir sahibi olmak üzere burayı ziyaret ettim. Burası hiç ot bitmemiş, bir iki ağacı olan büyük bir açıklık alan. Tüm alan neredeyse tamamen üstü başı yırtık pırtık, yola zorlanmış, kederli ve tamamen tükenmiş öbek öbek insanla kaplıydı. Ancak bir iki tane çadır ya da benzeri sığınak vardı ve bunlar da daha ziyade uydurukça yapılmış gibiydi. Bu insanların dış halkasında beni kamptan sorumlu adama götüren bir polis tarafından karşılandım. Hemen hemen hiçbir şey görmedim ve yalnızca o adamın bana anlattığı kadarını öğrendim. Son derece kibardı.”[24]

Yukardaki italikle yazılan tüm ifadeler metinden çıkartılmış ve düz cümleler birbirini takip ediyorlar gibi çevrilmiştir ama bu hiç belli değildir: “Ne var ki, bazılarının doğru olma ihtimali vardır. Birkaç gün önce ben kampı (Şam’da) ziyaret ettim. Girişte beni bir polis memuru karşıladı ve kamp sorumlusuna götürdü. Çok kibar biriydi.” Beş paragraf iki cümleye düşürülmüş, böylece, hem sürgünlerin kötü hayat koşullarına ilişkin herşey yok edilmiştir. “Hemen hemen hiçbir şey görmedim ve yalnızca o adamın bana anlattığı kadarını öğrendim,” cümlesi de silinerek, Şam kampına ilişkin ait bilgilerin, Young’un doğrudan gözlemlerine dayandığı intibası verilmiştir. Bundan sonra da sanki, metni devam ediyormuş gibi gösterilerek, içlerinden bazı cümlelerin seçildiği birçok paragraf toptan atılmıştır. Örneğin, “Osmania were quartered some 8,000 exiled” (Osmaniye’de 8 bin sürgün yerleştirilmişti), cümlesi alınmış çevrilmiş ama onun hemen önündeki, “söyledikleri hiç sorgulanamayacak bu bilgi kaynağından binlerce Ermeni’nin bu yoldan geçip gittiğini öğrendim. Dehşet verici bir durumdaydılar.”, cümleleri atılmıştır. Yine bunun gibi, bir Ermeni şahidin aktardığı, “Bu yerden birkaç mil uzakta sanki kirli bir tavuk kümesinden yayılmışa benzeyen iğrenç bir koku yükseldiğini anlattı. Zemine yakın duran sürgün yığınlarına yaklaştıkça koku daha da tiksindirci bir hal almış ve pis kara sinekler bu adamın çevresini kuşatmış. Kamptan geçerken hasta pek çok insanla, yarısı yerdeki su birikintilerinde yatan cesetler görmüş. Sürgünlerden bazıları ona bir tek ölümün gelip kendilerini kurtarmasını beklediklerini anlatmışlar.” cümleleri atılarak,[25] çeviriye “Buradan Halep’e giden yol üzerinde yürümekte olan binlerce sürgüne rastlamış ve Halep yakınında küçük bir şehirde 100 bin Ermeni’nin kampta tutulduğunu görmüş,” cümleleriyle (çeviride aslına sadık kalınmasa da) devam edilmiştir. Bunun gibi Urfa katliamının anlatıldığı yerlerde de birçok ifade ya değiştirilmiş ya da çıkartılmıştır.

Aslında orijinal belgeyi yazarların yaptığı çeviri ile yan yana koymak yapılan tahrifatı daha açık gösterebilir, ama yer darlığı nedeniyle bunu yapma şansımız yok. Tüm bu aktarmalardaki ana amaç, Ermenilerin Suriye’ye büyük kayıplar vermeden ulaştığını ve oradaki koşullarının iyi olduğunu gösterebilmektir. Burada da, Alman Dışişleri ve Lepsius’un çabalarıyla ciddi bir paralellik söz konusudur.

BELGEYİ NEREDEN ALDIKLARINI BİLE

BİLEMEME VE BİR BAŞKA ÇEVİRİ HATASI

Çiçek ve arkadaşlarının, kitaplarında yaptıkları diğer çeviri ve alıntı hatalarının tümünü burada ele almam mümkün değil. İki son örnekle bu konuyu kapatmak istiyorum. Birincisi Lepsius’dan yaptıklarını söyledikleri ve ama Lepsius’da bulunmayan bir alıntıya ilişkin. İkincisi ise bir başka çok önemli bir çeviri hatası. Kitapta, Bergfeld’e ait 24-25 Haziran 1915 tarihli olduğu iddia edilen bir belgeden alıntı yapılır. Belgeye ilişkin herhangi bir arşiv kaydı verilmez ve sadece “Lepsius, Armenien, s. 22” ifadesi kullanılır, (Kitap, s. 79). Oysa Lepsius’un sözü edilen kitabında, 22. sayfa’da böyle bir belge yoktur. Bu bir dizgi hatasıdır, denebilir ama Lepsius’un kitabında böyle bir belge yoktur.

Tarih olarak verilen 24-25 Haziran 1915’e ait bir belge vardır ve bu belge Lepsius tarafından yayımlanmıştır.[26] Fakat Çiçek ve arkadaşlarının kitapta yaptıkları alıntı bu belgede de yoktur; yani aktarılan paragrafla alakası olmayan başka bir belge söz konusudur. Sonuçta sözü geçen paragrafın hangi belgeden alındığını bulmak epey vaktimi aldı ama buldum. İşin gerçeği şu ki, Çiçek ve arkadaşlarının yaptıkları alıntı, 9 Temmuz 1915 tarihli başka bir belgedendir. Bu belge gerçi Lepsius tarafından yayımlanmıştır ama Prof. Çiçek ve arkadaşları tarafından yapılan alıntı Lepsius tarafından yayımlanan belgede yoktur, yani Lepsius tarafından çıkartılmıştır.[27] Özetle, Lepsius ile hiç alakası olmayan; tarih ve numarası başka olan orijinal bir belge kullanılmıştır. Benzeri bir durum, 209 ve 211 nolu dipnotları için de geçerlidir. Yine Lepsius’un belgeden çıkarttığı bir paragraf, Lepsius kaynak gösterilerek, üstelik gene yanlış tarih ve gene yanlış sayfa numarasıyla verilerek aktarılmıştır. Malesef yazarların kullandıkları malzemeye yeteri kadar hakim olmadıkları gözükmektedir. Yapılan çeviri de doğru değildir ama şimdilik bunu bir kenara bırakalım.

İkinci noktaya gelince: Yazarlar, Trabzon Alman Konsolosu Bergfeld’e ait 29 Haziran 1915 tarihli bir belgeden alıntı yaparlar, (kitap, s.76). Belgenin Almancası şöyledir: “Ich teile die Ansicht meiner sämtlichen Kollegen, daß der Transport der Frauen und Kinder unter den im Telegramm Nr. 5 geschilderten Verhältnissen an Massenmord grenzt.”[28] Çeviri şöyle yapılmış: “27 Haziran tarihli telgrafımda bahsettiğim şartlarda kadın ve çocukların tehcir edilmesinin olası bir katliama neden olabileceği konusunda bütün meslekdaşlarımla aynı görüşteyiz.” Oysa cümlenin doğru çevirisi şu: “Tüm meslektaşlarımın, kadınların ve çocukların 5 nolu telgrafta belirttiğim koşullar altında sevklerinin kitlesel katliam sınırında bir eylem olduğu doğrultusundaki görüşlerini paylaşıyorum.” Burada önemli olan, metinde bulunmayan 27 Haziran tarihinin metne eklenmesi değildir. “Katliama neden olmak” ile “kitlesel katliam sınırındaki eylem” arasındaki fark oldukça önemlidir. Ortada ciddi anlam kayması söz konusudur. Çünkü, Bergfeld, 27 Haziran tarihli, 5 nolu telgrafında, kalacak yer ve yiyecek yokluğunda, 300 kilometre boyunca Tifüs salgının yaygın olduğu bir bölgede, insanların yüzlerce kilometre yürütülmesinin, kadın ve çocuklar arasında büyük kayıplara yol açacağını anlatmaktadır.[29] Yani Bergfeld, doğrudan bu gönderme eyleminin kendisini “kitlesel katliam sınırında bir eylem” olarak tanımlamaktadır. Yoksa eylem sırasında veya sonrasında bir katliam olabileceği ihtimalinden söz etmemektedir.

AMERİKAN KONSOLOS HEIZER’IN

28.7.1915 TARİHLİ RAPORU

Agos gazetesinde yayımlanan cevabında Prof. Çiçek, ortada sistemli ve planlı bir katliam olmadığını göstermek amacıyla, Amerikan Trabzon konsolosu Heizer’in yolladığı raporlardan birisini kullanıyor. Bu belgenin kullanılış tarzı, kitaptaki belge kullanma mantığının aynen devamı niteliğindedir. Prof. Çiçek iki önemli konu nedeniyle belgeden alıntı yapıyor. Birincisi, Alman konsolos Bergfeld ile Heizer’in, Trabzon dışına yaptıkları gezide gördükleri 6 cesede ilişkin. Prof. Çiçek, bu sayıyı, rakam ve yazı ile tekrar ederek, ortada sistemli bir öldürmenin olmadığının en önemli bir kanıtı olarak sunuyor: “Konsoloslar keşif esnasında toplam 6 ceset bulmuşlardır. Akçam için tekrar etmek istiyorum, bulunan ceset sayısı sadece 6 (altı)dır. Acaba devlet, gömülen 4 cesedi “imha” için plân mı yapmıştır? Bu satırlara dayanarak plânlı katliam yapıldığını kabul etmek ancak Akçam’a yakışmaktadır.” Çiçek’e göre, cesetleri gömmek işi ile ilgili 3 işçinin görevlendirilmiş olması da ayrı bir kanıttır. Çünkü, “üç kişi ile binlerce cesedin gömülmesi de imkânsızdır.”[30]

Ortadaki tuhaflık bir tek, Heizer’in Trabzon dışına yaptığı gezi sırasında karşılaştığı 6 ceset ile tüm bir soykırım olayına yorum getirme çabasıyla sınırlı değil. Asıl tuhaflık, Heizer’in, bizzat aynı belgede, Ermenilerin katledilmelerine ilişkin başka olayları da aktarıyor olmasıdır. Samsun istikametine kayıklarla gönderilen ve denizde boğularak öldürülen Ermeniler’le ilgili anlatılanlar bu olaylardan bir tanesidir. Bir başka olay Trabzon’a iki saat uzaklıktaki Tots köyünden, 45 Ermeninin, kadın çocuk ayırımı yapılmadan imha edilmesidir: “...Güvenilir bir tanığa göre, Boğos Marimian adlı varlıklı ve nüfuzlu bir Ermeni iki oğluyla birlikte arka arkaya sıralanarak kurşuna dizildiler. 45 erkek ve kadın köyden kısa mesafe uzaktaki vadiye götürüldü. Önce jandarmanın komutanları tarafından tecavüz edilen kadınlar ardından da yararlanmaları için jandarmalara teslim edildi. Bu tanığa göre bir çocuk kafası kayalarda patlatılmak suretiyle öldürüldü. Erkeklerin tamamı öldürüldü ve bu 45 kişilik gruptan tek bir kişi bile sağ kurtulmadı.”[31] Yine aynı belgede aktarılan bir başka olay da şudur:

“Askerlik hizmetini inşaat taburunda, Gümüşhane dışındaki yollarda çalışarak yapan genç bir adamla konuştum. Bana 15 gün önce tüm Ermeniler’in (yaklaşık 180 kişi) diğer çalışanlardan ayrılarak kampa belli bir uzaklığa doğru yürütüldüklerini ve kurşuna dizildiklerini anlattı. Tüfeğin patlama seslerini duymuştu ve sonradan cesetleri gömmek için gönderilenler arasında yer almıştı. Cesetlerin hepsinin çırılçıplak olduğunu anlattı.”[32]

Sadece bu belgede bile aktarılan öldürme ve imha olaylarını yok saymak ve sadece 6 ölünün var olduğunu savunmak gerçekten anlaşılması zor bir tutumdur. Çiçek’in yaptığı bir izah, “gözlem” ile “duyum” arasında ayırım yapmak gerektiğidir. Bu mantığa göre, Konsolosların doğrudan gözlemlediği cinayetler, ve saydıkları cesetler dışında hiç bir bilginin geçerliliği olmaması gerekiyor. Gerçi Heizer’in tüm raporları okunduğunda, kendisinin 6’dan daha fazla ceset gördüğü ayrı bir gerçektir[33] ama Konsolosların gözleri ile görmedikleri öldürmelerin geçersiz olduğunu söylemenin ilginç bir icad olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Elbetteki, kulaktan duyma haberler ve söylentiler ile doğruluğu kanıtlanabilen bilgi arasında fark vardır. Ve Konsoloslar raporlarını yollarlarken bu noktaya özel dikkat göstermişlerdir. Heizer’in yukarda sözünü ettiğim raporunda söylediği, “Ermeniler’e uygulanan mezalime ilişkin başka ayrıntılar da eklenebilir ancak ortalıkta dolaşan tüm hikâyeleri doğrulamak güç ve ben kendimi doğru olduğuna inandıklarımı aktarmakla sınırladım”,[34] biçimindeki ifadelere birçok raporda rastlamak mümkündür. Ayrıca konsolosluk raporları içerisinde, öldürme eylemlerine ilişkin, doğrudan sağ kalmayı tesadüf eseri başaranlar tarafından anlatılan birincil el kayıtların var olduğu bilinmektedir. Bunun da ötesinde, Amerikan Harput konsolosu Leslie A. Davis örneğinden bildiğimiz, cinayetlere ilişkin doğrudan yapılmış gözlemler de mevcuttur.[35]

İkinci nokta, Trabzon bölgesinden gönderilecek Ermenilere ilişkin başlangıçta yapılan bazı istisnalara ilişkindir. Gerek Amerikan ve gerek Alman konsolosları bu istisnaların neler olduğunu raporlarında belirtmişlerdir. Özellik Alman Konsolos Bergfeld’in girişimlerinin bu istisnaların elde edilmesinde önemli bir rolü olmuştur. Örneğin Bergfeld bir raporunda şunları aktarır: “Vali benim dostane ilişkiler çerçevesindeki düşüncelerimi dikkatle dinledi ve büyük oranda fikirlerime katıldığını belirtti. Bunun üzerine ilk önce şunlar hariç bırakıldı: 10 yaşın altındaki bütün çocuklar, dul ve yetimler ve herhangi bir erkeğin koruması altında olmayan bütün kadın ve kızlar; bunlara silah altında olan Ermenilerin aileleri de dahil oluyordu, hastalar, hamile kadınlar ve Katolik Ermeniler. Bunun haricinde hastaların ve hamile kadınların kendi evlerinde kalmalarına ve kendilerine bakmak için aile fertlerinden bir kadın veya kızın yanlarında kalmasına müsaade edildi. Çocuklar tanıdıklarının evlerinde kalabileceklerdi. Nihayet, sürgüne gönderilenlerin emniyet müdürlüğünden müsaade alarak değerli eşyalarını ve ev eşyalarını satmalarına izin verildi.”[36] Prof. Çiçek, bu sözü geçen Konsolosluk raporlarına dayanarak, şu iddiada bulunur: “Konsolos raporlarında çocuk, yaşlı, hasta, kadın ve yetimlerin hastane, yetimhane ve müslüman evlerine dağıtıldığı ve daha sonra bir kısmının peyderpey sevk edildiği yer almaktadır. ‘soykırım’ yapmayı plânlayan devlet neden bu kadar seçici ve müşfik olsun? Neden muaf kategoriler belirlesin?”.[37]

Burada son derece ciddi bir çarpıtma söz konusudur. Çünkü, sözü geçen tüm Konsolosluk raporlarında bu uygulamaların hemen kaldırıldığı da bildirilmektedir. Örneğin, Bergfeld, yukarda aktardığım cümlelerin hemen devamında, “Maalesef üçüncü günde, görünüşe bakılırsa İstanbul’dan gelen direktifler üzerine, çocukların kalmalarına müsaade edilmesi dışında burada elde ettiğimiz bütün istisnalar tekrar iptal edildi”, bilgisini aktarır.[38] Problem sadece, kitap yazarlarının, üstelik istisnaların anlatıldığı belgelerde yer almasına rağmen, aynı istisnaların birkaç gün içinde ortadan kaldırılmış olduğu bilgisini kasıtlı olarak saklamaları ile sınırlı değildir. Bu sınırlamaların merkezi bir uygulama olduğunu söyleyerek de yalan söylemektedirler. Çünkü, bilinmektedir ki, bu istisnalar tümüyle Vali’nin özel girişimi idi. Vali’nin kararı, İttihat ve Terakki Partisinin hoşuna gitmemiş ve Alman Konsolos Bergfeld’in yukarda söylediği İstanbul’dan gelen emirle derhal ortadan kaldırılmıştır. Bu ayrıcalıkların kaldırılmasında en büyük rolü, hiç bir resmi görevi olmamasına rağmen İttihat ve Terakki Partisinin sekreteri Nail oynamıştır.[39]

İstisnaya tabi tutularak, sürgüne gönderilmeyen çocukların akibeti hakkında da yeteri kadar bilgi vardır. Hepsi kaldıkları yerlerden toplandılar ve çoğu ya hastanede zehirlenerek ya da denize dökülerek öldürüldüler. Çeşitli konsolosluk raporları yanısıra, bu boğulma olayları, 1919’da İstanbul’da Trabzon’daki tehcir olayı sanıkları aleyhine açılan davada da dile getirildi. İlgili davanın, 12 Nisan 1919 tarihli onuncu; 1 Mayıs 1919 tarihli onbeşinci.; 5 Mayıs 1919 tarihli onaltıncı ve 10 Mayıs 1919 tarihli onyedinci oturumlarında Vali, Tüccar, Asker (hepsi Türk) şahitler, sürgünden geriye kalan çocukların ve hastaların öldürülmelerine ilişkin bilgiler aktarmışlardır.[40]

SONUÇ

Kitapta, akademik dürüstlük ile bağdaşması çok zor olan başka kasıtlı bilgi çarpıtmaları da yapılmıştır. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Rus ordusunda savaşan 250.000 civarında Ermeninin olduğu bilgisi sürekli tekrar edilmiştir, (Kitap, s. 58-59, 66). Fakat bu sayının 200 bininin Rus vatandaşı olduğu ve Avrupa cephesinde bulundukları hiç bir biçimde belirtilmemiştir. İlgili sayfaları okuyanlar, bilginin veriliş tarzından, 250.000 Ermeni’nin, Osmanlı Ordusuna karşı savaştığını anlamaktadır. Bu son derece kasıtlı yapılmış, ideolojik amaçlı bir bilgi çarpıtmasından başka birşey değildir.[41] Bu ve benzeri diğer bilgi yanlışları ve çarpıtmaları konusunu bu makalede ele almadım.

Ele aldığım tahrifatları ışığında denebilir ki; TTK ve yazarları, en hafif deyimiyle, bilimadamları arasında olması gereken en temel duyguyu, “güven duygusunu” tahrip etmişlerdir. Akademik dünyaya, “acaba alıntılar doğru mu aktarılmış” biçiminde bir kuşkunun egemen olması bilimsel ortamı zehirleyecek en önemli kuşkudur. Karşınızdakinin, elindeki belgeyi tahrif etmeden aktardığına inanmanız, yani akademik dürüstlük, bilimsel tartışmanın olmazsa olmaz ön koşuludur. Ermeniler: Sürgün ve Göç kitabının yazarları, hemen hemen her belgeyi aynı tarzda tahrif ederek, hem akademik dürüstlük kuralını tahrip etmişler ve hem de güven ortamını dinamitlemişlerdir.

Bugüne kadar, “Resmi Türk Tezi”, yabancı arşiv malzemelerini “tek yanlı” ve “propaganda amaçlı” buluyor ve güvenilmez kaynak sayıyordu; Resmi Türk Tezi esas olarak Osmanlı arşiv malzemesi esas alınarak ve yabanı arşiv malzemelerinin reddi temelinde savunuluyordu. Türk Tarih Kurumu bu kitap ile birlikte yeni bir ilke imza attı. Artık yabancı arşiv malzemeleri de Resmi Tez için kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu arşiv malzemelerinin “doğal” karakteri, Türk Tarih Kurumunu, belgeleri tahrif etmeye itmiştir. Ortada bu anlamda, yabancı arşiv malzemelerinin doğasından kaynaklanan yapısal bir sorun olduğundan söz edebiliriz.

TTK ve onun çalışanları bu yeni adımları ile, esas olarak, Alman Hükümeti ve Lepsius’un mirasını devralmışlardır. 1919’da Alman Hükümeti ve Lepsius, barış görüşmeleri sırasında, Almanya’nın Ermeni soykırımında suçsuz olduğunu ispat etmek için belgelerle oynamışlar ve kasıtlı belge tahrifatı yapmışlardı. Şimdi de, Tarih Kurumu ve onun yazarları, mevcut yabancı arşiv belgelerini, Türk Hükümetlerinin politikaları ve resmî tezlerine uygun hale getirmek için tahrif etmektedirler. Bu salt Türk bilim dünyasına değil, uluslararası bilim dünyasına karşı da işlenmiş bir suçtur.

SONSÖZ YERİNE

Kemal Çiçek’ten, yaptığım eleştirilere ilişkin Agos’ta da yayımlanan bir cevap geldi. Cevapta yaptığım tüm eleştiriler kabûl edilerek şunlar söyleniyor:

“Eserin çok yazarlı olması ve üslûp birliğinin yeterince sağlanamaması yüzünden, bazı teknik ve maddi hatalar yapılmış olması doğaldır. Ancak şu hususun altı çizilmelidir ki, yazarların belge tahrifatı yapma veya gerçekleri değiştirme gibi bir art niyetlerinin olması düşünülemez.” Yani denilen şu: “Evet! Taner Akçam’ın eleştirileri doğrudur, bu hatalar yapılmıştır. Ama bunlar kasıtla yapılmış değil, gözden kaçan teknik hatalardır.”

Sadece 7 ayrı belge ile sınırlı tuttuğum belge tahrifatçılığını “teknik hata” olarak kabûl etmek için benim yaşım fazla geç. Üstelik çeviri hataları dışında özellikle Lepsius konusunda açık cahillik ürünü bir sürü iddiada bulunulmuştur.

Dürüst ve açık özeleştiri nasıl olur? “Kusura bakmayın, teknik hata var”, denerek işin içinden sıyrılmak mümkün müdür? Cevap verilmesi gereken soru basittir: bu kadar fazla “teknik hata” ile dolu bir kitabı piyasada tutmak doğru mudur? Kitap herhalde binlerce belki onbinlerce adet basılmış ve okunmuştur ve hâlâ da okunmaktadır. TTK, konu hakkında bilgisi sınırlı insanların beyinlerini, tahrif edilmiş belgelerle yıkama hakkına sahip değildir. Kitap derhal piyasadan toplatılmalıdır.

[1] Turkish Daily News: http://www.turkishdailynews.com/old_editions/05_28_03/for.htm

[2] İngiliz dökümanları hakkındaki bu iddialar için bakınız, Ara Sarafian, introduction to the James Bryce and Arnold Toynbee, The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire, 1915-1916, Documents Presented to Viscount Grey of Falloden by Viscount Bryce, Gomidas Institut, Princeton, New Jersey, 2000, p. VII-X; For the American documents sehe, Heath Lowry, The Story Behind Ambassador Morgenthau’s Story, Isis Press, Istanbul 1991.

[3] Alman belgeleri için bakınız: www.armenocide.net; for Austrian documents, Artem Ohandjanian, Österreich-Armenien 1872-1936, Faksimliesammlung diplomatischer Akenstücke, 12 Volume, Vienna, 1995; for American Documents, The Armenian genocide in the U.S. Archives, 1915-1918 [microform], accompanied by printed guide, compiled and edited by Rouben Paul Adalian, entitled: Guide to The Armenian genocide in the U.S. Archives, 1915-1918 (Alexandria, Va. : Chadwyck-Healey, 1991); United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, (Compiled with an introduction by Ara Sarafian), Gomidas Institute, Princeton and London, 2004. Bu arşiv malzemeleri üzerine yapılmış birçok da çalışma vardır. Sadece bir örnek, V. N. Dadrian, The Armenian Question and the Wartime Fate of the Armenians as Documented by Officials of the Ottoman Empire’s World War I Allies: Germany and Austria-Hungary,” International Journal of Middle East Studies, 34 (February 2002), s. 59-85.

[4] Alman Dışişleri Bakanlığı ve Lepsius tarafından, Alman belgelerinde yapılan tahrifatlar www.armenocide.net adresinde, İngilizce olarak da görülebilir. Ayrıca Wolfgang Gust’un ilgili sitedeki, “Magical Square, Johannes Lepsius, Germany and Armenia” makalesinde bu tahrifata ilişkin arka plan bilgisi mevcuttur.

[5] Agos, 9, 16, 23 Temmuz 2004.

[6] Agos 3 Eylül 2004. Bu hakaretlere bazı örnekler: “çirkin, saldırgan ve ‘panik atak’ bir kişi”, “tarih metodolojisinden habersiz olan, bu nedenle onu okuyup yorumlayacak yeterlilikte ve objektiflikte olmayan bir yazar.” “Akçam gibi... sözde tarihçi”; “cahilce ve adeta kendisine bazı çevrelerce verilen “köyün delisi” rolünü hak edecek tutarsızlıklara imza atma(k)”; “hiç tarih okumamış birisi”; “amatör bir tarihçi olarak haddini aş(an)”; “O’na, arşiv belgelerini okuyabilmesi için bedelsiz Osmanlıca kursu vermeyi de taahhüt ediyorum. ”

[7] PA-AA/R14087/MF7124/28-30; BoKon/170/MF7251/66-70.

[8] Orijinal Almanca: “Bald nach dem Abtransport der Armenier aus Trapezunt traten Gerüchte auf, dass ihre Hinmordung bereits begonnen habe... Die Erfahrung hat gelehrt, dass die den Türken feindliche Phantasie in Trapezunt die unglaublichsten Blüten treibt. Die Gerüchte wurden daher seitens des Kaiserlichen Konsulats mit grosser Zurückhaltung aufgenommen. Sie verdichteten sich indessen zu derart bestimmten Behauptungen, dass ich mich im Interesse des deutschen und türkischen Ansehens für verpflichtet hielt, die Angaben auf ihre Wahrheit nachzuprüfen.”

[9] Orijinal Almanca: “Wir haben dabei eine Leiche gefunden, welche etwa 7 Tage im Wasser gelegen hatte, ein Beweis, dass eine planmässige Beseitigung etwaiger Leichen bisher nicht erfolgt war. Ausserdem begegneten wir drei Arbeitern, welche uns berichteten, am Morgen mit der Absuchung des Flusses und der Beerdigung gefundener Leichen beauftragt worden zu sein. Nach ihren glaubwürdig erscheinenden Angaben hatten sie bisher vier Leichen, darunter eine Frauenleiche, gefunden. Endlich wurde uns von Einwohnern berichtet, dass sie eine Leiche den Fluss hätten heruntertreiben sehen.”

[10] J. Lepsius, Deutschland und Armenien 1914-1918, Sammlung Diplomatischer Aktenstücke, Potsdam 1919.

[11] Belgenin orijinali ve Lepsius tarafından yayımlanmış hali www.armenocide.net adresinden elde edilebilir.

[12] Wolfgang Gust, “Magical Square, Johannes Lepsius, Germany and Armenia” in: www.armenocide.net

[13] “Deutschland, Armenien und die Türkei 1895-1915. Dokumente und Zeitschriften aus dem Dr. Johannes-Lepsius-Archiv an der Martin-Luther-Universität Halle Wittenberg”; compiled by Hermann Goltz and Axel Meissner“. K. G. Saur München 1999.

[14] PA-AA/R14088/MF7129/23-50.

[15] Erzurum civarında boşaltma işlerinin saat farkı ile yapıldığına bir örnek teşkil etmesi bakımından Alman subay Stange’nin, 23 Ağustos 1915 tarihli raporu anılabilir. [PA-AA/Botschaft Konstantinopel/Bd. 170/MF7254/27-35]

[16] Erzurum ve civarından yapılan sürgünler ve bunların akibeti hakkında bakınız: Hilma Kaiser, “A Scene from the Inferno”. The Armenians of Erzurum and the Genocide 1915-1916, in: The Armenian Genocide and the Shoah, Hans-Lukas Kieser, Dominik J. Schaller (ed), Chronos Verlag, Zürich, 2002, s. 129-18.

[17] Almanca orijinal: Zu Beginn des Mai führten die bekannten Vorgänge von Wan dazu, dass die Regierung und die Militärbehörden zu scharfen Massregeln gegen die Armenier griffen. Alle noch mit der Waffe dienenden Armenier wurden aus dem Heere entfernt und in Arbeiter-Bataillone gesteckt. Die Bewohner der Erserumer und der Passin Ebene, die nur noch aus Frauen, Kindern und alten Männern bestand, wurden aus ihren Dörfern vertrieben und sollten zwangsweise nach Mesopotamien gebracht werden. Diese mit militärischen Rücksichten begründete Massnahme wurde mit unnötig rücksichtsloser und grausamer Weise durchgeführt. Auf dem Wege nach Ersindjan wurden die Betreffenden bei Mamachatun, Sansar, Euphrat Brücke und Päräz von Kurden und türkischen Freiwilligen überfallen, beraubt und getötet. Die Zahl der Umgekommenen dürfte zwischen 10 - 20000 betragen, nach Angabe der Regierung nur 3 bis 4000. In derselben Zeit wurden die Bewohner der Ersindjaner Ebene bei ihrem Durchzug durch die Schlucht von Kemach gleichfalls bis auf wenige beraubt und getötet, die Frauen entführt. Hierbei soll, wie mir glaubwürdig mitgeteilt wurde, türkisches Militär bezw. Gendarmen beteiligt gewesen sein.

[18] Bu son iki cümle, Çiçek ve arkadaşları tarafından, ilerki sayfalarda, “hükümetin güvenlik konusunda her zaman başarılı olmadığı”nın örneği olarak aktarılmış, (s. 82). Oysa bölgeden gönderilen diğer belgeleri de, örneğin gene Scheubner Richter’in 9 Temmuz 1915, PA-AA/BoKon/169/MF7249/93-95 numaralı raporunu okusalardı, bu olayın bile İttihat ve Terakki Partisi -ve Erzurum Polis Müdürlüğü tarafından- örgütlendiğini bileceklerdi ama bunlar ayrı tartışma konusu.

[19] Almanca original: Es ist tief bedauerlich, dass infolge der von der Militärbehörde geduldeten Haltung des Komitees und seiner dunklen Hintermänner die militärisch und politisch in mancher Hinsicht vielleicht zu begründende Massnahme der Aussiedelung der Armenier aus den Grenzgebieten in einen Rache-, Vernichtungs- und Raubfeldzug gegen sie umgewandelt wurde. Von vernünftig denkenden weiten Kreisen der türkischen Bevölkerung, besonders von den Grundbesitzern, wird diese Ausrottungspolitik auch nicht gebilligt. Diese Kreise, die mit den Armeniern zusammengearbeitet haben und gut mit ihnen ausgekommen sind, erkennen die grosse wirtschaftliche und politische Gefahr dieses neuen “Systems der Lösung der Armenier-Frage”. Ich bin auch mehrfach bei meinen Fahrten durch das Land von Grossgrundbesitzern, deren Gast ich war, gefragt worden, warum denn die deutsche Regierung die türkische zu einem solchen Vorgehen gegen die Armenier veranlasst habe. Einer der Fragesteller, ein sehr angesehener und einflussreicher Bey, fügte hinzu, es habe wohl früher Armenier-Massaker gegeben, aber diese hätten sich meist auf Kämpfe der Männer beschränkt, jetzt morde man entgegen den Vorschriften des Korans zu Tausenden unschuldige Frauen und Kinder. Dieses geschehe nicht etwa von in Erregung geratenen Volksmengen, sondern systematisch und auf Befehl der Regierung - “des Komitees”, wie er mit Betonung hinzufügte. Hierbei sei bemerkt, dass hier geflissentlich verbreitet wurde, die Aussiedelung geschehe auf Betreiben der deutschen Regierung.

[20] J. Lepsius, op. cit., Belge no: 129, s. 116-121

[21] PA-AA/R14089/MF7136/98-7137/11

[22] United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, (Compiled with an introduction by Ara Sarafian), a.g.y.., p. 270

[23] Greg Young’un, 20.9.1915 tarihli raporu, içinde: a.g.e, p. 296 İngilizce: “His Excellency also informed me -upon my statement that if the Government permitted I believed that I could secure funds from the American Red Cross to aid these people who undoubtedly would be very needy- that the Government would not permit of this and that the Government was doing everything possible, furnishing food, tents et cetera.”

[24] İngilizce orijinal: “Numerous stories are current of hardship, want, suffering from hunger, forced marching when in no condition to walk, cruelty of guards, seizure of young women, giving away and selling of children that they might find homes et cetera et cetera, but I did not believe them and even now I’m sure that many of the worst stories that are circulating are much exaggerated. Still, there are some which I must credit.

One, is that of a woman who though six or seven months pregnant and naturally in no condition whatever to make the marches, was obliged to keep up with the procession until she dropped in her tracks and died. I have heard of several cases of young girls or boys being bought by people who wished to aid in some way and were importuned by parents to take their children as servants so they might have homes. It was stated to me also that some soldier guards, in order to urge them on, whipped those who struggled in the march from utter exhaustion or to get food or money from compassionate Christian inhabitants.

I have also heard of kindnesses extended by good Moslems who pitied these sufferers and I overheard a common Moslem soldier—and it is known that such have hardly enough money for themselves—say he had given two Medjidis to the Christian exiles.

Several times I went to the quarter through which the exiles were marched to see them with my own eyes. Never however could I time my visit with their passage.

Kahdem, on the outskirts of the city, is a large commons after passing through Damascus all the exiles are collected preparatory, it seems, to being dispersed to the various towns where they are finally to stay.

Some days ago I visited this place to get some idea of conditions. It is a large open tract, practically devoid of grass and possessing but few trees. It was nearly covered with groups of ragged road-strained dejected wholly dispirited individuals. There were only a very few tents or shelters of any kind and these had the air of being more improvisations. At the [entrance] outer fringe of people I was met by a policeman who conducted me to the man in charge of the encampment. I saw practically nothing and learned only what he told me. He was most courteous.”

[25] İngilizce original: “Upon approaching low ground of concentration of exiles, the odor became sickening and noisome flies swarmed about him. Passing through the encampment he saw many people ill and bodies of others half in the water collected in pools on the low-lying ground. Some told him they were only waiting for death to free them.”

[26] Lepsius, a.g.y.., Belge no: 94, s. 89 Bu belge, ufak dil düzeltmeleri dışında tahrif edilmeden yayımlanmıştır.

[27] A.ge., belge no: 109, s. 99-101

[28] DE/PA-AA/Botschaft Konstantinopel/Bd. 169/MF7249/06

[29] DE/PA-AA/Botschaft Konstantinopel/Bd. 169/MF7248/73-75

[30] Agos, 3 Eylül 2004.

[31] United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, (Compiled with an introduction by Ara Sarafian), a.g.y.., p. 181. Orijinal İngilizce: “Boghos Marimian a wealthy and influentid Armenian together with his two sons, according to a reliable witness, were placed one behind the other and shot through. 45 men and women were taken a short distance from the village into a valley. The women were first outraged by the officers of the gendarmerie and then turned over to the gendarmes to dispose of. According to this witness a child was killed by beating its brains out on a rock. The men were all killed and not a single person survived from this group of 45.”

[32] A.g.e., Orijinal İngilizce: “I have just been talking with a young man who has been performing his military service on the “inshaat tabouri” (construction regiment) working on the roads out toward Gumushane. He told me that fifteen days ago all the Armenians, about 180, were separated from the other workmen and marched off some distance from the camp and shot. He heard the report of the rifles and later was one of the number sent to bury the bodies which he stated were all naked having been stripped of clothing.”

[33] Örneğin, 1919’da kaleme aldığı bir raporunda Heizer, bir başka olayı aktarırken, “I myself saw where 16 bodies were washed ashore and buried by a Greek women near the Italian Monastery,” der. (11 Nisan 1919 tarihli rapor, a.ge., s. 687)

[34] United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, a.g.y., s. 181

[35] Leslie A. Davis’in Harput’tan, Gölcük gölü etrafında kendi gözleriyle gördüğü binlerce cesede ilişkin aktardığı raporlar için bakınız: Leslie A. Davis, The Slaughterhouse Province, An American Diplomat’s Report on the Armenian Genocide, 1915-1917, (edited by Susan K. Blair), Aristide D. Caratzas, New Rochelle, New York 1989)

[36] Konsolos Bergfeld’in, Trapezunt, 9 July 1915 tarihli raporu, DE/PA-AA/R14086; Heizer’in istisnalara ilişkin raporlarına bir örnek olarak July 3rd 1915 tarihli raporu verilebilir. United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, op. cit., s. 88

[37] Agos, 3 Eylül 2004.

[38] Bergfeld, 9 July 1915, DE/PA-AA/R14086 Bergfeld, 6 Temmuz 1915, tarihli bir başka raporunda da bu kısıtlamaların kaldırıldığını bildirmiştir. PA-AA/BoKon/ 169/ MF7249/30

[39] Nail’in özel rolü Heinze’nin çeşitli raporlarında ele alınır, April 11th 1919 tarihli rapor için bakınız, United States Official Records on the Armenian Genocide 1915-1917, a.g.y., s. 687-8

[40] Trabzon ve civarındaki sürgün ve öldürmelere ilişkin daha ayrıntılı bilgi için şu çalışmalara bakılabilir. V. N. Dadrian, “The Armenian Genocide: an interpretation”, in: America and the Armeian Genocide of 1915 (edited by Jay Winter) s. 52-103; Kevork Y. Suakjian, Genocide in Trabizond: A Case Study of Armenio-Turkish Relation During the First World War, (Disseratation) Lincoln, Nebraska, Şubat 1981, s. 107-152

[41] Prof Çiçek bana cevap yazısında, benim ilk kitap eleştirisinde yer alan bu eleştirime de değinmiş ve “Akçam’ın eleştirisini okuyanlar sanki Rusya vatandaşı Ermenilerin ayrı bir devlet, Osmanlı vatandaşı Ermenilerin bir başka devlet kuracağını zannedebilir... Akçam’ın eleştirisi bağımsız Ermenistan kurulması hususunda Ermenilerin topyekûn hareket etmiş olmaları sebebiyle anlamsızdır”, demiştir. Bu da yapılan bilgi tahrifatının kasıtlı yapıldığını göstermektedir.