Muhsin Yazıcıoğlu ve Sürülmüş Tarlalar

Helikopter kazasında hayatını kaybeden Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen törende, Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın sözleri: “Bundan sonra hepimize düşen, Yazıcıoğlu’nun gittiği yolda, savunduğu ilkeler etrafında mücadele etmektir.”

“Millî birlik ve beraberlik” söyleminin fikir ve vicdan tedhişine dönüşmesinin daha vahim bir örneği zor bulunur. Ölmüş bir insanın, yedi buçuk yıl askerî hapishanede işkence görmüş bir insanın ardından herkes, -dindar olmayanlar da, kendi ilâhiyatınca başını öne eğebilir, fakat herkesi onun “gittiği yola, savunduğu ilkelere” kilitlemek – bu başka bir şey. O Meclis’te Behice Boran’ın da, Sadun Aren’in de cenazesi kalktı, hiçbir Meclis Başkanı “hepimizi” onların yoluna, savunduğu ilkelere adamamıştı. Hâkim kamusal dilin Muhsin Yazıcıoğlu’nu (ki ortalama tasavvur nezdinde “milliyetçi-muhafazakâr”dır) “hepimiz”den biri saymasındaki doğallık, ürperticidir. Bu ülkede o “hepimiz”e dahil olmayan çok sayıda insan nazarında Muhsin Yazıcıoğlu, solculara, Alevilere, velhâsıl “hepimiz”den sayılmayanlara karşı on yıllardır güdülen iç savaşı simgeleyen figürlerden biri idi. 12 Eylül öncesi bir yana –buna döneceğiz-, Hrant Dink’i öldüren şebekenin “sivil” kadrosu, BBP’nin gençlik örgütü olan Alperen Ocakları’nın “ortamından” devşirilmişti. Muhsin Yazıcıoğlu, şahsî niyet ve endişelerinden bağımsız olarak, -buna da döneceğiz-, ‘böyle şeylerle’ iltisaklı görülen bir şahsiyet idi. Onun “ortak değer” olarak takdimi, kahredici bir vicdan körlüğünün ifadesidir.


MHP’de kalarak veya merkeze/merkez sağa intisap ederek onunla yolunu ayıran eski ülkücülerin mersiyeleri, anlaşılırdı. “Dava”yla uğraşmayı bir biçimde sürdürmüş, meşakkate talip olmuş, konfor ve ikbale –en azından nispeten– uzak kalmış eski “Başkan”larını anarken, kendi mahcubiyetlerini de yansıtıyorlardı.

İslâmî cenahtaki yüksek teessürü anlamak da mümkündür. Oradaki herkesin, -yine o “hepimiz”in!-, üstadı olan Necip Fazıl’ın afili sözlerini hatırlarsak: “Ülkücülerin voltaj ve amperajı yüksek ruh adalesine gerekli fikriyatı devşirme” ümidini simgeliyordu Muhsin Yazıcıoğlu. Ülkücü tabanın dinamizmini hak davaya kazanma potansiyelini simgeliyordu.

Bunların ötesinde, Muhsin Yazıcıoğlu’nun başının üzerine kondurulan hâle, romantik “Anadolu insanı” mitinin hâlesidir. Taşralı, darlıktan gelme, sade, mütevekkil. Çoğun yiğitlik diye adlandırılan bir huşuneti ve öfkesi de var. Mutlak haklılık bahşeden, zulme de ruhsat veren bir mazlumluk imgesi. Bu “Derin Anadolu” miti tehlikelidir; hem o mazlumluğa verdiği geniş ruhsat nedeniyle tehlikelidir, hem de mitin arkasındaki sahici daralmayla, sahici buhranla, sahici insanlık durumuyla teması engellediği için tehlikelidir. Oysa oradaki ufûneti mesele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var.


Muhsin Yazıcıoğlu, 1970’lerde Ülkü Ocakları’nın liderlerindendi – efsaneleşen bir lider. O tahayyül dünyasında, Parti’nin ‘kaypaklığına’, statükoculuğuna, kodamanlığına karşı, Ocak’ların radikalizmini, idealizmini, samimiliğini temsil edenlerden biriydi. 12 Eylül 1980 sonrasında, bu temsil misyonu pekişti. MHP yöneticilerinin “Fikri iktidarda, kendi zindanda bir heyetiz” izahatına itirazı vardı. 12 Eylül’le hesaplaşmasını, “devletin öpmeye uzandığımız eli bize tokat attı” patetizminin ötesine taşıdı. “Devleti yıkmaya çalışan millet düşmanı komünistlerle devlete ve millete sahip çıkan Türk milliyetçilerinin aynı kefeye konmasının” ülkücüler arasında doğurduğu hayal kırıklığını, devletle, rejimle, sistemle ilgili bir sorgulamaya vardırdı. 12 Eylül arefesinde ülkücü taban içinde güçlenen İslâmîleşmeyle de bağlantılıydı bu; İslâmîleşmenin düpedüz İslâmcılaşmaya meylettiği bir vasatta gerçekleşiyordu. Neticede, Muhsin Yazıcıoğlu’nun temsilcisi olduğu bu yöneliş, devlete sitemkârlığı, “sistem”i kendince sorgulayan politik bir tavra dönüştürdü. Etnik milliyetçilik anlayışına, otoriter “devlet geleneğine”, militarizme, Kemalizme, kapitalizme… hem İslâmî referansla, şirk anlamına geldikleri için, hem de milletin öz/doğal kimliğini tahrife yönelik anti-demokratik unsurlar sayılarak mesafe alındı. MHP de, yönetim çizgisi ve ‘eliti’ itibarıyla, “sistem”le göbek bağını koparamayan, hatta onun tarafından ‘kullanılmaya’ açık bir yapı olarak ‘deşifre’ edildi; Başbuğ kültünün, tağutî ve totaliter bir nitelik taşıdığı söylendi.[1]

Bu yöneliş, 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu ve çevresinin –MHP’nin o zamanki geçici adresi olan– MÇP’den ayrılmasına kadar vardı. Bu kopuş, partisini yeniden devlet ve “merkez” nezdinde muteber kılmaya hazırlanan Alparslan Türkeş tarafından can-ı gönülden teşvik edilmişti gerçi. Ama bu, kopuşun cesur ve önemli bir hamle olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu kopuş ve ayrışma süreci, MHP hareketinin olabildiğince derin ve kapsamlı bir kendini sorgulama sürecidir – kendi zihniyet dünyası içre olduğu kadar, dışarıdan bakışlar açısından da önemlidir. Lider-teşkilat-doktrin kıskacında yürütülmesi hiç kolay olmayan bu sürecin sözcüsü-temsilcisi olarak Muhsin Yazıcıoğlu’nun cesaretini ve tarihsel rolünü teslim etmek gerekir.


Yazıcıoğlu ve arkadaşları, başlattıkları hareketi, BBP’yi kurarak sürdürdüler. Kuruluştaki iddia, 12 Eylül sonrasındaki sorgulamanın sonuçlarına dayanıyordu: İslâmî referanslar, Batıcı yabancılaşmaya ve devletçi otoriterliğe karşı müteyakkız, sivil ve demokratik örgütlenme...

BBP, “küçük” bir parti oldu. Parlamentoya seçim ittifakları vasıtasıyla birkaç milletvekili sokabildi, veya Sivas’tan bağımsız seçilen Muhsin Yazıcıoğlu’yla temsil edildi. Kopuş sürecindeki “yeni çizgiyle” tutarlı politik tutumlar olarak, “Müslümanların iktidarını engellememe” düsturuyla Refahyol hükümetine destek vermesi ve 28 Şubat’a açıkça karşı çıkması gösterilebilir.

Peki esasta ne oldu? BBP ve Alperen Ocakları, çıkış noktasının tam aksine, 12 Eylül öncesine döndü! Hiç de “sivil-demokratik” bir mecrada seyretmedi, etnisist-özcü bir nefret söyleminin yuvası oldu. Maraş katliamını “sünnetsiz militanlar”ın, “komünistler”in sırtına yıkmaya kalkışanların, hatta Hrant Dink’in katledilmesinden bir yıl sonra bir Maraş belgeselinde “Hrant Dink’in kurucusu olduğu aşırı sol örgüt”ten bahsedenlerin bulunduğu bir camiaydı ne de olsa burası. MHP’nin “merkeze” oturmasına ve “uzlaşmacı, sorumlu” bir profil çizmeye çabalamasına mukabil, bu eğilimin radikal ülkücü-milliyetçi tabanda yaratacağı hoşnutsuzluğu hasat etme beklentisiyle, ‘sertleştiler’.[2] MHP yeni rotasında ilerlemeyi sürdürdükçe, BBP ve Alperen Ocakları’nın da bu tutumu kemikleşti. BBP’nin kuruluşu öncesindeki “Yeni Oluşum” sürecinin zayıf programatik içeriği buharlaştı; geriye kalan, “sistem” falan derken her nevi “hain”e yöneltilmeye açık hale gelen plebyen-faşist hınç oldu. Bu durum, bilhassa 2002 seçimleri ertesindeki ırkçı-milliyetçi yükseliş ve darbe arayışı sürecinde, BBP’nin ocakları çevresindeki gençlik tabanını gayrı nizamî operasyonlar için fevkalâde bereketli bir toprak haline getirdi. Hrant Dink’in katlinde seferber edilen “insan kaynakları” için bu ortama ağ atıldığını biliyoruz.

Helikopter kazasından sonra başkanlarının çok uzun süre bulunamamasına tepki gösteren Alperen Ocakları’nın açıklamasında, onu bulanın kendi harekete geçirdikleri insanlar olduğuna dikkat çekilerek şöyle deniyor: “Devletin olmadığı yerde biz vardık, yine biz olacağız”. Bunun imâsı, ülkücü hareketin 12 Mart ve 12 Eylül öncesi misyonudur: Komünizmle –ya da düşman her neyse- mücadelede devletin zaafa düştüğü noktada millî refleksi işleten çocuklar…


Ergenekon’u bu kadarının kesmediği söyleniyor. Soruşturmayı yakından izleyen bazı gazetecilere bakılırsa, BBP’nin başına daha ‘kullanışlı’ birisini getirmek için Muhsin Yazıcıoğlu’nu tasfiye etmeye çalışıyorlardı. (Atlattığı başka trafik kazalarındaki tuhaflıklara ve helikopter kazasının da bir kaza olmadığına dair şüpheler serdedenler arasında, bu ihtimale dikkat çekenler de var.) Yazıcıoğlu’nun çevresindekilerin hayırhâh yorumlarına bakılırsa, o, tabanın “provokasyonlarda” ve ‘derin devlet’ hizmetinde kullanılmasına karşı sürekli müteyakkızdı ve bunu önlemeye çalışıyordu. Bir hoşgörü vasatı yaratmak maksadıyla Fener Patriğiyle görüşmesi, bazı sol, liberal, İslâmcı aydınlarla buluşmalar tasarlaması, bu fasıldan anılıyor.

Belki de doğrudur. Muhsin Yazıcıoğlu, yedi buçuk yıllık Mamak hapishanesi tecrübe ve tefekkürüyle, tabandaki “voltaj ve amperajı” ayarlamaya çalışmıştı belki; belki, en azından bunu dert etmişti.

Ona, “Siz bu işlerin acını çekmiş birisiniz, neden örgütlerinizi kontrol altına almıyorsunuz?” sorusunu soran gazeteci Şamil Tayyar’a verdiği cevap ibretliktir: “Bunu önlemek için elimden geleni yapıyorum ama bir yere kadar. Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler.”[3]


Şimdi, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yokluğunda, o sürülmüş bereketli tarladan çok daha bol mahsûl alınabileceği tehlikesine dikkat çekenler var. Hatta bizzat BBP içinde bazı “büyük”lerin, bu endişeyle, ocakları –hatta bizzat partiyi– tatil etme fikrini işledikleri söyleniyor.

Sürülmüş tarlalarla çevriliyiz bu ülkede. Hep aynı ekinin ekildiği tarlalarda, iklimin şefaatine duacı olmamız isteniyor. MHP de, tarlasına iyi baktığı için övülmüyor mu? Modern tarım yaptığı için, mahsûlünü iyi işlediği için… İç savaş körükleme yeteneğini kullanmadığı için minnettarlık duyuluyor MHP’ye, üniversitelerdeki ülkücü grupların rutin satırlı saldırıları nazarlık sayılıyor. MHP yönetiminde de bunlardan rahatsız olanlar var, ama biliyorlar ki hem “sızmalar” ve “manipülasyonlar” kaçınılmaz, yapısal; hem de Maarifin+medyanın milliyetçi formasyonu üzerine ülkücü ek ders almış gençleri “bir yere kadar” tutabilirsiniz.

Çok önceden sürülmüş –ve sürülmeye devam eden– tarlaları beklemekten hayır doğmayacağına inananlar da olmuştu oysa. Ülkücü hareketten kopup Mazlum-Der’i inşa edenlerden olan Mehmet Pamak gibi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun çevresinde yer alıp, bir noktada kendi kuşaklarının siyasetten çekilmesini doğru bulanlar gibi.

Muhsin Yazıcıoğlu, “kral çıplak” misali, “bizim tarlalarımızı çok önceden sürmüşler” haykırışının sahibiydi. Ama tarlanın başından ayrılmadı, ayrılamadı. Onun trajedisi mi demeli buna?


Püf noktası belki de geçmişle hesaplaşmadadır. Muhsin Yazıcıoğlu ve 12 Eylül deneyimini yaşayan bazı arkadaşlarının 12 Eylül öncesiyle hesaplaşmasının iki temel motifi olduğu söylenebilir. Birincisi, politik mücadelenin tırmandırılma biçiminin (silahlı mücadelenin önünün açılmasının), Türkiye’de sistemin hâkim güçlerinin veya onun içindeki bir çekirdeğin oyunu olduğuna, dış güçlerin/emperyalizmin de bu komploya müdahil olduğuna inanıyorlardı. (“Kullanıldıklarını” imâ edenler bile oluyordu.[4]) İkincisi, karşılarındakilerin, devrimcilerin, komünistlerin, düşman bellediklerinin da samimi ve halis niyetli dava adamları (ve tabii, Anadolu insanları) olduklarını teslim ediyorlardı.

Bu, bir başlangıçtı. Uçuruma bakma cesaretiydi. Önemli bir başlangıç ama sadece başlangıç. Derinleşmediğinde, asıl önemlisi, kamusal bir geçmişle hesaplaşma deneyimiyle birleşmediğinde muğlak kalır, yüzeyselleşirdi. Örneğin, Bahçelievler katliamının faillerinden Halûk Kırcı’nın, yıllar süren korumalı-kollamalı kaçaklığın ardından hapsedildikten sonra yazdığı anılarında 7 TİP’li gencin öldürülmesini teessürle anlatması; sahici bir geçmişle hesaplaşma politikasının olduğu bir ortamda, kollektif bir itiraf-yüzleşme deneyimine elverebilirdi. Yoksa, her şeye rağmen bir cesaret gerektirmekle beraber, bu haliyle, bir “Yaşanmalıydı, yaşandı” gönül rahatlığının tohumunu ekebilecektir.


Tarlanın başından ayrılmamak, ayrılamamak, Muhsin Yazıcıoğlu’nun taksiratı olabilir. Bu ülkede sahici bir geçmişle hesaplaşma deneyiminin yaratılamaması, 12 Eylül’ün alt edilememesi ise, gerçekten “hepimiz”in taksiratıdır.


[1] Bu süreci, Kemal Can’la birlikte yazdığımız Devlet Ocak Dergâh’ta (İletişim Yayınları, 2007 – 8. baskı) geniş biçimde incelemiştik.

[2] MHP’nin 1990’lardaki seyri için, bkz. Tanıl Bora- Kemal Can, Devlet ve Kuzgun, İletişim Yayınları, 2007 – 3. baskı.

[3] Neşe Düzel’in söyleşisi, Taraf, 2 Nisan 2009.

[4] Muhsin Yazıcıoğlu, 2003’te bir mülakatta, “Kullanılma kavramını biraz ağır buluyorum; ama istismar edildiğimizi görüyorum” der. Devamında söyledikleri, 12 Eylül öncesiyle hesaplaşma bakımından önemlidir: “Bütün gençlik istismara uğramıştır. Bir zamanlar okullara sığmadık, mahallelere sığmadık, şehirlere sığmadık, Türkiye’ye sığmadık, birbirimizi sığdırmadık. Ama arkasından iki buçuk metrekarelik hücrelere sığdık. Dışarıda birlikte yaşayamayanlar, hücrelerde birlikte yaşamaya mecbur oldular. Dışarıda birlikte yaşamanın yolunu bulamayanlar, hücrede birlikte yaşamanın kültürünü geliştirebildiler.” (Nuriye Akman’ın söyleşisi, Zaman, 7 Haziran 2003)