Sosyalistlerin Tutumu Derken?

Şimdilerde (Ağustos sonu) referandumun sonucuna odaklanmış zihinlerimiz, daha bir buçuk ay öncesinde Temmuz ayı başlarında, bundan çok, PKK’nın ilan ettiği “silahlı mücadeleyi yeniden başlatma” kararı ile bunun sonucu olarak tertiplediği karakol baskınları, mayın pusuları ve “silahlı eylemleri şehirlere, metropollere taşıma” tehditleri ile meşguldü.

Siyasal geleceklerini, hesaplarını, Doğu/Güneydoğu’da Kürt, Orta-Batı Türkiye’de Türk milliyetçiliğini besleme üzerine kurmuş olanların tamamının değilse bile, hafife alınamayacak bir kısmının, o eylem ve tehditlerle kızışıp, ülke geneline yayılacak gayet kanlı bir Türk-Kürt çatışmasını pekâlâ göze alabileceği hiç de ihtimal dışı değildi o sırada. Nitekim, çift yanlı bir komplo-provokasyon olduğuna dair kanıtların hayli bol olduğu Dörtyol ve İnegöl’de bu ihtimalin kıyısından döndüğümüzü kimse inkâr edemez ve unutmamalıdır da.

Gözü dönmüş milliyetçilik(ler)in dışında büyük çoğunluğun yüreğini ağzına getiren Dörtyol ve İnegöl olayları bastırıldıktan ve en az bunun kadar önemli olan PKK’nın Batman’da kurduğu ölümcül bir mayın pususu nedeniyle ilk kez büyük bir Kürt çoğunluğu tarafından PKK’nın şiddet eylemlerinden duyulan bıkkınlık ve öfke yüksek sesle dile getirildikten sonra, PKK’nın ister istemez “silahlı mücadele” kararını geri çekip “ateşkes” konumuna dönmesi ile kitlesel çatışma endişeleri yatıştı ve bu ihtimalin –şimdilik– uzaklaşmasıyla siyasal ilgi referandum konusuna odaklandı.

Fakat hiç şüphesiz, referandum sonrasında ve sonuçların en fazla etkilediği sorun olarak yeniden gündemin ilk sıralarında karşılaşacağız onunla. Ve şimdiden kestirilebilmektedir ki; bu noktada, referandumun ülke çapındaki sonucundan biraz daha önemli olarak –tutumunu değiştirmediği takdirde– BDP’nin boykot kararının “bölge”de ve yoğun Kürt nüfusun yaşadığı metropol varoşlarında ne ölçüde benimsendiği belirleyici olacaktır.

Ama elbetteki referandumun ülke çapındaki sonucuna göre o belirleyiciliğin hem etki oranı hem de işleyiş yönü hakkında konuşabileceğiz. Örneğin, çok az muhtemel olmakla birlikte, AKP’nin oyunun –son aldığı % 38’in altına– düştüğünü gösterir bir sonuçla referandumdan “hayır” çıkarsa, yani hayır oyları % 55’in üzerinde olursa; Doğu ve Güneydoğu’da boykot oylarının çoğunlukta oluşu ile birlikte bu sonuç, “Kürt sorunu”nun bundan böyle bir “yarılma”, bir –milli– “cepheleşme” zeminine yuvarlandığının tescili anlamına gelecektir.

Gerçi hayır oylarının az farkla da olsa çoğunlukta olması halinde, siyasal insiyatifin bu cepheye geçeceği açıktır. Bunun anlamı, o cephenin büyük çoğunluğunu oluşturan ve kampanyalarını Türk milliyetçiliğine, asker-sivil bürokrasinin imtiyazlarının ve haliyle “derin devlet”in korunmasına matuf argümanlara dayandıran CHP-MHP blokunun, bu rüzgarı arkasına alarak AKP hükümetini erken bir genel seçime zorlayacak saldırılarını arttırmasıdır. Bu durum sol/sosyalizm çağrıştıran sıfatlarla sözkonusu cepheye baştan beri yamanmış İP ve TKP’yi şüphesiz memnun eder ve onların milliyetçi-devletçi ganimetten pay kapma umut ve gayretlerini kamçılar. Ama eğer hayır lehine fark, ÖDP, SP gibi “hayır cephesi”ne “milliyetçi/devletçi değiliz ama” diyerek katılmış olanların oylarıyla sağlanmış görünecek kadar az olursa; hepsinin değilse de bir kısmının o değirmene su taşımış olmanın vebali ile bir daha bellerini doğrultamayacaklarını şimdiden belirtmek gerekir.

Şüphesiz, evet cephesi benzer biçimde kazandığında, o kesimin, “yetmez ama evet” diyen sosyalistleri AKP’ye yakıştırdıkları tüm sıfatlarla, ona yardakçılık yapmakla suçlayacaklarını da biliyoruz.

Yine biliyoruz ki; bu durum ilk kez olmayacak. 12 Eylül’ün ve reel sosyalist rejimlerin yıkılışının sonrasında yeniden toparlanmaya ve etkin bir siyasal güç/hareket olmaya çabalayan ama neredeyse çeyrek yüzyıldır bunu başaramadığı gibi, bu dönem boyunca herhangi bir konu/sorunda insiyatifi ele alma, akılda kalıcı özgün bir tutum geliştirme becerisi gösteremeyen genel sol/sosyalist hareketin, bu referandum bahsinde de –diğer bölünme gerekçelerini koruyarak– ikiye, üçe bölünmesi zaten bekleniyordu. Ama yine de referandum konusu gündeme geldiğinde, toplam oy gücünün pek az olduğu bilinmesine rağmen; “sosyalist” kavram ve sıfatının onca yıpratılmışlığına karşın hala taşıyabildiği moral, entellektüel ve insani değer potansiyeli nedeniyle, halihazır “sosyalist”lerin büyük çoğunluğunun gösterebileceği ortak bir tutum önemseniyordu. Örneğin Başbakan Erdoğan, “evet” kampanyasını açış konuşmasında 12 Eylül zulmünden patetik ifadelerle bahsederken o duyarlılık ve potansiyele seslenmek istiyordu.

Ama değişen bir şey olmadı. “Sosyalist”ler, o dünyayı izleyenlerin kolayca önceden tahmin edecekleri biçimde, Evet, Hayır ve Boykot’a neredeyse eşit oranlarda bölünmüş olarak çıktılar toplum ve tarihin karşısına.

Referandumun konusu, “sosyalist”ler arasındaki bu ve benzeri bölünmelerin asli nedenlerine, kaynağına götürecek boyutta olmadığı gibi, hangi tutumun gerçekten sosyalistçe olduğunu kanıtlamaya yetecek unsurları da içermiyor. Ama buna rağmen bu bölünme hiç de anlamsız değil. Çünkü, az sonra açıklamaya çalışacağımız üzere, bu bölünme, doğrudan doğruya olmasa bile; sosyalist kavramının sosyalist oluşun birbirini bütünlediği, bir sentez oluşturduğu varsayılan başlıca üç unsurunun ayrışmasına tekabül ediyor. Bir başka deyişle, işaret edilen tutumların herbiri bu üç unsurdan birini başatlaştırıp diğerlerine ona tabi bir içerik vermesi, hatta araçlaştırması ile oluşmuş bir sosyalizm perspektifi anlamına geliyor.

Bu sosyalizm perspektiflerinin herbiri, kendi başatlaştırdığı unsurun “sosyalizmin özü” olduğunu, dolayısıyla değişmezliğini, buna mukabil diğer iki unsura atfedilen gerçeklik durumları ve yüklemlerin o değişmezi doğrulayacak biçimde değişmiş olabileceğini veya değiştirilmesi gerektiğini esas alır. Dolayısıyla bunların uzlaştırılması, hele birleştirilmesi mümkün değildir. Çeyrek yüzyıldır sadece Türkiye’de değil, hemen tüm dünyada sosyalist sıfatı altında kurulmaya çalışılan “birlik”lerin kısa ömürlü olmasının, üstelik yeni bölünmelerle çok geçmeden dağılmasının esas, “teorik” nedeni budur.

Birikim’in adeta mottosu olan “sosyalizmi yeni baştan tanımlamak” ifadesi her şeyden önce bu durumu, bu açmazı işaret eder. Sosyalizm nedir, niçin veya neden sosyalist olunur/olunmalıdır sorularının, çağdaş durumda kökten bir devrim anlamına gelecek cevaplarını yeni baştan düşünmenin kesin bir önkoşul olduğunu vurgular.

Yukarıda sözünü ettiğimiz –alışıldık, bir anlamda geleneksel sosyalizm tanımı içinde hareket eden, düşünen– başlıca üç perspektif, bu denli temelden bir girişimi herbiri kendi açısından “sosyalizmin –değişmez– özü”nü sorgulama konusu yaptığı için, esastan reddeder ve ağır bir sapma olarak nitelemeye hazırdır. Bununla birlikte sözkonusu tutumun, “direniş”in sosyalizmin yüce amaç ve değerleriyle özdeşleştirilmiş fikirlere sadakat gibi anlaşılır bir duygudan kaynaklandığını, o amaç ve değerlerin mecrasında birlikte olduğumuzu varsayarak, genel sosyalist hareketi bu giderek acınası hale gelen durumdan kurtaracak gerçek bir tartışmanın zorunluluğunun halihazır sosyalistlerin çoğunluğu tarafından idrak edileceği umudunu koruduk.

Fakat artık bu durum sürdürülmemeli; aynı “sosyalist” sıfatı altında, toplumsal gündemin hemen her önemli sorununda birbirinden bunca farklı/zıt tavırlar alabilenlerin fiilen işlevini yitirmiş biraradalık görüntüsü sona erdirilmelidir. Bu bakımdan referandum ertesinde, hiç vakit geçirilmeden, hazır konu tazeliğini koruyorken, bu konuda alınan, önerilen farklı tavırlar bağlamında, bu tavırların temelde nasıl bir sol/sosyalist tanımından kaynaklanıyor olabileceğine dair bir tartışmayı yoğunlaştırmak, bunlara karşılık düşen farklı “yol”ları netleştirmek, ayırmak herkesin birincil önceliği olmalıdır.


Bu nedenle referandum konusundaki farklı tavırların tartışmasını çok daha geniş ve derinlikli bir zeminde ele almak üzere Eylül sonrasına bırakıyoruz. Bunun bir diğer gerekçesi de AKP’nin yaptığı Anayasa değişikliğinin yetersizliği sathiliğine dair söylenenler arasında anlamlı bir farkın olmayışıdır. Zaten o nedenle de alınan tavırların asli gerekçesi olarak AKP’nin ne olduğuna, nihai hedef ve amacına dair çok önceden verilmiş hükümlere yaslanılıyor.

Bu hükümlere ilişkin bir iki noktaya değinme gereğini duydum. İlk işaret edeceğim nokta, hangi eğilimlerin nasıl tavır alacağının aşağı yukarı önceden bilinir, tahmin edilebilir olduğudur. Kimseye de şaşırtıcı gelmedi. Çünkü Türkiye’nin şu son on beş yılına bakıldığında; yani RP’nin kendi ölçeğinde “yenilenmiş” “İslâmi” eğilimli bir partinin, seçimlerden birinci parti olarak çıktığı 1995’ten itibaren genel sosyalist hareketi oluşturan unsurların bu olguya ilişkin tutumları ile bugün referandum konusundaki tavırları arasında tam bir uyuşma, süreklilik görülür. RP’nin “zuhuru”yla ve ardından onun “doğurduğu” AKP’nin geleneksel merkez-sağın enkazını toparlayarak o yeri sahiplenmesiyle birlikte ülke siyasetinin aksına RP ve bilhassa AKP’nin tüm itirazlarına, karşıt çabalarına rağmen –özellikle asker-sivil bürokrasinin zorlama ve teşviki ile– oturtulan cumhuriyetçi/laik/milli-dinci/emperyalizm güdümlü ayrımını kendi özel katkılarıyla onaylayan “sosyalist”lerin tamamı şimdi de referanduma hayır kampı içinde yer almaktadır. Bu ayrımın gerçekliği çarpıttığını, kendilerine cumhuriyetçi/laik diyenlerin ne tutarlı bir cumhuriyet fikrinden ne de laikliğin evrensel tanımından yana olduklarını; RP’nin ve özellikle de AKP’nin asli amaç ve niteliğinin “dincilik” olmayıp, olsa olsa muhafazakârlık dozu daha belirgin bir merkez-sağ/sağcılık olduğunu öne süren; RP-AKP’yi –ilkini 28 Şubat 1996’da, diğerini 2002 sonrasında– hükümetten devirmek için her yol mübahtır diyenlere demokrasi ve meşruiyet adına karşı çıkanlar ise bugün de referandumda “yetmez ama evet” diyenlerdir. Laik/şeriatçı ayrımını dikte ettirmek için elinden geleni ardına koymayan asker-sivil bürokrasi çekirdekli cenahın neredeyse “şeref meselesi” haline getirdiği başörtüsü yasağının savunulmasında da günümüz “hayır”cıları hep birliktedir. “Yetmez ama evet” diyenlerin yasağa karşı çıkmaları gibi.

Bu manzara son onbeş yıl boyunca CHP/“devlet” ile AKP’yi karşı karşıya getiren her durumda aynen geçerli olmuştur. “Hayır” diyenler, Ergenekon soruşturması, darbe ortamı hazırlamaya maruf girişimler, açığa çıkan darbe planları gibi basbayağı kirli, karanlık konularda, bunlara ilişkin olayların faillerinin avukatlığını yapan “laik-cumhuriyetçi”lerle yanyana durmamıştır elbette ama onları bu sicillerine rağmen AKP ile eşitleyen bir mesafe alışla yetinebilmiştir.

Bu tavır alışın sosyalist jargona uygun çok çeşitli açıklamaları şüphesiz yapılabilir. Fakat asker-sivil bürokrasi/otantik Türkiye burjuvazisi ya da ideolojik-siyasal ifadeyle CHP ve AKP’nin odağında olduğu saflaşmalarda bir tarafta yer almak zorunlu, kaçınılmaz olduğunda tercihin ilki lehine yapılıyor olması sadece bununla açıklanamaz. Kanımca bu noktada en önemli faktörlerden biri de; Türkiye sosyalist hareketinin bu “hayır”cı kesiminin, devletçi bürokrat zümrenin avama –ve onun önde gelenleri olarak bezirganlardan türeme otantik Türkiye burjuvazisine– karşı duyduğu horlama duygusunu paylaşıyor oluşudur. AKP’nin omurgasını oluşturan kesimi “burjuvazi” diye adlandırmaktan imtina etmeye çalışmaları, bu kavramı onlara layık görmemelerinin bir dışa vurumu gibidir. Bu duyguya dinî-muhafazakâr yaşam tarzının, kültürün hor görülmesinin de eşlik ettiği, her ikisinin örtüştüğü, içiçe geçtiği de eklenmelidir.

Bunu pozitivist ileri(ci)-geri(ci) kavramlarının sosyalist düşünüşe nüfuzu olarak açıklayabiliriz elbette. Ancak unutulmamalıdır ki pozitivist yaklaşımın “geri”ye yüklediği horlanası içerikle “ileri olma”ya yüklediği kibir, sosyalist düşünüşün “ruhu”, ekseni olan eşitlik-eşdeğerlilik kavramını “bozar”, giderek çürütür.

Bunun bilincinde olmak, şu güya “laik cumhuriyet”in, “ulus devlet”in kuruluş sürecinde Türkiye toplumunun çoğunluğunu oluşturan çeşitli kesimleri farklı neden ve gerekçelerle ne denli horladığını ve ona yönelik tepkide uygulamalarının nesnel içeriğinden belki de daha fazla bu aşağılayan yaklaşımın, “adam yerine koymaz” tutumun etkili olduğunu da bilmek demektir. Dolayısıyla “laik cumhuriyet”in “ulus devlet”in değiştirilemezliğini savunarak “hayır”cılığın başını çekenlerin yanında görünmek; “laik cumhuriyetçi”lerin Sünni avam çoğunluğa, “Türk ulusalcı”ların, milliyetçilerin başta Kürtler, hemen tüm Türk olmayan etnik-dini topluluklara reva gördüğü horlamanın, gerek gördüğünde hemen takınıverdiği düşmanca muamelenin gölgesinin üzerine düşmesine ses etmemek demektir.

Türkiye’de geleneksel merkez sağ olsun, şimdi onun yerini almış AKP olsun, en az siyasal-ekonomik vaad ve programlar kadar bu kökü bin yıllara uzanan horlanmışlığa tepkinin okşanmasının da önemli olduğunu bilir. Sözkonusu horlanmışlık yüzyıllar içinde bir iç kabullenmeyle de örtüştüğü için patlayıcı olmamakla birlikte yaygın ve hassas bir potansiyeldir. O nedenle aşağılanmayı söküp atmak, yerini özgüvenle doldurmak çağrısı, çağrışımı yapan girişimlere henüz hazır değildir belki ama o duyarlılık halini “anlayan”, onda teselli veya kısmen de olsa telafi etme duygusu uyandıran siyasal oluşumlara desteğini esirgemez. Merkez-sağ siyaset bunu gayet iyi bildiği için liderlerini ve sloganlarını ona göre “ayarlayagelmiştir.” “Yeter söz milletindir” diyen DP’nin Menderesi’nin babacanlığı, “gözlerime bakın, ne demek istediğimi anlarsınız” diyen AP’nin “Çoban Sülü”sü, her şeyiyle “bizim mahallenin tontonu” olan Turgut Özal, semtimizin delikanlısı dedirten Recep Tayyip Erdoğan, “içimizden biri”nin o kudretli makamlara gelebileceğinin kanıtı olarak da işlevseldir.

Eşitlik arayışının, arzusunun bunun kaynağı olan özgüvenin –haliyle uzun sürecek– ilk etapları böyle geçilebilir. Daha doğrusu merkez sağın ve popülizmin bu arayış ve arzuyu tatmin biçimi, çapı bu kadardır.

Sosyalizm bir akım, hareket ve mücadele olarak eşitlik arayışının körüklenmesi, boyutlanması ve giderek insani varoluşumuzun ekseni kılınmasından başka bir şey değildir. Tarihi tüm çelişki ve çatışmaların içinden bu arayışın izini sürerek okumak, hali ve geleceği bu arayışa verdiği, verebileceği imkanlar ışığında tasarlayabilmek, pratiğini bu doğrultuda geliştirmek demektir.

Bunu gerçekten yapabilmenin ilk koşulu ise, o durumda horlanma ve eşitsizlik nerede dile gelmişse, –şimdilik çapı ve derinliği ne olursa olsun– orada olmak, onların dilini anlamaktan başlayıp, birlikte giderek zenginleştirilip boyutlandırılacak bir dil oluşturmanın zahmetini göze almaktır.

Öyle ise, durulacak yerleri bizim tespit etmediğimiz şu referandum ortamında, eşitlikten başlayarak bir dil oluşturmayı başlatmak için milliyetçilik ve militarizmin öfkeli sancaklarının savrulduğu yerin mümkün olan en uzağında, onların en ufak bir gölgesinin dahi düşmeyeceği bir mevkide yer almaktan başkası asla düşünülemez.