AKP ve Solun Ezberleri: AKP'yi Teşhir Etmekle Yetinmenin Hafifliği

Kıvanç Koçak, Temmuz 2001’de yayımlanan Birikim dergisindeki yazısına, “Kasımpaşalı Haylaz: Merkez Sağda Yeni Umut” başlığını koymuştu. Derginin o sayısında yer alan dosyanın konusu “Partilerden Yeni Oluşumlara” idi.

Koçak da, 1990 başlarından beri devam eden, Batı’daki Hıristiyan-Demokrat tarzında bir oluşumun merkez sağı yeniden şekillendirmesi arayışının o güne kadar ki başarısızlığını özetlerken, böyle bir merkez sağa fonksiyonel lider arayışlarının nihayet çözüm olarak Erdoğan’ı ortaya çıkardığını belirtiyordu. Gerçekten de 2001 fiubat krizinin darmadağın ettiği iktisadi ve siyasal alanın yeniden yapılanması dönemiydi 2001 Yaz’ı. FP’den ayrılan “Yenilikçiler”in merkezinde yer aldığı, dinî siyaseti merkeze çekerken, diğer yandan da bu siyasetten çok daha geniş bir koalisyonu kurmayı başaracak, siyaset sahnesini yenileyecek bir yeni oluşumun kuruluşuna tanıklık ediyorduk.

Kıvanç Koçak, o zaman “Erdemliler Hareketi” adını taşıyan yeni oluşumun bünyesine katmaya çalıştığı isimlerden bazılarının isimlerini veriyordu yazısında: Mehmet Ağar, Ertuğrul Yalçınbayır, Meral Akşener, Muhsin Yazıcıoğlu, Korkut Özal, Saadettin Tantan ve daha başka isimler. Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla bundan bir ay sonra kurulan parti (AKP’nin AK Parti olması bundan biraz daha sonradır), bu isimlerin hepsini toplamasa da, 2001 Yaz’ında tasarlandığından çok daha geniş bir koalisyon oluşturmayı başardı.

Aslında, hatırlanacağı gibi, 2001 yazında olduğu yerde çöken merkezi doldurmaya aday, bir değil, iki oluşum vardı. Biri sağdan diğeri soldan merkeze taliptiler. Biri AKP adını aldı. Diğer oluşum arayışının umudu Kemal Derviş’ti. Derginin aynı sayısında, bu iki siyasal oluşumdan Tayyip Erdoğan’ınkinin, uzun zamandan beri hazırlanan bir ekibe sahip olduğu hatırlatılıyor, bu nedenle Derviş’in işinin çok daha zor olacağı belirtiliyordu. Kemal Derviş’in 2002 seçimleri arifesinde Rubicon’u geçmeye cesaret edememesi, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının kurduğu yeni partinin 2002 Kasım seçimlerinden beklenenden çok daha büyük bir başarıyla çıkmasına yol açtı. Derviş’e ümit bağlamış orta sınıf seçmenin bir bölümü de yüzünü AKP’ye döndü. AKP, İslami parti seçmen tabanına bir o kadar yeni seçmen ilave etti. Oyların %34’ünü aldı. Daha sonra bu oy oranını kademeli olarak %47’e kadar çıkardı.

2001 yazında “yenilikçiler”in güç alacağı toplumsal dinamik aşağı yukarı şekillenmişti. Laikçi çevreler Aksu Bora’nın tabiriyle “mürtecilere sarımsak sallama” ile meşguldüler. Solda ise AKP’nin taşıyıcısı olduğu siyasal-toplumsal dönüşüm dinamiği, genellikle “Ali’nin yerine Veli geldi” türünden, egemen sınıf içi bayrak yarışının yeni bir merhalesi olmaktan daha anlamlı gözükmüyordu. Ömer Laçiner, o dönemde, geleneğe 1980 sonrası Türkiye koşullarında intisap etmiş, ekonomiyi ideoloji kadar önemseyen, ibadetle iş çevirmeyi, takva ile girişimciliği eşdeğer sayan, mütevekkilden ziyade hırslı yeni katmanların ön plana çıkmasına dikkat çekiyordu. Bu yeni katmanlar geleneksel İslamcı siyasetin stratejisini de baştan aşağı değiştiriyorlardı. Orta ve üst-orta sınıflara hitap eden, dinci izleniminden çok elit izlenimi veren bir kulvarda yer almaya özen gösteriyorlardı. Çoğu dindar da olsa heterojen bir seçmen kitlesine yaslanmayı hedefliyorlardı. Bu amaçla, FP’nin 2000 Nisan seçimlerinde yaptığı gibi, sadece daha ılımlı bir vitrin oluşturulması değil, İslami hareketin o güne kadarki siyasal örgütlenme modelini terk ederek, yeni bir parti modelinin hayata geçirilmesi gündemdeydi. Nitekim bu yeni oluşum, MSP-RP-FP çizgisinin başaramadığı bir koalisyonu başardı ve DYP-ANAP, MHP, hatta DSP’ye oy vermiş seçmenlerden oy aldı.

Ortaya çıkan partinin, RP’nin kılık değiştirmiş bir versiyonu olmadığının herkes farkındaydı. Ama bunun solda dile getirilmesi hoş karşılanmıyordu. Eylül 2001’deki Geçen Ayın Birikimi yazısında belirtildiği gibi, yüzyıllık İslami/Sünni hareketten, MNP’den FP’ye uzanan Milli Görüş geleneğinden çıkma kadroların AKP’yi kurmalarının bir anomali ya da kaderin cilvesi değil, tam aksine bir normalleşme, tarihsel akışın nihayet doğal mecrasıyla buluşması olduğunun söylenmesi, Türkiye’de laikçiler kadar sol çevrelerde de duyulmak istenmeyen bir tespitti. Somut gelişme neyse önce onu çözümlemek, anlamaya çalışmak ve adını koymanın, onu tasvip etmek, hatta desteklemek anlamına geleceği hissini yenmek zordu. Ezberlenmiş düşünce kalıplarını kırmak da. Kuruluşunu izleyen ayda kamuoyu yoklamaları AKP’nin %30 civarında oy alacağını göstermeye başladılar. Ama bazı çevreler için önemli olan, AKP’nin Türkiye otantik burjuvazisinin temsilcisi olarak iktidara gelişi ve bu anlamda Türkiye siyasal-toplumsal tarihinde büyük bir dönüşüm gerçekleştirme potansiyeli değildi. Önemli olan yeninin eski olduğunu, ABD’nin, emperyalizmin, büyük burjuvazinin, sermayenin, vs... istediği için gerçekleştiğini tekrar etmek, imanı korumaktı. Bu cephede yeni olan yegane şey, AKP iktidara geldikten sonra, 11 Eylül saldırısı sonrası Bush’un dile getirdiği Büyük Ortadoğu Projesi’nin de bu ritüel tekerlemeye ilave edilmesi oldu.

Halbuki somut olarak Türkiye’de yaşanan bu ritüel tekerlemenin işaret ettiğini pek doğrulamıyordu. Büyük sermaye ve Ordu, merkez/merkez sağ oyların AKP türünden bir mecraya akacağını görüyor olmalarına rağmen, bu süreci teşvik etmek yerine, karşı kampanyaya katıldılar. Birikim’de bu davranışın arkasında yatanın, AKP’nin İslamcı kimliğinden ziyade, sınıfsal denebilecek bir neden bulunduğu belirtiliyordu: “Türkiye düzeninin yerleşik egemenleri, belki de tarihlerinde ilk kez bu egemen kesimin bir fraksiyonunun şemsiyesi altına sığınmayarak, doğrudan kendisi olarak iktidara talip olan, bunun için gerekli kitlesel desteği sağlayabilecek olan bir orta sınıf hareketi ile karşı karşıya” idiler.

AKP’nin, daha iktidara gelmeden, din ve kapitalizm arasındaki sentezi, bu coğrafyaya özgü biçimde ama Hıristiyan Batı dünyasında Protestanlığın zamanında yaptığı gibi gerçekleştirme potansiyeli taşıdığı görülüyordu. Eylül 2001’deki Birikim’de yeni bir burjuva sınıfının önce iktisadi, ardından siyasal planda sahnenin önünde yer almaya başlamasına dikkat çekiliyordu. “Devletlular ile ekonomiye egemen zümrelerin oluşturduğu bir tabakanın farklı hiziplerinin yönettiği siyasal mücadele alanında şimdi orta sınıfın kendi otantik kimliğiyle, kendi gücüne ve sürükleyiciliğine güvenerek çıkış hamlesi olarak” AKP’nin görülmesi gerektiği belirtiliyordu. Otantik kimlikten kast edilen, kültürel olarak muhafazakar, dindarlığını teşhir etmekten çekinmeyen, memuriyet yerine ticareti tercih eden, ılımlı milliyetçi bir kimliktir. Taşra muhafazakarlığını gocunmadan sahiplenen ve sergileyen, piyasanın dilini konuşan ve geleneksel büyük sermayeye nazaran daha halktan bir görünüm sergileyen bir orta sınıfın yükselmesi AKP’yi iktidara taşıdı. Elbette bunun bu yoğunlukta gerçekleşmesinde merkez sağın geleneksel partilerinin bütünüyle itibarsızlaşması belirleyici idi. AKP bu anlamda, 1990’larda DYP ve ANAP yönetimleri sayesinde bütünüyle çöken merkez sağın bıraktığı boşluğu doldurdu. Doldurmakla kalmadı, kısa zamanda onu konsolide etti ve etki alanını genişletti.

Solda rağbet gören değerlendirme ise egemen sınıf içinde nöbet değişimi yapıldığı yönündeydi. Söz konusu olanın bir nöbet değişiminden öteye, hakim sınıf katında büyük bir altüst oluşa denk geldiğini, büyük ihtimalle önümüzdeki on yılın Türkiye’sine damgasını vuracak yeni bir hegemonya kurulmaya başlandığını, bunun tam da bu nedenle yeni bir dönem başlattığını, Türkiye egemen sınıf oluşumunda bir devrim niteliğinde olduğunu ifade etmek, ilerici, laik, devrimci, solcu, vs.. sıfatlarla kendilerini tanımlayan bazı kişilerce AKP’ye teslim olmak olarak damgalanıyordu.

2002 seçimlerinin sonucu Birikim’deki birçok yazıda bir sessiz devrim olarak değerlendirildi (sayı 163/164). Devrim kelimesinin büyüsü bozulmasın isteniyorsa, buna inkılâp da diyebiliriz. 1946-1950 seçimlerinden daha sessiz ama onlardan daha kapsamlı ve derinlikli bir inkılâptı bu. Özel bir öznesi olmayan, bir devrimci öznenin yönlendirmediği ama Türkiye toplumunun siyasal-iktisadi yapısını köklü biçimde değiştiren bir gelişmeydi 2002 seçim sonuçları. Bazı gözlemcilerin karikatürize ettiğinin tersine, söz konusu olan “ne pre-modern bir İslamiyetti, ne Milli Görüş çizgisinin sunduğu sanayi ve mühendislik fetişizmine ilmihali eklemleyen ideolojisi idi§ ne de Adil Düzen retoriği ile Kur’anı yeniden yorumlayan popülist bir ideoloji idi” (s.19). Din ve kapitalizmin sentezini bu topraklara özgü biçimde gerçekleştiren bir Türk-İslam burjuva ideolojisini AKP temsil ediyordu. AKP’de temsil edilen ideoloji, daha önce DP-AP ve ANAP tarafından formüle edilmiş ideolojilerden, özgül ağırlığı daha yüksek ve som bir burjuva ideolojisi idi. İktidara kendisi doğrudan talip olurken, bunu rejimin kadim vesayet güçleriyle paylaşmak veya onlara aslan payını bırakma şansı olmadığı için, ya hep ya hiç mantığı içinde hareket etmek zorundaydı. Karşısındaki kadim vesayet güçleri iktidarlarını, postmodern darbe, yargı yoluyla siyasal sansür gibi geleneksel yollardan korumaya kalktıkları oranda, AKP kendini savunmak için demokratikleşme çizgisini genişletti. Salt bu mücadelede levye olarak kullanmak için değil, Anadolu’dan yayılan dinamizmi kanalize etmek için de AB üyeliğinin yerde duran bayrağını eline aldı.

AKP aynı zamanda Özal’dan başlayan iktisadi vizyon dönüşümünü daha radikal bir çizgiye oturttu. Erdoğan’ın yasaklılığının iptal olması sonrasında kurduğu ilk hükümetin programı, Türk sağ söyleminde yer almayan bir kavramı ilk kez kullanmaktan çekinmiyordu: “Hükümetimiz toplumdan aldığı yetki çerçevesinde, demokratik piyasa toplumu ve ekonomisi (...) oluşturmayı ön planda tutacaktır.” Bunu tamamlayan önerilerle, karşımızda dört dörtlük bir neoliberal iktisadi reform ve yönetim programı vardı. Bu programı AKP bugüne kadar pek rota değiştirmeden uyguladı. Demokratik piyasa toplumu ve ekonomisi, neoliberal olarak tanımlanan, 1980 sonrası egemen liberalizminin tam gerçekleştirmek istediği hedefti. Piyasa ilişkilerinin toplumsal alanın en ücra köşelerine kadar taşınmasının yanında, piyasa modelinin zihinlere egemen olmasını sağladı AKP. Bu hedefe yönelik geniş bir toplumsal rızayı üretmeyi becerdi. Baskı ve zoru gereğinde ihmal etmeyerek ama esas olarak istikrarlı bir büyümeyi sağlayacak önlemlerden taviz vermeyerek ve merkez sağın Özal’la birlikte terk ettiği “yoksul dostu girişimleri” cemaat ilişkileriyle pekiştirerek bunu gerçekleştirdi. Buna ilaveten, AKP’nin iktidara gelişi sağ siyasal elit ve yönetici kadrolarında da büyük bir yenilenme gerçekleştiğini ortaya çıkarıyordu. AKP kendi elitine dayanıyordu. Aldığı eğitim, uluslararası ilişkileri ve hizmet üretimi becerisi açılarından sağın geleneksel elitlerinden geri kalmayan, hatta onları aşan bu AKP, kendi elit kadrolarıyla merkez sağa iyice yerleşirken, diğer yandan da kapsamlı bir kuşak değişimini simgeliyordu.

AKP, 1990’ların art arda gelen krizlerinden, yoksullaşmadan bunalmış halk kesimlerinde, “güç ve iktidarın ekonomik sıkıntıları azaltmaktan daha değerli bir içeriği ve meşruiyeti olamaz” inancının zirveye çıktığı noktada iktidar oldu. Aradan geçen zaman zarfında, iktisadi alanda gerçekleştirdikleriyle o sessiz devrimin aktörlerinin tarihsel hesaplaşmasını yapabilecekleri tarihsel eşiğin aşılmasını sağladı. Birikim’de 2002 seçimlerinin hemen sonrasında öngörüldüğü üzere, toplumun asıl gücünü göstermiş, bunu iyi yönetmiş bir AKP ve onu destekleyen Türk orta sınıfları, toplumun kadim egemenlerine hesap veren konumundan onlardan hesap soran konumuna geçtiler.

Bu yeni muhafazakar-demokrat burjuvaziyi ve yükselen orta sınıfı temsil etmeye en yetkin kişiydi Erdoğan. Asaf Savaş Akat’ın yerinde benzetmesiyle, Ecevit, Demirel, Baykal, Derviş ancak halkçı olabilirlerdi, Erdoğan ise halktı. Devletle sıkıntısı ilkesel olmaktan ziyade tarihsel olan bu yeni orta sınıf, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşmasıyla birlikte, daha kabadayı, daha otoriter ifadeli, nobran delikanlı tavrıyla bezenmiş bir muhafazakarlığı Erdoğan’ın şahsında merkeze yerleştirdi. Erdoğan’ın kişisel nitelikleri bu yeni muhafazakarlığın otantik olduğu kadar evrensel yanını da yansıtıyordu. Aynı zamanda, bu sessiz inkılâbın ivme kazandıracağı demokratikleşmenin imkânları kadar sınırlarını da ele veriyordu. Ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin bir demokrasi mücahidi olmadıklarını, toplumun çoğunluğunun değerlerini temsil etme iddiasının verdiği güvene dayanan bir muhafazakar demokrasi anlayışına sahip oldukları Birikim’de çeşitli vesilerle hatırlatıldı. “Zinde güçlerin” bir an önce duruma el koymasına bel bağlamış, “ordu göreve” pankartları arkasında yürümekten gocunmayan laikçi modernlerden daha sahici bir demokratlıktı bu. fiüphesiz kendine demokrat olma eğilimleri güçlü idi fakat karşısındaki vesayet rejimi güçlerinin baskısı, onun demokratikleşme konusunda buzkırıcı bir işlev görmesini de sağlıyordu.

2007 seçimleri öncesinde laik cephenin Erdoğan’ın ve ardından Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı giriştiği yeni postmodern darbe teşebbüsü, AKP’ye yeniden burjuva demokratik dönüşüm bayrağını yükseltme ve etrafında daha geniş bir koalisyon oluşturma olanağı verdi. 2007 seçimleri sonrasında Birikim’de, AKP’nin şahsında artık nihai zaferini kazanmış sayabileceğimiz yeni egemenlerin, vasilerin imtiyazlarını, statülerini önemli ölçüde geriletmiş olduğu ve bu geriletmenin devam edeceği belirtiliyordu. Yeni anayasa beklentisi içinde, AKP’nin merkezinde olduğu bu yeni hegemonyanın ve sınıf egemenliğinin, birinci Cumhuriyet’e içkin vesayet rejimine son vermesi ve bunların temel hak ve özgürlükler üzerindeki ipoteklerinin kaldırılmasının beklendiği vurgulanırken; kaldırılanın yerine toplum çoğunluğunun ve burjuvazinin onayı alınarak yeni sınırlamalar getirilme ihtimalinin büyük olduğu da hatırlatılıyordu. AKP daha ortada yokken, MÜSİAD çevresinde Malezya modeli tartışılıyordu. Malezya modeli tam da İslami çoğunluğun desteğiyle ayakta duran muhafazakar/otoriter bir demokrasi ile kapitalizmin sentezi idi. Bunun İslam dışı versiyonu, Singapur modeliydi. Malezya modelini laikçi kalemşörler çok daha geç keşfettiler ve pop perspektiften onu değerlendirmekle yetindiler. AKP’nin demokratlığının sınırları Birikim’de birçok kez ifade edildi ama buna rağmen yaşananın bir burjuva demokratik devrim olduğu da belirtildi. Geçerken belirtelim ki bunun dış politikada da yansımaları görüldü. Örneğin, Kıbrıs politikasındaki pozisyon değişikliği, geç kalındığı için sonuç almaya yetmedi ama geleneksel dış politikada değişimin anlamlı bir ön işaretiydi.

AKP ile birlikte yeni burjuvazi toplumda güçlü bir rıza üretmeyi başardı. Sermayenin yeniden yapılanmasını düzenlerken, geleneksel büyük sermayenin göreli yoksullaşmasını değil, yükselen sermaye farksiyonlarının hızlı büyümeden daha büyük pay almasını mümkün kıldı. Böylece sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezinin yükselen Anadolu sermayesine doğru kaymasına nezaret ederken, geleneksel büyük burjuvaziyi de tatmin etmekten geri kalmadı. Bu burjuvazinin hayat tarzı endişelerinin zenginliğini koruma kaygılarıyla büyük ölçüde dengelenmesini sağlayacak iktisadi ortamı yarattı.

Sol ise sanki pragmatizm ve klientalizmin Türkiye egemen sınıflarının kadim yönetim araçları olduğunu unutmuşçasına bunları Türkiye’de AKP icat etmiş gibi davranmaktan medet umuyordu. Bu açıdan AKP’ye yüklenirken, pragmatizme zaten sıcak bakan toplumun geniş bir kesimi ise gerçekten hizmet üreten klientalizmi hizmet üretmeyen klientalizme tercih ettiğini her vesileyle dile getiriyordu. AKP’nin iktisadi başarısının sahte olduğunu iddia eden sol, “kağıt üzerinde büyüme”, “hormonlu büyüme”, vs...gibi ucuz popülist laflar eşliğinde toplumun büyük bir kesiminin yoksullaşma yaşadığına kendini inandırmak, bununla avunmak istiyordu. Resmi verilerin yalan olduğu argümanına sığınmış okur yazarı bol bir çevre, ne kadar kendini ve başkalarını inandırmaya çalışsa da, Türkiye toplumunda 2002-2007 arasında mutlak yoksulluk artmadı, azaldı. Ortalama gelir seviyesi düşmedi, hissedilir biçimde arttı. 2009’daki sert resesyona kadar, toplum 1960’lardan beri görmediği istikrarlı bir büyümeye tanık oldu. Eşitsizlik arttı ama mutlak yoksulluk azaldı. “Hizmet götürmeyi her türlü icraat için yeterli meşruiyet olarak gören işgüzar kalkınmacı/zenginleşmeci anlayış”, orta sınıflarda güçlü bir rıza üretti. Sağlık konusunda, köy ve belediye hizmetleri konularında gerçekleştirilenler büyük kentlerin orta-üst sınıflarının yaşamlarında herhangi bir etki belki yaratmıyordu. Buna karşılık varoşlarda, kasabalarda, taşra kentlerinde yarattığı günlük yaşam değişikliği elle tutulur somutluktaydı. AKP belediyeciliği, Ankara hariç, genel olarak CHP, DYP veya ANAP belediyeciliğinin özlemle anılmasına pek fırsat vermiyordu. Elde edilen büyümenin, refah artışının bir gerçekliğe tekabül etmediğini, sahte olduğunu söyleyenler karşısında, AKP’nin bu tarz hizmetlerini kendisi açısından önemli ve yararlı gören emekçiler de, muhalefetin sesine pek fazla kulak asmadılar. Ekonomizmin iktidardaki versiyonunun muhalefetteki versiyonundan daha az bayağı ve daha az beceriksiz olduğunu hissettikleri için, ezilenlerin büyük çoğunluğu muhafazakar burjuva partisine oy vermeye devam etti (Birikim, s.220-221, “Burjuva demokratik dönüşüm ve sol”). Sadece “iyi Müslümanlar” veya “bizim gibi insanlar” iktidarda olduğu için değil, AKP’ye karşı sunulan iktidar alternatiflerine oy vermenin evdeki bulgurdan olma riskini çok güçlü biçimde taşıdığına inandığı için, AKP orta ve alt sınıflardan oy aldı. Büyük ihtimalle 2011 seçimlerinde benzer nedenlerle yüksek oy oranını koruyacak.

Bugün 2001 Ağustos’unda AKP’nin kurulmasıyla başlayan sürecin olgunlaşma dönemindeyiz. Bu aynı zamanda AKP’de değişim ivmesinin zayıfladığı, onu değişim yönünde zorlayan rakip siyasal hareketlerin yokluğunda iktidar yorgunluğu veya rehavetinin daha fazla öne çıktığı bir döneme tekabül ediyor. Ama bu demek değil ki, AKP’nin iktidar olmasıyla gerçekleşen yeni egemen sınıf koalisyonu eski rejimin restorasyonuyla tarih sahnesinden silinecek. 2002’den bugüne yaşanan değişimin görünür merkezinde AKP vardı. Ama bunun asıl öznesi yeni orta sınıflardı. Söz konusu sessiz devrim bu yeni orta sınıfların iktidarı, kendileri olarak ve başka hiçbir güce tabi olmadan, ellerine almalarıydı. Bu değişimi bugüne kadar Erdoğan ve AKP merkez yönetim kadrosu başarılı biçimde massetti. Bunu başarmaya aday başka bir siyasal oluşumun merkez sağda çıkmasının işaretleri gelmiyor. Neredeyse kimsenin talip olmadığı bir kongrede, Namık Kemal Zeybek gibi devrini bütünüyle doldurmuş bir siyasetçiye DYP-ANAP geleneğinin teslim edilmesi de bu geleneğin artık nostaljiden ve siyaset sahnesini terk etmemekte direnen bir yaşlı kuşağın hobi faaliyetinden başka bir anlamı kalmadığını gösteriyor. Merkez solda ise tarihsel saplantılarından ve devletlu sınıfıyla olan ittifaklarından kurtulmuş bir CHP’nin, güçlü bir alternatif siyasal çekim merkezi olacağı öne sürülebilirdi. Oysa demokrat bir merkez partisi olmakta bile zorlanan, hayat tarzı laikçiliğini aşamayan bir CHP’nin, AKP için orta vadede ciddi bir tehdit oluşturma kapasitesi şimdilik yok gibi gözüküyor. Hâlâ alt sınıfların kendisine oy vermemesini eğitimsizlikle açıklayan ve bu izahı yeterli gören, omurgası bir havass partisi olmaktan öteye gidemeyen CHP’nin bu durumu Türkiye’de toplumun sol algısını da çarpıtmaktan başka bir işe yaramıyor.

Zaten AKP’nin karşısındaki alternatifler ve muhalefet, 2002’den bu yana ekonomik programla ilgili olmaktan çok siyasaldı. Üstelik AKP’ye nazaran siyasal konularda daha muhafazakâr, kadim devlet politikalarını korumayı ön plâna çıkaran bir siyasal muhalefetti bu. AKP’nin geçici değil, kalıcı olduğunun idrak edilmesi sonrasında, takriben 2004’den sonra CHP bu muhafazakâr siyasal muhalefetin yoğunlaşma merkezi oldu. Örneğin, 2007 seçimleri sonrasında AKP’nin yeni anayasa girişimi karşısında yargı-CHP-Ordu ittifakı bütün çıplaklığıyla kendini gösterdi. Bu ise AKP’nin kendine demokrat, kültürel olarak muhafazakar ve bu bağlamda kendi kodlarını toplumun ortak alanında egemen kılmaya eğilimli oluşunun taşıdığı tehlikeyi topluma anlatmayı güçleştiren başlıca faktördü. Buna rağmen, Birikim dergisinde AKP iktidarının ilk dönemlerinden itibaren, AKP odaklı değişimin yeni bir hegemonya ve tahakküm kurma perspektifi içerdiği çeşitli vesilelerle dile getirilmişti. Dolayısıyla bizim açımızdan, AKP’nin 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında daha yoğun biçimde sergilediği nobran muhafazakar-milliyetçi tavır beklenmedik değildi. 2002’den beri yaşanan normalleşmenin doğal sonucuydu. Yeni egemen sınıf katmanlarının artık her vesilede üstün bir haslet olarak sunmaktan çekinmedikleri ve sergiledikleri muhafazakarlıklarıyla, “pozitif milliyetçilik”leriyle, piyasacılıklarıyla boy vermeleri; bir güce hesap vermeden, kendisi için sınıf konumunda konuşma ve yönetme tarzlarının da buna uygun olması şaşırtıcı değildi. Bu anlamda 2010 referandumu sonrasının bir restorasyon değil, sadece bir konsolidasyon olduğu söylenebilir. Özetle, yeni muhafazakar ideolojisiyle, neo-liberal programıyla ve alt sınıfların aşağılanma/dışlanmaya karşı duydukları tepkiyi sahiplenerek, bunu sözle, simgesel eylemlerle ve liderinin vücut diliyle dile getiren AKP, Türk sağının geleneksel federatif yapısını farklı bir kompozisyonla ama yeniden kurmayı başarmış durumda. Siyasal konjonktürün gereklerine göre bu koalisyonun ayaklarından birine ya da öbürüne ağırlık vererek iktidarını sürdürüyor.

Bunlara işaret etmek, AKP’nin hegemonyasına teslim olmak, ehveni şer olarak görüp AKP’ye sarılmak veya onun yeni hegemonyasını mazur görmek midir? Bunu böyle anlamak için, insanın siyasal analiz melekelerini, nesnellik duygusunu büyük ölçüde yitirmiş olması gerekir. Birikim’e bu ithamın neden yöneltildiğini solun önemli bir bölümünün yaşadığı tarihî şoklarla, yıllar boyunca sınıf dışında sınıf tavrı üretmenin yarattığı gerçeklik kaybıyla, karşısındaki hegemonik gücün büyüklüğü karşısında inkarcılığa sarılarak hayata tutunma çabasıyla izah edebiliriz. Bütün bunlar aynı zamanda AKP’nin neden kendini tehdit eden ciddi bir sol rekabetin baskısını hissetmediğini de kısmen açıklayabilir.

AKP’nin gerçekleştirdiği dönüşümü Türkiye’de bir sessiz devrim olarak değerlendirmek, AKP’yi desteklemek demek değildir. AKP’nin Türkiye’de sağın yarım yüzyılı aşan iktidar tarihinin mirasçısı olarak devşirdiği unsurların, bu tarihin sürekliliğinin, iç kopuşlarının ve sonuçta eriştiği durum ve konumun serinkanlılıkla tahlil edilmesi gerekiyor. Böyle bir tahlil gereğini vurgulamak, aynı zamanda, AKP etrafında oluşan yeni burjuva iktidarın hegemonik gücüne karşı gerçek ve etkin bir mücadele yapmaya çağrıdır. Bu mücadele her şeyden önce karşı karşıya olduğumuz bu gücü anlamayı, dayandığı toplumsal dinamikleri doğru tespit etmeyi gerektirir. Birikim dergisinde dokuz yıldan beri AKP konusunda yapılmaya çalışılan da budur. Sosyalist olmanın, sol kulağa hoş gelecek, iman tazeleme amacını aşmayan sözlerle yetinmek olmadığına inandığımız için, önümüzdeki dönemde de Türkiye’de siyasal ve toplumsal dinamikleri, şablonlara tabi olmadan irdeleme çabasını sürdüreceğiz. Umarız ki bu çabalar sosyalist ilke ve değerlerin Türkiye toplumunda daha güçlü bir ses getirmesine, sosyalizm tahayyülünün Türkiye’de siyasal-toplumsal yaşamda daha etkili olmasına olanak sağlayacak girişimlere katkı olur.