Uzun Soluklu Çabaya Bir Dipnot

Toplumu değiştirmeyi/dönüştürmeyi hedef alan düşünce/ideolojiler; neden, ya devletin kanatları altında ya da devlet aracılığı ile bu işi yapmak istemişlerdir?.. Soru, son dönem tarihimizi belirleyen İslâmcı ve sosyalist düşünce göz önüne alınarak, ama cevaplamak üzere değil; katılmamış olunsa bile, bazı düşünce ve kanaatlerin seslendirilmesine bir vesile olsun diye soruldu!..

Cumhuriyet dönemi sol anlayışı genel olarak kendini Kemalizmle arasında kurulu olduğuna sürekli vurgu yapan, organik bir bağla ilişkilendirmeyi tercih etmişti. Bu sol düşüncenin Kemalist toplumsallık arayışı içinde kendine bir meşruiyet aramış olması, aynı zamanda öncelikli meselesinin “laiklik” olduğu; diğer bir ifade ile din karşıtlığı yani “anti” olmak temelinde kendini konumlandırmış olması ile neticelenmiştir. II. Mahmut’tan M. Kemal’e uzanan modernleşme anlayışlarının doğurduğu süreçlerde laik bir “rahim”in başka bir deyimle bir “üstyapı” kurumunun, “güvenlik alanı olarak” öncelenmesi, aynı zamanda bu süreçlerin doğurduğu birçok olumsuz meseleyi de “sol”a yüklemiştir. Mevcut “rahmin” kendini üstünde yerleşik kıldığı ilkelerin, fikrî/entellektüel düzlemde ufukları tahdid edici yapısı buna örnek verilebilir. Fakat bu durumun kendini ancak 1970’lerin sonuna kadar koruyabildiğini gördük.

İslâmcı düşünce cihetinden ise; ironik bir şekilde, İslâm adına sadece Kemalist devlet tecrübesine karşı çıkmak önemli hususiyetlerinden biri oldu.

Ne var ki 1923’lerden başlayan bu devlet anlayışının, adı cumhuriyet olmasına rağmen, kendine has özgürlük anlayışının getirdiği kayıtlamaların bu iki farklı düşünce biçiminin paydalarını ortak özellikte kıldığını söyleyebiliriz. İkisi de kendilerini daha çok “edebiyatla” –hattâ daha çok şairleri/şiirler ile– ifade etmek mecburiyetinde kaldı. Bunun kazanılması gereken fikrî derinlik cihetinden olumsuz bir süreç olduğunu biliyoruz. Müslümanlar fıkıh, kelam, tefsir gibi ilimler temelinde; sol ise Marksist iktisat, sosyoloji, felsefe temelinde daha derinlikli ve kendi ilmi/entellektüel geleneklerine uygun düşünce oluşturmakta telafisi zor ciddi gecikmeler yaşadı.

Ne var ki, kendi kökleri için resmî ideolojiyi bir rahim olarak gören sadece sol olmamıştır. Türkiye’de sağın her türlü rengi ve tonu kendini var eden rahmin Kemalizm olduğunda hemfikir sayılırlar. Toplumun siyasal/ideolojik/iktisadî yapısının bütünüyle yeni baştan tanzim edildiği bir yapılanmada, devletin dışında kendisi için bir “varoluş” alanı açmaya çalışan veya bu çeşit bir tercih yapmak isteyen herhangi bir düşüncenin/ideolojinin sosyolojik tezahürlerini, sebebi ne olursa olsun, bulamamaktayız. Bundan dolayı yeni “devlet” sadece bu ülkede burjuva sınıfını yaratmadı; onunla beraber bütün hayat alanının yaratıcısı ve deneticisi oldu. Devlet ve iktidar ilişkilerinin dışında kendisi için bir varoluş alanı oluşturma gayretleri, bundan dolayı Türkiye’deki düşünce/entellektüel hayat cihetinden oldukça yeni ve önemli sayılmalıdır.

Organik bir bütünlüğe ulaşmış ve alışılmış kabullerin dışında, bugünkü ifadesi ile “sivil” bir arayışın mümkün şartlarını aramanın entellektüel cesaretini göstermek, önemli olduğu kadar kaçınılması mümkün olmayan bir zorunluluktur denebilir. Resmî ideoloji ile bağlarını koparmış bir fikrî arayışın toplumumuz için, bugün yaşananları da hesaba katarak konuşursak, bir kez daha ne kadar önemli olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.

“Kemalizm’den izin almadan” sosyalist olmak ve sosyalist düşünce üreterek toplumun meselelerine çözüm aramak, aynı zamanda entellektüel hayatımızın sığlıktan kurtulması için önemli bir çabaydı. Sosyalizm için bu mevcut resmî modelin aslında pek de uygun olamadığının ilânı; dünyadaki gelişmelere de uygun düşecek, resmî ideoloji dışı ve daha çok “sivil” olmayı hedeflemiş yeni düşünce ve kanaatlerin zemini için önemli oldu. Gerçekte dayatılmış olan ideolojik çerçeve ve kültürel temelin sınırları ve imkânları ile bu yapıya muhalif düşünce hasıl etmek isteği bile, bu çerçeve içine kendini hapsetmiş olmaktadır denebilir. Çünkü hâkim ideoloji değişen bir dünyayı hakkı ile anlamaya, mahiyeti icabı artık yeterli olamamaktadır.

Resmî ideolojiden bağımsız olmak üzere girişilmiş çabanın 1989’dan itibaren ikinci yayın dönemine başlayan Birikim ile meyvelerini vermeye başladığına şahit olmak şüphe yok ki, güzel bir şeydi. Bu çaba sadece Türkiye’deki entellektüel ufku, sosyalist temelde aşmayı deneme gibi önemli bir misyon ve işlev yüklenmedi; ve sadece kendimize ait bir dünyayı zorlama girişimi de olmadı; fakat bütün bunlarla beraber solun “aracılığı” ile 1989’un sosyalist dünyasını, bu dünyanın alt-üst olan reel sosyalist uygulamalarını anlamamıza da kapı araladı. Ne var ki, her şey bu kadar değildi, daha da önemlisi; Birikim, sosyalist düşüncenin kendini meydana getiren geleneğin kendi dinamiği ile içinden hasıl olup gelen evrimini anlamamız için aynı zamanda entellektüel bir imkân oldu.

Birikim daha çok teorik bir dergi hüviyeti taşıdı. Fakat giriştiği çaba ve tutumu ile resmî tarihin kabullerini ve/veya kabul ettirdiklerini yeni baştan gözden geçirmenin gerekli olduğunu hatırlatma ihtiyacı duydu. Yayını ile izlediği yolla; yeni “dil” anlayışına ilişkin değiştirme siyasetleri kadar, yeni tarih anlayışı ya da tarihin resmi kurgulama biçimini kapsayan birçok nokta, entellektüel düzlemde meşrûiyet krizi içine düşmüş oldu.

Öte yandan “tarihin akışını sosyalistlerin haklılığının tanığı olarak var sayma” kaderciliğine itirazlarda bulunan; taşıdığı ilkeler ve muhtevasındaki “insani-toplumsal gerçekliğin” önceliklerinin “reel dünyanın pratiklerinde kendilerine bir karşılık bulamadıklarının” dile getirilmiş olması –iyi veya kötü şeklinde bir yargıda bulunmadan– yeni ve önemli bir noktayı teşkil etmekteydi. Bu durumun dünyadaki sosyalist düşüncenin varmış olduğu çizgiye koşut olarak kendisi için yeni ve geniş bir ufuk arayışı olduğu açıktı. Nitekim Ömer Laçiner’in ifadesi ile, “sosyalizmin kendisini bizzat ele almak isteyen” bir çaba içinde olmayı da kendine görev edindiğinden, Birikim’in düşünce hayatımıza önemli boyutlarda açılımlar getirdiğini söylemek gerekir. Bunun “sosyalizm cihetinden” bir açılım olup olmadığı, bu ideolojiyi paylaşanlar tarafından elbette tartışılabilir; fakat bugünden geçmişe bakıldığında entellektüel bir düzey ve derinlikle beraber önemli katkılarının olduğu açıktır.

Birikim dergisinin sosyalizmi “Üçüncü Dünyacı” bir gözle değil de, kendini var eden geleneğin amaçları bağlamında eleştiriye tâbi tutması veya savunması; toplumumuz cihetinden yeni pratiklerin kazanımına fazla katkısı olmamıştır dense bile, önemli sayılmalıdır. Önemlidir; çünkü neredeyse entellektüel bir alışkanlık haline gelmeye başlamış olan, her düşüncenin boyutlarının kırpılarak yaşadığımız coğrafyaya/topluma hapsedilmeye çalışılması ya da diğer bir ifadeyle yerlileştirilmesi, neticede ben-merkezli yeni bir insan “tipi”nin oluşumuna sebebiyet vermektedir.

Dolayısı ile dergi, “bizim şartlarımız/durumumuz farklıdır” diyerek; her defasında bize uyarlamak gibi neticesi önceden kestirilemeyen –ama her defasında resmî ideolojinin lehine sonuçlandığına şahit olduğumuz– ve fayda hasıl ettiği söylenemeyecek bir indirgemecilik içine düşmediğinden dolayı olumlu sayılacak bir çizgi izlemiş oldu. Entellektüel olan her şeyin –katılıp katılmamamız başka bir tartışma konusudur– şartlarımıza uygun değildir diyerek bize adaptasyonu, sanılanın aksine, düşünce dünyamıza ufuk açmamaktadır. Dayandıkları tarihsel/felsefi temeller ve argümanlarının farklı olması bize onları kabul etmeme hakkını elbette verebilir, fakat onları kendimize benzeterek tartışmamızı meşrû göstermemelidir. Başlangıçta makûl gibi gelen hattâ biraz da “Üçüncü Dünyacı” bir ufukla örtüşen bu itiraz, neticede ortaya anlaşılması zor ve tuhaf/amorf bir “biz” kavramı çıkarmaktadır. Her şeyi “bize” göre ayarlamak isteyen artık bir “biz kültü” hasıl olmuş duruma gelerek: “Bize göre” sosyalizm; “bize göre” demokrasi; ve tabii ki, “bize göre” İslâm!.. Bu tutum giderek –Musevilikte olduğu gibi– “bizi” “seçilmiş kavim/topluluk” olmak/veya kabul etmek gibi bir illüzyona sevk etmektedir demek, abartı sayılmamalıdır. Ne var ki buradaki gizli “nativizm”den kaynaklanan karşı/anti olmanın, ilkesel bir temele ya da belirli bir dünya görüşüne dayanmak gibi hususiyet taşımadığı belirtilmelidir.

Şüphe yok ki sosyalizmin kaderinde “anti” olmak gibi bir temele oturma, “sosyalist bir kimlik kazanımına imkân vermedi” denebilir. En azından teorik düzlemde de olsa sosyalizmin insan, toplum ve dünya görüşü olarak eşitlik temelindeki ideallerinin, “anti” olmak ertelenmesine sebep olmaktaydı. Fakat kendisinin de doğuşu ile beraber “anti tez” olmayı içeriklendirmiş bir hususiyete sahip olması, bu bağlamda dikkate alınması gereken bir boyutu teşkil etmektedir diyebiliriz.

Bilhassa sosyalizmin neden amacına varamadığını; değiştirmeyi hedef aldığı gerçekleri neden değiştirememiş olduğu; “devrimci potansiyelinin neden bitiş noktasına” geldiğini araştırmakla haklı olarak kendini görevli kılan Birikim dergisi, bu arayışı sürdürürken ülkemizin düşünce dünyasını da motive etti. Son on yıllarda meydana gelen bilimsel/teknolojik değişimleri toplumsal değer ve ilişkileri mahiyette dönüşüme uğrattığı söylenebilir. Diğer dünya görüşleri olduğu kadar; sosyalizmin bu yeni durumu ve gerçekleri hesaba katma durumunda olduğu; Birikim’in yayınları boyunca bu türden bir kabulü esas alması, sosyalist olsun olmasın her çeşit düşünce için bir katkı olduğu inkâr edilemez. Buradan hareketle, “buhranla neticelenmiş yüz yıllık egemen sosyalist anlayışın,” reel dünyada ortaya çıkmış yeni unsurların hesaba katılarak “değişmesi” gerektiğinin ileri sürülmesi, aynı zamanda buhranı aşmanın hiç de kolay olmayacağı bir dönemin yaşanmakta oluşuna da bir atıf sayılmalıdır.

Bir kanaat olarak; Birikim’in ikinci yayın döneminde meselelere sol cihetinden bir cevap bulma girişiminde bulunurken, ahlâki bir düzeyden tahlil yapması en önemli noktayı teşkil etmektedir. Alışık olunmayan, üstelik bir “üstyapı kurumunun” öne çıkartılması kuşku yok ki –bilhassa ülkemizdeki– sosyalist gelenek açısından yadırganacak, hattâ muhtemelen şiddetle eleştirilecek bir durumdu. Halbuki nasıl bir toplum istediğimize ilişkin herhangi bir soru, ahlâki düzeyde kaçınılmaz bir ilişki ve tutarlılığı da şart koşmaktadır. Kendi hesabıma “ahlâk ile yasa”yı birbirlerinden “ayrıştıramadığımdan”, Birikim’in ahlâka vurgusunu, yeni ve önemli bir düşünce boyutu için yıllardır kapalı duran bir kapıyı açma cesareti şeklinde değerlendirdiğimi belirtmeliyim. Ahlâktan bağımsız ideoloji düşünmek dünyanın bugünkü gerçekliği ile örtüşmese de, ülkedeki hâkim ideoloji ile örtüşmesinden dolayı kabul görmekte zorlanmamaktadır. Toplumsal kimlik ve toplumsal ahlâka yapılan vurgu, bu önemli noktayı nihayette bize hatırlatmış oldu. Halbuki Kemalizmin kamusal hayattan kovduğu ahlâkın, uzun zaman sol tarafından olumlu bir uygulama olarak görülmüş olması, solun bu uygulamadan doğan mirası tümüyle kabul etmesi şeklinde algılanmıştı.

Birikim “yeni çağı süreçlendirmeye aday dinamiklerin” arayış çabasını sürdürürken; her şeyin giderek yeniden “insan merkezli” bir tartışmaya konu olması; ister istemez, hattâ daha önceden yeteri kadar ihmal edildiğinden, ahlâki meseleyi gündeme getirmektedir. Ahlâka yapılan vurgudan çıkacak netice –en azından içinde yaşadığımız toplumun şartları içinde görünen o ki– “marjinalize” olmaktan başka bir şey değildir. Ancak bu durumun sadece sol için söz konusu olduğunu söyleyemiyoruz; bu solun dışındaki dünya görüşleri için de geçerlilik taşımaktadır. İlkeli ve ahlâki tutumların “kaderinde” sanki marjinal olmak varmış gibi bir “durumla” bugün karşı karşıya bulunmaktayız. Bundan dolayı insanı marjinalize eden, içinde hayatımızı sürdürdüğümüz bu toplumsal modeli inşâ eden toplumsal ilişkileri ve onların doğasını yeniden gözden geçirmek, arayışımız için eminim ki, iyi bir başlangıç olabilir.

Aslında Birikim’in giriştiği bu yeni çaba ve cevaplamak üzere sorduğu yeni sorular; Müslümanların da içinde olduğu dünyanın genelinde yaşanmakta olan yeni bir dönüşümün de irdelenmesine çağrı taşımaktadır. Yeni dönüşümle beraber oluşmaya başlayan şartlar içinde sosyalizmin “kaynak, dayanak ve dinamiklerini” yeniden tespite çalışmak oldukça önemli sayılmalıdır. Doğa ile toplum/insan arasında olduğu varsayılan uzlaşmaz çelişkiden; doğal dünyaya ilişkin kapitalizmin getirdiği tahribatla beraber insanî ilişkilere ve ahlâki değerlere vurgu, artık tabiat ile insan arasındaki söz konusu çelişkinin de geçersiz olduğu meselesini gündeme getirmektedir. Ne var ki, burada yaşanmakta olan buhranın sadece sosyalizmle ilişkili olmadığını kanaat olarak belirtmek gerekmektedir.

Öte yandan yüz yüze gelinen buhranın derinliğinin ve kapsamının tespit ve çarelerini arama gayreti; bugün geldiğimiz noktadan bakıldığında, Birikim’i muhteva olarak da bir dönüşüme uğrattığını söyleyebiliriz. Çevre ve ahlâk/moral değerler bağlamında sürdürülen eleştirilerden yeni bir “insan tipine” imâda bulunduğunu, hattâ bunun zorunlu olduğunun görülmeye başlanması, kanımca meselenin odağına işaret etmesi bakımından oldukça önemli sayılmalıdır. Çünkü “solu da, hayatı da ekonominin cenderesinden” kurtarmanın mecburiyeti her zamandan daha çok bugün hayatî bir önceliğe sahiptir.

Kişisel kanaat olarak: Birikim ve ona gönül ve emek vermiş çevreyi; katılmamış olunsa bile, parçalanmış bir ümmetin “ulus” olarak biraraya gelmiş insanları içindeki bir topluluğun sol düşünce/ideolojinin imkânları ile kurtuluş/çözüm yolu arayanlar olarak görmekteyim. Bu kabulün tarihsel sürece uygun düştüğünü söylemenin de fazla yanıltıcı olmayacağını düşünmekteyim.

Birikim’in bundan sonraki yayın hayatının, Müslümanlar cihetinden de hayırlara vesile olmak üzere, devamını diliyorum.