Ülkücü Saldırganlığın Arka Cephesi

Televizyonlardaki “Okmeydanı olayının” görüntülerini hepimiz hop oturup hop kalkarak seyrettik. Pencereden sarkıtılmış birini yumruklayan, tekmeleyen, hattâ polisten cop “rica ederek” dövmeye yeltenen bir araba adam. Daha bu olay küllenmeden Bolu’daki bıçaklama olayı patladı. Peşinden İstanbul Küçükköy’de çatışma ve iki yaralama. Seyrantepe’de bir konfeksiyon işçisinin öldürülmesi. İstanbul Üniversitesi’ndeki ve Ankara Cebeci Kampüsü’ndeki saldırılar. Bunların hepsi bir hafta içinde yaşandı. Hepsinde de aynı adrese varılıyordu: Ülkücüler.

Ülkücülerin adının karıştığı şiddet olaylarına çok yabancı değiliz: Geçtiğimiz yıllarda ve son aylarda büyük şehir üniversitelerinde -bunlar zaman zaman medyaya yansıdı- ve taşra üniversitelerinde -çoğu medyaya yansımıyor- yaşanan kavgalar ve yaralamalar. Özellikle taşra üniversitelerinde ve taşranın kent hayatı içinde, Ülkücülerin açık ve örtülü tehditi kolayca koklanabilen bir gerçek. Büyük kentlerdeki belirli semtlerde, çoğu sadece çevre sakinleri tarafından bilinen ve hattâ zaman zaman esnafı yıldıran “sokak hükümranlığı” da bilinen bir gerçek. Bu, okul ve sokak etkinliği çoğu zaman “karşı eylem”ler -genellikle solcuların eylemlerini veya etkinliklerini baltalamak- ve zaman zaman da “millî hassasiyet” noktasındaki “doğrudan eylemler”le su yüzüne çıkıyor.

“Karşı eylemler”in en yoğunlaştığı alan, kaçınılmaz olarak okullar oluyor. Fakat, Susurluk’ta düzenlenen ve “Susurluk Ovası Bozkurtların Yuvası” sloganıyla özetlenen mitingte olduğu gibi; Afyon’da jandarmanın işkence yaptığını rapor eden doktorun duruşmasının yapıldığı mahkemenin önünde olduğu gibi; Trabzon’da görülmekte olan “Gazi davası”na gelen izleyicilere yöneldiği gibi; ya da Mehmet Ağar’ın Elazığ gezisinde veya “Çete” sanıklarının tahliyesinde olduğu gibi başka alanlarda da sahne alabiliyor.

Asker cenazeleriyle başlayan, futbol galibiyetleriyle devam eden ve Türki Cumhuriyetler ile Bosna, Kosova gibi bölgelerdeki gelişmelere karşı geliştirilen eylemleri ise ayrı bir kategori olarak değerlendirmek mümkün. Bu tanıdık görüntüler, bir haftalık kısa bir sürede önemli bir kesafet kazandı. Bu gelişme, bazı MHP’lilerin ve profesyonel komplocuların yaptığı gibi “karanlık mahvillerde” hazırlanan “oyunlar” olarak açıklanabilir belki, ama bu, yaşananların gerisindeki toplumsal, siyasî kaynakları bulunan yapısal ve konjonktürel nedenleri anlamak olmaz.

Ülkücülerin bugünkü hareketliliğini ve saldırganlığını anlamak için, ’90’lı yılların havasını hatırlamak gerek. MHP ve Ülkücü hareket ’90’ların ilk yıllarında önemli bir ivme kazandı, Türkiye’deki sosyal ve siyasal koşullar MHP için verimli bir toprak sunuyordu. 1991 seçimlerinde yapılan ittifakla Meclis’e girmeyi, daha sonra da DYP-SHP ve DYP-CHP koalisyonlarının “gizli ortağı” olmayı başaran MHP- elverişli bir siyasî pozisyon yaratmıştı. Fakat, ’90’lı yıllarda MHP ve Ülkücü hareketin kitleselleşme atağı, bu avantajları da aşan çok mümbit bir konjonktürün eseriydi: Güneydoğu’daki sıcak çatışma.

Asker cenazeleriyle başlayan anti-PKK tepkisellikten kentlerde oluşan pop-milliyetçi dalgaya, orta bürokrasi kadrolarından yeni küçük girişimcilere uzanan “Ülkücü seçkin” etkinliğinden siyasete egemen olmaya başlayan yoğun “sağ” söyleme kadar pek çok konjonktürel etki, MHP ve Ülkücü hareketin palazlanmasına yardım etti.

Sonuçta, kimi zaman parti yöneticilerinin de dile getirdiği “kontrolsüz bir büyüme” sürecine girdi. 1994 yerel seçimlerinde bir önceki seçimlere göre oylarını iki katına çıkartan MHP, daha önce etkin olmadığı bölge ve şehirlerde de ciddi bir tırmanma yaşarken, mantar gibi artan Ülkü Ocakları ile geniş bir gençlik kesimi üzerinde etkinlik kurdu. Ayrıca Ülkücü hareketin birçok simgesi (Bozkurt işareti, üç hilalli bayrak) “siyasî olmayan” alanlarda da büyük bir yaygınlıkla boy göstermeye başladı.

Bu “hızlı” kitleselleşmeye ve Ülkücü hareketin yapısal özelliklerine bakılmadan, bugün ortaya çıkan olayları anlamlandırmak mümkün değil. Bugün yaşananlar, tıpkı ’70’lerde yaşanan “birinci kitleselleşme atağında olduğu gibi” biraz da ’90’ların başlarından itibaren ekilenlerin hasatı. Bu ekme ve gübreleme işinde, başta MHP tepe kadrosu olmak üzere, medyadan CHP’ye kadar herkesin katkısı oldu. Önce “Türkeş miti” yeniden parlatıldı, sonra MHP’ye yeni imaj biçildi.

Fakat, bütün bunlar olup biterken, Ülkücü hareketin yapısal özellikleri ve özellikle de refleksleri çok değişmedi, hattâ daha faşizan bir muhteva kazandı. Özellikle Kürt meselesinin ekonomik yönü üzerinden geliştirilen “refah şovenizmi” patentli yeni bir faşizan dalga da Ülkücü harekete eklemlendi. Gerek taban bileşimi, gerek gevşek örgütlülük ciddi bir saldırganlığı besleyerek ilerledi. Bu potansiyelin kuvveden -zaman zaman patlamalar olmakla birlikte- fiile çıkmamasının önündeki engel, yine bu potansiyeli besleyen konjonktürle ilgiliydi. Çünkü, resmî tavır, medya tutumu ve genel kamuoyuna hâkim olan koyu sağ tutumun genel ve baskın atmosferi, Ülkücü hareketi bağımsız bir odak olarak öne çıkartmak yerine onu sarmalayan bir kılıf işlevi görüyordu. Buna eklenen tepe kadroların pragmatik politik yörüngesini de dikkate almak gerek.

Ülkücü hareketin en belirleyici yapısal özelliklerinden olan ve kitlesel dalgalanmaların göbeğine oturan “moral motivasyon” açısından, bu konjonktür geçici bir tatmin oluşturuyordu. Ayrıca, böyle bir potansiyelin, “potansiyel” olarak kalması, açık bir sokak gücünden daha önemli bir araçsal işleve sahipti. Cenaze yasaklarından sonra ifade edilen, “biz istesek kan gövdeyi götürür ve oylarımızı iki katına çıkartırız ama biz bunu yapmıyoruz” sözleri de, bu tespit doğrultusunda anlaşılabilir.

Diğer yandan Ülkücü hareket, hızlı kitleselleşmeyi politik bir zeminde “yumuşatacak” ve kontrol altına alacak bir dönüşüm ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirmedi, daha doğru deyişle bunu yapması hem mümkün değildi, hem de yapmaya çok istekli olması da gerekmiyordu. En kaba tepkisellikten en gevşek popülerliğe kadar uzanan farklı kulvarların hiçbirinden vazgeçemediği gibi, bunları, ortak bir potada buluşturulmadı ve geniş bir potansiyelin unsurları için el altında tutuldu.

Birikim’in Ocak 1992 tarihli 33. sayısındaki “Anti-Kürt şovenizm potansiyelinin doğal mecrası: Ülkücü hareket” yazısı şu satırlarla bitiyordu: “Bütün bu gelişmelerin ve yüksel(til)en tepki potansiyelinin fazlasıyla farkında olan MÇP kurmayları, salt bur tehlikeyi önlemek adına çok önemli bir siyasî manevra alanından geri çekilmeyi göze almayacak ölçüde ‘tecrübe’ sahibidirler. Yine çok açık ve bilinçli bir tercih sonucu olmasa da, sık sık yinelenen ‘biz bile önleyemeyiz’ türünden açıklamaların gerisinde sırıtan bir güç gösterisi var. Siyasî geleceğini tabanını dinamik tutabilmeye bağlayan ve ideolojik netleşmeyi erteledikçe de buna daha bağımlı olmaya mecbur hareketin, MHP geleneğinden gelen uzman kadroları, sadece lafta olsa bile, bu potansiyelin siyasî manevralar için sunduğu çekicilikten ne kadar uzak kalabilirler?” Bu tespitler bugün için daha da güçlü biçimde geçerli.

Çünkü, taban dinamikleri bugün böyle bir hareketliliğin daha yakınında duruyor. Çünkü, ’90’ların ortasında elverişli rüzgârların kesilmesi ve MHP’nin bazı iç sorunlarının da etkisiyle 1995 seçimlerinde oy oranını korumuş olmasına rağmen Meclis’e giremeyişi ve ardından Türkeş’in ölümüyle gelen partiiçi mücadele de yeni kırılma noktaları oluşturdu.

Meclis dışında kalmak, gerek Refahyol gerek Anasol hükümetleri döneminde bürokratik kadrolardaki etkinlik kaybı ve son iki yıla damgasını vuran “laiklik-irtica” zeminli siyasî konjonktür, MHP ve Ülkücü hareketi “gündem” dışına itti. Bu haleti ruhiye, geleneksel tabana dayalı biçimde parti yönetimini alan ekipler açısından “içe dönük” bir toparlanma atağına zemin oluştururken, tabanda ve özellikle de gençlik kesiminde ise başka tür bir psikolojiyi besledi.

Toplumsal ve siyasî alanı baskılayan 28 Şubat süreci ile, tabanda ve özellikle de gençlik kesiminde ciddi bir “atalet” sorunu başgösterdi. Daha önceden miras, Ülkücü mafya enflasyonu ile ortaya çıkan “arz-talep” makasındaki açılmanın yarattığı iktisadî doyumsuzluğu da buna eklemek lazım.

Bir başka nokta da, yerel düzeyde polisle temas devam etmekle birlikte, 28 Şubat süreciyle devlete hâkim olan güçlerin ülkücülere pek sıcak bakmadıkları, hattâ kısmi bir tasfiyeye yöneldiklerinin açık işaretleri de bir tarafa kaydedilmeli. Bu görüntünün Ülkücü harekette yarattığı hissiyat, yapısal farklarından dolayı RP’nin üzerine yönelen oklar sırasında, beklentilerin aksine yaşanan pasif geri çekilme biçiminde ortaya çıkmayacaktı ve çıkmadı da. Üniversite olaylarında kendisini biraz sertçe ekip arabasına sürükleyen polise, “Ben Ülkücüyüm” diye diklenen öğrencinin tavrı, bu hissiyatın tezahürünü özetliyor.

Siyasî ve toplumsal organizasyonlar da, tıpkı insanlar gibi uzak hedefleri göremediklerinde “yakın” hedeflere yönelirler. Üstelik, tepkisel bir gelenekten beslenen “kahramanlık”, “güç”, “düşman” gibi referanslara göndermesi bol bir alt-kültürü üretmişlerse.

Yöneticilerinin de itiraf ettiği gibi, kontrolü son derece zorlaşmış bir yaygınlığa erişmiş ve aynı zamanda “dinamik” ve “heyecanlı” bir gençlik kitlesinin, bunların son beş yılda yerleştirdikleri yerel ilişki örgüsünün -bu ilişki örgüsü, kimi zaman, İstanbul Valisi Kutlu Aktaş’ın “Üniversite olaylarında polis taraf tutuyor” sözlerinde olduğu gibi resmî ağızlardan da çıkan; polisle ilişkileri de içeriyor- ve çatışma pratiklerinin denetlenmesi son derece güç.

Dolayısıyla, Ülkücü şiddet eylemlerindeki artış, bir tırmanmadan çok, gecikmiş bir patlama olarak algılanabilir. Türkeş’e çok önemli -ve çoğu zaman olumlu- bir misyon biçen birçok köşe yazarının, Türkeş’in ölümünden sonra, “Ülkücüler sokağa dökülür mü?” sorularını sormaları, peşinden aynı soruları kongre kavgalarına tanık olanların da tekrar etmesi rastlantı değildi. Fakat, bu aceleci tahlilcilerin kaçırdığı şey, konjonktürel faktörlerdi.

Uzun zamandır birikmiş olan saldırganlık potansiyelinin daha açık biçimde ortaya çıkması için konjonktürel bir “durgunluğa” ihtiyaç vardı. Bu çatlak da, Susurluk olayının yarattığı cılız duyarlılık ve “irtica” endeksli 28 Şubat sürecinin tamamlanmasıyla oluştu.

Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer iç dinamik de, Ülkücü hareketin merkezî kontrolünü zorlaştıran iç dinamikler. Birincisi, Türkeş karizmasını dolduracak bir üst yönetimin oluşmamış olması. İkincisi ise, son derece sorunlu bir kongreler süreciyle yönetime gelen “yeni yönetim”in, “birleştiricilik” iddiaları ve her türlü “tasfiye” hareketinde kazan kaldırabilecek muhalefetin yarattığı baskı ile girdiği kıskaç. Diğer yandan da, ’70’li yılların geleneksel tabanına yönelik iktidar stratejilerinin doğal sonucu olarak, o yılların moral değerlerine sürekli gönderme yapma ve canlı tutma zorunlulukları.

Bu nedenlerle, yıllardır konuşulan “Ocakların yeniden yapılandırılması” konusunda, ocak temsilciliklerinde kısmi azaltma ve tüzel kişiliğin hukuki yapısını değiştirmek konusundaki bazı ön hazırlıkların ilerisine gidilemedi. Son olaylar konusunda yapılan açıklamalarda da, olaylara karışanları ve olayı yaratan psikolojik süreci doğrudan karşıya almak yerine, “keşke olmasaydı” dozunu aşmayan bir tutum aldılar.

“Vatan hainlerine milletin duyduğu infial ve nefrete sınır koymanız, eşkiya karşıtı düşünce ve hareketlere hudut çizmeniz mümkün değildir. Halkın vatanını koruma ve kollama reflekslerinden kaynaklanan terörist düşmanlığını ve PKK nefretini hafif almak ve ayıplamamak lazımdır. MHP bu konudaki millî hassasiyetleri anlamakta ve hak vermektedir.” MHP Erzurum Milletvekili İsmail Köse’nin bu sözleri MHP’nin son olaylar konusundaki resmî açıklamalarının bir özeti. Bu ve benzeri sözler (örneğin Altemur Kılıç gibi “mümtaz” kalemlerin, “temizlikten” bahsetmesi) caydırıcı olmaktan çok cesaretlendiriciydi. Fakat, bazıları ayrı tutulmak üzere, bu yaklaşımın ’70’lerde olduğu gibi merkezî bir stratejinin değil, bir çaresizliğin ifadesi olduğunu düşünmek gerek.

Son zamanlarda yaşanan her olayda, kimi zaman takvim arkası fıkraları düzeyini aşamayan son derece komik teknik savunmalara savrulan Ülkücüler, kimi zaman da “bizi sokağa çekmek istiyorlar” biçiminde adresi belirsiz iddialara sığındılar. Ama asıl olan gerçek, Ülkücülerin zaten sokakta olduğu ve kaldığıydı. Ülkücü hareket içinde ’80’lerde hâkim olan “Devletle ilişkiyi yeniden gözden geçirme” tartışmalarının üzerinden de çok su akmıştı ve artık pek rağbet görmüyordu. Zaten, bir yandan bu tartışmalar sürerken, “Özel tim”e alınacakların Ülkücü ağabeylerden kart getirerek polis kadrosuna alınması da sürüyordu.

Bütün bu gelişmelerden sonra önümüzdeki günlerde neler beklenebilir? Bu olaylar merkezî kararlarla başlamadığı gibi, merkezî karar ve açıklamalarla da bitmeyecek. Çünkü, toplumsal alanda politik hareketler reel politikanın kuralları ile değil, kendi yakın alanının pratikleriyle oluşuyor. Dolayısıyla partinin genel merkezinde bulunan takım elbiseli eski bürokratın iktidar stratejisi ile Okmeydanı’nda oturan ve akşamları “ocağa takılan” genç işsizin veya okula satırla giden öğrencinin eylem algısı çoğu zaman örtüşmüyor. MHP kurmaylarının, “sorunu eğitimle çözeceğiz” biçimindeki açıklamaları da, inandırıcılığın çok uzağında.

Önümüzdeki dönemde, çok özel bir konjonktüre girilmez ve olağanüstü gelişmeler yaşanmazsa, bu tür olayların azalmayacağını, hattâ artacağını düşünmek hiç şaşırtıcı olmayacak.

Bu yazı kaleme alındığı gün yaşanan Akın Birdal’a yönelik saldırı sonrasında, yine bu yazı kaleme alındığı sırada henüz resmî olarak doğrulanmamış bir bilgi de; olayın “TİT” (Türk İntikam Tugayı) tarafından üstlenildiğiydi. TİT, ’70’li yıllardan itibaren, “Ülkücü hassasiyetin” hedef menzilindeki bazı kişilere yönelik saldırılarda adı sık sık duyulan “naylon” bir örgüt. Bu tür bir üstlenme, böyle bir örgütün sahici olup olmadığından bağımsız olarak, bu olay vesilesiyle de yaratılan gerilim sahnesinin aktörleri arasında Ülkücülerin yer alması konusunda bir iradeyi ifade ediyor. Olay çok taze olduğu için daha fazlasını söylemek pek mümkün değil. Onun için bunu sadece bir not olarak işaret etmekle yetiniyorum.

Ülkücü şiddet olaylarındaki tırmanmanın basına yansıması, MHP ve Ülkücü kuruluşların resmî açıklamalarındaki en önemli şikâyet maddesiydi. “Yanlı ve yıpratmaya dönük” olduğunu iddia ettikleri basın kuruluşlarını suçlarken, kapalı sohbetlerde, “’70’lerde engellediğimiz Marksistler, şimdi basında tuttukları yerler sayesinde intikam alıyorlar” biçiminde değerlendirdiler. Bu sözlerin gerisinde, hem aşırı amatör bir savunma refleksinin izleri, hem de ’70’lerdeki “komünizmle mücadele” ruh haline bir gönderme vardı.

Bazı gazete manşetleri ve köşe yazıları sert ifadelerle olayları yorumlarken, Ertuğrul Özkök gibi bazı kalemler de, “Değişen Ülkü ocakları”ndan ve “internetle tanışan Ülkücülerden” bahsediyordu. Hayatında herhangi bir Ülkü ocağının kapısından girmemiş, hattâ belki yıllardır sokaklarda bile yürümemiş olanların, “değişimi” tespit etmesi de bir hayli ilginç.

KEMAL CAN