Sırbistan'da Adalet… Peki ya Vicdanlar?

PETER HANDKE

Tuna Sava

Morava ve Drina’ya

Bir Kış Yolculuğu

Telos Yayınları

İstanbul 1997

Sırbistan’a adalet...

Peki ya vicdanlar?

METE ÇUBUKÇU

Peter Handke; Türkiye’de okurların daha çok Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi ve Solak Kadın adlı kitaplarından tanıdığı Avusturyalı yazar ve oyun yazarı. Handke bu kez oldukça uzun ve şaşırtıcı bir isimli kitapla karşımızda: Tuna, Sava, Morava ve Drina’ya Yolculuk - ya da Sırbistan’a Adalet - Bir Kış Yolculuğuna Yaz Eki. Peter Handke 1995 yılında Sırbistan’a ve Bosna’nın Sırp kesimine yaptığı yolculuk notları ve izlenimlerini kaleme almış. Bir gözlem kitabı Sava; Morava... Ancak kitabın yazıldığı tarih çok önemli, 1995 yani 43 ay süren Bosna savaşının son yılı.

Yazar tüm savaş boyunca belki de herkesin yaptığının tersini yapmış, ama bir farkla: Savaş sona ermek üzereyken işe soyunmuş. Savaşın birinci elden tanıklığını yapmamış. Her ne kadar savaşta ilk kaybeden gerçeklik olsa bile savaş anındaki gerçeklikle yüzleşmemiş. Öte yandan şeytanın avukatlığına soyunmuş, aynanın ters tarafından bakmış. İlk bakışta, sorgulayan, olaylara tek taraflı yaklaşmayan, yapılmamış olana soyunan bir aydın tavrıyla karşı karşıya olduğunu hissediyor kitabı eline alan. Ancak daha arka kapaktaki not hemen Handke’yi ele veriyor. Arka kapaktaki not yukarıda saydığım dertlerden dolayı bu işe kalkışmadığının ipuçlarını veriyor. Belki tek yapmak istediği şeyin başkalarının yapmadığını yapmak, yazmadığını yazmak. Handke de kitap dolayısıyla eleştiri bombardımanına tutulacağını sezmiş olmalı ki not düşmeyi ihmal etmemiş: “Ben aynanın arkasına doğru çekiliyordum; çıkan her makale, her yorum, her analiz ile daha da bilinmeyen, bu yüzden araştırılması gereken ya da hiç değilse görülmeye değer bir ülke olan Sırbistan’a yolculuk yapmaya itiliyordum: Ve şimdi ‘Ah bak işte Sırp yandaşı’ ya da ‘Ah Yugoslavya hayranı!’ diyen olursa, bundan sonrasını okumasa da olur.”

Aslında kitabın arka kapağında ortaya koyduğu bu tespit Peter Handke’yi tuzağa düşürmüş. Çünkü kitabın ilk sayfasından itibaren yazarın taraflı olduğunu, gözlemlerini taraflı gözle yaptığı şüphesine kapılıyorsunuz. Bir süre sonra yanılmadığınızı anlıyorsunuz. Ama yazar bunu açık yüreklilikle yapmıyor. “Tarafım” diyemiyor. Ancak Handke taraf. Sırbistan’a, Sırplar’a, ondan da öte Bosnalı Sırplar’a. Bu anlaşılabilir bir şey belki, ama yazar bütün Sırplar’ı aynı kefeye koyuyor. Handke, kitabın tek bir satırında bile Çetnikler’e yani eli kanlı Sırp faşistlerine değinmiyor. Sıradan bir savaştan bahseder gibi söz ediyor yaşananlardan Yugoslavya’nın parçalanma sürecine ve Bosna Savaşı’na talihsiz bir gönderme yapıyor. Sırplar’ı kovboy filmlerindeki kızılderililere benzetiyor. Yani vadilerdeki Amerikan askerlerine saldıran, ama bunu özgürlükleri için yapan kızılderililere.

Yani söylemek istediği şu: Kızılderililer Amerikan askerlerinin zulmünden kaçıp dağlarda yaşıyor ve varoluşlarını da yaptıkları saldırılarla sağlıyorlardı. Sırplar sahipleri oldukları bir ülkede -Yugoslavya’da- köle durumuna düşmüşlerdi ve özgürlüklerini saldırarak kurtarabilirlerdi ancak. Evet, Peter Handke bu talihsiz benzetme ile Amerikan yerlilerinin geçtiğimiz yüzyılda verdikleri mücadele ile Sırp faşistlerinin katliamlarını aynı kefeye koyuyor. Kızılderililer için utanç verici bir benzetme bu.

Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde Avrupa’nın ve özellikle Almanya’nın savaşı ve parçalanmayı körükleyici tavrı biliniyor. Özellikle Almanya’nın tarihsel güç alanlarından Slovenya ile 2. Dünya Savaşı’ndaki faşist dostu Hırvatistan’ı kısa sürede Yugoslavya içinden çekmesi ve bu konuda her türlü desteği vermesi, panik halinde eski Yugoslavya, yeni Sırbistan ordusunun Bosna sınırına kadar dayanmasına neden olmuştu. Sırplar’a göre son kale de elden gitmek üzereydi. Bosnalılar’’ın Avrupa desteğinin süreceğini düşünmesi, bu yüzden alelacele bir referandumla bağımsızlıklarını ilân ederek düştükleri yanılgıyı Sırplar çok sert şekilde cezalandırmıştı: 250 bin ölü, 50 bin tecavüz.

Yazarın kitap boyunca satırlara yansıyan tavrı hiç de savaş karşıtı değil; Yugoslavya hayalini dile getiriyor ama çok kültürlü bir toplumdan, birlikte yaşamdan söz etmiyor. Emir Kusturica’ya gönderme de bulunuyor. Onu savunuyor. Tabiî ki savunabilir. Ancak savunmasını Kusturica’yı eleştirenlere saldırarak yerine getiriyor. Üstelik Kusturica’nın da savaşa karşı çıktığı, savaşa karşı mücadele verdiği şüphe götürür. Tıpkı Handke gibi. Handke kitabında 250 bin kişinin öldürüldüğü bir savaşa değinmiyor bile. Kusturica da savaşa karşı olma adına susma hakkını kullanmıştı. Savaş sırasında kimsenin taraf olmasını beklemediği Kusturica kendi kentini, ona ruhunu veren şehri, yani Saraybosna’yı savunmamıştı. Saraybosnalı olma ruhunu yitirmişti.

Saraybosna’da dört yıl süren kuşatma boyunca Boşnak, Sırp, Hırvat binlerce kişi Sırp bombardımanına rağmen şehirlerini terk etmemişti. Onlara bu direnme ruhunu tek duygu sağlamıştı: Saraybosnalı olmak. Yani birlikte, çok kültürlü, dinli, çok milliyetli bir yaşamı savunmaktı. Savaşın ardından bunun ne kadarının gerçekleştiği tartışılır, ama bence savaşa direnenler ve karşı çıkanlar Saraybosna ruhunu taşıyanlardı. Olmayan ekmeklerini, akmayan sularını paylaşanlardı onlar. Ama Kusturica, bir “aydın” olarak bu ruhu paylaşmayı reddetti. Kimse ondan savaşta Bosnalılar’ın yanında olmasını beklemiyordu. Ama o bu direniş sırasında bir tek destek mesajı bile yollamadı Saraybosna’ya. Yanlış anlaşılmasın, Bosna’ya değil Saraybosna’ya. Çünkü o savunduğu ve Underground filminin ana temasını oluşturduğunu iddia ettiği -ki filmin birçok eksik yönü ve talihsiz bir zamanlaması vardı- Yugoslavya düşünü Saraybosnalılar’ı yalnız bırakarak gömmüştü. Biraz duygusal da olsa yönetmenin Saraybosnalılar tarafından “hain” ilân edilmesi pek de haksız sayılmaz.

Sırbistan’a adalet isteyen Handke’nin hakkını da yememek gerekiyor. Handke, Sırbistan’daki muhalefetin öncülerinden Vuk Draskoviç’in sözlerinin altına imza atabileceğini söylüyor. Savaş sırasında bir ara muhalefete soyunan faşist liderin isminin anlamı da kaderin bir cilvesi olsa gerek “kurt”. Handke, Draskoviç’ten alıntı yaparak Bosna’da yapılan katliamların Sırp halkını ağır bir suçun altına soktuğunu ve onlara kardeş katili damgasını vurdurttuğunu belirtiyor. Ama şunu söylemeyi de ihmal etmiyor: “Böylesine bir kötülüğü ilk yapan Sırplar değildi.”

Sırplar’ın hepsi tabiî ki olanlardan sorumlu değil. Kuşkusuz yaşananlardan acı duyan, vicdan azabı çeken binlerce Sırp var. Ancak bu olanları affettirmiyor. Ama yıllardır sorulan ve yanıt bulunmayan soru da şu: Belgrad sokaklarında Miloseviç’i devirmek için günlerce sokaklarda direnen binlerce Sırp savaş sırasında neredeydi.

Handke kitabında medyayı sürekli Sırp karşıtı propaganda ile suçluyor. Hattâ yazar fotoğraflarda Sırplar’ın hemen hemen hiç gösterilmediğini, Sırplar’ın acı dolu bakışlarını Boşnaklar ve Hırvatlar kadar kameralara yönelmediğinin altını çiziyor. Ama bu noktada Handke’ye hakkını teslim etmek gerekiyor. Kitap boyunca belki de birkaç doğru tespitinden birini yapıyor: “kameralara bakmıyorlardı” diyor, “çünkü belki suçlarının bilincinde olarak yere bakıyorlardı, ya da poz veremeyecek kadar üzgünlerdi.”

Savaşı Saraybosna’ya 20 dakika uzaklıktaki bir kasabadan yöneten Karadziç yönetimi tüm dünyaya da bu sıradan Sırp kasabasında kafa tuttu. Tek bir kurşun deliğinin bulunmadığı savaşın tek bir izine bile rastlanmayan bu kasaba halkının dört yıl boyunca nasıl olup da bu kan gölüne dayanabildiği, kendilerinden 20 dakika ileride olanlara göz yumabildikleri ve hâlâ orada yaşıyor olabildiklerine insan inanamıyor. Zaten savaşın ve katliamların sırrı da burada yatıyor. Sıradan insanların sıradanlıklarında. Sıradan insanların adaletsizlikleri tarihin en büyük katliamlarından birine neden oldu. Çünkü Bosna’da Sırp faşistleri tetikleri çekti. Sıradanlar seyretti, alkışladı, sustu. Tıpkı Handke’nin 58. sayfada belirttiği gibi: “Drina’nın kıyısında Bajina Baştalı, oraların yerlisi olan kadın, Olga, dünyanın tüm filmlerini biliyor, aynı zamanda bir kilometre uzaktaki halkın savaşı hiç hissetmediğini anlatıyor.” Peki o zaman kim ve ne için adalet? Belki olanlara seyirci kalan sıradan çoğunluk için evet. Ama asıl adaletin vicdanlarda sağlanması gerekmiyor mu?