Üniversite Sendikacılığı Üzerine Bazı Değerlendirmeler

Üniversite sendikacılığını ele alırken, bunun tüm sendikalar gibi örgütlenme yerinin özelliklerinden kopuk olmadığını kabul etmek doğaldır. Ancak diğer sendikaların ortak özelliklerini de taşıması beklenir. Bu açıdan, sendika nedir ve ele aldığımız sendikalar buna benziyor mu? sorularıyla başlayabiliriz. Bu yazıda sol eğilimli üniversite sendikaları ele alınacak. Öncelikle açıklamak gerekir ki, bu satırların yazarı bir Eğitim-Sen üyesidir ve yazının da etkileşimsel, tecrübeye dayalı bir boyutu vardır. Burada üniversite sendikaları üzerine yapılan değerlendirmelerle salt bir “perde arkası” yorumu yapıldığı izlenimi vermek istemem. Bunun, daha çok bir “büyü” bozma denemesi olarak algılanması yeğlenir. Burada üniversite sendikacılarının YÖK, çalışma koşulları, sendikal anlayış konusundaki yaklaşımlarını ele alacağım.

En basit açıklamasıyla sendika çalışanların birlik örgütüdür. Üyelerin ve genel olarak emekçilerin ekonomik ve toplumsal çıkarlarını korumak ve geliştirmek için mücadele eder. Buna uygun olarak, çalışma koşullarını iyileştirmeye, ücret artışı ve işgüvencesi sağlamaya, çalışanlar üzerindeki denetimi en aza indirmeye çalışır. Üniversiteler söz konusu olduğunda da anlamlı kabul edilebilecek bir sendikal mücadele yine bu şekilde verilebilir. Ancak üniversite faaliyet alanı, “çalışanların”, “işverenlerin”, “işveren temsilcilerinin” kimler olduğu, bunlara karşı nasıl bir mücadele verileceği, hattâ verilmesinin gerekli olup olmadığı konularında önemli belirsizlikler içeriyor.

Üniversite çalışanları idari ve akademik personel olarak ayrılıyor. Üniversite sendikalarından Eğitim-Sen akademik personelden de üyelere sahip, ama daha çok idari personel içinde örgütlü. ÖES ise üyeliği akademik personelle sınırlıyor. Akademik personel, hukuki ayrımlar bir tarafa, ağırlıklı olarak öğretim üyeleri, uzmanlar, öğretim görevlileri ve araştırma görevlilerinden oluşuyor. Bu grupların tamamı üniversite tarafından istihdam edilmekle birlikte, öğretim üyeleri yönetici pozisyonlara gelebiliyor ve diğerlerini işe alma, işten çıkarma konularında ve sicilleri üzerinde yetkileri var. Sorun da bu noktada başlıyor, zira bu tür yetkileri kullanan kişiler ve diğerleri aynı sendikada örgütleniyorlar. Sendikacı olarak işyerlerinde birbirleri için işgüvencesi, ücret artışı, çalışma yükü hafifletme gibi hedefleri olması gereken insanlar, gerçekte işyerinde birbirlerinin işe alınmasına, atılmasına, ceza almasına, karşılığı ödenmeyen çalışmalar yüklenmesine karar verebiliyor. Üniversitenin, diğer işyerlerinden farkına yapılan vurgulara aşağıda değineceğim, ama sorunun küçük boyutta olmadığı anlaşılmalı.

Araştırma görevlileri gibi idari personel de -kendi aralarında da- aynı sorunları yaşıyor. Sadece -dar anlamda- bağımlı çalışanlara özgü bir sendika ya da bir araştırma görevlileri sendikası da (ki bu rektörlüklerin ve dahi ÖES’in kabusudur) üniversite için düşünülebilir. Bu yazının bakış açısı ve hitap alanı da bu grubu esas almaktadır. Ama böyle sendikaların anında hedef olacağını ve üyelerinin tamamının işten çıkarılacaklarını tahmin edebiliyorum. Bir yönüyle İtalyan faşist sendikalarını andırsa da, üniversite çalışanlarının eşitsiz bir örgütlenmeye mahkûm oldukları anlaşılıyor. İdari personelle eşit statüde üyeliğin de öğretim üyelerince kabul edilmesi zor. Burada üyeliği akademik personelle sınırlamak, üretilen bahaneler ne olursa olsun, belli ki akademisyenlere özgü kof bir mesleki büyüklenmeyle ilgili. Oysa mesleğin “büyü”sü kaçmış durumda.

Ancak sorun genişlemeyi kabulle de çözülecek gibi değil. Gerçekteki bu eşitsiz üye yapısı karşısında, sendikada yapılacak şeyin, bir yandan idari görev alanların üyeliğinin askıya alınarak, artık bu farklı konumlarına göre tavır geliştirilmesi olduğu düşünülebilir. (İnsanlar, yöneticiliğe gelmeyi, “içimiz”den birinin “yükselmesi” olarak görebilir, oysa daha doğru olanı “bir yöneticinin sendikaya girmesi”dir.) Diğer taraftan, bu işveren mümessillerinin sahip oldukları işveren yetkilerinin kullanılmasının yasaklanması gereklidir. Ama bunu esas alan öneriler ve disiplin işlemleri, örneğin, daha önce ÖES tarafından kendi tüzüğü de çiğnenerek kesin olarak reddedildi. (O sırada bazı üyelerce açılan davada bu kararlar ve 1997 yılındaki 3. olağan genel kurul iptal edildi.)

Bu tuhaf sendikacılık tarzı malesef üniversitelerimiz için bir vakıadır. Hem bu tarz içi boşaltılmış ve çarpıtılmış bir sendikacılıkta, ama yine de özellikle “sendikacılık”taki bu ısrarın inattan başka bir nedeni olmalıdır. Bu bakımdan burada ÖES’i değerlendirmek yararlı olacak. Eğitim-Sen üye tabanı açısından daha iyi durumda olmakla birlikte çok az akademisyen üyeye sahip. Ama sorunlar onları da, hattâ sendikasız öğretim üyelerini de ilgilendiriyor.

Şöyle bir çarpıcı örnekle vakıayı tasvire başlayabiliriz: Bugün sendikacılar içinde, hem araştırma görevlisine karşılığı ödenmeyen işler yükleyen, hem hakkında soruşturma açtıran, işten attıran, açılan görevden alma davalarında rektörlük görüşünü kendi elyazısı ile kaleme alan profesörler var. Üstelik bunlar solcu öğretim üyeleri ve tamamı YÖK karşıtı olma iddiasında. Böyle bir örneğin ortaya çıkabilmesini doğuran koşullar bu yazının konusu.

YÖK meselesi, üniversite sendikacılığının tüm çelişkileriyle ortaya çıktığı konulardan birisi ve sanırım, sendika amaçları tarif edilirken belirginleştirilmesi gereken bir şey de YÖK’e karşı alınması gereken tavır. 1981’den beri solcu akademisyenler blok olarak YÖK karşısında yer aldı. Hattâ buna 1980’den önce YÖK benzeri bir örgütün kurulmasını savunanlar da katıldı. 12 Eylül faşizmiyle sarmalanmış bir baskı kurumu olarak YÖK, bir bakıma elma ve armutların aynı torbaya girip karşısında yer almasına yol açtı. Bu aşamada YÖK’e muhalefetin hangi noktadan yapıldığı iyice belirsizleşti. Bir başka tarz etkili bir merkezi kurumu savunanlar ile her çeşit merkezi yapılanmaya karşı kendi okullarının yetkilerini savunanlar; YÖK’ün öğretim elemanları üzerine getirdiği denetim yetkilerini daraltmaya ve geriletmeye çalışanlar ile bu yetkileri bizzat ve artırarak kullanmak isteyenler hep aynı “YÖK’e Hayır!” sloganında birleşti. Mücadele edilen bir hedefe karşı birleşmek etkiyi artırır şüphesiz, ancak bu birliktelik bir sendikaya olduğu gibi taşınırsa pek çok sorun çıkaracağı açıktır. ÖES’in bir de bu sorunu var (ya da “vardı” mı demeliyiz?) ve yakın dönemde bir grup öğretim elemanı bu sayılan nedenlerle ÖES’ten ayrıldı. “Ortak düşman”a karşı birleşme tekliflerinde acaba bu “ortak düşman” tarifi doğru mu yapılıyor? YÖK’e karşı bir rektörle “ittifak” kurarak “mücadele” başlatabilirsiniz örneğin. Sağlanacağı düşünülen “üniversite özerkliği”nin ne anlama geleceği burada çok belirgin değildir. Çoğunlukla gerçekleşense YÖK’le bir dönem için çatışmaya giren rektörün sendikacıları bir süre gaza getirdikten sonra YÖK’le barışıp bu gruba hücum etmenin bir yolunu bulmasıdır. Bazı rektör ve yardımcılarının milletvekilliği hesapları olduğu bilindiği için de, bu geçici “özerklik mücadelesi”nin puan toplama amacıyla çıkarıldığı bile tahmin edilebilir.

Gerçekte özerklik çalışma koşullarını ilgilendiren bir boyuta sahiptir. Çalışma sorunlarından kopuk bir özerklik mücadelesi daha çok bu sorunları dışlamayı hedeflemektedir. Üniversitenin bir üst örgüte karşı özerkliğinin olmasının çalışma koşullarına olumlu etkisi olmayacaksa, üniversite çalışanları sendikalarının neden YÖK’e karşı bir rektörü savundukları anlaşılmaz bir şeydir. İşverenlerin ortak gözetmenine karşı tek tek işverenleri savunmak çalışanlara bir şey verecek midir? buna bakmak gerekir. (“İşveren” ifadesi dahi bu grup için şaşırtıcı gelecektir. Rektör olsa olsa üniversitenin “nâzım”ıdır, çoğuna göre.) Oysa böyle bir rektör taraftarlığının kendi başına bir yararı yoktur ve hattâ bazen daha kötü durumlara bile yol açabilir. Örneğin işe almalarda kıyasıya eleştirilen merkezi sistem, kayırmacılığı önleyici bir sonuç doğurur gözüküyor. (Oysa YÖK karşıtı grupların ve ÖES’in kayırmacılığı önlemeye yönelik bir kaygıları yok.) Bu sistem, işe girecek olanları ve belli aşamalarda yükselmeyi, daha çok da işini sürdürmeyi bekleyenleri “hocası”nın keyfinden kurtarabilir. diğer taraftan, Yüksek Öğretim Kanunu’ndaki “araştırma görevlileri” görev tanımı da, “üniversite özerkliği”ni savunan solcu “sendikacı”ların araştırma görevlilerine dayattıklarından daha sınırlı ve rahat bir durumu ifade eder. Merkeziyetçiliğe karşı “kürsü”lerden yana tavır almak masum bir tercih sorunu değildir; bu, “özerklik”ten kaynaklanan ranta konma olanağını sağlar. “Kürsü”ydü, “usta-çırak ilişkisi”ydi, tüm bu istismara elverişli miyadını doldurmuş takıntılarla, gelenekçi tayfa en ilkel bir geçmiş savunuculuğunu “sendikalize” etmeye çalışıyor.

Araştırma görevlilerinin 1980 sonrası yeni statüsü öğretim üyelerini çok rahatsız etti. Bu statüde güvencenin azaltılması çok fazla sorun olarak görülmedi. Ama araştırma görevlilerinin iş tanımındaki görevleri sıralayarak daraltma ve üste olan bağlılığı sınırlama çok tehditkâr görüldü. Şu anda ÖES üyeleri de dahil öğretim üyeleri 1980 öncesi “asistan” statüsüne dönüş özlemi içindeler. Araştırma görevlilerinin taleplerine verilen tepkilerde bu rahatsızlığın payı büyük.

Kürsü özerkliği/keyfiyeti sadece öğretim üyeleri değil bazı araştırma görevlilerince de avantajlı görülüyor. İşte kalmanın ve yükselmenin şartları burada çok daha kolay yerine getirilebilir. Bilim dalı ya da anabilim dalı başkanına bağlılık ve sempati kazanma gibi... Bu sayede bu koşulu yerine getirdikten sonra çok geniş bir hareket ve tatmin alanı da kendini gösterir. Üniversitelerin “aykırı” tipleri buradan türer: Meslek hayatı boyunca en ufak bir zorlukla karşılaşmadan yükselen, çay bardağında fırtına koparan, okullarının “şımarık çocukları”. Kürsüler de bu tarz insanlara bakıp “okulun bu tür insanlara ihtiyacı var” diyebilme zevkini tadar. Aykırı adam taklidinin akademisyenler arasında bir getirisi vardır.

YÖK karşıtı grupların rektörlük taraftarlığına kadar varabilen bu tutumları, çalışılan kurumla özdeşleşmeyi doğuruyor (bazı durumlarda da tersi), oysa ki, iki tarafın çıkarlarının karşıt olduğu açıktır. Aynı kişiler hem çalışan durumundalar, hem de işveren olma kuruntusuna sahipler. Bu durum görev yapılan kurumu yükseltmeye çalışmayı, bu ise daha iyi bir kurum için daha sıkı denetimi, hattâ personel “ayarlamaları”nı getiriyor. İşveren kuruntusundan, bir yandan bir “işveren körlüğü” çıkar ve herkesin kendini işveren zannettiği hengamede asıl işveren istediği gibi at oynatır. Öbür yandan ise, diğer çalışanlar, mağdur olanları değil, “sahibi” olduğu işyerini savunması gerektiği şeklinde, bir vicdanen arınmaya varırlar. “Üniversiteler Bizimdir!” sloganı sadece devrimci öğrencilerin umudunu ifade eder. Kimse sloganın bu kötüye kullanımını hedeflememiş olsa gerek. Çalışılan kuruma bağlılığı artıran bir diğer konu da “gelenek” icat etme yöntemidir. Bu amaç açısından büyük bir güç ifade eden “gelenek”, her istenen yerde bulunmadığı için ihtiyacı olanlar kendi geleneklerini icat ediyor. Tabiî, sendikacılık adına.

ÖES tarafından, YÖK’ün savunduğu ne varsa, sermayenin talebidir, denmekte (ki bu son tahlilde doğrudur), YÖK’ün değiştirmeye çalıştığı mevcutta ne varsa, ilericiliğe ve solculuğa özgü kabul edilmekte. YÖK’e karşı her noktadan toplu muhalefet koşullarını bekleme gereğini savunmak daha çok mevcut sorunlardan kaçma ve/veya yararlanma durumunu hedeflemektedir. Sorun şu: YÖK sermayeyi temsil ediyor, tamam; ama karşıtları kimi temsil ediyor? Öyle bir durum doğdu ki, pek çok insan sadece mevcut uygulamaları savunmakla solculuk yaptığını sanıyor. Peki ama, örneğin, gelenekçi tayfanın “kürsü” dediği bilim dalları yerine bölüm örgütlenmesini getirmeyi sermayenin hangi kesimi, niçin istesin? Bunu YÖK’ün istediği biliniyor, ama doğrudan bir sermaye talebi olarak ifade edilemez. Dahası sermayenin kürsü sistemini kullanmadığını/kullanamayacağını kim iddia edebilir? Mevcut Kıta Avrupası sistemi ile Amerikan modeli örgütlenme Türkiye’de birlikte pekâlâ uyumlu çalışabiliyor. Türkiye’de yaygın sistem Kıta Avrupası olduğuna göre demek yıllardır iktidarla işbirliği içinde işten adam çıkaran üniversite yönetimleri solun kaleleriymiş!

YÖK’ün getirmeyi hedeflediği nesnel ve herkese eşit olarak uygulanacak düzenlemeleri “asistanlara yönelik sistemli saldırı” şeklinde niteleyip, halihazırda keyfi saldırılara maruz kalanlara karşı onaylayıcı tavır takınmak samimi değildir. Ben şahsen istihdam krizlerinin hep tekilliğine, atılma paniğininse yaygınlığına şahit oldum. Sorunun ters yönden, bazen bizzat sendikacılardan geldiğini görmede çıkan bu gönüllü körlük o kadar tuhaf sonuçlara varıyor ki, atan, atılan, atma gerekçesi ve ilgili tüm olaylar bilinse dahi, olayın kalıp halinde tek açıklaması oluyor. Bir örnek vereyim: Bir süre önce üç büyük şehrin dışındaki bir üniversitede bir araştırma görevlisi, YÖK karşıtı ve solcu bilinen bir profesörün isteğiyle işten atılmıştı. Olay hayati tehlike boyutlarına varınca ÖES başkanı oraya gitmiş ve başvuruyu yapan öğretim üyesiyle görüşmüştü. Konu hakkında bu kadar bilgi edinmesine karşın, günlük bir gazetedeki sütununda, olayın YÖK’ten ve onun başımıza açtığı taşra üniversitelerinden kaynaklandığını yazmıştı. İlgili üniversitedeki ÖES şubesi ise bu yazıda geçen “taşra üniversitesi” sözüne alındı. Olayları algılamada, kişileri tanımlamada, sorumluyu tespitte bir yanlış değerlendirmeler dizisi birbirine sarmalanıp gitti.

YÖK’ün ebedi sorumluluğu fikri, anti-semitist açıklamaları andırıyor: ÖES’i pek çok platformda temsil eden ezeli YÖK karşıtlarının büyük çoğunluğu, aynı zamanda üniversitedeki eşitsiz ve istismara dayalı ilişkilerin de en baskıcı ve saldırgan taraftarları. Burada da kendi baskıcı tutum ve saldırganlıklarının aynadaki aksini YÖK’te buluyorlar. Üniversitedeki mevcut eşitsizlik ve çıkar karşıtlığı da el çabukluğuyla YÖK karşıtlığına çevriliveriyor.

Şunu belirtmekte yarar var ki, YÖK eleştirisini gündemden çıkarmanın tartışmaya bir katkısı olmayacak. Sorun YÖK’ü düşman yel değirmeni olmaktan çıkarmak ve YÖK eleştirisinin içeriğini belirleyebilmek. Sendikal mücadeleyi de yeni bir aşamayı temsil eden düzenlemelere göre ayarlayarak vermek gerekiyor, yoksa eskiye sarılarak değil.

Gelenekçi grubun, YÖK’ün, sendikal tavrı savunanların ayrı gruplar olarak sık sık adları geçtiğine göre bunları da üniversite çalışma ilişkileri bakımından değerlendirmek gerekiyor. Burada ulusal siyaset ile akademik alana özgü siyaset alanlarını ayırmakta yarar olabilir. İki alan arasında şüphesiz bütünlüğü sağlayan (YÖK, sendikalar gibi) dikey örgütler var, yani birbirinden tamamen kopuk değil. Ama diğer yandan içindeki pozisyonların tam karşılıklılığını kabul etmek de doğru olmaz. Tercih edilen, tabiî ki her iki düzeyde de ilerici tarafta yer alınması. Ama akademik ilişkiler alanında örneğin “kürsü geleneği” diye yırtınanların ülke siyasetinde de muhakkak tutucu ve “sağcı” olmaları gerekmez. Astı olan araştırma görevlisini kızınca işinden attırması, solculuğu nedeniyle işkencelerden geçmiş bir profesörün, mesela, aslında önceden de “faşist” olduğunun birden ortaya çıkışı mıdır? Sanmam. Ama akademik çalışma ilişkileri alanında da (böyle bir alan var çünkü) iftihar edilecek bir şey değildir ve gericiliktir. Olağanüstü dönemlerin mağduriyetleri belli ki çok daha ağırdır, kimse bu çekilenlerin hafife alındığını düşünmesin. Ama bir şekilde benzer sorunlar yaşamış insanların bunu “oyunun kuralı” kabul ederek, rövanş gününe kadar revizyon taleplerinden uzak durmaları, onları, bu akademik alanda kendi haklarını önceden ihlal etmiş olanlarla aynı safa koyar. Kendileri bu tarz pisliklere bulaşmasa da pek çok saygıdeğer akademisyenin bunların üstünü örtmeye gönüllü oluşunu görmek hazindir. Bu grubun bir kısmı ise adeta, bir darbe gelsin ve ben solculuğum yüzünden üniversiteden atılayım, daha ilerde de bunun rantını yiyebileyim, diye bekliyor. Bu nedenle sorunlar karşısında sol tayfadan gelen “realite bu” şeklindeki değerlendirme, daha çok “iyi ki realite bu” anlamına geliyor ve bu ilişkilerin yaygınlaşmasına yol açıyor.

Akademik çalışma ilişkileri ve siyaset alanının varlığı kabul edildikten sonra mantıksal sonuçlarını izlemek gerekli olabilir. Tüm farklılıkları burada sayamam ama bu alanda YÖK’ün ve YÖK karşıtlarının iki ayrı ve bağımsız grup oluşturmadıkları görülüyor. YÖK’ün bağımsız varlığı ile, akademik ilişkilere yeni bir düzen getirme planı olduğu açık. Örneğin araştırma görevlilerinin işgüvencesi ve çalışma yüklerinin yasal yeniden düzenlemesini bu grubun durumunu zayıflatacak şekilde tasarladığı biliniyor. Bu noktada örneğin kürsü geleneği taraftarlarının bu plana bir muhalefeti yok. Gelenekçi olmasa da, YÖK’ün üniversiteyi ticarileştirme, araştırma görevlilerinin statüsünü zayıflatma politikalarına, çalıştığı okula uygun olarak, sıcak bakan solcular da var. (Burada örneğin o çok kullanılan “ortak düşmana karşı birleşmek” şiarı hangi grupların kime karşı ittifakını ifade ediyor?) Denetim ve emek istismarı konularında araştırma görevlileri üzerinde kanunun çok ötesinde yetkiler kullanan ve kullanmaktan yana olan gelenekçi grup bu tarif ettiğimiz alanda siyasal eksenin en gerisinde bulunuyor. YÖK’e muhalefetleri de YÖK’ten daha geri olmalarından kaynaklanıyor. ÖES şu anda bunların temsilcisi ve aksi yönde bir işaret de vermiyor. ÖES’in bilimsel özgürlük konusunda YÖK’e getirdiği eleştiriler şüphesiz saygıya değer, ama aynı konuda kendi içinde de konunun bu kadar sıkı takipçisi mi? “Aday ikinci cumhuriyetçidir” diye, ihbar mektubu formunda tez raporu yazan ÖES yöneticileri var.

ÖES’in bir sendika olmak itibariyle ciddiye alınabilecek özelliği, gerçek bir sendikanın ortaya çıkmasını engelleyici ve çalışanlar üzerinde işveren denetimini artırıcı etkisidir. Gerçek bir sendikal anlayışın ortaya çıkışını engellemek açısından pek çok gerekçe üretiliyor. Bunların bir kaçını burada ele alabiliriz. Bu lüzumsuz bir uğraş olabilir ama atılan taşları kuyudan çıkarmaya çalışalım.

ÖES genel başkanı İzzettin Önder’in, sendikalarının ana hedefi ve Eğitim-Sen’le birleşmemelerinin gerekçesi olarak açıkladığı iddiasını ele alabiliriz. Burada ileri sürülen gerekçe, ÖES’in asıl amacının, sermayenin bilim üzerindeki etkisiyle mücadele etmek olduğudur. Bu şüphesiz çok güzel bir hedef. Ama biraz dikkatle incelendiğinde, gösterilen amaç ile bunu yükleneceği iddia edilen özne arasında bir uyumsuzluk olduğu anlaşılabilir. Bu sav, kendilerinin “çalışanlar” değil, fakat “bilimadamı ve kadını aydınlar” olarak algılandığını gösteriyor. ÖES içinde bilimadamları da var kuşkusuz, ancak üyeleri içinde öğretim elemanı olarak İngilizce, Fransızca okutmanı, beden eğitimi öğretmeni, çevirmenler, kütüphane uzmanları da var. Bunlar, diğerleri sermayeyle mücadele ederken ne yapacak? Ya da acaba, sermayenin bilim üzerindeki eğemenliğine karşı sendika üyesi olmayanların, hattâ öğretim üyesi olmayanların mücadele edemeyeceklerini mi düşüneceğiz? Marx hangi öğretim elemanı sendikasının üyesiydi? Ya da Türkiye’den Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu vs? Bu açıklama aslında, “biz işverenimizle değil, bilime müdahale eden ‘sermaye’ ile mücadele ediyoruz, sorunlarımız işyerlerimizin dışındadır” anlayışını zımnen taşıyor ve çalışma sorunlarını teğet geçip gündem dışında bırakıyor. Dahası bu iddia, Eğitim-Sen’le birleşmemenin gerekçesi olarak ileri sürüldüğüne göre, en azından Eğitim-Sen’lilerin ÖES’lilerin sermayeye karşı mücadelelerine engel olduklarının kanıtlanması gerekiyor. Ya da ayrı durmanın sağladığı o çok geniş imkânların neler olduğu açıklanmalı.

Sendika adı altında sendikacılıktan başka şeyler yapmanın gerekçeleri çoğalıyor. Sendikal taleplere bir diğer karşı iddia da, “araştırma görevlisi-öğretim üyesi” ilişkisinin (bu, “asistan-hoca” ilişkisi olarak ifade ediliyor) “işçi-patron” ilişkisinden farklı olduğu yönünde. Gerçi bunların tamamen aynı tür ilişkiler olduğunu biz ileri sürmemiştik. Ama bu “farkı” işaret eden kimi öğretim üyeleri, kendisini “asistanının” “patronu” olarak ifade edebiliyor. Aslında bu ayrımı vurgulayanlardan bazılarına başka mekânlarda sorulduğunda, hangi bakımdan örneğin, banka memurlarının işçi sınıfına dahil olduklarını uzun uzun açıklayabilirler. Bir karşı örnek verecek olursak, beş işçinin çalıştığı bir lokantadaki bir garsonun, hemşehrisi olan lokantacıyla ilişkisi de, örneğin Tat fabrikasında çalışan işçinin Rahmi Koç’la ilişkisine hiç benzemez. Ama orada da sigorta, ücret, iş yükü, çalışma süresi sorun olur. Bunlar salt teorik kategorizasyon çabaları değil, insanlar değerlendirmelerinde kendi konumlarını esas alıyorlar.

Bir başka konu da gelenekçi tayfanın ısrarla savunduğu “usta-çırak ilişkisi”. Biraz meslek ve sanat eğitimi tarihi okuyan bir insan usta-çırak ilişkisinin, bu gelişme tarafından ıskartaya çıkarıldığını bilir aslında. Bilmeden savundukları bu ilişkiye bağlanmaya çalışanların, asıl korumak istedikleri şey “usta” dediklerinin “çırak” üzerindeki otoritesidir. Yoksa hiçbir “çırak” artık mesleği kendini “usta” zannedenlerden öğrenmiyor. Geçmişin ustaları ayarındaki bilimadamlarının da şu anda çırak yetiştirmekten daha ciddi ve yüklü uğraşları var.

Sendikacılık adına bu içerik boşaltma girişimleri, ülke gündemine müdahale görüntüsü altında asıl çalışma ilişkileri alanına gelmemek için, ana faaliyet alanının değiştirilmesine varıyor. Yine bu nedenle başka sendikaların ikincil kabul ettiği ama ihmal de etmediği siyasi talepler ve hedefler meselesi artık ÖES’te merkezi hattâ tek etkinlik alanını ifade ediyor. Mücadeleye ikinci bir boyut eklemek yerine sadece bu ikinci boyutta faaliyette bulunmakla övünülüyor. Bir meslek odası gibi hem mesleğin faziletleri övülebiliyor hem de siyasi konularda görüş açıklanabiliyor. ÖES artık öğrenci olayları, bilim-sermaye ilişkisi, cins ayrımcılığı, İslamcı tehlike vs gibi üniversitede çalışma ilişkilerini çevreleyen konular üzerine yazıp çizen bir örgüt oldu. Bu saydıklarım hakkıyla yapıldığında çok saygıdeğer faaliyetlerdir, ama dediğim gibi, çalışma ilişkilerini çevreliyor, onun kendisini oluşturmuyor. Bu tür konularda yüzlerce sayfa yazılabilir (yazıldı mı?) ama doğrudan sendikal konularda “ne yapalım, realite bu” diye bitmeyen ya da “hoca-asistan ilişkisi, patron-işçi ilişkisi değildir”e varmayan sendikacı görüşüne şahit olmadık. Öğrencilerin dövülmemesi için rozet bile hazırlayan ÖES’in pek çok üyesi, üniversitenin yetkili organlarında öğrencinin “ses”inden fazlasına tahammül edemeyecektir. Araştırma görevlilerinin dahi buralarda oy hakkının olmamasını savunanlar yönetici konumlara gelebiliyorlar.

Türk üniversite yapısı çok parçalılık arzediyor, bu bakımdan sola da mevzi sağlayan bir yapı söz konusu. ÖES bu çok parçalı sistemin korunmasına çalışıyor. (YÖK’ün bunu yok etmeye çalıştığı iddiaları da çok doğru değil. Solcuları rektör yapmak istememesi takdir edersiniz ki doğaldır. Hayıflanacak başka ciddi konular var. Ama el üstünde tutulan bir grup solcu akademisyenle “süslenmiş” bir sistem YÖK’ün işine daha fazla gelir, bu şekilde ne kadar toleranslı olduğunu sergiler.) Bu çok parçalı yapı sayesindedir ki, aynı kampus içinde dahi bir fakültede ÖES üyesi olmak başa bela olurken, yirmi metre ötede başka bir fakültede ikbal kapısı olabilir. ÖES de, sendikacılık adına ve sendikacılığı tahrifle, bu yönüyle bir tür mevzi koruma hareketini ifade ediyor. YÖK’ün son yönetmelik değişikliği de bu bağlamda tartışıldı. Kemalist ve solcuların bir kısmı “korkmamıza gerek yok, YÖK bizi değil İslamcıları hedef aldı,” dedi. Bir diğer grup ise “aslında bizi hedef aldı ama sonra saldıracak, uyanık olun,” diyerek uyardı. Hiç kimsenin İslamcı olduğu gerekçesiyle üniversiteden atılanları umursadığı yok. Hattâ kısmen memnun olup, yetersiz bulanlar da var. Bu ve benzeri grupların taşra üniversitesi fobileri de daha çok buralarda başkalarının mevzilenmiş olmasından kaynaklanıyor. Akademik ilişkilerin kendisini sorgulayan sendikal taleplerin, grubu bölmeye ve dolayısıyla ÖES’in varlığına yönelik tehdit olarak algılanmasının nedeni de bu. ÖES Bülten’deki bir yazıda, ÖES’e yöneltilen eleştirilere karşı verildiği özellikle belirtilen motto gibi bir yanıt vardı: “ÖES’in varlığı yokluğundan iyidir.” Tabiî biraz daha gelişkin bir cevap da verilebilirdi, ama bu, zihniyeti tamamen açıklıyor.

ÖES, mensuplarınca, sağcı ve İslamcılara karşı, üniversitedeki solcuların ve Kemalistlerin varlığını ve bütünlüğünü koruma hareketi olarak da görülüyor. Sol eğilimi belirgin olanlar “sermaye”ye karşı, Kemalist eğilimi belirgin olanlar ise “şeriatçılığa” karşı “mücadele” verdikleri algısına sahipler. Her iki mücadelenin hedefi olarak düşünülen, ortak düşman YÖK’e karşı iki grup da birbirini “müttefik” sayıyor. İçinde bu nedenle mümkün olan en geniş birlik istikrarsız da olsa korunmaya çalışılıyor. Bu grup içindeki her türlü sorun üstü örtülerek geçiştirilmeye çalışılıyor. Bu sorunları ele alan eleştiriler de iç çatışma tahriki ya da grubu veya sendikayı yok etme girişimi olarak anlaşılıyor. Bu “birliğin”, çıkarları çatışan personel grupları yanında bir de bu siyasi boyutu var. Burada birleşik bir grubun bölünmesindense, zaten apayrı olan grupların bir arada tutulmasının tedirginliği söz konusu. Gruplar saygın kabul ettiği öğretim üyesinin kırılmasına yol açacak sendikal denetimleri engelliyor. Sendikal müdahaleye konu olmasına sözde izin verilenler ise sendikanın etkin grubunun sempati duymadığı öğretim üyeleridir. Aynı okulda, farklı tarihlerde benzer sorunlar karşısında farklı tavır alınması sendikal bilincin gelişmesinden çok bu antipatiyi ifade ediyor.

Akademi ortamı yazılı çalışma koşullarının denetleyen kişiye bağlı olarak, çalışan lehinde ya da aleyhinde geniş şekilde esnetilebileceği bir alan. Burada sendika mantığının nasıl çarpıtıldığı hattâ tersine çevrildiği görülür. Sendikacı profesörler kanunda yazılı olanı da aşan şekilde işleri araştırma görevlilerinden isteyebilmekte, soruşturmalar, atma tehditleri, işten çıkarmalarla sopa göstermektedirler. “Sendikacılar” idarenin çalışan üzerindeki denetimini tamamlama ve ulaşamadığı yerlere, yasayı da aşarak taşıma işlevini yerine getiriyor. Sendikacılar hem sendikacı olup hem de içlerinden bir grubun meslekleriyle oynama yetkisini kullanmasını kabul etmek zorunda kaldı. Çalışılan kurumla özdeşleşmenin yanısıra işgüvencesini asla mutlak şekilde savunamayacağını da içine sindiren “sorumlu” öğretim elemanları, bunun şartlarını belirlemeyi kafalarına koyunca, ortaya işten çıkarma konusunda bir gerekçeler zenginliği çıktı. Önce akademik açıdan yetersizlik, sonra uyumsuzluk, sonra dedikoduculuk, cinsel taciz, alkolik olma vs hep sendika üyesi öğretim elemanlarınca yerinde bulunan gerekçeler olarak ilan edildi ve çoğu da uygulandı. Bu “gerekçelerin”, -çoğu durumda iddiadan öteye geçmeyişi bir tarafa-, övülecek şeyler olduklarını iddia etmiyorum, ama bu kadar gerekçeyi rektörlükler bile kolayca bulamaz. Üstelik bu kusurlardan hiçbirini taşımayan bir adam bulsalar elbet onu hiç kimse işten çıkarmaz, örnek olarak saklar. (Başka bazı ülkelerde, işverenle birlikte çıkarılacak işçileri tespit etmeleri, sendikaların, keyfi işten çıkarmaları engellemek için sahip oldukları bir yetkidir. Üstelik çoğu durumda başka kazanımlara karşı ödün biçiminde sermayeye şartlı olarak verilmektedir.) Hem çalışanların hakları için mücadele edip hem de işveren yetkileri kullanabilmek artık akademisyenler için iyice kanıksanmış bir durum. Bu konuda “saygın” akademisyenler arasında çok sayıda ismi örnek olarak verebilirim. Ama ben başka bir alandan örnek vereyim: Yakın zamanda öğrendiğimize göre bu durum sadece öğretim elemanlarına özgü değilmiş. Bilindiği gibi Jet-Pa almadan önce, geçen yıl Sergen Yalçın İstanbulspor’da satışa konmuştu. Olaydan bir süre sonra bir TV programında, onu kulüpten atan yönetim kurulundan Adnan Sezgin’in, aynı zamanda Profesyonel Futbolcular Derneği’nin genel başkanı olduğu açıklandı. Bu durum stüdyodaki konukları hayrette bıraktı; Sergen hakkını aramak için nereye başvuracak? diyenler oldu. Telefonla katılan Adnan Sezgin ise, “başka kesimler de böyle”, dedi (ama ÖES’in adını vermedi). Cevaben Sayın Erman Toroğlu hattâ, “ya bisiklete bin, ya ciklet çiğne, ikisi birlikte olmaz arkadaş,” demişti. Sayın Sezgin ise bunu yeteneklerine bir hakaret olarak aldı ve hem bisiklete binip hem ciklet çiğneyebileceğinde ısrar etti. Ben şahsen, hocalarımın yeteneklerinden bir şüphem olmadığını ifade etmek isterim.

Haksız idari işleme konu olduğunu düşünen araştırma görevlilerinin güvenebilecekleri oturmuş ve bağımsız bir idari yargı olmadığı bilinmeli. Üniversite davalarının sonuçları piyangoya benzer. Solculuğu nedeniyle haksızlığa uğrayanlar lehine seri halde çıkan kararlar, çelişkili şekilde 12 Eylül dönemine aittir. Türk idari yargısı güncel siyasetten etkilenmemeyi “bağımsızlık” için yeterli görmektedir. En azından üniversitelerin keyfi işlemleri bakımından “üniversite özerkliği” sağlanmış durumda.

Sonuçta, sendikacılık adı altında üniversitedeki mevcut eşitsiz ve istismara dayalı ilişkileri aynen korumanın mücadelesini veren bir faaliyet tarzının artık yerleştiğini gösterebildiğimi sanıyorum. En azından şu anda bu tarz bir “sendikacılık”la avantajlı konumu korumanın ve bazı kurumlarda yükselmenin, hiç değilse belirsiz ve güven vermeyen yeni düzenlemelere muhalefet etmenin koşulları var. Ancak bu “koşullar” (sistem mi? etkinlik mi? ebedi tartışması bir yana) o meşhur “realite”den kaynaklanmıyor; tersine “realite” tespitini yapanların kendi etkinliklerinden türüyor. Bu “tarz”ın üniversitelerde yol açtığı mağduriyetlerde saldırgan ya da saldırganlığı onaylayan tarafta yer almanın kariyerizmle açıklanması doğru değil, bunun yerleşik nedenleri var. Bu tarzı benimseyenlerin kişilikleri seçtikleri tarzdan çok, bunun içindeki asabiyet derecelerinde kendini gösteriyor. Çok namuslu, dürüst insanların da üniversite çalışma ilişkileri alanında aşmayı tercih etmeyeceği ve bir diğer grubun aleyhine işleyen sınırlar var. Bu sınırları ifade eden ilişkileri idealize edip kutsamak yerine ücret, işgüvencesi ve daha rahat çalışma koşulları açısından muhalefet etmek ciddi bir sendikacılık seçeneği. Ama bunun koşullarının üniversitelerdeki varlığı tartışılır. Zira bunu savunanların varlığı, bırakın rektörlükleri, diğer “sendikacı” grubun tehdidi altında. Bu tarz bir “sendika”nın, gerçek sendikacılığın bastırılabilmesine katkıda bulunuşu, neden daha uygun olan “dernek” adında değil de “sendika”da ısrar edildiğini açıklıyor.