Devam...

“Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.”

Walter Benjamin

“Siyaseti kapitalizm öncesinde bir zümrenin işlevi olma noktasından alıp, onu çok daha geniş zümrelerin bir etkinliği aşamasına vardıran modern çağ siyasetini onun bıraktığı noktadan daha ileriye gerçek bir kitlesel etkinlik düzeyine yükseltebilecek yeni bir yaklaşım fikri, düşünmeye ve tartışmaya değmeyecek kadar ‘uçuk’ mu geliyor bize?” diye bitiriyordu geçen ayki yazısını Ömer Laçiner. Seçim sonuçlarının dayanılmaz can sıkıcılığı karşısında -buna yazının sonunda değinmek üzere- ÖDP’nin siyaset tarzını oluşturmasını düşündüğümüz Gökkuşağı projesinden hâlâ bahsetmek niçin önemli sorusunun bir yanıtını da Ömer Laçiner’in yazısı oluşturduğundan, aklımızın bir tarafına bu “uçukluk” bahsini yerleştirerek düşünmeye çalıştık. MHP’nin seçimlerdeki “başarısı” şok etkisi yaratmış olsa da ‘yeni bir ülke bulamayacağımıza’ göre öfkemizi, kızgınlığımızı ve şaşkınlığımızı var kalmanın hangi şekline dönüştüreceğimize karar vermeye çalışmalıyız. Seçim sonuçları ne olursa olsun; hayatımız, geleceğimiz, hayallerimiz “kurda kuşa” teslim edilemeyecek kadar değerli. Dün de öyleydi, bugün de. Ve yarın da öyle kalmalarını sağlamak halâ bizlerin ellerinde.

SEÇİMLERDEN ÖNCE...

ÖDP’nin -parti içi bir atak olarak da değerlendirilebilecek- Gökkuşağı Projesi basına yansıdığı ölçüde ve karşımıza çıkan şekliyle, üzerinde çok fazla kafa yorulabilecek ve daha geniş anlamda kurgulanabilecek potansiyeli üzerinde taşımaktaydı. Ancak ortaya çıkan resim şunu gösteriyor ki ‘proje’nin imkânları, alışkanlıklarımızı çok fazla zorlayacak düzeydedir. Ve bu zorlayıcılık, kitlesel sol bir parti olma iddiasındaki ÖDP için hayati önemdedir.

Gökkuşağı projesi kısaca; partinin kuruluşunda dile getirilen, toplumsal muhalefetin parçaları ve toplumun dışlanmışları ile ortak bir siyaset tarzı yaratmak anlayışının pratikteki yansıması olarak özetlenebilir. Partinin seçimler öncesinde bahsi geçen muhalefet odakları ve ‘ötekilerle’ kurduğu ilişki, aslında her iki tarafında kurulan ilişkinin niteliği konusunda net bir tanım koyamadıklarını gösteriyordu. Bunun nedeni yıllardır ‘sol’ ile DKÖ’ler veya STK’lar arasında kurulan ilişkilerin, doğal ittifaklar/yakınlaşmalar olarak telakki edilmesidir. Birbirlerinin iç işleyişini pek sorgulamaya heveslenmeden kurgulanan bu ittifak, solun hayat bulduğu zamanın tümüne yayılmış bir alışkanlıktan ibaret kalmıştır. Alışkanlıklar sorgulanmaya başlandıklarında sanki kötü şeyler olacakmış havası yaratılır. İkili ilişkilerde de izleri sürülebilecek bu hava; eksiğini gediğini düşünmeden yalnızca birlikte kalmak, birlikte hareket etmek halini alır. Oysa bu, her türlü ilişkiyi ve bahis konusu ilişkilerin heyecanını tüketen bir son hazırlar. Son bulmasa bile en az son bulmak kadar tüketici olan başka bir şey de, müttefiklik halinin ve anlamının içinin boşaltılması ve ilişkinin içinin boşalmasını müttefiklerden hiçbirinin görmemesi ya da görmek istememesidir. Her iki taraf da yalnızca varolmaları nedeniyle birarada bulunmak gibi çok fazla anlaşılır olmayan bir durumun içinde yer aldıkları sürece, muhalefet etmek/muhalif olmak yan yanalık halinin dışına taşmamaktadır.

Doğal müttefikler dışında daha farklı bir örgütlülük/birliktelik içinde olan ‘ötekilerle’ solun kurduğu ilişki ise genellikle eğreti bir şekil almış ve solun bir anlamda “medenîliğinin” göstergesi sayılmıştır. Oysa gündelik siyasetin ’80’lerin sonuna doğru ülkemizde aldığı şekil, daha esnek tarzlara sahip ‘ötekilerin’ talepleriyle, solun özgürlük arayışının daha ciddi, daha nesnel ilişkiler kurmasına sebep olmuştur. En somut ifadesini kadın hareketiyle kurduğu ilişkide bulan yeni yaklaşım, kadınların özgürleşmesini sosyalizmin kuruluşuna havale eden perspektiften koparak ve bu özgürleşme arayışının sosyalizmle dolaysız bir ilişki kuracağı yanılgısından uzaklaşarak kendini tanımaya ve ‘inşâ’ etmeye başlamıştır. Başlamasına başlamıştır da, bu sürecin sancılı geçmesi olması bir yana, sinir bozucu bir ton kazanması esas meselesidir. Çünkü bir yandan başka tür bir ilişki düşünülürken, eski “medeni” ilişki tarzı da rafa kaldırıldığı için, örneğin partinin birinci kongresinde kadınların sunduğu iki önerge erkeklerin müstehzi ifadeleri altında oylanmış ve böylelikle ortadaki boşluk “kadınlar işte ya” şeklinde -şimdilik- doldurulmuştur.

Yukarıda bahsi geçen örnek tek başına değerlendirildiğinde; aşılacak, zamanla sönümlenecek bir gerilim olarak anlaşılabilir. Ama geçmişin bize öğretmiş olması gereken en önemli şey, aşmayı/sönümlenmeyi zamana bırakmamaktır. Münferit olan bizler için önemlidir. Böyle bir kaçış düşünülemez. Çünkü hayalleri imkânsızlaştıran bizzat bu reflekslerdir. Örneğin tüm seçim bölgelerinde gerçekleştirdiğimiz önseçimlere parti üyesi olmayan yurttaşları da davet etmemiz ‘partiye yakın duranları az da olsa mobilize eden’ bir yöntem mi olacaktır, yoksa ‘parti ile yurttaşlar arasındaki ilişkiyi radikal bir saydamlığa evriltmemizin’ ilk işaretlerinden biri olarak, yeni bir siyaset tarzını mı müjdeleyecektir? ‘Yurttaşlardan korkmamak’ bahsi parti içi karar mekanizmalarını radikal bir şekilde demokratikleştirdiği ve bizzat “partililik” kavramını zorladığı ölçüde esas anlamını kazanacaktır, tabiî ‘nerede hareket orada bereket’ tarzı reflekslerin altında kısırlaşmadığı müddetçe.

Bu yazıda bahsetmek istediğimiz konu da, bu türden reflekslerin tahayyül gücümüze dayattığı kısıtlardır.

MAĞDURUN DİLİNDEN KİM ANLAR?

Zaman zaman gözden kaçırdığımız bir şey var: Toplumsal muhalefetin tüm bileşenleri parti içinde tarif edilemez. Zaten böyle bir şey de şart değildir. Ancak zihni bir birliktelik ya da duygusal bir dayanışmanın örgütlenmesi daha önemlidir. ÖDP zihni/duygusal bir örgütlenmeyi sağlamak için uğraşan bileşenlerden yalnızca biridir. Tam da bu noktada vurgulanması gereken; ÖDP’nin, bir çatı olmak yerine daha geniş bir birlikteliğin parçası olmayı kabul edecek duyarlılığı nasıl ortaya koyacağı noktasıdır. Bu nokta partiyi önemsizleştirmez; aksine, partiyi söyledikleri ile yapmaya çalıştıkları arasında tutarlı bir yerde konumlandıran da budur. Aslında Gökkuşağı projesi en uç noktasında düşünüldüğünde, ortaya koyduğu devrimci perspektif anlamını, siyasal hegemonyanın tesisi bahsinde değil, bu hegemonyayı tesis edecek özne tahayyülünde bulmaktadır. Tarihin motoru olarak düşünülen bir öznenin yerine dilleri birbirleriyle kesişmiş ama herbiri kendi mecrasında akmaya devam eden öznelerin oluşturduğu bir kümenin ikame edilmesiyle, ÖDP’nin bu ‘özne’liğin içindeki konumu ve kuracağı ilişkilerin niteliği tahayyül gücümüzü zorlayan sorunsallar olarak ortaya çıkmaktadır.

ÖDP’nin kurmaya çalıştığı ilişkiler çıkar/oy ilişkisi olmadığı gibi taktik ilişkiler de olamaz. Örneğin HADEP ile kurulan ilişkiyi böyle tasvir etmek gerekir. Bu ülkede birlikte yaşadığımız herkesin ortak bir sorunu olarak kabul edilmedikçe, Kürt sorunu dolayımında HADEP ile kurulacak ilişki doğal müttefiklerle kurulan ilişkiler misali miyop bir hal almaktadır. Dolayısıyla da HADEP’in taktik olarak yaklaştığı meseleler ya da stratejik konumlanışlar HADEP’in özgül durumunun neticesi şeklinde değerlendirilip eleştiriden muaf tutulunca, ÖDP kolaylıkla “görevini yapmamakla” itham edilmektedir ki burada esas sorun ezilenlerle kurabileceğimiz yegâne ilişkinin “destek atmak” kabilinden olabileceği düşüncesidir. Bir sıfat olarak mağdur/ezilen, “bizim dışımızdaki güçlerin” yarattığı bir somut durum olarak kaldıkça, bu kimliğin yaratılması süreci es geçilmekte ve dolayısıyla ne mağdur ne de muhalefet, kurulacak gerçek ilişkilerin doğuracağı zenginliklerden yararlanabilmektedir. Bu şekilde yıllardan beri mağdurun, mağdurluğundan ötürü bulunamadığı alanlarda destek mitingleri yaparak ömrünü tüketen sol, “Yaşasın halkların kardeşliği” kabilinden sloganlarla işi geçiştirmekte ve siyasal takip olarak da isimlendirebileceğimiz siyasal inadını aslında yitirmektedir. Ülkede bu tür sorunların bolluğu göz önüne alındığında, iş daha da çetrefil bir hale gelmekte, destek mitingleri artmakta ve insanların alanlara geliş nedeni -neden bunu kendimizden gizliyoruz ki- çoğu zaman “dostlar alışverişte görsün”cü bir ruh haline indirgenmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri, diğeriyle/ötekiyle kurduğumuz ilişkinin giderek diğerinin/ötekinin aslından kopan ve yalnızca onun ne olduğunu anlatan sıfatlarla kurduğumuz bir ilişki haline dönmesidir. Bir nevi gösteri heyecanı yaratan bu tarz, giderek sıfat-merkezli bir siyasi yanılsamaya dönüşmektedir. Bunu aşabilmek ve toplumsal muhalefetin bileşenleriyle tekrar canlı ilişkiler kurabilmek, yegâne sesin bizimkisi olmadığını yeniden düşünmeye başlamaktan geçiyor. Pek çok farklı dilin varlığını hesaba katmak ve bu diller arasında, kesişmenin zenginliği yakalayabilmek, Gökkuşağı projesini açık uçlu bir çaba olarak değerlendirmekle mümkün.

Bu haliyle Gökkuşağı projesi, ÖDP’nin önerdiği birarada olabilme düşüncesinin bir şeklidir ve hiç şüphesiz ki inandırıcılığını ÖDP’nin kendi iç yapısındaki ilişkilerden alacaktır. ÖDP, “aslen sosyalistlerin olan fakat kadınların, çevrecilerin, eşcinsellerin, yani diğerinin/ötekinin de barındığı” bir parti olarak kaldıkça, Gökkuşağı projesi de inandırıcılığını ve olabilirliğini yitirecektir. Böyle bir durum, yukarıda bahsettiğimiz sıfat merkezli bir siyaset anlayışının kendi içimizdeki başarısını da gösterecektir elbet. Partinin kuruluş bildirgesinde yer alan ve “... kadınların, vicdani retçiliğin, mizahın, tembellik hakkını savunanların... ” partisi olduğumuzu söyleyen metin bir reklam malzemesinin ötesine geçemeyecek ve cilalı imaj devri içerisinde ‘90’lar itibariyle bazı sosyalistlerin yeni imajı olarak alnımıza yapışacaktır.

Başka bir önemli husus da ÖDP’nin ilişkiler kurulurken takınacağı tavırdır. Hiç şüphesiz ki ÖDP kendi adına önerisindeki ciddiyeti ve isteği, kurulacak ilişkileri takip etmekte göstereceği inatla ortaya koyacaktır. Burada atlanmaması gereken nokta, önerilen ilişki tarzında ÖDP’nin pozitif alıcı konumunda da ısrarcı olmasıdır. Yani kendi düşüncelerini anlatmaya başladıktan sonra diğerini/ötekini dinlemeyi ihmal etmemelidir. Bu salt bir taktik mesele değil, ÖDP’nin kurulacak olan toplumsal muhalefet ağının üyelerinden biri olmasına yönelik psikolojik bir ön hazırlıktır. Devamlı bir ‘öncü’ rolüne soyunmak bir müddet sonra ısrarcı bir monoloğa dönüşecek ve çok dilli bir muhalefet olanağını en baştan sakatlayabilecektir.

Söylediklerimizi toparlamaya çalışırsak kısaca şöyle bir şeyler demek doğru olur:Gökkuşağı projesi, ÖDP’nin de bir parçası olarak içinde yer alacağı toplumsal muhalefetin gerçeklik ve zenginlik kazanması için dile getirilmiş bir öneridir. Siyasetin dönüşü diye tarif edebileceğimiz bir heyecanı, son zamanlarda çok fazla sıfatlara bindirilen bir ittifaklar sorunu olarak kavramaktan vazgeçip sahici öznelerle hep birlikte yakalamaya çalışmaktır. Partinin de bu heyecanı paylaşacak unsurlardan yalnızca birisi olduğunu hatırımızdan çıkarmamaktır. Kurulacak ilişkilerde, muhtemel işbirliği ve diyaloğun ötesine geçmek ve geliştikçe şeceresi/soykütüğü iyice belirsizleşen yeni bir muhalefet dilini aramaktır.

PEKİ YA SEÇİMLERDEN SONRASI?

Yazının daha evvelki kısmı seçimlerden önce yazılmıştı. Seçim sonuçları alınmaya başladıktan itibaren morallerimiz epeyce bozuldu. Bir anda yazı yazmak, düşünmek bile anlamsızlaştı. Ancak nasıl bir Türkiye sorusunun cevabı az çok belli olduğuna göre, toplumsal muhalefet odaklarının biraraya gelme, birlikte iş yapma kabiliyetleri seçim sonrasında daha da önemli hale gelmedi mi? diye kendimize tekrar sorduğumuzda seçim öncesine göre daha anlamlı hale gelen bir şeyler söylediğimizi düşündük ve yazıyı tamamlamaya karar verdik (bu yine de kırksekiz saatlik uykusuzluktan sonra kendimizi de teskin etmeye çalışarak alınmış bir karar ).

Öncelikle MHP’ye baktığımızda, aldığı sonucun ‘post-faşizmin’ merkezine yerleşen pop-milliyetçiliğin, savaştan ve güce tapınmadan doğmuş bir sıradan faşizme ait tepkilerin, merkezin temsilde artık zorlandığı muhafazakâr arayışların toplamı olduğu görülüyor. Mutlaka bundan daha fazlası da söylenebilir ve söylenmeli. Ancak parça parça hepsi daha önce söylenmiş durumda. “Milliyetçi, baskıcı, demokrasiyi lüks gören, ‘bas kafasına kurşunu’ diyen, Boyabat’da ‘sapık’ kovalayan, şehirlerinden Kürt işçileri süren, elini kanla yıkamaktan rahatsız olmayan, öte yandan’hıyarım var’ diyene tuz alıp koşan eğilim oy olarak tecelli etti”[1] örneğinde yapılan tesbit hem 1995 hem de 1999 seçimlerinin gelişini önceden işaret etmişti. “Birçok kişinin haklı biçimde paylaştığı bir görüşle, Kürt meselesi MHP önünde tarihî bir fırsat yarattı. Böyle açık bir imkânın sırtına binen MHP de hızla şişti. Büyük ölçüde doğru olmakla birlikte, bütün süreci ve daha önemlisi geleceği açıklamaya yetmiyor bu görüş. En azından denklemin diğer bileşenlerini farketmeyi zorlaştırıyor. Vitrin revizyonu, söylem rektifikasyonu ve kadrolaşma ile sistemle bütünleşme ve sistemin hâkim unsurları ile flörtü becermeye başlayan MHP, ‘egemenlere’ kendisini bir seçenek olarak kabul ettirmeyi başardı. Fakat, öte yandan alt-orta gelir gruplarındaki ezilen insanları da kimi zaman öfke ve sevinçlerini kanalize etmenin ‘yordamını’ göstererek, kimi zaman da ‘yozlaşmış’ olan her şeyi düzeltme vaadi ile kol mesafesinde tutabildi. Nisbeten gelişmiş bölgelerin giderek palazlanan veya bu umudu taşıyan üst-orta gelir gruplarını “hedef taban profili”ne yerleştirerek de bu iki ucu buluşturabildi. Böylece çok geniş bir coğrafyada ve daha fazla kesim içinde politik etkinliğini arttırabildi.”[2] Seçimlerde benzer bir stratejiyi izleyen ve MHP’nin hayat bulduğu Orta Anadolu’yu hedefleyen DYP’nin neden bu kadar başarısız olduğunu düşündüğümüzde, DYP’nin artık salt bir “naylon parti” olması, MHP’nin teşkilatçı geleneğinin ise var olan tepkiyi, tıpkı bir süre önce RP’nin yaptığı gibi derleyip toparlayabilmesi aklımıza gelen ilk tatminkâr cevap.

1995 seçimleri sonucunda ortaya çıkan meclis kompozisyonu, yaşanan tartışmalar vs. gözönüne alındığında 18 Nisan seçimlerindeki sonuçların bizleri çok şaşırtmaması gerekirdi.[3] Ama yaşanan bu dönemin ve özellikle Apo’nun yakalanması sürecinin daha çok DSP’ye yaradığı görüşü hepimize hâkimdi. Bu da şu demek: MHP haddinden fazla sessiz sedasız[4] bir strateji izleyerek potansiyel bütün tepkileri bünyesine depo etti. MHP’nin bu yükselişini çok fazla dikkate almamış olmamızı, bir yönüyle işaret edilen ‘sessiz sedasızlık’ oluştururken diğer yönünü de ÖDP’nin seçim sürecindeki kampanyalarına, heyecana kendimizi çok fazla kaptırmış olmamıza bağlayabiliriz. Geçici körlük neredeyse. Kendimizden başkasını görememe hali. Oto-gazın üzücü sonucu.[5]

ÖDP’nin (tabiî ki ÖDP’lilerin ve bütünlüklü bir fikriyatın) karşılaştığı şaşkınlık, üzüntü hali (inşallah) çabucak atlatıldıktan sonra, yaşam alanlarımızı koruyabilmek için yazının başlarında bahsi geçen toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri ile kurulacak “gerçek” ilişkiler, acil olarak ele alınması gereken bir ihtiyaç halinde kendini dayatmaktadır. Çünkü bundan sonra karşılaşılacak tartışmalar; anti’li bir mücadele mi olacak yoksa başka birşeyler düşünmek, üretmek, önermek mümkün mü şeklinde geçeceğe benzer. Tartışmalar bu hale geldiğinde; ittifaklar, öncelikler tartışmalarına müdahil olabilmek ve yapılan hataları tekrarlamamak istiyorsak, tarzı, dili, kurulacak ilişkilerin şeklini ve anlamını yeniden hep birlikte tarif etmemiz gerekecek. Bu da az bir enerjinin çok ötesine denk düşüyor. Bu maçı oynamaktan başka şansımız yok.

İlla şarkı söylemek için değil, bağırmak, haykırmak, hıçkırmak için de pekâlâ seslerimiz yan yana gelebilir ve yedi renk beyaza kesercesine başka bir dile kesebilir. Marx, bir yerlerde, ”onca sesin arasında bir tek yüreğin sesinin eksik olduğu” yollu bir şeyler söylemiş. “Yüreğin sesini” dillendirebilmek için ve belki de yalnız bunun için birbirimizin sesini aramaktan başka çare yok.

Öyleyse...

Devam...

[1] Express 2 Nisan 1994’ten aktaran Kemal Can, “Solun Bilgilenmeme Biçimleri ya da Ekmeğe Yağ Sürmek...”, Birikim 79. Kasım 1995.

[2] Kemal Can, a.g.m., sayfa 98.

[3] Bkz. Tanıl Bora, “Sıradan Faşizm: Yurttan Sesler”, Birikim, 78. Ayrıca Ahmet İnsel, “Sıradan Faşizmler”, 28 Aralık 1997, Yeni Yüzyıl. Yapılan tespitler süreklilik kazanan bir gündelik hayat dilinin faşizmin lugatçesi ile nasıl örtüştüğünü, tepkilerin hangi potansiyelleri nerelere kadar taşıdığını sarih bir şekilde göstermekteydi. Bunları şimdi bir daha tekrarlamanın ne anlamı var diyenlere, ‘sizce’ diye sormaktan başka bir şey gelmiyor içimizden.

[4] Kemal Can, a.g.m., sayfa 98.

[5] Bu oto-gaz durumunun seçimlere özel olarak oluşmadığını düşünmekteyiz. Özellikle V-Özgürlük gazetesinin klasik bir sol grup gazetesi şeklinde çıkması ve bu çizgisini devamlı bir şekilde derinleştirmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Burada salt V- Özgürlük’ü sorumlu tutmuyoruz tabiî ki, okuyucu kitlesinin buna teşneliği esas mesele aslında.