Bir Irkçılık Madalyonunun İki Yüzü: Siyonizm ve Anti-Semitizm

Onca başka konu varken Türkiye’de siyonizm ve anti-semitizm meselelerini dert etmenin gereği nedir?

Birikim’in daha önceki sayılarında[1] ve bu dosyada Roni Marguiles’in makalesinde ele alındığı gibi Türkiye’de, diğer Müslüman ağırlıklı toplumlardakine benzer biçimde, bol miktarda anti-semitizm olduğu, bunun daha ziyade İslâmcı ve/veya Türkçü çevreler (ve genel olarak sağ cenah) tarafından beslendiği ama son zamanlarda kamuoyunda ‘solcu’ olarak bilinen ya da kendilerini öyle takdim eden bir takım kişi ve çevreler tarafından da değerlendirilmeye başlandığı bir vakıadır. Türkiye’deki genel ‘yabancı kuşkuculuğu/düşmanlığı’ başlığı altında özel bir cüz olan anti-semitizmi dert etmek için çok uğraşmamıza gerek yok. Öte yandan anti-semitizm, Türkiye ve genel olarak İslâm dünyasıyla sınırlı bir problem de değildir. Başka nedenlerle ve çok daha eskiden başlayarak Batı/Avrupa’nın da bir problemidir ve günümüzde (neo)faşist/faşizan çevreler tarafından, Arap/Müslüman düşmanlığı kadar olmasa da, şu ya da bu düzeyde sürdürülmektedir.

Anti-semitizm, Türkiye ve dünya için nasıl bir vakıa ise ve de sol duyarlılıklarımızı harekete geçirmesi gerekiyorsa, aynı biçimde siyonizm ve siyonizmin anti-semitizmi istismar etmesi de birer vakıadır ve anti-siyonizm sol açısından anti-semitik sağcıların/‘solcuların’ eline bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Türkiye’de, ABD’de olduğu gibi, açıktan siyonist bir çizgiyi destekleyecek birini bulmak zordur, ama yine de birkaç nedenle Türkiye solunun siyonizmi önemli bir gündem maddesi yapması gerekmektedir. Zikredilebilecek ilk neden ilkeseldir ve sol nerede olursa olsun ırkçılığın her türüne karşı olmak durumundadır. Bu dosyada yer alan Joel Kovel’in makalesinde[2] de gösterildiği gibi siyonizm, anti-semitizm gibi, bir tür ırkçılıktır. Birincinin devamı olan ikinci neden günümüzdeki ABD hegemonyası, ABD’nin İsrail’e neredeyse koşulsuz desteği ve ABD/İsrail’in Türkiye’nin de içinde yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında savaş/işgâl üzerinden kan/nefret sarmalına yaptıkları katkılardır. Bu katkılar onyıllardır bölgeyi istikrarsızlaştırmaktadır ve son dönemde yaşananlar herkesin malûmudur. Önümüzdeki dönemde ABD/İsrail ittifakının bölgede İran gibi yeni hedeflere yöneleceğine dair de yeterince işaret vardır. Ayrıca İsrail’in bölgedeki tek nükleer güç olduğunu da eklemek gerekir.[3] İkinci nedene bağlı olarak üçüncü bir neden de son yıllarda ‘stratejik ortaklık’ seviyesinde seyreden Türkiye-İsrail ilişkileridir. Türkiye’nin siyasî, askerî, ekonomik ve medyatik elitleri arasında ABDperverliğin yanında son dönemde İsrailperverlik de önemli kazanımlar elde etmiştir. Büyük ölçüde pragmatist bir zeminde yürüyen bu İsrailperverlik, İsrail’in Filistin’de uyguladığı vahşeti ABD gibi açıktan destekleyememekte ama bu vahşete karşı gösterilmesi gereken tepkinin kısmen yumuşatılmasında ve İsrail-Filistin sorununun sanki tecavüzcüsü ve tecavüz edileni yokmuş gibi iki eşit tarafın bitmek bilmez bir dalaşması şeklinde yansıtılmasında etkili olmaktadır. İsrail’in siyonist karakteri ve bunun getirdiği sorunlar bütün dünya solunun dertleri arasındadır. Türkiye dünyadan kopuk bir akvaryum olmadığı için ve de İsrail’le olan özel yakınlığı nedeniyle Türkiye solunun siyonizmle daha yakından ilgilenmesinde fayda vardır.

AVRUPA’DAKİ ANTİ-SEMİTİZMDEN SİYONİZME

Anti-semitizm günümüzde yerleşmiş anlamıyla ‘Yahudi düşmanlığı’na tekabül etmektedir. Çıkışı oldukça eskidir ve çıkışında Hıristiyanlığın özel bir yeri vardır. Tarih boyunca birçok eziyete ve zorunlu göçe marûz kalmış olan Yahudiler modern zamanlara gelene kadar dünyanın hemen her yerine dağılmış, sık sık göç etmek zorunda kalabildiklerinden göçerken yanlarında götürebilecekleri ticaret ve bilgiye dayalı alanlarda başarılı olmuş ve kendi dinlerini/kültürlerini idame ettirebilmişlerdir. 20. yüzyıla gelinirken Yahudiler, ikibin yıldır, yaşadıkları her yerde küçük ya da orta boy bir azınlık durumundadırlar ve kendi kimliklerini şu ya da bu düzeyde korurken içinde yaşadıkları toplumlara da uyum sağlamışlardır. 20. yüzyıla gelene kadar Müslüman toplumlarda kayda değer bir anti-semitizm görülmezken, başta Rusya, Polonya, Almanya ve Fransa olmak üzere Hıristiyan Avrupa toplumlarında daha çok dinî ve ekonomik nedenlerle Yahudilere dönük düşmanlık oldukça ciddidir. Avrupa’da gelişen milliyetçilikler geleneksel hedef Yahudileri daha da ön plana çıkarmıştır. Bu eğilim daha sonra Nazizmle doruk noktasına çıkacaktır. Bir ırkçılık türü olan anti-semitizmde Yahudiler fıtratları gereği kötü ve aşağıdırlar. Anti-semitizmde istisnalar kuralı bozmaz: Yahudiler Yahudi oldukları için kötüdürler.

Avrupa’da yükselen bu anti-semitizmin bir boyutu da anti-semitlerden bazılarının Yahudi meselesinden kurtulmak için ‘bütün Yahudileri uzak bir ülkede toplama’ ve böylece kendi toplumlarını arındırma fikrini geliştirmiş ve değerlendirmiş olmalarıdır - ki bunlara Naziler de dahildir. Avrupa’daki anti-semitizmden bunalan ve bir çıkış arayan kimi Yahudi aydınlar 19. yüzyılın sonunda dönemin gözde politik düşüncesi milliyetçiliğin de etkisiyle bir Yahudi ulus-devleti kurmayı hedefleyen modern siyonist hareketi kurmuşlardır. Bunun için seyrek nüfuslu, yoğun olarak göçedilebilir bir toprak parçasına ihtiyaç vardır. Bir dönem Arjantin ve Uganda düşünülürse de sonunda siyonizmin kurucu babası sayılan Teodore Herzl’in tercihiyle ‘kutsal topraklar’ olarak kabul edilen Filistin’de karar kılınır. ‘Kutal topraklar’ın din faktörü nedeniyle göçü özendirici/hızlandırıcı olabileceği düşünülmüştür, ama bu tamamen pragmatist bir karardır zira o dönemdeki siyonist önderlerin hemen hepsi ateist ya da agnostik, kendilerini solcu olarak gören Avrupalı Yahudilerdir.

Kuruluşundan itibaren siyonizmin temel ilkeleri şöyle sıralanabilir:

1. Yahudiler azınlık olarak yaşadıkları ülkelerde eşit vatandaşlar olarak kabul edilmeyecek ve sürekli baskı ve korku altında yaşayacaklardır. O yüzden kurtuluş için kendi devletlerini kurmaları ve tüm dünya Yahudilerinin bu yeni ülkeye göç etmeleri gerekmektedir.

2. Bu yeni ülke Filistin’dir. ‘Topraksız bir halk, halksız bir toprağa’ gidecektir.

“TOPRAKSIZ BİR HALK, HALKSIZ BİR TOPRAK!”

İlk siyonist bildirgedeki bu temel slogan, siyonizmin süreç içinde bir tür ırkçılık olarak tezahür etmesinin de temelidir. Yahudilerin ‘topraksız bir halk’ olduğu doğrudur; ancak ‘halksız bir toprak’ olarak nitelenen Filistin’de 19. yüzyıl sonunda yaygın bir şekilde 400.000 insan yaşamaktadır ve bunların 13.000’i (%3’ü) Yahudi, geri kalanı Araptır. Siyonist önderler tarafından bu bilinmiyor değildir ama göçü özendirici ve uygulayıcı ek teşkilatlar kurulup yola çıkılır. Zengin Yahudi işadamlarından malî destek sağlanır. Bir yandan göç özendirilirken bir yandan da merkezi bir teşkilatla (Jewish National Fund-JNF) Filistin’de arazi alımlarına girişilir. Araziyi JNF alır, yalnızca Yahudi yerleşimcilere kiralar; Yahudilere geçen toprakların Yahudi olmayanlara devredilmesi ya da Yahudi olmayanlarca işletilmesi yasaklanır. Yoğun göç ve arazi alımı faaliyetlerine rağmen 1917’de İngilizlerin Filistin’de bir Yahudi oluşumuna sıcak baktıklarını belirten Balfour bildirgesi yayımlandığında, Filistin’deki Yahudi nufüs %10’a, Yahudilerin sahip olduğu toprak %2.5’a çıkmıştır (bu oran 1930larda %7’ye yükselmiştir).[4] Avrupalı ‘solcu’ Yahudilerin önderliğinde sıkı bir kolonizasyon süreci başlamıştır. Filistin en başından ‘halksız bir toprak’ olarak kodlanmış; yerli halk hiçe sayılmış; sistemli bir kolonizasyon yürütülmüş; yapılan her şeyin yalnızca Yahudilerce ve Yahudiler için yapılmasına özen gösterilmiştir. Burada, dünyanın değişik yerlerini kolonize eden ve kendini yerli halklardan her zaman üstün gören Avrupalı koloni zihniyetinin güçlü izleri vardır. Önemli bir farkla ki; Avrupalı koloniciler anavatanlarından kalkıp bir yerleri kolonize etmişlerken, Filistin’e giden Yahudi yerleşimciler kendilerine bir anavatan yaratma peşindedirler. Dolayısıyla Filistin’deki kolonizasyon yerli halkı sömürmekten çok ittirerek kendine yer açmak şeklinde yürümüştür. Yerli halka göre daha eğitimli ve çok daha fazla malî imkâna sahip olan Yahudi yerleşimciler Araplardan aldıkları arazilerde Araplarla karışmadan kendi aralarında kimi kollektivist uygulamalara da girişmişlerdir. Ancak sol siyonizmin solculuğu her zaman din/ırk sınırında bitmiştir. Ayrımcılık yalnızca tarım alanıyla sınırlı kalmamış, endüstri alanında da sendikal ve kooperatif örgütlenmeleri en başından itibaren yalnızca Yahudileri içerecek şekilde kurulmuştur - ki Arap-Yahudi ortak bir işçi hareketinin gelişememesinin en önemli nedeni budur.[5]

Yoğun ve örgütlü göç faaliyetlerine ve de Avrupa’da Nazizmin yükselişine rağmen, Yahudilerin Filistine göçü siyonist liderlerin arzuladığı çapta değildir. 1935 ile 1943 arasında Avrupa’dan kaçan Yahudilerin ancak %8.5’u Filistin’e gitmiştir.[6] Oysa siyonizmin ilkesel çağrısı bütün Yahudilerin Filistin’de toplanmasıdır. Kimi siyonist liderlerin bazı ifadelerine bakarsak:[7]

‘Anti-semitizm Yahudilerin eksikliklerine olan bir tepkidir’ [‘Ulus-devlet eksikliği’ kastediliyor] (Thedore Herzl - ilk siyonist teşkilatın kurucu lideri).

‘Her ülke, eğer midesinin bozulmasını istemiyorsa ancak sınırlı sayıda Yahudiyi sindirebilir. Almanya’da zaten çok fazla sayıda Yahudi var.’ (Chaim Weizman - sonradan İsrail’in ilk cumhurbaşkanı, ‘sol siyonist’).

‘Asimilasyonun yeni bir yasayla değiştirilmesini istiyoruz: Yahudi ulusuna ve Yahudi ırkına ait olunduğunun ilân edilmesi. Bir ulusun ve ırkın saflığı ilkesi üzerine bir devlet [Almanya], kendi ulusuna/ırkına aidiyetini ilân eden bir Yahudi tarafından yalnızca onurlandırılır ve saygı görür.’ (daha sonra Amerikan Yahudi Kongresi’nin başkanlığını yapacak olan Almanyalı siyonist Joachim Prinz, 1934’te Almanya’da Nazi iktidarı başladıktan sonra).

‘[Nazi döneminde] Almanya’daki [Yahudi] çocukların İngiltere’ye gönderildiklerinde hepsinin, İsrail’e gönderildiklerinde ise yarısının kurtarılabileceğini bilsem, ikinci seçeneği tercih ederdim. Yalnızca o çocukları değil İsrail halkının tarihini de hesaba katmalıyız’ (David Ben-Gurion, İsrail’in ilk başbakanı, ‘sol siyonist’).

2. Dünya Savaşı sırasında ölen 40-50 milyon insanın 6 milyonu Naziler tarafından katledilen sivil Yahudilerdir. Nazi ırkçılığı için Yahudiler, Çingeneler, komünistler, eşcinseller ve bedensel/zihinsel engelliler ile birlikte itlaf edilmesi gereken bir gruptur. Bu soykırımın Batı ve Yahudi dünyasında moral etkisi çok sarsıcı olmuştur. Savaş sonrasında (1945-48 döneminde) muzaffer ABD, kendisine doğru yoğun bir Yahudi göçünü engellemek için Yahudilerin Filistin’e göçünü özendirmiş ve Batı’da soykırımın bir tür bedeli olarak Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletine sempati son derece artmıştır. Yahudiler arasında da bir Yahudi devletine sahip olma arzusu yaygınlaşmıştır. Soykırım Avrupa’da olmuştur ama Yahudi devleti Filistin’de kurulacaktır. 1949’a gelindiğinde Filistin nüfusunun %33’üne sahip olan Yahudiler toprakların %77’si üzerinde devletlerini kuracaklardır. O arada 600 bini zorla olmak üzere 800 bin Arap yerlerinden sürülmüş, yüzlercesi katledilmiştir.[8] İsrail devletini kuran ve onyıllarca yönetecek olanlar sol siyonist (İşçi Partisi) kadrolardır. Bu dosyada bir mülakatını yayımladığımız sol siyonist tarihçi Benny Morris o kuruluş döneminin etnik temizliğini savunarak anlatmaktadır.[9] Morris, etnik temizliği savunmakla kalmamakta, temizliği tam yapmadıkları (ve bugüne iş bıraktıkları için) o zamanki siyonist kadrolara kızmaktadır. Morris’in söyledikleri, ‘halksız bir toprağın’ nasıl halksızlaştırıldığını tüm açıklığıyla göstermektedir.[10]

Siyonist hareketin tarihinde önemli bir gelişme de din faktörünün giderek daha çok devreye sokulması olmuştur. İlk dönemde dinî referanslar ciddi bir ağırlık taşımaz ve zaten harekette sağ siyonistler azınlıktırlar. Ortodoks dindar Yahudi cemaatleri de 2. Dünya Savaşı’na kadar (hattâ 1967 savaşına kadar) siyonizme mesafeli durmuşlar, eleştirel bir tavır almışlardır.[11] Savaşlar sonrası dindar cemaatlerin İsrail’i sahiplenmesiyle siyonist ideoloji yayılmacılık gerekçelerini ‘güvenli bir ulus-devlet kurma ihtiyacı’ndan ‘tanrının vaadettiği atayurdu topraklara dönme seferberliği’ne doğru genişletmiştir. Tanrısal desteği de arkasına alan İsrail için ırkçılık yolunda katedilebilecek mesafe artık oldukça azalmıştır. Gerek kendi içindeki gerekse işgâl ettiği topraklardaki Filistinliler artık duruma/şartlara göre ya katlanılması ya da kurtulunması gereken aşağı ve zararlı bir güruhtur.

SİYONİZMDEN ANTİ-SEMİTİZME

Bütün bu süreçte Filistinli Arapların tepkileri ne olmuştur? 1920’lere kadar pek bir tepki yoktur. Araplar büyük çoğunluk olmanın rahatlığı içinde ve de Yahudi göçünün görece az ve yavaş olması nedeniyle bu durumu pek dert etmemişlerdir. Ne zaman ki, göç yoğunlaşmış, siyonist niyetler ayan beyan ortaya çıkmış, sonradan İsrail’in başbakanları/bakanları olacak kişilerin öncülüğünde kurulan silâhlı teşkilatların sindirme/kaçırtma amaçlı terörist eylemleri başlamış, o zaman Araplar da örgütlenmeye ve karşı durmaya çalışmışlardır. Ama önce İngiltere sonra da ABD’nin Yahudilerden yana koyduğu ağırlık sonucu pek bir varlık gösterememişlerdir. Arapların son ana kadar teklif ettiği ‘tek devlet’ çözümü siyonistler tarafından sürekli reddedilmiştir. Arapların bu kolonizasyon sürecine karşı çıkması ve yenilmesi sonucu her iki tarafta da birbirine yönelik nefret ve düşmanlık sıçrama yapmıştır. Arap ve Müslüman coğrafyasında anti-semitizmin ciddi bir mesele olarak ortaya çıkışı bu süreç nedeniyledir ve oldukça yenidir. Bir anlamda Batı’nın anti-semitizmi siyonizm yolu ve eliyle Arap/Müslüman dünyasına da sirayet ettirilmiştir. Bu anti-semitizmde: ‘İsrail = Siyonizm = Yahudilik = Yahudiler = Kötü’ şeklinde işleyen bir denklem vardır.

SİYONİZMİN ‘ANTİ-SEMİTİZM İSTİSMARI’

Siyonist pozisyonun denklemi ise anti-semitist denklemin aynadaki aksidir: ‘anti-siyonizm = anti-İsrail = anti-semitizm.’ Bu pozisyona göre, İsrail’in ve onun kurucu ve taşıyıcı ideolojisi olan siyonizmin eleştirisi bizatihi anti-semitik bir faaliyettir. Bu dosyada yer alan Ümit Kıvanç, Mosche Zuckermann,[12] Judith Butler[13] ve Joel Kovel imzalı makaleler değişik cepheleriyle bu sorunu ele alıyorlar. Bu konu oldukça önemli çünkü bütün olan bitene rağmen İsrail hâlâ eşi görülmedik bir istisnacılık halesi altında işlediği bütün insanlık suçlarına rağmen korunuyorsa bunun iki nedeni var: Birisi ABD’nin koşulsuz desteği, diğeri de siyonizmin şimdiye kadar çok iyi kullandığı, İsrail eleştirilerinin anti-semitizm suçlamasıyla karşılanıp Nazi temerküz kampı anılarını tetikleme riski. Siyonizmin oldukça etkin olduğu ABD’de bu tür bir entelletüel terörizm bir süredir yürürlükte ve İsrail’i eleştirmek öyle kolay bir iş değil. Avrupa solu için de geçmişin yükü nedeniyle İsrail eleştirisi yeterince güçlü çıkamıyor. Oysa şimdiye kadar İsrail’in yaptıklarının onda birini başka bir Ortadoğu devleti yapmış olsaydı başına neler geleceğini biliyoruz. O yüzden siyonizmin her İsrail eleştisine anti-semitizm yaftası yapıştırma refleksine kısa devre yaptırmanın önemi büyük.

KAÇ DEVLETLİ ÇÖZÜM? BİR Mİ, İKİ Mİ?

Yakın dönemde İsrail/Filistin sorununda yaşanan gelişmeleri burada tekrarlamaya gerek yok. Şu anda tam bir çıkmaz durumu söz konusudur. İsrail 37 yıldır işgâl altında tuttuğu Filistinlilere ‘kalan’ %23’lük bir toprak parçasında bile bütünlüğü ve egemenliği olan bir Filistin devletinin kuruluşunu sürekli engellemiş, Filistinliler için zaten çok adaletsiz olan bu çözüme bile yanaşmamıştır. Bunun üzerine Filistin tarafında intifadalar yaşanmış ve intihar saldırıları başlamıştır. Hamas ve İslâmi Cihad gibi köktendinci Müslüman grupların asker-sivil ayrımı yapmayan terör eylemleri kısır döngüyü katmerlendirmiştir. Bir süredir de İsrail işgâl ettiği toprakların bir kısmını daha ilhak etmek üzere yeni bir utanç duvarı dikmekle meşgûldür. Sol siyonizmin ufku ise bu dosyada yer alan Amnon Rubenstein’ın[14] makalesinde görülebileceği gibi İsrail içindeki Arap azınlığa artık belli haklar verilmesinden ve AB uygulamalarındaki kimi gelişmelere dayanarak İsrail’in dünyadaki tüm Yahudilerin anavatanı olduğu tezinin nasıl daha sağlam dayanaklara kavuşturulabileceği ile meşgûldür. Siyonizm, Filistinliler arasında ve genel olarak Arap/İslâm coğrafyasında anti-semitizmin yükselmesine yol açmış ve şimdi de bu yükselen anti-semitizmden kendini tahkim etmek için yararlanmaktadır.

Oslo sürecinden beri gündemde olan ‘iki devletli çözüm,’ Filistinlilere eşit muameleye hiçbir şekilde yanaşmayan siyonist pozisyon tarafından kısa sürede boğulmuştur. Kovel’in makalesinde isabetli bir şekilde işaret ettiği gibi, şu anda tahayyül etmesi ne kadar zor olsa da ırk/din esasına değil eşit yurttaşlığa dayanan tek bir devleti savunmaktan başka bir yol kalmamıştır. Bunun için üç temel koşulun yerine gelmesi gerekmektedir:

1. ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğinin kesilmesi - ki bu aynı zamanda yayılmacı küstahlığın da kesilmesi demektir;

2. İsrail vatandaşlarının siyonizmin ırkçı karakteriyle yüzleşip hesaplaşmaları;

3. Filistinlilerin anti-semitizmleriyle yüzleşip Yahudilerle birlikte bir gelecek kurmaya hazır olmaları.

Bu koşulların kısa vadede gerçekleştirilemeyeceği aşikârdır. İsrail-Filistin meselesi daha uzun bir dönem acı üretmeye ve Ortadoğu coğrafyasını istikrarsızlaştırmaya devam edecektir. İsrail içinde ve dışında, Yahudiler ve Yahudi olmayanlar tarafından siyonizmle hesaplaşılmadan barışçıl bir çözüm yönünde mesafe kat etmek mümkün gözükmemektedir. Bu çerçevede bütün moral baskılara rağmen anti-siyonist bir eleştiri geliştiren, birkaçının makalelerini Birikim’in bu sayısında okuyabileceğiniz, solcu Yahudi aydınların çabası takdire ve desteğe şayandır. Filistinli Araplar arasında da, henüz resmen hiçbir siyasî odak ‘tek devlet çözümünü’ savunmamasına rağmen, kamuoyu yoklamalarında %25-30 oranında bu çözümün desteleniyor olması diğer bir değerli bulgudur.[15] Siyonist projede veya ‘iki devletli çözüm’de ısrar etmenin bu iki halk, bölge ve dünya için ne kadar yıkıcı olduğu her geçen gün daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Tek devlet çözümünün taşıyıcısı da siyonist veya anti-semitik olmayan, ortak hareket edebilen bir sol ve ABD bağlantısını sınırlandırıp kesecek uluslararası/ötesi sol/demokrat dayanışmasıdır.

Komutan Yardımcısı Marcos’un tarzıyla bitirelim: Sosyalist bir tavır, anti-semitizmin olduğu her yerde Yahudilerle, siyonizmin olduğu her yerde de Filistinlilerle beraberdir. Sosyalizmin ırkçılığa ve eziyete tahammülü sıfır olmak zorundadır.

[1] Rıfat N. Bali (2004). ‘Anne baba susmayın peri masalları anlatmaya devam edin...’ Birikim, 177 (Ocak 2004); Rıfat N. Bali (2004). Efendi neyi anlatmakta? Birikim, 182 (Haziran 2004).

[2] Joel Kovel (2003). Left anti-semitism and the special status of Israel. Tikkun (9 Mayıs 2003). http://www.zmag.org/content/showarticle.cfm?SectionID=22&ItemID=3597 [Bu makalenin çevirisi Birikim’in bu sayısında yer almaktadır].

[3] ABD destekli İsrail istisnacılığı için en önemli başlıklardan biri de bu nükleer güç meselesi. Irak’ın olmayan nükleer silâhları için başına ne geldiği malûm. İran, aynı nedenle ABD/İsrail tarafından giderek artan biçimde tehdit ediliyor. Oysa 200’un üzerinde nükleer bombaya sahip olduğu ‘gayrı resmi’ olarak bilinen İsrail, şimdiye kadar Dünya Atom Enerjisi Kurumu’nun ‘var mı yok mu?’ sorularına ne evet ne de hayır diyor ve de hiçbir denetimi kabul etmiyor. Bu durum da dünyada bir mesele olamıyor. İsrail’in nükleer sırlarını açıkladığı için başına gelmedik kalmayan nükleer bilimci Vanunu’nun hikayesi ibretlik. [Murat Paker (2004). Kadim bir ABD/İsrail sorusu: Neden bizden bu kadar nefret ediyorlar? Birikim, 181 (Mayıs 2004).]

[4] Noel Ignatiev (17 Haziran 2004). Toward a Single State Solution: Zionism, Anti-Semitism and the People of Palestine. CounterPunch. http://www.counterpunch.org/ignatiev06172004.html

[5] Noel Ignatiev (agy).

[6] Noel Ignatiev (agy).

[7] Tim Wise (2001). Reflections on Zionism from a dissident Jew. ZNet. http://www.zmag.org/sustainers/content/2001-09/05wise.htm

[8] Filistin’in kısa tarihine ilişkin bknz: Koray Çalışkan ve Münir Fahreddin (2000). Yeni intifada ve Filistin sorunun kısa tarihi. Birikim, 140 (Aralık 2000). Ayrıca bknz: MERİP. Palestine, Israel and the Arab-Israeli Conflict: A Primer (http://www.merip.org/palestine-israel_primer/toc-pal-isr-primer.html). Ek olarak: Murat Paker (2004). agy.

[9] Benny Morris (2004). On ethnic cleansing. New Left Review, 26. (Bu makalenin çevirisi Birikim’in bu sayısında okunabilir).

[10] ‘1967 savaşından sonra ise İsrail bu %23’lük toprak parçasını da (Suriye’ye ait Goaln Tepeleri’yle birlikte) işgâl ediyor. O zamandan beri Filistinliler işgâl altında ya da başka ülkelerde mülteci statüsünde yaşıyor ve İsrail de işgâl altında tuttuğu topraklarda yüzlerce ‘yerleşim merkezi’ kurmakla meşgûl. Meşhur ‘Oslo Süreci’ ya da ‘İsrail-Filistin Barış Görüşmeleri’ denilen şey zaten çok haksız bir şekilde %23’e indirilmiş ve 1967’den beri işgâl altında tutulan bu toprak parçasında nasıl ve ne şekilde bir Filistin devleti kurulacağı sorusu idi.’ Murat Paker (2004). Agy.

[11] Ortodoks dindar Hasidim cemaati hâlâ İsrail karşıtıdır.

[12] Moshe Zuckermann (2004). Anti-semitizm ve anti-semitizm ideolojisi. Inamo, 38. (Bu makalenin çevirisi Birikim’in bu sayısında okunabilir).

[13] Judith Butler (21 Ağustos 2003). No, It’s not anti-semitic. London Review of Books. c. 25 No 16. http://www.lrb.co.uk/ v25/n16/butl02_.html (Bu makalenin çevirisi Birikim’in bu sayısında okunabilir).

[14] Amnon Rubenstein, “İsrail ve Yeni Ulus-Devletler” (Birikim’in bu sayısında okunabilir).

[15] Thomas L. Friedman (14 Eylül 2003). New York Times. (Noel Ignatiev- agy- içinde).