Yeni Bir Dönemin Eşiğinde

12 Eylül referandumunun, Türkiye’nin son 20-30 yılında siyasal muhafazakarlık ve gericiliğin etkin dayanağı rolünü tamamiyle üstlenir hale gelmiş devlet kurumlarının, yüzyılı aşkındır koruyageldikleri siyasal-kültürel ağırlığı, zihniyet kalıpları “normal” bir burjuva demokrasinin kabul sınırlarına kadar geriletilmesi sürecini noktaladığı, bu anlamda yeni bir sürecin başlangıcı olduğu tespitine katılınmasa bile; 12 Eylül 2010’dan itibaren ve bu referandumun sonuçları ışığında Türkiye siyasetinin yeni koordinatlar bazında şekillenmesini kaçınılmaz kılan bir döneme girdiğimizi bir biçimde herkesin kabullenmiş olduğunu görüyoruz.

O nedenle herhalde beklediğinin de üzerinde bir sonuç alarak önümüzdeki genel seçimlerden açık ara galip çıkmayı neredeyse garantileyen AKP belki bu ihtiyaç ve zorunluluğu duymayabilir. Ama varlığını sürdürmek istiyorsa diğer tüm siyasi parti hareket ve akımlarda sadece şimdiye kadar politikaları ya da bunların vurgu noktalarını değil, o politika ve tutumların üretildiği düşünüş, davranış perspektifini, davranış kalıplarını da kapsayan bir iç hesaplaşmanın derhal başlatıldığını görüyor olmamız hiç de şaşırtıcı değildir.

Bu tarihen de kaçınılmaz hesaplaşmanın ilk etabı, 2011 genel seçimlerinin startı verildiğinde -geçici de olsa- zorunlu olarak sonuçlanmış olacaktır. Partiler, hareket ve akımlar bu ilk etabın galiplerince tayin edilecek doğrultuda ilk sınavlarına girecek ve 2011 seçimleri ertesinde ister istemez bir iç çatışma, dalgalanma, kopuşlar ve yeni oluşumlar safhası oluşacaktır.

Az önce de işaret edildiği üzere AKP, özel olarak Tayyip Erdoğan liderlik konum ve performansını bir kat daha pekiştiren bu referandum sonuçlarının rehavet verici etkisiyle sözü edilir bir iç dalgalanma yaşamaksızın; tüm gayretiyle iktidar konumunu tahkim etmeye uğraşacaktır bu süreç boyunca. Bu denli açık farklı olamayan bir referandum sonrasında onu özellikle İç-Doğu Anadolu taşrasındaki ve hatta metropol varoşlarındaki tabanından “vurabilecek” Saadet Partisi’nin Necmettin Erbakan ve ekibince çelmelenmesiyle epeyce rahatlayan AKP’yi “sarsacak” yegane faktör “Recep Tayyip Erdoğan sonrası” hesaplarının şimdiden devreye girmiş olmasıdır.

Şüphesiz “ne olacağı” en fazla merak edilen parti CHP’dir. Bu parti ve çevresinde daha referandum kampanyasına girilmeden önce başgösteren çatlaklar, yakında mutlaka gürültülü biçimde başlayacak iç hesaplaşma-çatışmanın ön habercisidir. Tarafların belki de tamamının “CHP’yi gerçek bir sol parti rotasına oturtmak” için harekete geçmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü ’60’lı yıllardan beri süregelen bir CHP klasiği-geleneğidir bu. Mayası tamamen farklı bir şeyi göstermekle hatta empoze etmekle birlikte o tarihten beri sol kelimesinin birçok çeşitlendirmesi ile kendini adlandırmaya çalışan bir CHP’dir söz konusu olan. Bu partide herhalde bir kez daha hangi sol lafızlı etiketin tercih edilmesine odaklı, böyle olacağı için de fikir-içeriğin değil, kulis ve pazarlıkların dikkatle izleneceği bir kurtlar sofrasının çok yakında açılacağından emin olabiliriz.

Bunu söylemek 12 Eylül 2010 sonrasının yakında ilk etabı teşekkül edecek siyasal yelpazesinde gerçek anlamıyla etkin bir –düzen içi– solun olmayacağına işaret etmek demektir. CHP’nin onyıllardır “işgal ettiği” ve dolayısıyla sosyo-politik olarak boş olan bu konumun, onu bu “işgalci” konumundan kovabilecek bir alternatifin bir türlü oluşamaması nedeniyle önümüzdeki en azından birkaç yıl boyunca da aynı parti tarafından kullanılacağına katlanacağımız sonucu çıkar buradan da. Geçerken belirtelim ki, Türkiye toplumunun, siyasetinin gerçek bir düzen içi sol alternatifi bir türlü oluşturamaması derinliğine düşünülmesi gereken bir Türkiye özgünlüğüdür.

MHP’nin hesaplaşma sorunu, yapısı ve zihniyeti gereği ve elbette referandumun parti ölçeğinde yegane mağlubu olduğunun ittifakla tespitinden ötürü, uğradığı komplonun mahiyeti üzerinden olacaktır. Özellikle karşılaştığı olumsuz sonuçları ancak ve esas olarak komploya bağlı izah edebilen MHP ideolojisi, genel olarak milliyetçi mantık şimdi oylarını %10’un altına geriletmiş olan komplonun hiç şüphesiz “dış güçlerin” eseri olduğunu zaten bilmektedir; sorun o komplonun “içimizdeki” yardakçılarının kim olduğudur. Dolayısıyla önümüzdeki aylar, komplonun iç ayağının MHP’yi yöneten Devlet Bahçeli ekibi mi, yoksa öteden beri bu kadroya diş bileyen parti içindeki muhalifler ile dışarıdaki eski ülkücüler ittifakı mı olduğuna karar verilecek, sert tartışma ve çatışmalara gebedir MHP için.

Referandumun galiplerinden sayılan BDP’nin, hemen referandumun ardından başlattığı okul boykotunun hayli sınırlı bir destek bulması herhalde anlamlıdır. Bu iki sonucun partideki, Kürt sorununu Kürt milliyetçiliği perspektifinde siyasete taşımakla, Türkiye’nin genel demokratikleşmesi içinde ele alan eğilim-yaklaşımın arasındaki gerilimi gösterdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin genel demokratikleşmesi derken bunun artık Ortadoğu-Doğu Akdeniz çerçevesinde düşünülmesinin şart hale geldiğini de vurgulamak isteriz. Söz konusu gerilim referandum öncesinden beri var olan, kampanya süresince de her şeye rağmen hissedilen bir gerilimdi üstelik. BDP’nin AKP hükümeti tarafından –şimdilik ek bir hamle yapılmayarak da olsa– devam ettirileceği söylenen açılıma karşı izleyeceği politika ilk mihenk taşıdır. Söz konusu gerilimin erken bir yol ayrımıyla sonuçlanmasına bile kapı açabilir bu. Belirtmek gerekir ki, içine girdiğimiz, siyasal-parti-akımların “bir anlamda” yeniden şekillenmesini zorunlu kılan süreçte, o partilerin şimdiye kadar üzerinde hareket ettiği, temsil ettiği sosyo-ekonomik zeminin kendisi büyük ölçüde belirleyici olacaktır. Ancak BDP için bir istisnadan söz edebiliriz. Bu parti için özellikle şu noktada izlenecek politikanın içeriği ve tarzı tayin edici önemdedir. Çünkü bu partinin tabanının belirleyici olacağı tek bir politik doğrultu yoktur. BDP’nin tabanının heterojenliği, çeşitli oranlarda Kürt toplumunun tamamını temsil eder oluşu bunu zaten mümkün kılmaz. Ayrıca Kürt sorununun bilinen tarihsel, psiko-sosyal ağırlığı nedeniyle de bu mümkün değildir. Dolaysısyla BDP üzerinde “siyaset” son derece kritik bir öneme, belirleyiciliğe sahip olacaktır.

Türkiye siyaset yelpazesinin düzen dışı, düzene alternatif olma iddiasını taşıyan sosyalist sıfatlı mikrokozmozuna gelince... 30 yıldan beri sadece önceki yıllarda edinebildiği gücünü değil, potansiyelini de giderek tüketip bugünlere gelen bu çok odaklı dünya, vaktiyle içinde ve çevresinde yaşatabildiği entellektüel-fikri ağırlıktan türeyen prestiji ve özellikle ’60-70’li yıllarda verdiği mücadelenin sağladığı moral üstünlüğü de büyük ölçüde aşınmış, artık sözü edilemez düzeye düşürmüştür.

Sosyalist sıfatlı bu mikrokozmoz, böylesi bir eğik düzlemde gidişini sürdürürken, bu yol ve gidişten kurtulabilmek için hepsi de başarısızlıkla sonuçlanan aynı birleşme formülünün değişik varyantları içinde uğraşmaktan başka bir yol da bulamamıştır.

Birikim’de bu durum ve gidişin önlenemez olduğu; çünkü söz konusu odakların tümünün içinde yer aldığı geleneksel, harcıalem tanımlı sosyalizm anlayışının, perspektifinin bu kaderi kaçınılmaz kıldığı başlangıçtan beri vurgulanarak anlatıldı. Sosyalizmin gerçek bir düzen ve insanlık durumu alternatifi olabilmesinin mutlak önkoşulu, sosyalizmin yeni baştan tanımlanmasıdır denildi.

Birikim, bu yeni baştan tanımlamanın “ortak bir eser” olması için anlayışı gereği özel bir çaba gösterdi. Her ne kadar artık apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak tarihimiz ve mirasımız hatırına diyalog kanallarını daima açık tutmaya gayret eden bir dil ve tavır içinde olduk bugüne değin.

Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık.

Önümüzdeki sayı bu görev başlayacaktır.