Ermeniler: Kısa Tarihçe

Osmanlı İmparatorluğunda “Ermeni Sorunu”, gayrimüslimlere Müslümanlar ile eşit hukuki haklar tanınması yolunu açan Islahat ve Tanzimat fermanları ile birlikte bir iç sorun olarak gündeme gelmeye başlar. Osmanlı ordusunun ağır yenilgiye uğrayıp, Kars ve Ardahan’ı Çarlık Rusya’sına terk etmeye ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu Doğu vilayetlerinde bu yöndeki reformları derhal yapma koşulunu kabul ettiği 1877-78 savaşı ertesinde diplomatik bir sorun haline de gelir.

O döneme kadar üç İmparatorluğa -Osmanlı, Çarlık Rusya, İran- dağılmış bir halk-millet olarak, yaşadıkları devletler içinde durumlarını iyileştirmeye çalışmakla yetinmiş olan Ermeniler arasında özerk veya Çarlık Rusya himayesinde bağımsız bir Ermenistan fikri bu koşullarda canlanır. Ancak çoğunluğun yaşadığı Osmanlı topraklarında, Osmanlı devleti bünyesinde özerklik veya eşit hak sahibi yurttaşlığı sağlama eğilimi daha ağır basmaktadır. Bu konuda görüş farklılıkları 1885’ten sonra kurulan partilere de yansır.

1890’a kadar vaadedilen reformların uygulanmasına özellikle de Doğu’da Kürt “aşiretli”lerin Ermeni köylüler üzerindeki geleneksel haracının, talan ve baskısının önlenmesini bekleyen Ermeni örgütler harekete geçer. Bu tutum, II. Abdülhamit’in mutlakiyetçiliğine karşı ülke genelindeki “Jön Türk” muhalefetinin kapırdanmaya başlamasıyla eşanlı ve ilişkilidir. Ermeni partiler, Jön Türk muhalefetinin organik bir parçası olmamakla birlikte aralarındaki temas ve işbirliği arayışları 2. Meşrutiyete hattâ daha sonrasına kadar sürmüştür. Bu nedenle Ermeni hareketinin 1890’dan sonra Anadolu’nun birçok yerinde ve İstanbul’da tertiplediği -sertlikle ama nispeten kansız bastırılan- gösteriler ve isyan girişimleri bu ilişkileri bozmamış, mutlakiyetçi rejime tepki sayılmıştır.

1890 aynı zamanda II. Abdülhamit’in özellikle Ermeni hareketine karşı örgütlendirdiği “Hamidiye Alayları”nın kurulduğu yıldır. Bu yarı-resmî, milis gücü Doğu’daki Ermeni nüfus üzerindeki “aşiretli” baskısının yasal ve sistematik hale gelmesi demek olmuş; bunun sonucu olarak da yörede silâhlı Ermeni ayaklanmaları başgöstermiştir. Van, Bitlis, Muş yöresinde şiddetli çatışmalar olmuş, çoğunluğu Ermeni, binlerce insan ölmüş dağlık Sason bölgesinde isyan kronik bir hale gelmiştir.

1900’lerin başında spektaküler Osmanlı Bankası baskınını, 1905’te Abdülhamit’e -kılpayı kurtulduğu- suikast düzenleyen Ermeni hareketi, Jön Türk muhalefeti ile ilişki içinde 2. Meşrutiyetin ilanını sevinç ve umutla karşılamış, bunu Müslüman ahali ile birlikte yapılan gösterilerle kutlamıştır.

Bu iyimser hava ve ilişkiler 1909’da Adana’da patlak veren çoğunluğu Ermeni on binin üzerinde insanın öldüğü Müslüman-Ermeni çatışması ile bozulmuş, hükümet tahrikçilik yaptıkları gerekçesi ile biri Ermeni kırk kişiyi idam ederek durumu yatıştırmaya çalışmıştır. Ama yine de İttihatçı ve Taşnak ilişkisi 1909 sonrasında stratejik işbirliği düzeyine çıkmış, her iki parti ortak yayımladıkları deklarasyon ile Meşrutiyet’i koruyacaklarını ilan etmiş ve İttihatçılar, Taşnaklar’ın silahlanmasına yardımcı olmuştur. İki parti arasındaki resmî ilişki 1911 Taşnak Kongresi’ne kadar devam etmiş, 1912 Yazı ile birlikte ortaklık bozulmuştur.*

1912’de küçük Balkan devletlerinin deneyimsiz askerî güçleri karşısında uğranılan ağır yenilgi, İmparatorluğun kalbi olan Rumeli’nin büyük bölümünün kaybı, hem bu yenilginin ardından işbaşına gelen İttihat Terakki yönetiminde hem de tüm toplumla birlikte Ermeni hareketinde de İmparatorluğun parçalanma ihtimalini hesaba katan bir düşünme ve tavır belirleme zeminine itmiştir.

İttihat Terakki yönetiminin bu durumdan, İmparatorluk devletinin geleneksel ittihat/birlik -yani dinî, millî cemaatleri birarada tutma-siyasetinde köklü bir değişiklik yapmanın zorunlu olduğu sonucunu çıkardığı anlaşılıyor. Artık öncelik “ittihad’a değil, Müslüman Türk nüfusu “mülk”ün en geniş ve büyük kısmında her bakımdan egemen kılacak düzenlemelere verilecektir.

“Osmanlı”lıktan Türkçülüğe kayışın izleri sadece Ermeniler tarafından değil, Araplar ve Kürtler de dahil İmparatorluğun tüm cemaatleri tarafından fark edilmekle birlikte, buna tepkiler henüz su yüzüne çıkmamışken Osmanlı devleti Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın safında 1. Dünya Savaşı’na girdi.

1915-1921

Kasım 1914’te savaşa giren Osmanlı Devleti, Doğu Cephesindeki Çarlık Rusya kuvvetlerine bir taarruz tertipleyerek başladı. 1914 sonbaharında Alman ordusu karşısında, Tannanberg’de ağır bir bozguna uğrayan Rusya’nın Kars-Sarıkamış civarındaki birliklerini imha ederek parlak bir başlangıç yapmayı uman Enver Paşa komutasındaki ordu, tarihimize “Sarıkamış faciası” olarak geçen bu seferde, mevcudunun büyük kısmını, daha kurşun atmadan, dondurucu kış şartlarında zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalınca, Doğu cephesi, 1915 baharında Rus ordusunun başlatacağı karşı taarruza tamamen açık, savunmasız duruma düştü. Kafkas dağlarına kadar ilerleme düşünün yerini Doğu Anadolu’nun Rus kuvvetlerince işgâli karabasanına bıraktı.

Ermenilerin “tehciri” kararını tetikleyen faktör budur. İddia edilenin aksine “tehcir” sadece Doğu vilayetlerinde değil, -İzmit’ten Hakkari’ye- tüm Anadolu’da uygulandı. Gerekçenin sadece muhtemel Rus işgâline yardımcı olmamaları için Ermenilerin Suriye/Deyr-i Zor’a nakledilmeleri olmadığı, Deyr-i Zor’a yakın Halip Ermenilerinin de “tehcir”e tâbi tutulmalarından bellidir.

Bununla birlikte, kararın uygulanmasında bölgelere göre farklılıklar vardır. Örneğin kararda İstanbul ve İzmir Ermenileri büyük ölçüde hariç tutulmuş, buralarda özellikle Ermeni siyasal-entellektüel eliti tevkif edilmiş, pek azı sağ kurtulabilmiştir.* Batı ve Orta Anadolu Ermenileri Teşkilat-ı Mahsusa timleri ve jandarma tarafından tanınan çok kısa sürenin sonunda yola çıkarılmış, kimi yerde şehirden biraz uzaklaştıktan sonra bizzat “muhafızlar” tarafından tamamen veya kısmen, kimi yerde -genellikle jandarmaların muhafız olduklarında- özellikle Ermenilerin mallarına, paralarına göz dikmiş yerel eşrafın kışkırttığı muhafızlar veya haydutlar tarafından büyük kısmıyla öldürülmüş, dolayısıyla bu bölgelerden tehcir edilen Ermenilerin çok azı sağ kurtulabilmiştir. Çukurova’da Ermenilerin epeyce bir kısmı dağlara sığınarak veya yakındaki Suriye’ye kaçarak hayatta kalmayı başarmışlardır. Buna mukabil Diyarbakır-Urfa yöresinde, ovalarda mukim Ermeniler, tehcir kararını Ermenilerin katline ferman diye yorumlayan aşiretler tarafından neredeyse tamamen yok edilmişlerdir. Buralarda ancak şehirlerde Müslüman lonca arkadaşlarınca can pahasına saklanan bir avuç Ermeni zanaatkâr sağ kalabilmiştir Benzer saklama, hiç değilse çocukların, genç kızların emanet edilerek kurtarılmasının diğer bölgelerde de örnekleri çoktur. Doğu’da Kürt aşiretlerine sığınarak veya din değiştirerek hayatta kalanlar gibi.

Tehcir emrinin bir katliam emrine, ama aynı zamanda bir Ermeni direnişine dönüştüğü yer Van’dan Elazığ’a (Harput) uzanan bölgedir. Ermeni nüfusun görece en yoğun olduğu bu bölgede silahlı gruplara sahip Ermeni topluluklar üzerlerine gelen Teşkilat-ı Mahsusa timleri ve eski Hamidiye alayları mensuplarına karşı koyarak ya Sason ve çevresindeki dağlarda veya çoğunlukta oldukları ve zaten isyan halini sürdürdükleri Van’da savunmaya çekilerek Rus kuvvetleri gelinceye kadar tutunmaya çalışmışlar ya da düzensiz gruplar halinde Osmanlı-Rus hududunu geçip Rusya’ya sığınmaya uğraşmışlardır.

Tehcirin, bunun katliama dönüştüğünün ve yüzbinlerce Ermeninin ölümüne yol açtığının haberlerinin böylece Çarlık Rusya denetiminde olan Erzurum’un doğusundaki bölgeye ulaşmasıyla birlikte bu kez Ermeni intikam katliamları başlar. Rus ordusunun Batı ve Güney’e ilerlemesi sonucu bu katliamlar, Erzincan’dan Bitlis’e kadar tüm bölgeye yayılır. Kaçabilen Müslüman halk -“Dördüncü Ordu muhacirleri”- dışındaki ahaliden binlercesi ya Rus ordusuna mensup Ermeni birliklerince veya çetelerce katledilir. Bununla birlikte Rus ilerleyişinin ilk yıllarında birkaç vaka dışında katliam olmaz. Ermeni çetelerinin girişimleri Rus ordusunun çabaları ile büyük ölçüde engellenir. Ancak savunmasız yerel Müslüman halk büyük korku içindedir. Böylece bir süre gemlenen intikam katliamı dalgası 1917 kışında Rusya’da ihtilal patlak verip, ülkenin savaştan çekileceği söylentileri arttığında dizginlerinden boşanır ve Ekim Devrimiyle Rus ordusu, ateşkes ilan edip, cepheden çekildiğinde, Osmanlı Ordusu işgâl edilmiş bölgeye ve Kafkaslar’a doğru harekâta başlar ve Ermeni çeteleri ile vuruşarak Bakü’ye kadar ilerler. Mondros Mütarekesi ile tekrar savaş öncesi sınırlara çekilen Ordu, Kurtuluş Savaşı’nın ilk safhasında Ankara hükümeti adına yeniden ileri harekâta başlar, Ermeni birlikleri ile savaşarak Gümrü’ye kadar olan bölgeyi yeniden ele geçirir. Dönem 1921’de SSCB ile yapılan ve günümüzdeki sınırı belirleyen Moskova-Kars Antlaşması ile sona erer.

***

1915-1921 döneminin tüm Anadolu’yu kapsayan ciddi bir tarihi henüz yazılmış değil Türkiye’de. Şimdilerde soykırım iddialarına karşı yazılan kitapların da bu nitelikte olduğu söylenemez. Bunlar ya ölen Ermeni sayısının abartıldığını göstermiş matuf yayınlar, ya ölümlerin çoğunun salgın hastalık vs. gibi nedenler olduğunu öne süren açıklama gayretleri veya bunlarla birlikte “tehcir”in ne denli haklı nedenlere dayandığını savunan kitap ve kitapçıklardır.

Bunlar da ancak, 1970’lerde ASALA’nın önce Türk diplomatlarına karşı suikastlerle başlayıp, Orly ve Esenboğa’daki terör eylemleriyle süren onlarca kişiyi öldüren “intikam” kampanyası ve ardından Ermeni diasporasının yıllardır sürdürdüğü “soykırım”ın tanınması yolundaki çabalarının uluslararası platformlarda sonuç alıcı olmaya başlaması üzerine, yani yarım yüzyıl sonra yayımlanmıştır.

Bu yarım yüzyıl boyunca ise Türkiye toplumunda Ermeniler bağlamında 1915-1921 dönemi, Kuzey Doğu Anadolu hariç, ülkenin bütün bölgelerinde genellikle konuşul(a)mayan bir konu olmuş; özellikle sonraki kuşaklara bölük pörçük kimi bilgiler, tanıklıklar fısıltıyla aktarılarak, adeta olayın ortak hafızanın derinliklerine gömülmesine çalışılmıştır. Bunun sonucunda Kuzeydoğu Anadolu yöresi halkı için bu dönem, “Ermeni mezalimi” olarak hafızalara kaydedilirken ve bu kayıt her vesileyle haykırılırken Orta, Batı ve Güneydoğu Anadolu halkı, kendi yaşadıklarının bir Ermeni katliamı olduğunu söylemenin tabuya dokunma anlamına geldiğini bilmenin korkusuyla susabilmiştir.

Türk-resmî-milliyetçi tarihi anlatısının katliamı yok veya münferit sayan ya da yan yana, eşanlı koyup mukatele görüntüsü veren, tezleri ile Ermeni milliyetçiliğinin “mezalim”i yok veya münferit sayan soykırım tezlerinin çarpıştığı toz duman içinde bile olsa “1915-1921’de ne oldu” sorusu artık tabu değildir. Ve Ermeni, Türk ve Kürt kimliğimizden çok daha değerli olan olması gereken insan kimliğimizle bu olayın ruhlarımızda, düşünüş ve davranışlarımızda yaratmış olduğu gizli-açık travmaları nasıl aşabiliriz sorusu da artık, bu soruyu kilitleyen milliyetçilerin anlatılarını bir yana itip insanî aklın ve vicdanın emrettiği bir hafıza yenileme görevi ile başbaşa olan halkların önündedir.

(*) Fakat bazı Rus kaynakları 1914 Bitlis Kürt ayaklanmasının bile Taşnak-İttihatçı ortak silahlı güçleri tarafından bastırıldığını söylerler.

(*) İzmir ve İstanbul’dan da sürgünler yapılmış, İzmir’de başlayan sürgün, Liman von Sanders’in İzmir Valisi Rahmi’yi açıkça tehdit etmesi ile durmuştur. İstanbul’dan da geniş sürgünler yapılmış, fakat birçok nedenle arkası gelmemiştir. İstanbul ve İzmir sürgünleri konusunda sadece yabancı (özellikle Alman) değil, Osmanlı arşiv belgeleri de mevcuttur. 1915 Aralık ayında Alman büyükelçi, İstanbul polis şefinin kendisine İstanbul’dan sürülen Ermenilerin sayısını 30 bin olarak verdiğini aktarır.