Ramallah'tan Mektup

Kuşatma altındayken düşüncelerimi kağıda dökmeye çalışmak benim için yeni bir durum. Genellikle evimin ya da ofisimin rahatlığı içinde yazmaya alışkınım. Ancak, bugün kuşatma altındaki Ramallah’ta ofisimde yazarken, son sözlerimi yazıyor olabileceğim gibi tuhaf bir duyguya kapılıyorum. Bu koşullarda yaşamak insanın zihnini daha da netleştiriyor, ancak kelimeler kolayca dile gelmiyor. Dil, insanın gördüklerini ya da zihninden geçirdiklerini tam olarak ifade edemiyor. Görüntüler o kadar korkunç, kötülük o kadar büyük, adaletsizlik o kadar çıplak ki kelimeler tek başına yetersiz kalıyor. Çoğu zaman, televizyondaki, gazetelerdeki ya da gerçek hayattaki görüntülere bakıyorum ve tamamen nutkum tutuluyor.

Bedeni kurşunlarla delik deşik edilmiş, babasının kucağında cansız yatan on iki yaşındaki Muhammed Dura’nın görüntüsünü aklımdan çıkaramıyorum. Bana göre bu resim, bedeni napalmla yanmış ve dehşet içinde kaçan Vietnamlı çocuğun resmiyle tıpatıp aynı. Birkaç gün önce, çocuklar yeniden okula gitmeye başladıklarında yerel bir gazete Muhammed’in sınıfının resmini yayımladı. Sınıf arkadaşları Muhammed’in resmini çizmişler ve bu resmi onun boş duran sırasına yerleştirmişlerdi.


Çocukların olaylara yönelik tepkileriyle ilgili öyküler duymaya başladık. Beş yaşındaki bir erkek çocuk, anne babasının yatak odasında kız elbiseleri giyip takılar takıyor. Annesi ne yaptığını sorduğunda, çocuk, İsraillilerin yalnızca erkekleri vurduklarını ve artık erkek olmak istemediğini söylüyor. Birinci sınıf öğrencisi altı yaşındaki bir çocuk öğretmenine “Biz iyi çocuklarız, İsrail askerleri bizi niye öldürmek istiyor?” diye soruyor.

12 Ekim Perşembe günü, İsrail askerlerinin kente girdiği dedikodusu üzerine kentte panik çıktı. Altı yaşındaki oğlumu eve götürmek için okula gittiğimde, çocuklar şok içindeydiler; sürekli ağlıyor ve İsrailli asker ve yerleşimcilerin gelip herkesi öldüreceklerini söylüyorlardı. Zaten birkaç gündür, yakınlardaki yerleşim birimlerinde oturan Yahudiler, bir öfke kabarması sonucu, İsrailli askerlerin de desteğiyle, Arapların evlerini, mallarını tahrip etmişler ve birkaç kişiyi öldürmüşlerdi. Birzeit yolunda Yahudi yerleşimciler, işkence ederek, kollarını kırarak, gözlerini oyarak, kafasını ezerek ve yakarak birini öldürmüşlerdi. İki gün sonra, o meşum Perşembe günü, sivil giyimli İsrail askerleri silâhlarıyla birlikte Ramallah’ın göbeğinde yakalanmış ve kızgın bir güruh tarafından öldürülmüşlerdi. Bu sivil giyimli İsrail ajanları, İsrail askerleri tarafından iki gün önce alnından vurularak öldürülen on bir yaşındaki Sami Abu Cezzar’ın cenazesini kaldırmaya hazırlanan kalabalığın yanında ne yapıyorlardı? İsrail tankları tarafından oldukça sıkı bir şekilde kuşatılmış olan bir kente nasıl girebilmişlerdi?

İster Filistinlilerden ister İsraillilerden kaynaklanıyor olsun, ölüm ya da yaralama ile sonuçlanan şiddeti hiçbir şey mazûr gösteremez. Ancak bir şey çok açık olarak ortada: Elli yıldan daha fazla bir süredir devam eden bu ölümcül ihtilaftan sonra, birçok insan Ortadoğu’daki adaletsizliği hâlâ anlayamamakta. Birçok kişi itaatkâr bir uluslararası medyanın sunduğu ve gayet incelikli propaganda aygıtları tarafından üretilen yanılsamalar tarafından kuşatılmış durumda. Çoğu zaman olduğu gibi şu anda da, gerçekleri dile getirebilecek cesarete sahip insanlar hâlâ mevcut. Haaretz gazetesinin muhabiri Amira Hass, 11 Ekim 2000’de yazdığı haberiyle İsrail devletinin ve ordusunun yalanlarını afişe etti. Hass, İsrail’in “saldırıya uğradığına, kuşatıldığına, aşağılandığına ve mağdur edildiğine”, İsrail ordusunun “kontrollü” yanıt verdiğine, -ki “kontrolsüz” yanıt verseydi neler olabileceğini insan düşünmek bile istemiyor- ve İsrail askerlerinin “yalnızca kendilerine ateş açılınca ateş ettiklerine” dair yanlış izlenimlerin İsrail resmî propagandacıları tarafından nasıl üretildiğini gösterdi. Beton bir bariyerin arkasına saklanmaya çalışan Muhammed Dura ve babası, İsrailli askerlere ateş mi ediyorlardı?

Bize söylenen şu: İsrailliler barış istiyorlar ve yüzden fazla Filistinlinin öldürülmesinin sorumlusu, şiddetten başka bir şeyden anlamayan, dur durak bilmeyen, gürültücü ve eli kanlı Filistinlilerin kendisi! Daha dün gece, İsrail ordusunun bir sözcüsü, “Bu insanların anladığı tek dil bu” dedi. İsrail’in Batı’ya söylemeye çalıştığı şey de bu zaten: “Burası Ortadoğu; biz buradayız ve onları anlıyoruz. Siz oradasınız, onları anlayamazsınız. Bu yüzden bırakın, biz onların anladığı tek dil olan şiddeti kullanalım.”

En tehlikeli yanılsamaların bir tanesi, bu ihtilafın iki ordu ya da iki aşırı uç arasında ortaya çıkan, simetrik ve karşılıklı güçleri birbirine denk bir ihtilaf olduğu. Hiçbir şey gerçeklikten bu kadar uzak olamaz. İsrail ordusu şu anda dünyanın en iyi eğitilmiş ve en güçlü ordularından biri. Filistinlilerin ise hiçbir şeyi yok. Silâhsız Filistin halkını kontrol altında tutabilsinler diye Oslo süreci sırasında İsrail tarafından onaylanmış hafif silâhlara sahip Filistinli polisler, İsrail ordusuna karşı tamamen etkisiz. Birkaç sorumsuz polisin İsrail askerlerine doğru açtığı ateşle, düğünlerde havaya açılan ateş aslında birbirlerine çok benziyor. Çatışmaların çoğunda görülen şey, birçoğu çocuk yaştaki gençlerin, İsrail askerlerine fırlattığı taşlar. Muazzam bir şekilde korunan İsrail askerlerine uzak bir mesafeden atılan taşların İsrail devletine ve iyi eğitilmış askerlerine ne gibi bir tehdit oluşturduğunu anlayamıyorum. Bunların hiçbiri sivillere karşı tank, helikopter, ağır silâh ve patlayıcılarla verilen savaşı meşrû kılamaz.

Taş fırlatmadan duyulan tehditin düzeyi ile Filistinlilerin marûz kaldığı ölüm ve yaralanma vakalarının sayısı arasında inanılmaz bir orantısızlık var. Olayların büyük çoğunluğunda, Filistinli gençler, kafalarına ve bedenlerinin üst kısmına doğrudan sıkılan kurşunlarla öldürüldüler. Bu durum, İsrail birimleri içerisinde misyonları hergün bir kaç Filistinliyi öldürmek olan güçlü dürbünlere sahip silâhlarla donatılmış iyi eğitimli, keskin nişancıların varlığını gösteriyor. Sayısı üç bini aşan yaralıların yaklaşık %80’i plastik kaplı ölümcül çelik mermilerle ve %20’si ise gerçek mermilerle vuruldular. Yine, yaraların %78’i kafada ve bedenin üst kısmındaydı. Yaralananların %50’si 18 yaşın altında. Ayrıca, en azından 20 yaralanma vakasının plastik kaplı çelik mermilerin doğrudan göze isabet etmesi sonucu oluştuğunu söylemek gerek. Hareket eden bir hedefi gözünden vurmak için gereken eğitim ve malzemenin düzeyini insanın aklı almıyor.


Bütün bunlardan çıkarılacak ders nedir? Her şeyden önce, Clinton yönetimi için pek değerli olan ve mütemadiyen pazarlanan Oslo Barış Süreci ölmüştür. Filistinliler barış istemediği için değil, onlara önerilen barış adaletsiz olduğu için. Langston Hughes’un deyimiyle Filistinlilerin “ertelenmiş düşleri”nin hüsrana uğraması zaman meselesiydi. Oslo Antlaşmaları Filistinlileri küçük demir kafeslere, birbirleriyle bağlantısı olmayan bantustanlara* hapsetti ve Güney Afrika’dakinden bile daha habis bir Apartheid düzeni yarattı. İsrailli yetkililer, Filistinlilerin yaşadığı alanların bir bölümünü ya da tümünü kapatıp Filistinlilerin giriş çıkışını engelleyebilirler. Bunun yanı sıra İsrailliler imzaladıkları hiçbir anlaşmayı yürürlüğe koymadılar: Tutuklular serbest bırakılmadı; Yahudi yerleşim alanları genişletildi; Yahudi yerleşimcilerin Arap bölgelerinden geçebilmeleri için daha çok Filistin toprağı işgâl edilip üzerlerine yol yapıldı. Barış sürecinde Filistinlilerin çoğunluğunun ekonomik durumu kötüleşti; işsizlik arttı, hayat pahalılaştı ve kişi başına düşen gelir düştü. Bütün bunların üstüne Barak’ın Camp David’de Filistinlilere sunduğu öneriler hakaret niteliği taşımaktaydı. Batı medyası tarafından “cömert” olarak nitelendirilen önerilerde Barak, Kudüs’teki İsrail egemenliğini ve kontrolüna korurken, Filistinlilere Doğu Kudüs’te birkaç yerleşim bölgesi vermeyi teklif ediyordu. Aynı zamanda İsrailliler Filistinli mültecilerin geri dönme hakkını veto ettiler ve Filistin topraklarında yasadışı bir şekilde kurulan Yahudi yerleşim birimlerinin İsrail egemenliği altında kalmasında ısrar ettiler. Aslında bu öneriler, İsrail’in 1967’de işgâl ettiği Arap topraklarından geri çekilmesini öngören 242 nolu BM Genel Kurul kararını ihlâl ediyor ve bunun yerine, işgâl edilmiş Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin paylaşılmasına dayanan bir sistem oturtmayı amaçlıyordu. Bunun karşılığında İsrailliler Filistinlilerin bütün taleplerinden vazgeçmelerini ve tarihi ihtilafa son vermelerini istiyorlardı.

İkinci olarak, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde veya İsrail’in içinde yaşayan Filistinliler için, bir Yahudi devletiyle yan yana veya onun içinde birlikte yaşama ilkesi sorgulanır hale geldi. Araplar ve Yahudilerin birlikte yaşaması iki temel ilkeye dayanmadıkça yürüyemez: 1) Filistinlilerin asgari taleplerini karşılayan ve onlara barış ve güvenlik içinde kendi kaderlerini belirleme hakkı veren Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde egemen ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, ve 2) İsrail devletinin Filistinli yurttaşları için tam siyasi eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesi. Apartheid sistemi temelinde birlikte yaşamayı savunan mevcut düzenlemeler barışı mümkün kılamaz.

Üçüncü olarak, bir kaç cesur İsrailli birey dışında herhangi bir İsrail barış cephesi yok. Soldaki, sağdaki ve merkezdeki İsrailliler liderlerinin arkasında saf tutmuş durumdalar ve hattâ Filistinlilere karşı daha da katı bir siyaset talep ediyorlar. Yıllar boyunca diyaloğa girdiğimiz İsraillilerin bugün Filistinlilere karşı hukuksuz ve açıkça ırkçı bir siyaseti desteklemeleri şaşırtıcı.

Dördüncü olarak, bütün Arap ülkelerinde, Filistinliler de dahil olmak üzere, halk ve hükümetleri arasındaki mesafe giderek artıyor. Bu durum özellikle henüz İsrail barış konusunda ciddi bir eğilim göstermeye başlamadan önce bile, İsrail ile ilişkilerini normalleştirmek için aşırı çaba gösteren Arap ülkelerinde daha da belirgin. Arap zirvesi bazı temel gerçekleri ortaya çıkardı: Arap hükümetleri kendi halkları gözünde gayrımeşrûdur; ülkelerindeki Amerikan büyükelçiliklerine uşaklık yapmaktadırlar; ve kendi halklarına yapılan adaletsizliğe karşı çıkmayarak tarihi bir sınavda başarısız olmuşlardır.

Son olarak, Amerikan dış politikasının miyop ve tek yönlü gerçek doğası açığa çıkmıştır. Clinton yönetimi İsrail tarafına o kadar bağlıdır ki dürüst bir aracı olduğunu artık iddia edemez. Daha şimdiden Amerikalılara ve onların çıkarlarına karşı saldırılar başlatılmıştır ve devam edeceğe benzemektedir.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yeni tip bir dinamizm ve yeni tip bir akıl yürütme ortaya çıkıyor. Tüm bölge için bunun sonuçları oldukça geniş kapsamlı olacak.

(*) Bu mektup, Yeni İntifada’nın ortaya çıkmasından hemen sonra yazılmış ve Birikim okurları için yazarı tarafından genişletilerek yeniden kaleme alınmıştır. Fouad Moughrabi şu anda Filistin’in Ramallah kentinde Kattan Eğitim-Araştırma Merkezinin yöneticiliğini yapmaktadır. Kendisi aynı zamanda Tennessee Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünde öğretim üyesidir. Mektup Birikim Çeviri Grubu tarafından çevrilmiştir.

(*) Güney Afrika ırkçı beyaz yönetiminin, zamanında siyahlar için yarattığı, tel örgülerle çevrilmiş sahte bağımsızlık alanları. Ç.N.