Gerçeğin Körleştirdiği

İsrail işgâli altındaki bölgelerde üç hafta süren fiilî bir savaşın ardından, Başbakan Ehud Barak bölgenin nihaî statüsünü belirlemek üzere yeni bir plan açıkladı. Bu birkaç hafta içinde, 30’u çocuk olmak üzere 100’ü aşkın Filistinli yaşamını yitirmişti. Uluslararası Af Örgütü’nün ABD’de hemen hemen hiç sözü edilmeyen ayrıntılı bir raporuna göre, bu olaylarda,

“çoğunlukla güvenlik kuvvetlerinin ya da başka insanların yaşamını tehdit edici koşullar olmadığı halde gereksiz yere öldürücü silâhlara başvurulmuş, bu da hiçbir şekilde meşrû gösterilemeyecek ölümlere neden olmuştu.”

Filistinlilerin verdikleri kayıpların İsrail’inkine oranla yaklaşık on beş kat yüksek olması, iki tarafın elindeki silâh gücünü açıkça yansıtmaktadır.

Barak’ın planı ayrıntılı olarak açıklanmadı, ama anahatlarıyla bakıldığında gayet iyi bildiğimiz bir tasarıyı yansıtmaktadır: ABD-İsrail yetkililerinin, Haziran ayında başarısızlıkla sonuçlanan Camp David müzakerelerinde temel alınmak üzere öne sürdükleri “nihaî statü haritası”na uyan bir plandı bu. ABD-İsrail taraflarının Filistin aleyhine daha önceki yıllarda öne sürdükleri tekliflerden (rejectionism) bile daha katı olan bu plan, İsrail’in 1967’de işgâl ettiği toprakların kantonlaştırılmasını öneriyordu. Bu plan, ekilebilir toprakların ve (su başta olmak üzere) kaynakların büyük oranda İsrail’in elinde kalmasını sağlarken, bölge nüfusunun idaresini de, yozlaşmış ve zalim Filistin Yönetimi’ne teslim eden mekanizmalar getiriyordu. Filistin Yönetimi’ne sömürge idarelerinde geleneksel olarak yerli işbirlikçilerinin üstlendiği rol düşüyordu: Güney Afrika Bantustanlar’ındaki siyahî yönetim hemen akla gelen benzer bir örnektir. Batı Şeria’daki kuzey kantonu Nablus ile diğer Filistin kentlerini içine alacak, Ramallah’ta bir orta kanton oluşturulacak, Bethlehem’deyse bir güney kantonu olacaktı. Eriha yalıtılmış bir şehir olarak kalacaktı. Filistinlilerin, yaşamlarının merkezinde yer alan Kudüs’le bağı kesilecekti. Gazze’de de benzer düzenlemeler yapılacak, İsrail güneydeki kıyı şeridi ile Netzarim’deki küçük bir yerleşimi (son zamanlarda büyük bir vahşete sahne olan bölgeyi) elinde tutacaktı. Bu düzenlemeler, İsrail’in bölgede çok sayıda asker bulundurması ve Gazze kentinin aşağısındaki şeridi ayıran yollar için bir mazeretten öte bir şey değildi.

Bu teklifler, Körfez Savaşı’nın ardından ABD kendi “barış süreci” projesini uygulamaya koyduğundan beri, İsrail’in -ABD’nin cömert yardımları sayesinde- artan bir enerjiyle yürüttüğü geniş çaplı yerleşim ve yapılanma programlarının kâğıda dökülmüş halidir. Müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından iki hafta sonra, yeni bir şiddet dönemi başlamıştır. Müzakerelerin hedefi, resmî Filistin Yönetimi’nin bu projeye sadık kalmasını güvence altına almaktı. Her zaman yüksek olan gerilim, Barak hükümetinin bir Perşembe günü (28 Eylül) Ariel Şaron’u 1000 polis görevlisiyle birlikte Müslümanların kutsal mekânlarına (el-Aksa) göndermesiyle daha da arttı. İsrail devlet terörünün ve saldırganlığının simgesi haline gelen Şaron, 1953 gibi erken bir tarihe dek uzanan oldukça kabarık bir terör siciline sahiptir. İsrail yetkililerine göre Şaron’un amacı el-Aksa bölgesinde “Yahudi egemenliği”nin varlığını göstermekti, ama deneyimli gazeteci Graham Usher’ın belirttiği üzere, Filistinliler’in deyimiyle “el-Aksa İntifadası”, Şaron’un ziyaretiyle değil, Barak’ın Cuma namazına raslayan bir sonraki gün, kalabalık ve tehditkâr bir asker/polis gücünü bölgeye göndermesiyle başlamıştı. Beklenileceği gibi, binlerce kişinin camiden çıkmasıyla birlikte çatışmalar meydana gelmiş, 7 Filistinli ölmüş, 200 Filistinli yaralanmıştı.

Barak’ın amacı ne olursa olsun, daha sonraki haftalarda meydana gelen tüyler ürpertici vahşet olaylarına zemin hazırlamak üzere bundan daha elverişli bir fırsat düşünülemezdi. Kudüs üzerinde yoğunlaşan müzakerelerin başarısızlıkla sonuçlanmasında da aynı şey geçerlidir ve bu durum ABD tarafından dikkatle gözlenmiştir. İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling, bu sorunun “beş dakika içinde çözülebileceği”ni yazarken büyük olasılıkla durumu abartıyordu, ama

“ne tür bir diplomatik mantık yürütülürse yürütülsün [bu konu] çözüm bekleyen konular arasında en kolayı olmalıydı,”

derken haklıydı (Ha’aretz, 4 Ekim).

Clinton-Barak ikilisinin, işgâl altındaki bölgelerde yapılan uygulamaları örtbas etmek istemeleri oldukça anlaşılır bir durum, ama asıl değinilmesi gereken bu uygulamalardır. Arafat neden kendisine sunulan koşulları kabul etti? Belki de Arap liderlerinin Filistinliler’i bir bela olarak gördüklerini, Bantustan tipi yerleşimden pek rahatsızlık duymadıklarını, bununla birlikte kendi halklarının tepkisinden çekindikleri için kutsal bölgelerin idaresi meselesini göz ardı edemeyeceklerini anladığı için. Dinsel söyleme dayalı bir çatışma çıkması için bundan daha iyi bir ortam hazırlanamazdı - yüzlerce yıllık bir tarihin gösterdiği gibi, dinsel hassasiyetler her zaman en şiddetli çatışmaların kaynağı olmuştur. Barak’ın yeni planının getirdiği temel yenilik, bundan sonra ABD-İsrail taleplerinin baskıcı bir diplomasi yerine doğrudan zor kullanılarak dayatılacak olması, hattâ boyun eğmeye yanaşmayan kurbanların cezalandırılacak olmasıydı. Planın anahatları, 1968’de resmî olmayan bir biçimde uygulanan politikayla (Allon Planı) ve o günden bu yana iki tarafın politik gruplarınca öne sürülen tekliflerle (Şaron Planı, İşçi Partisi hükümetinin planı ve diğerleri) temelde aynıydı. Bu politikaların yalnızca önerilmekle kalmayıp ABD’nin desteğiyle hayata geçirildiğini de hatırlatmakta yarar var. Washington’ın, başlangıçtaki temel diplomatik çerçeveden (BM Güvenlik Konseyi Kararı, 242) vazgeçip Filistinliler’in haklarını reddettiği, “Oslo süreci”nde doruğuna ulaşan tek yanlı bir politika izlemeye başladığı 1971 yılından beri ABD’nin bu desteği belirleyici bir önem taşımaktadır.

Bütün bunlar ABD’nin tarihsel belleğinden iz bırakmayacak şekilde silindiği için, bazı temel olguları ortaya çıkarmak biraz çaba gerektirmektedir. Bunlar tartışmalı olaylar değildir, sadece örtbas edilmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Barak’ın planı bildik ABD-İsrail inkârcılığının yalnızca daha katılaştırılmış bir biçimidir. Bu plan, fiilen kuşatma altında olan Filistin halkını, zaten yeterince yararlanamadıkları elektrik, su, iletişim ve benzeri hizmetlerden büsbütün mahrûm bırakma amacını taşır. 1967 yılından beri askerî rejimin bağımsız kalkınmayı acımasız bir biçimde engellediğini, halkı yoksulluğa ve bağımlılığa mahkûm ettiğini hatırlatalım. Bu süreç, ABD’nin öncülük ettiği “Oslo süreci” sırasında daha da kötüye gitmiştir. Bunun nedenlerinden biri, düzenli olarak uygulanan “kapalılıklar”dır ki bunlar, nispeten barış yanlısı olan İşçi Partisi’nin ağırlıkta olduğu hükümetlerce daha katı bir biçimde uygulanmıştır. Önemli gazetecilerden Amira Hass’a göre bu politikayı ilk başlatan Rabin hükümeti olmuştur,

“Hamas’ın intihar saldırıları planlamasından yıllar önce [uygulanan bu politika] zaman içinde, özellikle de Filistin Yönetimi’nin kurulmasından sonra, iyiden iyiye yerleşmiştir.”

Etkili bir baskı ve denetim mekanizması olan kapalılığın yanı sıra, ekonominin büyük ölçüde dayandığı ucuz Filistinli işgücünün yerini alacak temel bir meta ithal edilmişti: Pek çoğu son yıllardaki “küreselleşme”nin “yeni-liberal reformlar”ının kurbanı olan, dünyanın dört bir yanından gelmiş binlerce kaçak göçmen. Sefalet içinde ve temel haklarından mahrûm bir hayat süren bu göçmenler, İsrail basınında gerçek bir köle işgücü olarak tanımlanmaktadır.

Barak’ın son planı bu programı bile aşmakta, Filistinliler’i adeta ölüme mahkûm etmektedir. Programın uygulanmasındaki en büyük engellerden biri, yılda 2.5 milyar dolarlık bir ihracat geliriyle Filistin piyasasını ellerinde tutan İsrail iş çevrelerinin buna karşı çıkmasıdır. “Filistinli güvenlik görevlileriyle” ve “Arafat’ın ekonomi danışmanıyla sıkı bağlantıları” olan bu çevreler, böylece “resmî Filistin Yönetimi’ni yanlarına alarak tekeller elde edebilmektedirler” (Financial Times, 22 Ekim; New York Times, aynı tarih). Ayrıca bu çevreler, o çok iyi bildiğimiz yollarla ceplerini dolduran İsrailli girişimcilerin ve Filistin elitinin elinde bulunan maquiladora-tipi yerleşimlerde ucuz işgücü kullanıp işgâl altındaki topraklarda sanayi bölgeleri kurmayı, böylece endüstriyel kirliliği Yahudi yerleşimlerinden uzaklaştırıp bu topraklara aktarmayı umuyorlardı. Her ne kadar daha önceki tekliflerin doğal bir uzantısı olsalar da Barak’ın yeni teklifleri plandan ziyade bir uyarıya benzemektedir. Bunlar uygulamaya konduğunda, yıllardır yürürlükte olan “görünmez aktarım” projesinin ötesine geçecektir, bu da doğrudan bir “etnik temizlik” (resmî düşmanlarca uygulanan bir süreç olduğunda aldığı adla) harekâtından daha anlamlı olacaktır. Umutlarından vazgeçmeye zorlanan, anlamlı bir yaşam yolunda hiçbir fırsat bırakılmayan insanlar, çareyi başka ülkelerde arayacaktır, tabiî imkânları olursa.

Kökleri, çok geniş bir ideolojik yelpazeyi kapsayan geleneksel Siyonist hareketin hedeflerinde yatan planlar, 1948’de doğrudan etnik temizliğin uygulandığı bir sırada İsrail’de Arap sorunuyla ilgilenen devlet görevlilerinin kendi aralarındaki tartışmalarda oluşturulmuştu: Beklentileri, sığınmacıların ağır bir darbeyle “ezilip” “ölmesi”, “çoğunun birer insan kalıntısına, toplum artığına dönüşerek Arap ülkelerindeki en yoksul sınıfların arasına katılması”ydı. Günümüzdeki planlar, ister baskıcı diplomasiyle ister doğrudan güçle dayatılacak olsun, aynı amacı taşımaktadır. Dünya hâkimi süper güce ve onun entellektüel sınıflarına dayanabildikleri ölçüde gerçekçi olmadıkları da söylenemez. Amira Hass, İsrail’in en prestijli gazetesi Ha’aretz’de (18 Ekim) son durumu isabetli bir biçimde betimler. 1993’teki İlkeler Deklarasyonu’ndan –bugünkü sonuçların işareti orada verilmişti, tabiî görmek isteyenler için- yedi yıl sonra Batı Şeria’nın büyük bir kısmı ile Gazze Şeridi’nin yüzde yirmisinde “güvenlik ve idarî denetim İsrail’in elindedir”. İsrail,

“10 yıl içinde yerleşimcilerin sayısını ikiye katlamış, yerleşim alanlarını genişletmiş, ayrımcı politikasını sürdürerek 3 milyon Filistinli’nin su kaynaklarını kısıtlamış, Batı Şeria’nın büyük kısmında Filistin kalkınmasının önüne geçmiş, koca bir ulusu sınırlı alanlara mahkûm edip sadece Yahudilere mahsus bir çevre yolları ağı içine hapsetmiştir. Batı Şeria’da seyahat haklarının böylesine kısıtlandığı bugünlere bakıldığında, yolların planlanmasında ne tür ince hesapların söz konusu olduğunu görmek mümkün: 200.000 Yahudi tam bir hareket özgürlüğüne sahipken, yaklaşık 3 milyon Filistinli İsrail’in taleplerine boyun eğene kadar Bantustanlar’ına hapsolacaktı. Üç haftadır süren kanlı vahşet, yedi yıllık bir yalanın ve aldatmanın doğal sonucudur, tıpkı ilk İntifada’nın İsrail’in doğrudan işgâlinin doğal sonucu olması gibi.”

Yerleşim ve yapılanma programları, Beyaz Saray’da kim olursa olsun, ABD’nin değişmeyen desteğiyle devam ediyor. 18 Ağustos’ta Ha’aretz iki hükümetin de -Rabin ile Barak-, ABD ile İsrail solunun büyük kesimince çizilmeye çalışılan barış yanlısı imaj doğrultusunda yerleşimi “dondurmuş” olduğuna dikkati çekti. “Dondurulma”dan yararlanılarak yerleşim süreci pekiştirilmek isteniyordu; bütün yerleşimcilere verilen ekonomik teşviklere, aşırı dindar yerleşimcilere otomatik olarak tanınan ayrıcalıklara ve buna benzer yollara başvurulmuştu. Kararları alan “kötünün iyisi” olduğu için pek fazla direnişle karşılaşmamıştı - başka yerlerden de bildiğimiz bir süreçtir bu. “Bir yanda dondurulma, bir yanda gerçeklik,” diye yazıyordu gazete imalı bir dille. Gerçek, Barak döneminde, işgâl altındaki bölgelerdeki nüfusun İsrail’deki yoğun nüfuslu bölgelere oranla dört kat hızlı arttığı, yerleşimin belki daha da hızlanarak devam etmekte olduğudur. Yerleşim, beraberinde, bölgenin büyük kısmını İsrail’in parçası haline getiren büyük altyapı projeleri getirmiş, Filistinliler’i dar bir alana hapsetmiştir - tabiî bütün tehlike göze alınıp kullanılan “Filistin yolları”nı saymazsak. Çarpıcı bir kariyere sahip bir başka gazeteci, Danny Rubinstein, şöyle yazmıştır:

“Filistin gazetelerini okuyanlar (haklı olarak) yerleşimlerdeki faaliyetlerin hiç durmadığı izlenimi edinirler. İsrail, durmaksızın, Batı Şeria ile Gazze’deki Yahudi yerleşim alanlarını genişletmekte, buralarda inşaat ve takviye faaliyetleri sürdürmektedir. İsrail, sürekli, 1967 sınırlarının ötesindeki ev ve arazilere el koymaktadır - kuşkusuz burada amaç, Filistinliler’i dar bir alana hapsetmek, onları önce köşeye sıkıştırıp sonra da topraklarından etmektir. Başka bir deyişle, hedef, yurtlarını ve başkentleri Kudüs’ü Filistinliler’in elinden almaktır” (Ha’aretz, 23 Ekim).

İsrail basınını izleyenlerse, diye devam ediyor Rubinstein, olumsuz gerçeklerin hepsinden olmasa da çoğundan habersiz kalıyor. ABD halkının olup bitenlerden habersiz bırakılması çok daha önemlidir, bunun nedenleri de açıktır: Ekonomik ve askerî programlar açısından ABD desteği kritik bir önem taşımaktadır; ancak Amerikan halkı bu desteğe pek sıcak bakmamaktadır ve hükümetlerinin amaçlarından haberdar olmaları halinde bu tavırlarının daha da pekişeceği ortadadır. 3 Ekim’de, bir hafta süren şiddetli çatışmaların ve ağır kayıpların ardından, Ha’aretz’in savunma muhabiri “İsrail Hava Kuvvetleri’nin on yıl içindeki en geniş çaplı askerî helikopter alımı”nı gerçekleştirdiği haberini verdi. İsrail, keşif helikopterleri ve Apaçi saldırı helikopterlerinin alımından kısa bir süre sonra 525 milyon dolar karşılığında yedek parçalarıyla ve yakıtla birlikte 35 Blackhawk askerî helikopteri almak üzere ABD’yle bir anlaşma yapmıştı. Bunlar, “ABD’nin elindeki en yeni ve en gelişmiş çok amaçlı saldırı helikopterleridir,” diye ekliyordu Jerusalem Post. Desteği sağlayan ülke halkının bunlardan büsbütün habersiz olduğu da söylenemez. David Peterson bir veritabanı araştırmasında bu satışın Raleigh (Kuzey Carolina) basınında yer aldığını saptamıştır. Helikopterlerin satışı Uluslararası Af Örgütü’nce şiddetle kınanmıştır, çünkü “ABD’nin sağladığı helikopterler, bölgedeki son çatışmalarda Filistinliler’in ve İsrailli Araplar’ın insan haklarını ihlal edecek şekilde kullanılmıştır.” Kuşkusuz bu, tepkisizliğe sınır koyan, beklenebilecek bir gelişmeydi.

İsrail, Filistin eylemlerine karşı “orantısız bir tepki” göstererek “aşırı güç kullandığı” için uluslararası örgütlerce kınamaya marûz kalmıştır (ABD çekimser oy kullanmıştır). Bunlar arasında, en azından 18 Kızıl Haç ambulansına yönelik saldırılar karşısında Uluslararası Kızıl Haç Örgütü’nün kınaması da bulunmaktadır, örgütün nadir olarak bu tür kınamalarda bulunduğunu da hatırlatalım (New York Times, 4 Ekim). İsrail’in yanıtı, eleştirilerin tek hedefi haline getirildiği yolundadır. Bu, kesinlikle yerinde bir tepkidir. İsrail “Powell doktrini” olarak bilinen resmî ABD doktrinini uygulamaktadır; kuşkusuz bunun kökleri çok daha eskiye, yüzyıllar öncesine dayanmaktadır: Her türlü tehdit karşısında topyekûn güçle karşılık vermek. İsrail’in resmî doktrini “insan yaşamını tehdit eden, özellikle de ordu kuvvetlerine ya da İsrailliler’e saldırıda bulunan herkese karşı bütün silâhları kullanma” yolundadır (İsrail ordusu hukuk danışmanı Daniel Reisner, Financial Times, 6 Ekim). Modern bir ordunun bütün silâhlarını kullanması demek, sivil halka (çoğunlukla da çocuklara) karşı tanklarla, helikopterlerle, keskin nişancılarla karşılık verilmesi demektir. Bir Pentagon yetkilisinin belirttiği üzere ABD silâh satışlarında “silâhların sivil halka karşı kullanılmasını yasaklayan bir madde yer almamaktadır”; yine de bu şahıs “genellikle tanksavar füzeleri ile saldırı helikopterlerinin kalabalıkları kontrol altına almak üzere kullanılmadığını” kabul etmektedir, tabiî bir süpergücün koruyucu kanatları altında kitleleri katledebilecek güçte olanlar dışında. “İsrailli bir komutanın, askerleri saldırıya marûz kaldığı için bir Cobra (helikopterine) başvuracağını nereden bilebilirdik,” demiştir başka bir ABD yetkilisi de (Deutsche Presse-Agentur, 3 Ekim). Dolayısıyla, bu tür öldürücü silâhların satışında hiçbir engel olmamalıdır.

ABD’den silâh alan bir devletin, ABD’nin, son yıllardaki büyük katliamlar da dahil olmak üzere korkunç bir sicile sahip standart askerî doktrinini benimsemiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bu doktrini uygulayanlar, kuşkusuz, yalnızca ABD ile İsrail değildir ve bu doktrin kimi kez, yok edilmeye çalışılan düşmanlarca uygulandığında kınanmıştır. Bunun yakın zamanlardaki bir örneği, Arnavutluk’ta üslenen gerillaların Sırp topraklarına (ABD Sırp toprakları olduğunda ısrarlıdır) saldırması karşısında Sırbistan’ın verdiği karşılıkta görülmüştür. Sırp polisini ve sivilleri öldürüp (Arnavutlar da dahil olmak üzere) birçok sivili kaçıran Arnavut gerillaların açıkça ilân ettikleri niyetleri, Batı’nın tepkisini çekip NATO’nun askerî müdahalesine yol açacak “orantısız bir tepki” yaratmaktı. ABD, NATO ve diğer Batılı kaynaklarda konuya dair ayrıntılı belgeler yer almaktadır ve çoğunda amaç, Sırbistan’ın bombalanmasını meşrû göstermeye yöneliktir. Bu kaynakların güvenilir olduğunu varsayarsak, Sırbistan’ın tepkisi -iddia edildiği gibi kesinlikle “orantısız” ve gayrimeşrû olmakla birlikte- söz konusu doktrinin gerek ABD gerekse de İsrail gibi dost ülkelerin başvurduğu standart uygulamasıyla kıyas kabul etmez.

Bellibaşlı İngiliz basın organlarında en azından şu tür satırlara rastlamak olası:

“Filistinliler siyah olsaydı, bugün İsrail ABD’nin öncülüğünde yürütülen ekonomik yaptırımlarla bir parya devleti haline gelirdi [ne yazık ki bu doğru değildir]. İsrail’in Batı Şeria’daki kalkınma ve yerleşim planı, bir tür apartheid sistemi olarak görülecekti: Yerli halkın, kendi ülkesinin küçük bir bölümünde, kendi yönettikleri ‘bantustanlar’ında yaşamaya mahkûm edildiği, ‘beyazlar’ınsa su ve elektrik kaynaklarını tekellerinde bulundurdukları vurgulanacaktı. Tıpkı Güney Afrika’daki siyahların, son derece yoksul yerleşimlerde yaşamaya mahkûm edilmiş olması gibi, İsrail’in İsrailli Araplar’a yönelik tavrı –konut ve eğitim harcamalarında son derece ayrımcı bir nitelik taşıyan politikası- da aynı ölçüde kabul edilemez olarak değerlendirilecekti” (Observer, Guardian, 15 Ekim).

Bu tür değerlendirmeler, yıllardır dayatılan doktrinal körlüklerin sınırlarından kendini kurtarmış olanlar için hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Dünyanın en önemli ülkesinde bu dayatmaları etkisiz kılmak başta gelen hedeflerimizden biri olmalıdır. Gözlerimizin önünde gerçekleşen, düşünülmesi bile hoş olmayan sonuçlara gebe olan bu kaos ve yıkım karşısında gösterilecek yapıcı bir tepkinin ön koşuludur bu.

Al-Ahram Weekly On-Line,

2-8Kasım 2000 sayı 506