İnsan Hakkı Değil, İnsan Olma Hakkı

Beşerî/toplumsal gerçeklik, insanın özne/öznenin insan olduğu varlık alanıdır. Yoksa, beşerî/toplumsal gerçeklik, ya doğal gerçekliğin basit bir uzantısı/fonksiyonu konumuna indirgenmiş olur (ki, burada artık hak kavramından ya hiç söz edilemez ya da insan hakkının/haklarının yanısıra suyun, taşın toprağın, ağacın, farenin, kedinin, böceğin haklarından da söz etmek gerekir), ya da her bir anı ve noktası itibariyle aşkın/insan üstü bir irade/gücün mutlak/zorunlu/kaçınılmaz bir tecellisi/tezahürü niteliğini taşıyor olacaktır (ki, her anı ve noktası itibariyle Hakk’ın tecellisinden başka bir şey olmayan bir gerçeklik çerçevesinde, insanın ayrıcalıklı bir statüsü bulunması halinde bile, insan artık ne öznedir, ne de referansı da yine insan olan bir hak/haklar kavramına yer vardır).

Beşerî varlık alanında insan, ‘özne olarak insan’dır ve de ‘insan hakları’, insanın ‘özneleşme’sini engelleyen/engellemeye yönelik her türlü tasalluta karşı bir kalkan işlevine sahip olmalıdır. Yani, insan hakları, insanı ne özne yapar, ne de ‘özne olarak insan’ın bir tanımını yapabilir.Yoksa, insan hakları, bir insan tipinin/figürünün evrensel norm haline getirilip, kendi kendisinin yeniden üretimi açısından bu insan tipine ihtiyaç duyan belirli bir toplumsal formasyon modelini insanlara dayatmak üzere, insanlığın tümü için yegâne mümkün, dolayısıyla da evrensel ve nihaî modelmiş gibi gösterilmesine yönelik bir düzeneğin hukuksal kaldıraçlarından biri olmanın ötesine geçemeyecektir.

“’İnsan hakları’ insanın ‘özneleşme’sini engelleyen/engellemeye yönelik her türlü tasalluta karşı bir kalkan işlevine sahip olmalıdır” dedik; yoksa ‘özne’liğine yönelik ya da ‘özne’liğini yok eden değil; zira, insanın özneliği, kendisi tarafından hazır bulunmuş, kendi içinde taşıdığı, salt insan olarak doğmuş olduğu için peşinen garanti edilmiş bir öznelik değildir. Daha doğrusu, eğer böyle olsaydı, zaten burada kendisinin özne’liğinden söz edilemezdi; zira insan, yoktan var eden, kendi kendisinin yaratıcısı da yine kendisi olan bir varlık, kısacası Tanrı olmadığına göre, doğuştan hazır bulmuş olacağı bir özne’lik, kendisine kendi dışından verilmiş, dolayısıyla, ister istemez kendi dışından belirlenmiş/var edilmiş/biçimlenmiş de olurdu ki, tümüyle kendi dışından belirlenmiş, bu belirlenmişliği içinde varlık kazanan, var olan, devinen, davranan bir varlık, kesinlikle özne değil, mutlak bir nesne konumunda bulunuyor demektir. Yani, insanın özne’liği, ya kendi ürünü olacaktır; ya da hiç mi hiç olmayacaktır.

“... insanın özne’liği, ya kendi ürünü olacaktır; ya da hiç mi hiç olmayacaktır” dedik. Zira, insan, az yukarıda da belirttik, yoktan var edebilen, yaratan bir varlık olmadığı gibi, kendi vücudu da dahil olmak üzere, maddenin tâbi olduğu doğal düzenlilik karşısında da herhangi bir özerkliğe, ayrıcalıklı veya marjinal bir konuma sahip değildir: suları yukarı akıtamadığı gibi, ayağını boşluğa bastığında düşüp aşağı yuvarlanmak kendisi için de mukadderdir; yani, yerçekimi kendisine herhangi bir cansız veya canlı nesneye (hayvan) olduğundan ne daha yakın, ne daha uzaktır; ayrıca, ne de, diyelim sırtı kaşındığında boynunu kuğununki gibi uzun kılıp, hiç değilse o an için, dişlerini iki küreğinin arasına sürtebilmek kendi iktidarı dahilindedir: insan,kendi dışından verilmiş olarak hazır bulduğu ‘kendi’si, yani zoo-biyolojik varlığı itibariyle, doğal belirleyiciliklere bir su tanesi, bir taş parçası ya da herhangi bir bitki ve hayvandan ne daha fazla, ama ne de daha az, dolayısıyla onlarla eşit derecede tâbidir ki, bu da insanın, kendi dahli olmaksızın kendisini içinde bulduğu ve sadece insana özgü özel bir varlık alanı, yani kendi dışından verilmiş bir beşerî varlık alanı bulunuyor olmayıp, kendi dışından verilmiş yanı, yani olduğu ‘şey’ itibariyle doğrudan doğruya doğal varlık alanında yer aldığı, dolayısıyla da tümüyle doğal belirlenmişliğinden ibaret bir canlı nesne konumunda bulunduğu anlamına gelir.

İnsan, kendi özne’liğini, kendisinin emrine amade kılınmış amorf bir hammaddeyi belirleyip biçimlendirmek suretiyle değil,aynı düzenliliğe tâbi olması bakımından tümüyle doğal gerçekliğe emili, onunla hemzemin durumda bulunan canlı bir nesne olarak ’kendi’sinin dıştan belirlenmişliğini geriletmek suretiyle kurabilecek/kurmuştur. ôyleyse, insanın özneliğini üzerine kuracağı zemin (yani, özneleşirken kullanacağı malzeme, özne anlamında insan olmasının nesnel ve olmazsa olmaz temeli, özneleşirken üzerinde yol alacağı arazi), yine kendisi, ama kendisinin nesne yanı, yani kendi dışından verilmiş/belirlenmiş/biçimlenmiş/biçimlendirilmiş yanıdır: bu verilmiş/belirlenmiş/biçimlenmiş/biçimlendirilmiş yanıyla insan, özne değildir ama, bu nesne yanına sahip ve de onun üzerinde mutlak bir tasarruf hakkına, yani tasarrufta bulunma hakkı tekeline sahip olmazsa, özneleşmesi peşinen engellenmiş olacak demektir. Zira, tekrar edelim, insan özneliğini herhangi dışsal bir veri/hammadde üzerinde değil, kendi belirlenmişliğini gerilettiği, yani kendi nesnelik oranını azalttığı takdirde/ölçüde/sürece kurabilecektir. Tabiî bu aynı zamandademektir ki, insan, nesnesi itibariyle değil, tam tersine, nesne olma durumunu gerilettiği ölçüde hak öznesi durumuna geldiğine göre, insanın nesne yanına, yani kendi dışından verilmiş/belirlenmiş/biçimlenmiş/biçimlendirilmiş yanına ilişkin hiçbir özellik hiçbir şekilde bir hak ölçütü olarak görülemeyeceği/vaz’edilemeyeceği gibi, insanın nesne yanına ilişkin hak ölçütleri öngören, vaz’eden her türlü düşünce, inanç ve bu esasta oluşmuş her türlü örgüt, hareket veya akım da, kendisini (din, kilise, devlet, mezhep, tarikat, cemaat, parti, ahlakiyet, töre vb...) ne kılıf altında/hangi çerçeve içinde sunarsa sunsun, insan hakları ve buna bağlı olarak insanın kendi inancına göre yaşama/örgütlenme özgürlüğü adına veya ‘demokrasi’,’çok-seslilik’, ‘çoğulculuk’, ‘sivil toplum’, ’farklılığa/farklılara hoşgörü’, ‘farklı olma/farklılaşma hakkı/özgürlüğü’ vb... türünden formüller aracılığıyla savunulabilir olmamanın ötesinde, insanın ‘insan olma hakkı’ndan söz edebilmek için kendileriyle en şiddetli, en kararlı ve en radikal şekilde mücadele edilmesi gereken birer insanlık suçu olmanın ötesinde hiçbir şey değildirler. Örneğin, insanın cinsiyetini, diyelim, tanıklık yapma hak ve yetkisine ölçüt olarak getiren bir inancın, henüz insan kavramına, yani insan ortak paydası temelinde -dolayısıyla da, insanın nesne yanına, yani kendi dışından verilmiş/belirlenmiş/biçimlenmiş/biçimlendirilmiş yanına ilişkin farklılıklarının ötesinde- bir varlığın bulunduğu düşüncesine ulaşamamış bir insan-altılık olarak, diyelim kara derili veya sarı saçlıların birer şeytan olarak görülüp derilerinin yüzülmesini emreden bir düşünceden hiçbir farkı olmayacağı gibi, kendisi temelinde örgütlenilmesine, eylemde bulunulmasına ya da propaganda yapılmasına bir insan hakkıymış gibi bakılması da aynı ölçüde, insan kavramının uzağına düşmeye tekabül edecektir. Burada, ayrıca şunu da vurgulamalıyız ki, insanın nesne yanı, sadece biyo-anatomik (cinsiyet, kafatası biçimi, deri rengi, solaklık-sağlaklık, sakatlık vb...) değil, etno-kültürel belirlenmişliğini de kapsıyor olması, yani insanın, bir birey olarak etnisitesinin ve buna bağlı veya bununla eşzamanlı özelliklerinin, diyelim, din, anadili, mezhebi veya damak zevkinin kendi dışından kendisine verilmiş/kendisi üzerinde belirlenmiş olması, işte bu özellikler temelindeki her türlü ayrıcalık ya da mağduriyeti de insan hakkı kavramı açısından# kabul edilemez kılar.# Buraya kadar, daha çok, insanın neler temelinde hak sahibi ya da haktan yoksun kılınamayacağına ilişkin bir şeyler dile getirdik. Ancak en başta da değinmiş olduğumuz gibi, insanın bildiğimiz anlamda insan, yani kendisinin haklarından bahsedilebilecek beşerî bir varlık olarak insan olmasının, tümüyle nesneliğinden/belirlenmişliğinden ibaret herhangi bir canlı olmaktan çıkması, yani belirlenmişlik payını geriletip özneleşmesi temelinde gerçekleştiğini dikkate alırsak, insan hakları kavramını da, tarih içinde ortaya çıkmış veya çıkabilecek hiçbir münferit haklar demetine indirgenmesi mümkün olmayan bir temele, yani insanın ‘insan olma hakkı’na bağlayıp, ‘insanın özneleşmesinin önüne dikilmiş, dikilen ve dikilebilecek engellerden azade kılınması’ şeklindeki dinamik bir çerçeveye oturtmak zorunda olduğumuz daha da bir açıklık kazanır.# İnsanın, baştan/peşinen bir defada ve bütün zamanlar için geçerli olmak üzere verilmiş ezelî-ebedî ve evrensel/mükemmel (tamamlanmış) bir tanımı ve modeli bulunmayıp, kendi insanlığını kendisinin inşa edip çizdiğini, tabiî bunun da özneleşme süreci olarak gerçekleştiğini dikkate alırsak, insan haklarının neler olduğu konusunda tamamlanmış bir katalog çıkartmanın olanaksızlığı bir yana, böyle bir şeye, değil girişmek, böyle bir şeyi tasavvur etmenin bile, Tarihin Sonu’nu ilan etmekle eşanlamlı; Tarihin Sonu’nu ilan etmenin ise, insan, ancak tarih üreterek, yani kendisinin de içine emili bulunduğu doğal gerçekliğin tekrarlanırlıklarını kendi eliyle şu ya da bu ölçüde/süreyle akamete uğrattığı, kısacası ancak tarihin öznesi olarak özneleştiğine göre de, insanın/insanlaşmanın sonunu getirmeye yönelik, dolayısıyla, ‘insan olma hakkı’yla çelişiyor/çatışıyor olacağı açıktır.

Teorik açıdan apaçık olan bu çelişme/karşıtlığın pratik düzeyinde vereceği sonuç ise, insan haklarının, güçlenen/yükselen toplumsal grup/sınıfların önünü açacak taleplere endekslenip onların dinamik/potansiyel/özlem ve ufukları temelinde çerçevelendirilmesi, en iyi ihtimalle de, sadece, ancak -en lokalinden en globaline-egemenlerin de işine gelen/işlerine geleceğini düşündükleri/cevaz verdikleri haklara indirgenmesi olacaktır ki, burada artık söz konusu olan, insanın insan olma hakkı değil, bu dünyaya egemen olanların kendi projeleri açısından işlevsel gördükleri bir insan figürüne işlerlik kazandırmaya yönelik bir manipülasyon girişimidir.

Bu durumda, insan haklarının, tekemmül etmiş bir listeye indirgenmeyip, insan olma hakkı, yani özneleşme hakkı temelinde, insanın özneleşmesine ket vuran koşullarla mücadele edilmesi şeklinde dinamik ve açık uçlu bir formüle bağlanmasının,bu konudaki mümkün tercih veya formülasyonlardan herhangi birideğil, tek mümkün yol olduğu açıklık kazanmış olur ki, bu noktada da yapmamız gereken ilk şey, insanın özneleşmesinin işe-vuruk bir tanımını ortaya koymaktır: insan, ancak ve ancak, gerek kendi fiziksel varlığı, gerekse bu varlığın da kendisine emili olarak bulunduğu doğal gerçeklik çerçevesinde, her şey kendi doğal halinde/akışına bırakılmış olsaydı kendiliğinden ortaya çıkmış/çıkacak olmayan bir şeylere hayat verebildiği takdirde/ölçüde/sürece salt doğal belirlenmişliğinden ibaret bir nesne olmanın ötesine geçmiş, yani özne boyutuna da sahip olacaktır; insanın bunu başarması ise, -kendisinin yoktan varetme ve doğal yasalılıkları kendi istek ve iradesi doğrultusunda değişikliğe uğratma gücü bulunmadığına göre-ancakbelirli bir çaba harcamasıyla mümkün olacaktır ve de bu çaba, sadece basit bir enerji sarfından ibaret değil de, üzerinde işlemde bulunulup doğal akış içinde ortaya çıkacak olandan farklı bir durum ortaya çıkartılacak doğal zeminin insan iradesinden bağımsız olarak verilmiş olan düzenliliği dikkate alınarak düzenlenip harcanan, yani etkili olması ancak ve ancak aklî olması ölçüsünde mümkün olan bir çabadır ki, bunun adı emek, emek harcamak suretiyle gerçekleştirilenin adı da ‘iş’tir. Kısacası,insan ‘iş’le özneleşir ve beşerî/toplumsal gerçeklik, insanın özne/öznenin insan olduğu varlık alanı olduğuna göre de, beşerî#gerçeklik tümüyle ‘iş’lerden oluşur.

İnsan için her ‘iş’ ancak belirli bir çaba harcamak suretiyle gerçekleştirilebilir olduğunu dikkate alırsak, beşerî gerçekliğin (tabiî, bu arada insanın kendi beşerî boyutunun) evrensel temeli de emektir. İşte tam bu noktada açıklık kazanan,dolayısıyla altını çizmeden geçmememiz gereken bir husus vardır ki, o da, toplumsal gerçeklik çerçevesinde, ana ve en yüce değer olarak emek’i gören ve emek’in beşerî/toplumsal gerçekliğin bütün an ve noktaları itibariyle geçerli yegane/evrensel ölçüt kılınmasını öngören bir ideoloji olarak sosyalizmin, beşerî varoluşlarının bütün an ve vecheleri itibariyle insanların tümüne eşit uzaklıktaki bir değeri temel alıyor olması açısından, insanların tümünü kapsama/kucaklama yeteneğine sahip, bu sayede de şunlardan ya da bunlardan yana olmasına ne gerek, ne de -aslında-olanak bulunan, ontolojik düzeydeki bu yansızlığı doğrultusunda da, metodolojisi açısından bölücü/parçalayıcı olmayacağı gibi epistemolojik açıdan da tarafgirane bir çarpıtıcılık/yanıltıcılık katsayısı taşımaya mahkûm olmayıp bilimle kendisi arasında hiçbir yapısal aykırılık/karşıtlık/düşmanlık bulunmayan yegane ideoloji olmasına rağmen, sadece ‘işçi sınıfının ideolojisi’ymiş gibi görülüp gösterilmesi ve kurulmaya çalışılmasının teorik açıdan ne denli yanlış, pratik açıdan da ne denli köstekleyici/kavruklaştırıcı olacağıdır; tabiî bu arada ortaya çıkan bir şey daha vardır ki, oda, ideoloji kavramını tikeli tümel, yereli/kısmîyi evrensel, tarihseli ezelî ve/veya ebedî, özneli nesnel, tarafgiri tarafsızmış gibi gösterirken ister istemez bilime de karşıtlık taşıyıp düşmanlık eden tasavvur, bilgi ve öneriler manzumesiolarak tanımlamanın, kavramı kendi iç yapısı temelinde ele almayıp, görgül/tarihsel tespitler düzeyinde arızîye takılıp kalındığının kanıtı olmanın ötesinde hiçbir değer taşımadığıdır.

”...beşerî gerçeklik tümüyle ‘iş’lerden oluşur” dedik; ancak bu, demek değildir ki, beşerî varoluşumuzun her bir anını biz de bir iş süreci olarak algılarız, deneyimleriz, yaşarız ya da kendimizi ve diğer insanları hep bir iş yapar ve/veya bir işinürünü olarak görürüz, duyumlarız. Ama, zaten bilim de, ~her şey apaşikâr olmadığı için~, yani gerçeklik bizim tarafımızdan duyumlandığı ve deneyimlendiği kadar/gibi -cereyan ediyor-olmadığı için vardır (mealen K. Marx); dolayısıyla da ancak gizlinin, üstü örtülü olanın bilimi yapılır (G. Bachelard) ve de bilim, görgül verilerden kalkılıp yine onlarla yetinilerek değil, duyumlarımız tarafından üstü örtülüp bizden gizleniyor olanınüstünü, kavramsal araçlar vasıtasıyla zihin düzeyinde açmak suretiyle yapılır (mealen, T. Tuğcu): yaptığımız/yapılan/yapılmış’iş’ler, sadece bizim ‘iş’ olarak duyumlayıp deneyimlediklerimizden ibaret değildir. Sosyalizmi, sadece ya da esas olarak ‘iş’çi sınıfının ideolojisiymiş gibi görüp tanımlama hatasının temelinde yatan da, ‘iş’in, gerek ‘iş’i yapan, gerekse gözlemleyen tarafından o an itibariyle ‘iş’ olarak algılanıp yaşanandan ibaretmiş gibi ele alınmasıdır. Örneğin, yüzmeyi öğrenmiş biri, kendisini suya bıraktığında dibe batmaz ve bu -o an itibariyle- kendiliğinden olur; yani kişi, dibe batmamak için herhangi bir çaba harcamaz; kısacası duyumlanılırlık/deneyimlenirlik/yaşanılırlık düzeyi itibariyle burada herhangi bir ‘iş’in yapılması, dolayısıyla herhangi birşeyin/durumun bilinçli çaba, yani emek harcanmak suretiyle varkılınması/üretilmesi söz konusu değildir ama, varlık o anda vücut bulmuş, her şey o anda başlamış ve biçimlenmiş olmadığı gibi,bunun aslında hiç de böyle olmadığını anlamak için, yüzmeyi kimden, nerede, nasıl ve kimden ve de gerek öğreten, gerekse kendi açımızdan ne çabalarla öğrendiğimizi şimdi hatırlamıyor olsak bile, henüz yüzemeyen birisine yüzme öğretmeye kalkmamız yada diyelim kızına yüzme öğretmeye çalışan birini bir süre izlememiz kafidir. Şöyle de diyebiliriz: her şey en baştan itibaren kendi doğal halinde/akışına bırakılmış olsaydı kendiliğinden ortaya çıkacak/gerçekleşecek olmayan her şey, o an için bir ‘iş’ olarak algılanıp yaşanmıyor olsa da, mutlaka ve mutlaka bir ‘iş’in ürünü ve o ‘iş’ için harcanmış emeği mündemiçtir. Tabiî, bu arada ve hemen/mutlaka şu kısa notu da düşmek gerekir ki, doğaya ve doğal düzenliliğe atıfta bulunmak bütün fen bilimleri için ne denli ‘olmazsa olmaz’ bir koşulsa, beşerî bilimler için de tarihe başvurmak o denli ‘olmazsa olmaz’dır. Ancak daha da önemlisi, kendilerini doğrudan ‘iş’ olarak algılayıp yaşamadığımız ‘iş’ler, sadece kendi ürünü içine gizlenmiş/üstü ürünü tarafından örtülmüş ‘iş’lerden ibaret değillerdir: öksürürken tükrüğümüz sıçramasın/öksürüğümüzün sesi etrafımızdakileri rahatsız etmesin, orada uyuyan birilerini uyandırmasın diye elimizle ağzımızın önünü kapatmamız, her ne kadar bir ‘iş’ olarak algılayıp yaşıyor olmasak da, tükrüğümüz sıçramasın/öksürüğümüzün sesi bebeği uyandırmasın diye elimizle ağzımızı değil de, diyelim kulağımızı, ensemizi, gözümüzü veya göbeğimizi kapatmamızın, karşımızdakinin bize -arkadaş, bu yaptığın iş, değil; öksürürken, sesin/tükürüğün çıktığı yer olarak ağızın önü kapatılır- demesini meşrû kılması ölçüsünde, düpedüz ve de en âlâsından bir ‘iş’tir. Şöyle de söyleyebiliriz: boğazına gıcık gelip de öksürmek zorunda kalan insan, her şeyi doğal akışına bıraksaydı ortaya çıkacak olan, diyelim yüz desibellik öksürük gürültüsünü, kendi bilinçli müdahalesiyle, yani elini ağzının önüne tutarak, seksen desibellik bir gürültü haline getirdiğinde, doğaldan farklı bir gerçekliğe, yani beşerî gerçekliğe hayat vermiş olur ki, -insan, yoktan var edemediğigibi, var olanı/varlığın bir bölümünü yok da edemediğinden- bu hayat verme işini ~ey gürültü yok ol, en azından biraz azal~ demekle değil, belirli bir çaba harcayarak gerçekleştirebildiğine göre, burada kullanmak zorunda olduğumuz kavram ‘üretmek’tir: beşerî gerçeklik üretilen/üretilirse, üretilmek suretiyle varlık kazanan bir gerçekliktir ve de, doğal belirleyicilikler doğrultusunda ortaya çıkacak olan sonuçtan, yani yüz desibellik gürültüden farklı bir sonuç (seksen desibellik bir gürültü) çıkması yönünde etkili olamayan çabaların her türlüsü, yani eliyle ağzını kapatmanın dışındaki her türlü çaba (elini ensesine, kulağına veya göbeğine götürmek vs) ~bu yaptığın iş değil~ lafını hakediyor olduğuna göre de, şunu bir kez daha tekrar edebiliriz ki, beşerî gerçeklik ‘iş’lerden oluşur/beşerî gerçekliğin molekülü ‘iş’tir; ve de beşerî gerçeklik, insanın doğal belirlenmişliğini geriletmek suretiyle mutlak bir nesne olmaktan şu ya da bu ölçüde uzaklaşıp aynı ölçüde özne niteliğide kazanıyor olmasına tekabül ettiğine göre de, insanın, kendi dıştan belirlenmişliğini geriletip özneleşmesi de ancak ve ancak #’iş’le mümkündür.

İnsanın özneleşmesi ‘iş’le mümkündür ve de yukarıdaki örneğimiz temelinde, eliyle ağzını kapatıp öksürüğünün doğal durumda çıkartacak olduğu yüz desibellik gürültüyü seksen desibele indirmesi durumunda nesne’liğini de %100’den, %80’e indirip %20’lik bir özne’lik payına da sahip olacaktır ama, elinin arkadan kelepçelenmiş veya birilerince tutulmakta olduğu durumda bu ‘iş’i gerçekleştirememiş, dolayısıyla da özneleşememiş olacaktır, veya elini ağzına götürüp öksürüğünün sesini azaltma ’iş’ini başkasının emriyle ya da zoruyla gerçekleştiriyorsa, bir ‘iş’ görmüş, ancak bu ‘iş’in öznesi/’iş’le özneleşen kendisi olamamıştır. Daha da önemlisi, burada bir iş yapılmış, dolayısıyla bu işe tekabül eden özneleşme, insanın toplam özneleşmesine ilave olunmuş, ama işi yapan, sadece özneleşememekle, yani özneliğin sıfır noktasının ilerisine geçememekle kalmamış, bu işi yapabilmek için ağzının önüne götürdüğü eli üzerinde söz hakkına/belirleme gücüne kim sahipse, ayrıca onun kölesi durumuna da düşmüştür; ‘iş’siz, sadece doğal belirleyiciliklere tâbi iken, şimdi artık, kula kulluk eder olmuştur. Başka şekilde söylersek, insan, ‘iş’siz, sıfır öznelik düzeyinde iken, ‘iş’i yapıyor ama sözünü ettiğimiz koşullarda yapıyor olduğunda sıfır özneliğin de, yani salt bir canlı nesne olmanın, kısacası hayvanın da gerisinde bir noktaya indirilmiş demektir: insan, özneleşmesinin engellenmesi ölçüsünde, nesne konumuna hapsedilmenin ötesinde, köleleştirilmiş de olur.

Eli, vücudu, bedeni başka birinin/birilerinin tasarrufu altında bulunan kişi, ‘iş’i yapsa da ‘iş’in öznesi/’iş’leözneleşmiş olmayacaktır ve de insan hakları arasında en temeli olmanın da ötesinde, kendisinin haklarından söz edilebilecek bir varlığın mevcudiyetinin teminatı, dolayısıyla insan haklarının önkoşulu durumundaki kişi dokunulmazlığı (habeas corpus) ilkesini, insanın özneleşmesine ket vuran, onu engelleyen, imkânsız kılan/kılmaya matuf tasallutlara karşı bir koruma düzeneği çerçevesine ve bu düzeneğin ilk halkası olarak yerleştirme ve tanımlama olanağına da, tam tamına burada ulaşmış oluruz. Şöyleki, kişi dokunulmazlığı, esas olarak kişinin kendi fiziksel varlığının, kendi dışından müdahale edilip üzerinde egemenlik kurulamaz ve de değişikliğe uğratılamaz bir bütünlük olarak tanınıp doğrudan doğruya ve mutlak bir biçimde yine kendisinin tasarruf tekeline verilmesi demektir ama, bunun, insan bedeninin herhangi başka bir canlı türünün bedeninden farklı özellikler taşıyor olması, diyelim maymununkinden daha az kıllı ya da ayınınkinden biraz daha zarif veya iki ayağı üzerinde duruyor olması temelinde olmadığı açıktır. Aksi halde, insan zoolojik varlığı itibariyle kutsanmış, ama kendisi de bütünüyle bu boyutuna indirgenmiş olurdu ki, tabiî bu arada bütün ahlakî ve manevî boyutu da yine zoolojik varlığının fonksiyonunda açıklanır hale gelirken, diyelim insan bağırsağı eşek bağırsağından daha erdemlidir; insan kılı atın kılından daha şereflidir; insan burnu ayı burnundan daha kahramandır demek de artık hiç mi hiç saçma olmazdı. Söz konusu dokunulmazlıkta somutlaşan temel insan hakkının, insan karşısında aşkınlığa sahip üstün biriradenin/gücün tercihiyle temellendirilmesi ise, en başta kişinin yaşama hakkı olmak üzere her türlü hakkın söz konusu üstün merci adına her istendiği anda askıya alınabilirliğinin de peşinen meşrûlaştırılması olacaktır ki, böyle bir çerçevede hakkından bahsedilenin insan olmayacağı açıktır. Öyleyse, en başta kişi dokunulmazlığı olmak üzere, bütün insan haklarının, ne beşer-altı (doğal, zoolojik), ne de beşer-üstü (ilahî veya leviathanesk) bir düzeyde/temelde değil, tam tamına beşerî gerçeklik düzeyinde, yani insanla başlayıp yine insanla sınırlı olan bir çerçeve içinde temellendirilmesi gerekir; daha doğrusu, ancak böyle bir çerçevede temellendirilebilecek, yani temellendirilmesi ancak böyle bir çerçeve içinde mümkün olan haklardan insan hakkı diye bahsetme hakkımız vardır: habeas corpus ilkesi çerçevesinde insanın bedensel varlığı dokunulmaz kılınıyorsa, bu, ne bu bedenin kuyruksuz, ne de eşref-i mahlukat’a mensup birine ait olmasıyla, fakat insanın kendisini özneleştirecek olan ‘iş’i gerçekleştirip beşerî gerçeklik üretirken kullanmak zorunda olduğu üretim aracından başka bir şey olmamasındandır.

İnsan, eliyle ağzını kapatıp, çıkacak öksürük sesini azaltarak beşerî gerçeklik üretirken, başta eli olmak üzere, bedeni/vücudu, bu işi gerçekleştirebilmek üzere kullandığı üretim aracıdır ve de eğer bu üretim aracı üzerinde tasarruf hakkından yoksun kılınmışsa, sadece özneleşememekle kalmayacak, üstüne üstlük köleleştirilmiş de olacaktır ki, bu da insana yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Burada artık açıklık kazanmıştır ki, habeas corpus, insanın özneleşmesini engellemeye, dolayısıyla aynı zamanda onu köleleştirmeye de yönelik tasallutlara karşı bir kalkan oluşturma yolundaki bir/ilk moment olarak, mümkün öznenin gerçeğe dönüşmesini sağlamak üzere, kişinin ‘iş’i gerçekleştirirken kullanacağı üretim aracı üzerindeki tasarruf hakkının güvence altına alınmasından başka bir şey değildir ve de burada, insan hakları açısından çok kritik bir noktaya da gelmiş oluruz: beşerî gerçekliğin molekülü, hem de insanın özneleşmesinin zorunlu koşulu durumundaki ‘iş’lerin tümü, yukarıdaki örneğimizdeki (eliyle ağzını kapatmak) gibi, tek bir insan bireyi tarafından yerine getirilebilecek tek işlevli işlerden ibaret olmadığına ve insanın özneleşmesi, tek başlarına iş teşkil etmeyen işlevler değil de, -tek veya birçok işlevin yerine getirilmesiyle gerçekleşebilen- ‘iş’ temelinde gerçekleşebileceğine göre, tek bir kişi tarafından gerçekleştirilemiyecek derecede ağır/zor bir işlevden oluşan ya da çok sayıda işlevi içeren herhangi bir ‘iş’i birlikte gerçekleştiren insanların bu süreç çerçevesinde kullandıkları üretim araçları üzerinde tasarruf hakkına sahip olmalarının her ne surette, her ne gerekçeyle ve hatta hangi hak adına olursa olsun kısıtlanması veya tümüyle yok sayılması/edilmesi de, insanın özneleşmesinin karşısına çıkarılmış, dolayısıyla onları köle konumuna da sokan bir engel olarak, doğrudan doğruya bir insan hakkı ihlâlidir. İnsanın, birey olarak ‘vatandaş’ statüsü çerçevesinde formüle edilmiş olan özneleşme hakkının, yani bireyin kendisini kendi doğal belirlenmişliği karşısında özne yapacak ‘iş’lerin gerektirdiği üretim aracı olarak kendi bedeni/organlarının yegane karar vericisi olma statüsünün, insanın kollektif olarak özneleşme sürecini de kapsar hale gelmesini de hedeflemeyen bir insan hakkı anlayışının, ancak ve ancak bugünün egemenlik ilişkilerini meşrulaştırıp, beşerî anlamda insan olmanın sadece bireysel bedenlerle sınırlı olduğu bir dünyayı yegane mümkün dünyaymış gibi göstermek suretiyle, insanları, birey olarak özneleşmelerinin kollektif olarak köleleşmeleri şartına bağlandığı bir paradigmaya hapsetmekten başka hiçbir işlevi olmayacağı açıktır.# Yazımızın bu noktasında, altını mümkün olan en kalın biçimde çizerek şunu da belirtelim ki, insanın kollektif olarak özneleşme hakkı, kesinlikle kollektif hak özneleri ihdas edilmesi demek değildir. Böyle bir şey tam tersine ‘insan hakkı’nın varlıksal temeli durumundaki ‘insan’ kavramının yoksayılması, parçalanıp yok edilmesi anlamına gelecektir; zira, kollektif olarak özneleşme, mutlaka ve mutlaka bir ‘iş’ çerçevesinde gerçekleşeceğine ve de beşerî bir varlık olarak insan sadece ’iş’le, ‘iş’ de sadece insanla mümkün olduğuna göre, insanlığın yegane evrensel ve zorunlu ortak paydasını işlemsel, yani fiilen kıymet-i harbiye sahibi kılar. Buna karşılık, her bir kollektif hak öznesi, ister istemez bir mensubiyet/aidiyet, yani insanın olduğu ‘şey’ temelinde tanımlanmış/oluşturulmuş bir kategoriye tekabül eder. Bu ise, her şeyden önce, insanın hak sahipliği, kendisinin nesne yanına bağlanıyor demektir: insan, kollektif hak öznesi çerçevesinde olduğu ‘şey’ temelinde yer alacak, kendisini ’şey’liğine indirgediği ölçüde hak/söz sahibi olacaktır. Ancak daha da önemlisi, kollektif hak öznesi çerçevesinde insan kendi kendisini azınlık/astlık statüsüne oturtmuş olacaktır ki, bu, aynı zamanda, esas hak/söz sahipliğinin başka birilerine devredilmesinden başka bir şey değildir. Burada hatırlanmasında yarar olan bir husus vardır ki, dilimizde ‘azınlık’ kelimesiyle karşıladığımız ‘minorité’nin kökündeki ‘minor/mineur’, nicel/sayısal azlıktan çok, nitel anlamda eksiklik’e, astlık’a işaret eder ve bağımsız bir kelime olarak da ‘reşit olmayan’, yani ‘kendi kendisi hakkında, kendisine ilişkin konuların tümü üzerinde tam ve nihaî kararı verme olgunluk, yetenek ve hakkına sahip olmayan’ anlamına gelir.

Kollektif hak öznesi çerçevesinde insan, gerçekten de ve de kelimenin en geniş anlamıyla azınlık konumundadır: birincisi, ne, insan, insan için olunabilecek her ‘şey’i (hem kadın, hem erkek; hem Eskimo, hem Kürt; hem Müslüman, hem Musevî; hem Fenerbahçeli, hem Galatasaraylı vb...) olabilir; dolayısıyla, bütünün değil, bir azınlığın üyesidir; ne de, insan için olunabilecek ‘şey’ tektir; yani, olunan/olunabilecek ‘şey’lerdenhiçbiri insan için zorunlu değil, sadece arızîdir ki, kendisini arızîye hapsetmiş/indirgemiş insan, ister istemez artık ‘esasolan’ın, ‘aslî olan’ın dışındadır. Oysa, aslında hiçbir insan azınlık mensubu değildir; hem de iki sebepten: birincisi, hiçbirinsan olduğu ‘şey’den veya ‘şey’lerden ibaret değildir; ikincisi, olunan/olunabilecek ‘şey’lerin hepsi, insanın nesne yanına tekabül ettiklerine göre, eşit derecede değersiz, dolayısıyla değersizlik temelinde kendi aralarında eşdeğerlidirler. Ayrıca şunu da, tekraren belirtelim ki, azınlık, isterse sayısal açıdan çoğunluğu, hatta insanların tümünü oluştursun, nitel olarak insanı temsil edecek tamlığa ulaşmamış olan ve sonuna kadar da hep bu durumda kalacak olan demektir: diyelim solaklar veya Fenerbahçeliler, isterse kendilerine en üstün ayrıcalıklar tanınsın ve de hatta güçleri yeterse, solak veya Fenerbahçeli olmayan bütün diğer insanları ortadan kaldırıp dünya nüfusunun tümünü kendilerinden oluşur hale getirsinler, solaklık veya Fenerbahçelilik insanın olabileceği ‘şey’lerden herhangi biri, ama insan olmak için hiç de zorunlu olmayan bir özellik olduğuna göre, burada hak hâlâ insan dışından kaynaklandırılıyor, dolayısıyla da insan hakkı değil demektir. Ancak daha da önemlisi, insan hakkı derken hakkından bahsedilen insan, özne olarak insandır ve de insan yaptığıyla/yaparken öznedir ya da öznelik, olunan/hazır olarak bulunan ve/veya dışarıdan edinilen bir özellik değildir ki, insanları oldukları herhangi bir ‘şey’ esasında hak öznesi kılmak, insanın özneleşmesinin önünü tıkayan engellerin ortadan kaldırılması çerçevesinde ele alınabilsin.