Tapınak Şövalyeleri ve Cadılar: Bazı Masum Sorular

Bu yazının amacı bir kısım medyanın üstünü örtmesine rağmen gündemimize bomba gibi düşen Andıç Olayı ve aynı günlerde sürdürülen Bankalar Operasyonu ile kafalarda oluşan sorulara cevap keşfetmek değil, bilakis Türkiye’deki siyaset matrisine değinerek masumane yeni sorular bulmaktır. En önemli soru ise gündeme taşınmayan ve gündemi adeta boğan bu iki hadisenin arkasında gizlenen nedir? Bu sorunun cevabını yakın bir gelecekte bulacağımızı ümit etmekteyim, çünkü bu hadiseler her ne kadar gürültü koparsa da fırtına öncesi sessizliğe benzemektedir.

21 Ekim’de Yeni Şafak’taki “Çevik Bir’in Eylem Planı” adlı haber Nazlı Ilıcak’ın köşesinde de “Çevik Bir’in Güçlü Eylem Planı” şeklinde işlendi. Bunlara göre Orgeneral Çevik Bir’in olurunu taşıyan Nisan 1998 tarihli bir Eylem Planına göre, PKK’lı Şemdin Sakık’ın itiraflarına ilaveler yapmak suretiyle çeşitli siyasî parti (FP, HADEP), dernek (İHD), siyasetçi (Selim Ensarioğlu (Diyarbakır-DYP), Fethullah Erbaş (Van-FP), Segbetullah Seydaoğlu (Diyarbakır-ANAP), Muhittin Mutlu (Bitlis), Abdülmelik Fırat (Erzurum-DYP), Leyla Zana (Diyarbakır-DEP), vd.), işadamı (Cantürk ailesi, vd.) ve gazetecilerin (M. Ali Birand, Cengiz Çandar, Yalçın Küçük, Yaşar Parlak, Mahir Kaynak, Mahir Sayın, Yavuz Gökmen, Ahmet Altan, Mehmet Altan gibi) PKK ile ilişkileri anlatılarak psikolojik savaş çervesinde yıpratılmaları hedefleniyordu. Ilıcak haberi özellikle yargı bağımsızlığı çerçevesinde sorguluyordu. Ona göre andıç uygulamaya konmuştu ve delil olarak 24-25 Nisan 1998’de Mehmet Ali Birand’ın, Cengiz Çandar’ın, Akın Birdal’ın gazete manşetlerinden teşhir edilmesini, akabinde her iki gazetecinin gazetedeki köşelerinden olmasını ve Akın Birdal’a yapılan suikasti örnek gösteriyor ve andıçta da icra günü olarak 24 Nisan 1998 tarihinin tayin edildiğini dile getiriyordu. Ayrıca Şemdin Sakık’ın mahkemede böyle bir ifade vermediğini açıklamasıyla iddialar çökmüş oluyordu. Ilıcak’ın diğer bir referans noktası ise Sabah gazetesi köşe yazarı ve bir dönem yayın koordinatörü Can Ataklı’nın Öküz dergisine verdiği röportajda, 28 Şubat sürecinde Sabah’ın ve diğer büyük gazetelerin verdiği haberlerin, Şemdin Sakık’la ilgili itiraflar gibi, “%90’ının yalan” olmasını dile getirmeseydi. Ataklı’ya göre “Dönemin çok güçlü bir generali, bu haberlerin konulmaması durumunda gazeteyi batırma tehdidinde bulunmuştu.” Ataklı 22 Aralık 1999 tarihinde Zaman gazetesinde kendisi ile yapılan söyleşide de benzer şeyler söylemişti.

21 Ekimde Ilıcak Milletvekili sıfatıyla Milli Savunma Bakanı Sebahattin Çakmakoğlu’na konuya dair bir soru önergesi verdi ,fakat cevap alamadı. Aradan geçen zaman içinde herhangi bir tekzip almayan haber ve yazıyı 1 Kasımda Ilıcak bir basın toplantısı düzenleyerek TBMM’ye taşıdı ve belgenin varlığı hakkında Başbakan Ecevit’e soru önergesi verdi. Cevap ise akşam saatlerinde Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan açıklama ile geldi. Açıklamaya göre andıçın karargah içi çalışmalarda kullanılan, bir emir ve uygulama dokümanından ziyade, karargah içi ve dışı bilgilendirme faaliyetini öngören bir format olduğu belirtiliyor, belgenin varlığı kabul edilmekle beraber uygulanmaya konmadığı ileri sürülüyordu. Ayrıca belgenin bir milletvekili tarafından illegal yollarla temin edildiğinin altı çizilerek şu ifadeye yer veriliyordu:

‘‘Tüm gayretlerini, meş’um emellerini gerçekleştirmelerinde en büyük engel olarak gördükleri TSK’yı yıpratmak yönünde yoğunlaştıran bazı karanlık düşünce sahibi kişi ve kurumların beyhude çabaları, dün olduğu gibi bugün, bugün olduğu gibi yarınlarda da sonuçsuz kalacaktır.’’

Bu arada Cengiz Çandar belgede adının geçmesi üzerine yazdığı 4 Kasım tarihli yazısı Genelkurmay Başkanlığı’na hakaret içeren ifadeler taşıdığı gerekçesiyle Sabah gazetesince sansürleniyor ve Çandar’ın kendisine uygulanan sansürü anlattığı ikinci yazı da aynı akibete marûz kalıyordu.

8 Kasımda Ilıcak TBMM’de düzenlediği basın toplantısında siyasî partilerin Anayasa değişikliği önerilerine ilişkin tutumlarına dair olan iki yeni andıç belgesini daha açıkladı. Ilıcak, basın toplantısında “yeni bir andıç” diye nitelendirdiği bir belge ile Genelkurmay Başkanlığı’nın, MGK Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir başka belgeyi de gazetecilere dağıttı. “1982 Anayasası Değişiklik Teklifleri” başlıklı ve “Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı” tarafından “komuta katına” hazırlandığı ibareleri bulunan birinci belge, FP’nin Anayasa değişikliği teklifleri ile diğer partilerin tavrı ve TÜSİAD ile Yargıtay’ın Anayasa değişikliği önerilerinin değerlendirilmesinden oluşuyordu. Genelkurmay’dan MGK Genel Sekreterliği’ne gönderildiği bildirilen ikinci belgede ise CHP ile HADEP arasındaki işbirliği irdeleniyor. “Konu: Fikri Sağlar” ibaresi bulunan Haziran 2000 tarihli belgede, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki CHP teşkilatlarında Deniz Baykal’ın etkinliğinin kırılması için bazı kişilerin HADEP yönetimi ile temasa geçtiği, CHP’den bazı kimselerin Avrupa’daki PKK terör örgütü mensupları ile görüştüğü öne sürülüyordu.

Ilıcak bunların üzerine, Genelkurmay Başkanlığı’nın birinci andıç belgesi üzerine 2 Kasımda yaptığı basın açıklamasında kişilik haklarına hakaret edildiği gerekçesiyle Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu hakkında 1 milyon liralık manevi tazminat davası açtı. Genelkurmay’ın, kendisi hakkında “karanlık düşünce ve kötü emelli” dediğini anımsatan Ilıcak, kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu ve kamuoyu önünde küçük düşürülmek istendiğini iddia etti. Ilıcak, “andıç” başlıklı belgede imzaları bulunduğunu belirttiği emekli Orgeneral Çevik Bir, dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Fevzi Türkeri ve İç İstihbarat Şube Müdürü Bülent Dağsalı hakkında da suç duyurusunda bulunarak, haklarında kamu davası açılmasını talep etti.

Yukarıda tarihçesini verdiğimiz olaylar serisi yaşanırken aynı tarihli gazete sayfalarına şunlar da taşınmaktaydı: 21 Ekim tarihinde gazetelerde Dinç Bilgin’in sahibi olduğu Sabah gazetesinin yüzde 19.9’luk hissesini işadamı Turgay Ciner’in satın aldığı bildiriliyordu. 28 Ekim’de Bankacılık Üst Kurulu’nun malî bünyelerinin taahütleri karşılamayacak şekilde zaafa uğratıldığı gerekçesiyle, Sabah Grubuna ait Etibank’a ve Ceylan Grubuna ait Bank Kapital’e el koyduğu haberini okuyorduk. 31 Ekim tarihinde İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, yolsuzlukla mücadelenin Türkiye’nin öncelikleri arasında birinci sırada yer alması gerektiğini belirterek, “Toplumu ve anayasal rejimi tehdit eden yolsuzluk ekonomisi, Türkiye için birinci tehlike” olduğunu dile getiriyor ve yolsuzlukla mücadelede tüm kesimleri işbirliğine davet ediyordu. Tantan’ı gündeme taşıyan,

“Kirli siyasetin ve bürokrasinin koruması altında yolsuzluk ekonomisinden hayat bulanlar, toplum içerisinde kabul görmelerini sağlamak amacıyla değişik sivil toplum örgütleri ve Tapınak Şövalyeleri içerisinde de yapılanmaya gittiler ve giderek bu örgütlerin yönetiminde söz sahibi oldular”

şeklinde bir açıklamada bulunuyordu.

2 Kasımda Egebank soruşturması kapsamında Cen Ajans Grey’in sahibi Nail Keçili’nin Marmaris’te gözaltına alındığını ve Ankara’ya getirildiğinden haberdar oluyorduk. 3 Kasım 2000 tarihinde ise Nuri Ergin’in Uşak Cezaevinde isyan çıkararak beş kişiyi öldürttüğünü, Sümerbank Soruşturması kapsamında, Hayyam Garipoğlu ve bankanın yönetim kurulu üyesi yedi kişinın gözaltına alındığını öğreniyor ve Susurluk hadisesinin beşinci yaşına bastığını hatırlıyorduk. 4 Kasımda ise Nuri Ergin’in şartlarını kabul ettirerek Bilecik’e gönderildiğini ve yolda jandarmaya kapıyı açtırıp gülerek “En büyük devlet, en büyük asker” diye slogan attığını hafızamıza kazıyorduk. 8 Kasım tarihinde Murat Demirel’in mahkemeye getirilişi gündemimizi işgâl ediyor ve Hayyam Garipoğlu ile aşağı yukarı aynı ifadeleri kullanarak her şeyi açıklayacağını dile getiriyordu.

Herhangi bir komplo teorisine kapılmadan Sabah gazetesinin bir bölümünün satışı ile ilk andıç’ın gündeme gelmesi aynı tarihlere yansıdığı dikkate alınırsa http://www.imedya.com/ep/ep_liste.asp?tablo=2 adresindeki iddia olayı daha da ilginç hale getiriyordu. İddiada şöyle denilmekteydi:

“Bankalar Operasyonu ile aynı günlere denk gelen ilk gündem saptırma çabası, FP milletvekili-Yeni Şafak Yazarı Nazlı Ilıcak’ın ortaya çıkardığı ‘Andıç Belgesi’. İddiaya göre, bankalar operasyonundan rahatsız olan çevrelerle içli dışlı olan Ilıcak’a belge bizzat sızdırıldı. Bankalar Operasyonu’ndan olumsuz etkilenen bu çevrenin Genelkurmay içinde önemli ölçüde destek bulduğu belirtiliyor. Bazı emekli paşaların da işin içinde oldukları gelen haberler arasında yer alıyor. Hem gündem değiştirmek hem de Genelkurmay’ı zor durumda bırakmak isteyen bu çevrelerin bir diğer girişimi de ‘Uşak Cezaevi İsyanı’ oldu…”

TÜRKİYE’DEKİ SİYASET MATRİSİ VE MEDYANIN ROLÜ

Yukarıdaki gazetelerden derlenen haberler ışığında bu kadar yolsuzluk operasyonu ve andıç enflasyonu yaşanan Türkiye’nin siyasî matrisinin incelenmesi bu olayların en azından malumatfuruş şekilde kavranması için gerekli olacaktır. Türkiye, köylünün milletin efendisi ve egemenliğin ise kayıtsız şartsız millete ait olduğu, ama egemenliğin köylü ve millet yerine oligarşik bir iktidar tarafından tasallut edildiği bir ülke olduğu gözönüne alınırsa sorumsuz bir güce sahip medyamızın da bu oligarşi içindeki konumu daha kolay kavramlaştırılabilir. Bunlardan öte iki yüzyıllık modernleşme tarihinde daha sivil bir anayasa yapmayı başaramamış atanmışlar üzerindeki üstünlüğü kağıt üzerinde kalan bir seçilmişler grubunun varlığı matrisimizin diğer bir bileşenidir. Yapılan anayasalar da çok özel tarihî dönemleri takiben yapı(m)cılarını geçici maddeler ile koruma altına alarak la yusel bir konuma getirdikleri hatırda tutulursa bu coğrafyada siyaset, siyasa (policy) üretmekten çok güce tapan halka korku dolu masallar şeklinde hamaset edebiyatı üzerine kuruludur. Bu halet-i-ruhiye içinde yaşadığımız hergün bitmek bilmeyen bir karabasan şeklinde geçmekte ve Türkiye korkuları ile yaşamaya mahkûm edilmiş ama tedavi edilmemesine özen gösterilen şizofrenik bir vakıaya benzemektedir.

Türkiye’deki hamaset edebiyatı vatan haini ibaresini aforoz etme düzeyinde kurumlaştırarak olası toplumsal muhalefeti de bir daha gezici İstiklal Mahkemelerine muhtaç etmeyecek şekilde psikolojik yıpratma olarak işlemektedir. Bu edebiyatın temel argümanı Türkiye’nin coğrafi olarak üç tarafının denizlerle çevrili olmasına rağmen jeo-politik/stratejik/ekonomik konumundan dolayı dört tarafımızı çeviren kadrolu düşmanlarımız ve onların yerli hempalarının bu cennet vatanı bölmek, başka ülkelere peşkeş çekmek, birlik ve beraberliğimizi bozmak ve ülkedeki huzur ve güven ortamını ortadan kaldırmak istemeleridir. Bu kadrolu düşmanlar her zaman sınır komşularımız Yunanistan, İran ve Suriye gibi tecessüs etmiş olmayıp, çocukları korkutmada psikolojik olarak kullanılan öcü şeklinde korkularımız da vardır. Bu görünmez öcü tipi korkulara irtica örnek olarak verilebilir. Öcülerin görünür yansımasına da cadılar karşılık gelmektedir. Örneğin, irticanın cismani cadılarından biri kamusal alana başörtüsü ile çıkmaya çalışan ve böylece dindar/dinî kimliklerinin tanınması talebinde bulunan türbanlı kızlardır. Bu çerçevede öcüler ve cadıların sayısı değişik kimlik talepleri sayısınca artırılabilir. Tapınak Şövalyeleri de vazifeden durum çıkararak, yeldeğirmenlerine saldırmak gibi irrasyonel faaliyetleri Don Kişot’a bırakılmış cadı avına çıkan, ama rakip şövalyelerce de avlanan bir gruptur.

Tapınak Şövalyeleri tanımımın Sadettin Tantan’ın tarihî arkaplanı ile ifade ettiği tanımdan farklı olmasının sebebi aşağıda dile getirdiğim bazı masum sorulardır. Öncelikle Bankalar Operasyonu ile ilgili olarak, siyasete dönmesi beklenilen Süleyman Demirel’in herkese Ekim ayını beklemeleri gerektiğini ifade ederken yeğeni Yahya Murat Demirel’in Ekim ayı içinde tutuklanmasıdır. Adeta Süleyman Demirel’i siyaset sahnesinde görmek istemeyenlerin “5+5” fiyaskosundan sonra kör gözüne parmağım şeklinde yaptıkları başka bir faaliyet olarak yorumlanabilecek bir durumun oluşmasıdır. Dahası Sadettin Tantan’ın kendilerine kamyon kamyon belge geldiğini dile getirmesi ise yapılan yolsuzluk operasyonlarının nasıl yönlendirildiği konusunda yeni soru işaretleri çıkarmaktadır. Bu belgeleri gönderenler operasyonun yönünü çizerek acaba hedef mi belirliyorlar/saptırıyorlar? Daha da trajiği acaba Tantan farkında olmadan Tapınak Şövalyelerinin ekmeğine yağ mı sürmektedir? Tapınak Şövalyeleri kendi içinde homojen midir? Eğer homojen bir grup değilse bir iç temizleme harekâtı mı söz konusudur? Bu konudaki sorular uzatılabilecegi gibi andıç konusunda da şu sorular kafamızın içinde gezinmektedir: Ilıcak’ın gündeme getirdiği üç andıçtan başka andıç var mıdır? Varsa kaç tanedir? Bu ilk andıç uygulanmaya konmadığı ifade edildiğine göre uygulamaya konan andıç var mıdır? Varsa kaç tanedir? Uygulamaya konan andıçlar arasında türbanlı kızların başlarını örtmek için nerelerden, ne kadar para aldıklarına dair haberler ve başlarını açmaya razı olan kızları kezzap atma tehdidi ile caydıranlar hakkındaki haberler var mıdır? İrticanın bölücü terörden daha önemli bir hale gelerek birinci tehdit haline gelmesi de bir andıç sonucu mudur?

Bütün bu soruları sormamıza sebep olan ana nokta ise gerek Susurluk olayından gerekse de 17 Ağustos depreminden sonra “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganının ağızlara pelesenk olup Temiz Türkiye özleminin defalarca her kesim tarafından dile getirilmesine rağmen hiçbir şeyin olumlu yönde değişmemesi hattâ olumsuzlukların çoğalmasıdır. Özellikle 28 Şubat’la başlayan süreç* cadı avınının Tapınak Şövalyelerinin artışıyla el ele gitmesidir. Sanki reytingi düştükçe içine skandal pompalanan pembe diziler gibi yolsuzlukla mücadele operasyonlarının hergün yeni bir tanesine şahit olurken bir yandan da şu ana kadar yakalanamayan cadıların KHK ile değil de yasa ile yakalanacağının haberlerini alıyoruz. Temcit pilavı gibi önümüze gelen bu haberlerin kabak tadı verdiğini keşfetmek için gurme olmaya da gerek yok. Amcanızın olması gibi bir ayrıcalığınızın olması size öğretmenden, kuaförden, sair meslek erbabından ve amcanızın memurundan, emeklisinden, dul ve yetiminden toplanılan ikiyüz elli dolarları ve daha fazlasını önce hüpledip sonra da gümletme imkânının olduğu ve/ya sahip olunan bankanın mevduatının grup şirketlerine kredi dağıtmak şeklinde peşkeş çekilmesinin devleti yönetenlerce istihdam sebebiyle koruma altına alındığı bir ülkenin hukuk devleti olması ancak saflık derecesi yüksek bir iyi niyet ifadesi olmaktadır.

İçinde kayınvalidenin korunduğu bankalar operasyonu, uygulanmaya konmayan ama varlığı kabul edilen andıç, bitiminde devletin takdis edildiği cezaevi isyanları büyük bir yapbozun ufak parçaları gibi önümüzde duruyor. Daha da vahimi, yapbozda parçaları birleştirirken elinizdeki parçalar gibi sabit örnek, bir ana resim olmasına rağmen, bu yapbozda elimizdeki parçalar kadar ana resim de durmadan değişmektedir hattâ birileri bizi bu yapbozla oyalarken daha entegre örgütlenmelerle daha rafine yolsuzluklar yapmakta ve rakiplerini temiz toplum adına olası şekilde kamyon kamyon belge ile ihbar etmektedirler.

Tarihin yeniden yazılabilmesi için üç maymunu oynamayı bırakıp ve/ya kafamızı kumdan çıkarmamız gerekmektedir. O zaman aslında hiçbir zaman çuvala girmeyen mızrağın farkına varabiliriz ve isim bulma sıkıntısı çekilen yolsuzluk operasyonlarının bataklığı kurutmak yerine sapanla sivrisinek avlamak olduğunu fark edebiliriz. Böylece AB’yi de Kopenhag Kriterleriyle yüzümüze vurduğu korkularımız için suçlama psikozundan kurtulabilir demokrasinin de kendisine balans ayarı yapılan bir mekanizma olmadığını kavrayabiliriz.

(*) Yazar, süreci 9 Ocak 1997 Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliğinin Resmi Gazete’de yayımlanarak yürülüğe girmesi ile başlatma eğilimindedir.