Afrika'daki Savaşlara Karşılaştırmalı Bir Bakış

Benedict Anderson yüzyılın en önemli çalışmalarından biri sayılan Hayali Cemaatler adlı kitabında homojen büyük toplumların nasıl eşzamanlı gazete okuma deneyimi ya da popüler roman kahramanlarının hayatlarına öykünme sonucu kurulduğunu yazar. Anderson’a göre endüstriyel medeniyetle birlikte ortaya çıkan standart ve homojen politika bugün “dünya” dediğimiz o “bütünlüğü” ortaya çıkarabilmek için kozmosu yerinden oynatır. Partha Chatterjee, Anderson’un politikayı kavramsallaştırma biçimine karşı çıkarak, Anderson’da gördüğümüz tarzda bir politika anlayışının dünyanın homojen bir bütün olarak anlaşılması gerektirdiğini söyler. Bu anlamda politika modernliğin boş homojen zamanını işgâl eder. Bu boş homojen zaman içersinde farklı olan geçmiş de bırakılmış olması gerekene, ama bir biçimde bırakılamamış olana işaret eder. Modernliği zamanın kendisi olarak gören bu bakış açısı kendisine karşı olan direnişi arkaik ya da geri olarak nitelendirerek sermaye ve modernliğin tartışmasız zaferini ilân eder. Chatterjee’ye göre insanlar kendilerini yalnızca boş homojen zamanda hayal edebilirler, ama gerçekte onun içinde yaşamazlar. “Modern dönemin gerçek mekânı heterotopyadır” der Chatterjee.[1]

Bağımsızlık sonrası Afrika, 20. yüzyılın en büyük iç savaşlarına tanıklık etti. 1946’dan bu yana neredeyse yarısı henüz sonuçlanmamış ya da kısa aralar verip sonra yeniden başlayan toplam 33 tane iç savaş oldu Afrika’da. Afrika kıtasının çoğu zaman akıl almaz boyutlara da varan bu “vahşetini” Batı dünyasının anlama biçimini ise tam da Chatarjee’nin itiraz ettiği bakış açısı karakterize etti. Bir diğer deyişle, savaşı ekonominin ya da kimliklerin geri kalmışlığına bağlamak, Afrika’yı modern dünyanın dışında arkaik bir zamanı işgâl ediyor olarak görmek. Bu bakış açısı daha ilk adımda birilerinin refahının (Batı’yı kast ediyorum) başka bir yerde (Afrika’yı kast ediyorum) yarattığı eş zamanlı şiddeti sorgulamamıza engel olduğu ölçüde emperyal mantığın ve şiddetin ayrılmaz bir parçasını oluşturdu. Tam bu noktada Afrika bağlamında politikanın “heterotopik” dinamiklerini anlamanın en önemli ayaklarından birini “medenileşmiş” ezberimizin tersine savaşın herkes için istenmeyen bir şey olmadığını anlamamız oluşturuyor.[2] Bir diğer nokta ise dünyanın bir coğrafyasında yaşanan huzurla diğer coğrafyalarında yaşanan vahşetin ilişkisini ve eşzamanlılığını hiç unutmamak.

Zaten savaş ve barış arasındaki ayrımın “geleneksel olarak” hiç de o kadar net olmadığı Afrika’da, bağımsızlık sonrası dönemi karakterize eden temel faktör, kolonyalizm, modern savaş teknikleri ve de yerel çatışmaların uluslararasılaşmasıyla dokuları değişmiş toplumlardaki iktidar çatışmaları. Bir diğer deyişle Afrika devletlerinin bugünü, geçmişi veya geleceği sadece Afrika toplumlarının kendine has özellikleri ile ilgili değil, tersine tam da o özelliklerin uluslararası sisteme nasıl dahil olduğu (ya da edildiği) ve bu dahil olma biçimlerine denk düşen yerel üretim ve denetim mekanizmalarıyla ilgili.

AFRİKA BAĞLAMINDA İÇ SAVAŞIN NEDENLERİNE BAKMAK

Afrika kıtasındaki onlarca ülkede yıllardır süregiden birbirinden farklı yüzlerce çatışmanın nedenlerini bir yazının sınırları içerisinde birkaç başlık altına sığdırmak oldukça zor. Her şeyden önce farklı dönemlere ve farklı coğrafyalara ait savaşların farklı dinamiklerine dikkat çekmek gerekiyor.[3] Çatışma durumunda ortaya çıkan “gerçeklik” ise sosyal bilimin ya da politik analizlerin en iyi modellerini ve öngörülerini bile komik duruma düşürecek nitelikte. Üstelik herhangi bir savaşta hedeflerin, aktörlerin ya da mekanizmaların savaş boyunca sabit kaldığını iddia etmek pek mümkün değil. Dolayısıyla bir savaşı ortaya çıkaran neden ile zaman içerisinde savaşın devam etmesini sağlayan nedenler arasında bir bağlantı olamayabileceği gibi, savaşın tarafı gibi görünen aktörler arasında bir hedef ya da strateji birlikteliği olmayabiliyor. Aktörlerin sürekli değişiyor olması, hedeflerin ve ittifakların kayganlığını anlamayı oldukça zorlaştıran faktörler.

Bir diğer önemli unsur ise çatışmaların toplumun çeşitli düzeylerinde farklı biçimlerde cereyan ediyor olması ve dolayısıyla farklı biçimde anlaşılması. Üst düzey liderler ile kabile liderlerinin hedefleri ya da bırakın onu neden savaştıklarına dair açıklamaları bile birbirinden apayrı olabiliyor.[4] Buna ek olarak savaş bir talep etrafında başlamış olsa bile savaş sürecinde bu talebin ya da hedefin giderek öznelleşmesine tanık oluyoruz. Uzun yıllar süren çatışmalar sonrasında iç savaşlar bütün topluma yayılıyor, çünkü savaşan taraflar birbirinin varlığını savaşın nedeni olarak anlamaya başlıyorlar.

Bütün bu karmaşıklık ve iç içe geçmişlik aslında yalnızca Afrika’ya özgü değil elbette, kendi coğrafyamızda yaşanan savaşa baktığımızda da benzer türde süreçleri bulmak mümkün. Afrika’nın belki de en kendine has sorusu neden bu kıtada bu kadar kısa zamanda bu kadar çok savaş yaşandığı. Bu kıtaya özgü olan ne vardı ki, burayı 20. yüzyılın en kanlı iç savaşlarının vuku bulduğu bir yer haline getirdi? Bu sorulara cevap vermek için dönüp bir kez daha sömürgeciliğin yarattığı tahribata bakmak, oradan başlamak gerekiyor. Üstelik apaçık görünen bu önemli faktörün günümüz Afrika’sını anlamaya çalışan literatürde o kadar az sözü geçiyor ki, çok değil daha elli yıl önce elmas ticaretini yöneten sömürgeciler resimden kaybolmuş yerini yolsuzluk yapan Afrikalı yöneticilerin para hırsı almış durumda.

SÖMÜRGECİLER DIŞARI! PEKİ YA SONRA?

Kolonyalizm en temelde kolonilerdeki işgücü ve değerli madenleri sömürme hedefine sahip bir ekonomik proje olarak görülse de, en az onun kadar önemli olan, ekonomik projeye eşzamanlı olarak ortaya çıkan sömürgeciliğe özgü baskı ve denetim mekanizmalarının kurumsallaşması . Üstelik bu yeni denetim mekanizmaları sadece sömürülen ülkelerle sınırlı kalmayıp, modern dünyanın iktidar etme biçimlerinin merkezine oturdu. Bugünkü Afrika’nın yaşadığı sorunların temelinde en az kolonyal dönemdeki ekonomik sömürü kadar -belki de ondan daha fazla- bu politik altyapının izlerini görmek mümkün. Bu politik altyapının en hassas noktasını ise kolonyalizmin vatandaşlık ve devlet dolayımıyla etnik kimlikle kurduğu ilişki oluşturuyor. Bu bağlamda Mahmood Mamdani’nin -kolonyal güçlerin dolaylı yönetim adını da verdikleri- merkezsizleştirilmiş despotizm olarak adlandırdığı sistemi anlamak önemli. Merkezsizleştirilmiş despotizm ikibaşlılık esasına dayanır. Bir tarafta kolonyalistlerin yaşam alanı olan medeni hukuk ile yönetilen merkezî devlet, diğer tarafta sömürgeleştirilenlerin alanı olan ve geleneksel hukuk ile yönetilen yerel devlet ve yerli otoriteler. Bunlardan ilki vatandaşlıkla ilişkilendirilen hak ve ayrıcalıkların alanıyken, ikincisi ise gelenek ve göreneğin alanıdır. Yerel devletin yetkilisi şeftir ve şef, hukuk anlamına gelir. Bir diğer deyişle, medeni hukuk ırkçıyken, yerel hukuk etnik bir yapıya sahiptir.[5]

Şunu hemen eklemekte fayda var. Kolonyalizmin üzerine yaslandığı etnik kimlikler aslında kolonyalizm tarafından yeniden icat edilmiş ve değiştirilmiş kimliklerdi. Kolonyal dönemde örneğin şeflerin kontrol ve yetki alanı yetkilerinin doğası bir önceki döneme göre radikal bir biçimde değişti . Sömürgeci güçler daha kolay yönetebilmek için etnik kimlikleri teşvik ettiler ve çoğu zaman birbirinden farklı kabilesel toplulukları sonradan inşâ edilen etnik kimliklerin şemsiyesi altında biraraya getirdiler. Örneğin Ruanda’da bulunan ve aslında aynı dil grubuna, aynı yaşam tarzına ve aynı sosyal formasyona sahip üç temel etnik grup -Hutular, Tutsiler ve Twalar- binlerce yıl birbirleriyle barış içinde yaşamışlardı. Kolonyalizm Ruanda toplumunun sosyal dokusunu ve kimlik oluşumunu radikal bir biçimde değiştirirken, kolonyal tarihçiler ve antropologlar bu tarihsel yeniden kurgulamanın baş aktörleri oldular. Farklı fiziksel görünümleri temel alarak, Ruanda’daki grupların farklı tarihsel köklere sahip olduklarını ve daha açık derili olan Tutsilerin ise bu üç farklı etnik grup arasında en ayrıcalıklı grup olduğunu iddia ettiler.[6] Derilerinin rengi yüzünden Tutsiler kolonyal yönetime dahil olabilme hakkı kazandılar ve kısmi de olsa sivil hukukun ayrıcalıklarından yararlandılar. Tutsi kimliği diğer sosyal kimliklerin kendilerini ölçtükleri mihenk noktası haline gelirken, sembolleri, işaretleri de toplumun kültürel temelini oluşturdu. Bunun yanısıra Tutsi olmak refah, daha iyi eğitim ve iktidar demekti. Böylelikle kolonyal devlet esnek sosyal kategorileri katı etnik kimlikler haline dönüştürdü. Bu devlet biçiminde görünürde bir adem-i merkeziyetçilik olsa da aslında bu durum yüksek merkezî otoriteye -yani sömürgeci güce- hizmet etmekteydi.[7]

20. yüzyılın ikinci yarısında güçlenen milliyetçi hareketler, temelinde ırkçılığın yattığı sömürgeci devlete karşı mücadele ederken aslında yine sömürgeciliğin pekiştirip başka bir forma soktuğu etnik kimlikleri otantik ve yerel olarak kabul ederek onlara karşı mücadele etmediler. Kolonyal dönemde ezildiği düşünülen kimlikler ve geleneksek hukuk, kolonyalizme karşı mücadelenin bayrağı oldu. Sömürgecilik karşıtı hareketlerin temel hedefi ırksal eşitsizliği ortadan kaldırmaktı ve sonuç olarak bağımsızlıkla birlikte demokratikleşme olmadan ırksal eşitlik sağlandı. Diğer bir deyişle kabile kimlikleri etkisizleştirilmeden yalnızca ırk kimlikleri etkisizleştirildi. Ulus devlet bu yerel güç odaklarının üzerine inşâ edilirken, geleneksel hukuk korundu.[8] Beyaz yöneticiler ve kolonyal işbirlikçi olarak görülen etnik gruplar görevden alınıp yerlerine siyah yöneticiler konurken sömürgeciliği ayakta tutan kurumlar ve mekanizmalar ile gerçek bir hesaplaşma olamadı.[9] Kısaca kolonyal dönemden miras kalan devlet geleneği etnik haklar ve yükümlülüklerin kurumsallaşmasına dayandırıldı ve bu gelenek vatandaşlığı bireye değil, gruba verdi. Ulusal kimlik ve etnik kimlik birbirini dışarıda bırakan iki ayrı kimlik olarak inşâ edilerek, devletin vatandaşlık bağı ile kişilere eşit haklar ve ayrıcalıklar sağladığı bir kamusal bağdan ziyade, kolonyal dönemin iki başlı sadakat geleneği korundu.

Benzer bir biçimde doğrudan sömürgecilik deneyimi olmayan Liberya’da dahi bu ikili devlet geleneği politik altyapının temel taşı oldu. Stephen Ellis, tıpkı Mamdani gibi modern etnik kimliklerin modern devletin politikalarından ayrılamayacak yeni icatlar olduğunu iddia eder.[10] Ellis’e göre her zaman devletlerin iradi politikalarının bir sonucu olmasa dahi, modern etnisite politik ve idari gereklilikler ve fırsatlara bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Amerikalı köleler tarafından 1822’de kurulan Liberya, 1846’da bağımsız bir cumhuriyet olduğunda siyasî elitler kolonyalizm ile kendi gelenekleri arasına net sınırlar çizme amacındaydı. ABD’nin korumasıyla da Avrupa’nın sömürgeleştirme çabalarına başarıyla direndiler. Ne var ki, merkezî devlet kendi etkisini çepere doğru genişletirken Avrupa kolonyalizminin pekçok özelliğini taklit etti - sadece dolaylı yönetim ve parçalı idari ağları değil, aynı zamanda yönetilenleri vahşi, kendilerini medeni gören yönetici azınlığın elitizmini. Kabile politikası ve şefin meşrûluğuna dayanan yönetim biçimi idari kontrolün bir parçası haline geldi. Yani tıpkı Ruanda’da olduğu gibi sömürgeleştirilmemiş Liberya’da da etnik kimlikler ve kolonyal denetim mekanizmaları yerel kontrolün bir aracı olarak yaratıldı ve kullanıldı.[11]

Bugün Afrika’da hâlâ devam eden politik ve ekonomik krizin temelinde yatan öncelikle -en azından tarihsel öncelik sıralamasında- sömürgecilikten kalan bu yönet(eme)me geleneği. Bir diğer önemli neden ise kapitalizmin yeni, ama daha esaslı bir dolaylı yönetim deneyimine girişmesi. Kabilelerle yereli yönetme deneyiminin, yerel devletleri uluslararası finansal örgütler aracılığıyla yönetmeye dönüşmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik krizler ve krizlere eşlik eden politik aşınma. Meşrûluk temelini kendi ait oldukları gruba kaynak sağlamaktan alan yöneticiler için ekonomik krizlerin atlanılması hayli zor eşikler sunduğu öyle tahmin edilmesi zor bir durum değil. Bu açıdan bakıldığında yeni sömürgeciliğin müdahaleleri ile hızlı bir biçimde krize iteklenip sonra da bir köşede kaderine terk edilen Afrika politikasının suç ve şiddet merkezli yapısı elitlerin daha fazla yat, kat ve tabiî banka hesabı istemelerinin bir sonucu olarak değil, meşrûiyetlerinin müşterilerine kaynak sağlamaktan geçmesiyle açıklanabilir. Sömürgecileri kovduktan sonra 1950 ve 1960’lı yıllarda görece bir ekonomik kalkınma ve refah sağlayan Afrika ülkelerinin 1970’ler geldiğinde içine düştüğü borç ve yoksulluk batağı aslında hepimizin hikâyesi!

YAPISAL UYUM POLİTİKALARI VE DEREGÜLASYON

1970’lerin küresel kriz ortamında, Afrika devletleri ve onların Batılı danışmanları Batı’ya ihraç edilen ürünlerin çeşitlendirilmesinin -tıpkı pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde olduğu gibi- ekonomik tıkanıklığın tek çözümü olduğuna karar verdiler.[12] İronik bir biçimde tam da bu dönem Batı ekonomisinin giderek kendini Afrika kıtasından soyutlamaya ve ekonomik bağlarını Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Doğu Asya ile güçlendirmeye başladığı yıllardı. Büyük finansal kuruluşların kredilerine bağımlı olan Afrika devletleri verilen emir niteliğindeki tavsiye gereği ihracatlarını çeşitlendirmeye girişti ve bunun gerektirdiği endüstrileşmeyi dış borçlanma ile finanse etti.[13] Yatırım yapılan endüstrilerin yöneldiği piyasalarla ilişkinin sarsılmasıyla birlikte bu politika ekonomide uzun dönemde ağırlığı ciddi bir biçimde hissedilecek felaketlere yol açtı. Ve daha da önemlisi yeterli altyapı olmadan girişilen üretim artışı çevresel felaketlere, kaynakların yerine konulamayacak bir biçimde sömürülüp, tüketilmesiyle sonuçlandı.

Örneğin Sudan gibi piyasa ekonomisi uygulayan ülkelerinde bu politikaların sonucu hemen hemen her boş alana ticarileşmiş tarımın girmesi oldu. Etiyopya gibi planlı ülke ekonomilerinde üretim artışı hedefi inanılmaz boyutlarda bir nüfus hareketliliği yaratarak, nüfusun yarıdan fazlasının yer değiştirmesine neden oldu. Angola gibi ülkelerde büyük ölçekli ticari çiftliklerin gereksinimleri -gerek politik gerekse ekonomik- toprağa bağımlı çoğunluğun ihtiyaçlarına rağmen karşılandı. Bu programlar kırsal yoksulların kaynaklarını kuruttu, kentleşme oranını yeterli altyapı olmadığı halde arttırdı ve kalan kaynaklar üzerindeki bölüşüm kavgasını hızlandırdı.[14] Yapısal uyum politikaları ile gelen dönüşüm yalnızca tarımla da sınırlı kalmadı elbet. Kırsal üretimin sorunlarının farkında olan hükümetler 1980’lerin ikinci yarısında tarımsal bölüşümdeki eşitsizliği azaltmak ve tarıma gelir kaydırmak amacıyla tüketici fiyatlarını ve küçük tüccarların vergi yükünü arttırdılar. Kendilerine yeni gelir kaynakları bulma amacındaki bu gruplar giderek artan oranlarda kayıtdışı ekonomiye yöneldiler. Bu piyasalar Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte devletin kendi meşrûiyet alanını yarattığı ana eksen olacaktı.

Afrika’nın ekonomisindeki dönüşümlerin sosyal ilişkiler üzerinde de derin etkileri oldu. Haneler ve toplulukların bu düşmanca ortamda ayakta kalma stratejileri ekonomik, çevresel ve sosyal çözülmeyi daha da arttırdı. Örneğin iş gücü göçündeki artış yaşlıların toplumsal önemini azaltarak, geleneksel toplumsal denetim mekanizmalarından birinin etkisiz hale gelmesine yol açtı.[15] Kıt kaynakların paylaşımına dair mücadele etnik kimlikleri güçlendirdi. Birçok yerde şiddet, yoksulluk ve açlığa karşı bir savunma mekanizması olarak ortaya çıktı.

Özetlersek, Afrika ülkelerinde yapısal uyum politikaları ve deregülasyonun şiddet politikalarını iki düzeyde etkilediği söylenebilir: 1) Yapısal uyum politikaları işgücü piyasalarını yeniden biçimlendirerek, kırdan kentte göçü hızlandırdı. Bu süreç kent ve kır arasındaki bölüşüm ilişkilerini kentin lehine yeniden düzenlerken, kırsal toplulukların giderek daha çok yoksullaşmasına ve kaynaklardan daha az faydalanmasına yol açtı. Aynı zamanda hızlı göç, kentlerdeki eşitsizliği de arttırdı. Yoksulluk, sosyal parçalanma, geleneksel denetim ve ahlâk mekanizmalarının kırılması örgütlere savaşmak için gereken insan malzemesini sağladı. 2) Bu ekonomik ve politik yeniden yapılanma süreci var olan elitlerin meşrûiyet zeminini ve finansman kaynaklarını farklılaştırdı. Aynı zamanda yatırımları daha çok kayıtdışı sektörde olan yeni bir ekonomik elit de yarattı. Bu yeni elitler var olan politik yapının kendi çıkarlarını yeterince temsil etmediğini düşündükleri oranda var olan rejimle çatışmaya girdiler.

Daha Soğuk Savaş bitmeden önce ortaya çıkmakta olan bu yeni ekonomik ve politik süreçler ve onların yarattığı çatışmalar, Soğuk Savaşın bitişiyle birlikte başka bir boyut kazandı. Afrika’nın Soğuk Savaş öncesi ve sonrasında uluslararası ekonomik ve politik düzene hangi biçimlerde entegre olduğunu ve bu entegrasyonun yerel iktidar mekanizmalarına olan izdüşümü -ya da bu mekanizmalarla arasındaki belirleme ilişkisi- Afrika’nın Soğuk Savaşla birlikte girdiği şiddet ve savaş ortamınının anlaşılmasındaki bir diğer önemli ayak.

SOĞUK SAVAŞ VE KUZEY-GÜNEY ENTEGRASYONUNUN YENİ BİÇİMLERİ

ABD ve Sovyetler Birliği mücadelesinin etkisi bütün dünyada olduğu gibi Afrika’da da Soğuk Savaş boyunca kendisini hissettirdi. Sovyetler Birliği ve ABD’nin politik ve ekonomik müdahaleleri bir dizi Afrika ülkesinde zaman zaman sıcak savaşa da dönüştü. Soğuk Savaşın sona ermesinin iç savaşa iki etkisinin olduğu iddia edilebilir. 1) Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı tampon olduğu düşünülen bölgelere yapılan uluslararası yardım durdu. Devlet gelirlerinin ana kalemini teşkil eden yardımın durmasıyla hükümetler farklı grupları ekonomik olarak sisteme dahil edebilme zorluğu çekmeye başladılar. 2) İki kutuplu sistem bölgesel aktörlerin çatışmalarda daha etkili olabilmesine yol açtı. Bunun sonucunda herhangi bir ülkede başlayan bir çatışmanın komşu ülkelere çeşitli biçimlerde sıçrama olasılığı artarken, bölgesel güçler çıkarlarına uygun düştüğü noktada çatışmaları ateşlemekten kaçınmamaya başladılar. Örneğin Kongo’da Amerika 32 yıllık diktatörlüğün arkasındaki desteğini çekince Kongo’nun oldukça zengin kaynaklarından faydalanmak isteyen ve farklı bölgesel güçlerin askerî yardımıyla ayakta duran 30 kadar farklı gerilla grubu hükümet güçleriyle çatışmaya başladı.

Diğer yandan hemen şunu da eklemekte fayda var ki, Soğuk Savaşın sona ermesi sadece bölgesel savaşların artmasına yol açmadı, aynı zamanda Soğuk Savaş boyunca devam eden kimi savaşlar da Soğuk Savaşın bitmesiyle sona erdi. İki süper güçten birinin desteği ve ekonomik yardımıyla ayakta duran gerilla hareketleri ya da resmi hükümetler savaşı sürdürebilmek için gereken kaynak kesildiğinde çareyi barış antlaşmaları yapmakta buldular. Tablo 1’e bakıldığında sömürgecilik sonrası başlayan Soğuk Savaşın kendine has mekanizmaları üzerinden yürüyen bir dizi çatışmanın bu iki süper güç arasındaki güç dengesinin bozulmasıyla sona erdiği görülebilir. Angola, Etiyopya, Somali ve Mozambik bu eski savaşların en önemli örnekleri. Tablo 2’de ise Soğuk Savaşın bitişinin beraberinde getirdiği “yeni” tür çatışmalar var.

Soğuk Savaşın bitiminin yeni çatışmalar üzerindeki etkisini anlayabilmek için Afrika devletlerinin iktidarlarını nasıl meşrûlaştırdığını anlamak son derece önemli. Bu devletlerin yöneticileri, devlet harcamalarını finanse eden kaynakların niteliği ve ulaşılabilirliği gibi faktörlerle önemli ölçüde kısıtlanmış durumda. En önemlisi uluslararası yardım olan bu finansal kaynaklardan yararlanma oranı ve bu kaynakların bölüşümü devletlerin toplumsal meşrûiyetinin en önemli unsurlarından birisi olageldi Soğuk Savaş yılları boyunca. David Laitin, sömürgecilik sonrası Afrika devletlerini finansal piyasalarla kurdukları bu ilişkinin niteliğine de dayanarak “topal Levaithan” olarak tanımlar.[16] Topal Levaithan kendi iç düşmanlarını ortadan kaldırma, kendi nüfusunu değil ama uluslararası kuruluşları bölünme tehdidiyle vergilendirme, ve iç istikrarı dış kaynaklı polis denetimi sayesinde sürdürme kapasitesine sahiptir. Aynı zamanda topal Levithan’ın kendi tabanını -ki bu sömürgecilikle ilgili bölümde bahsi geçtiği üzere genellikle etnik tabandır- iş gücüne dahil etme kapasitesi de vardır. Dar bir vergi tabanı ama geniş bir ödül sistemi bu devletleri ayakta tutar. Bu rejimlerin yaşama süresi kısadır ve liderlerin uzun dönemli politik ve ekonomik projelere genellikle ne hevesi ne de kaynağı vardır.[17]

Yöneticilerin en önemli gelir kaynağı eski kolonyal devletler ve iki büyük süper güç olduğu 1965’ten 1990’a kadar olan hemen hemen bütün darbelerde liderlerler ulusal kimlikleri ön planda -ve etnik anlamda nötr- milliyetçiler olma iddiasındaydılar. Bir kez yönetimi ele geçirdikten sonra, bu liderler ya Sovyetler Birliği ya da ABD ile ittifak kurarak toplumdaki herhangi bir başka grubun sağlayabileceğinden daha yüksek oranda silâh gücü ve denetim teknolojileriyle donatılıyorlardı. İki büyük gücün bakış açısından en önemli hesap, diktatöre iç istikrarı sağlayacak kadar çok, ama aynı zamanda bütün diğer yerel güçleri yok edemeyecek kadar da az silâh ve para yardımı sağlamaktı. Eğer dengeli olarak hesaplanırsa diktatör bütün çıkar gruplarına rejime bağlılıklarını sağlayacak kadar “ödül” verebilirdi. Zaman içerisinde bu bölüşümden yeteri kadar pay alamadığını düşünen gruplar diktatörlere meydan okumaya başladılarsa da iki büyük gücün sağladığı polis denetimi iç istikrarın bozulmasına izin vermiyordu. Soğuk Savaşın sona ermesi iki süper gücün Afrika’ya olan ilgilerinin sona ermesine yol açarken, devletin değerinin de azalmasına yol açtı.[18] Diğer bir deyişle artık devlet gücünü ele geçirmek iki süper güçten gelen kaynakların kontrolünü ele geçirmek anlamına gelmiyordu, bu önemli kaynağın kaybıyla birlikte topal Leviathan kötürüm Leviathan haline geldi.

Tabanlarına dağıttıkları ödüller ile meşrûiyetlerini kazandıklarının gayet bilincinde olan ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle en önemli gelir kaynaklarını ve de iç istikrarı sağlama mekanizmalarını yitiren Afrika liderleri yasadışı silâh ve maden ticareti ile rejimlerinin finansal açıklarını kapatmaya giriştiler. Üstelik bunu yapmak Soğuk Savaş döneminde olmadığı kadar mümkün hale gelmişti, nitekim Soğuk Savaşın sona ermesi aynı zamanda küresel kayıtdışı piyasaların hızının arttığı bir dönemdi de.[19] Sınırötesi kayıtdışı ticaretin devletin temel bütçe girdi kalemi haline gelmesi devlet olmayan aktörlerin -mafya, etnik grup liderleri, bölgesel liderler gibi- yönetimdeki etkisinin çoğalmasına yol açtı. Bu yeni ortaya çıkan politik ve sosyal elitlerin çıkarları ise birliğin ve barışın korunmasından geçmiyordu. Kârlılık, toplumsal kontrolün şiddete dayanan biçimlerinin muhafaza edilmesine bağlıydı.

Benzer bir biçimde, William Reno’ya göre de küreselleşme ve neo-liberal ideoloji, bazı devlet yetkililerinin egemenliği politik olarak riskli ve maddi olarak pahalı etkili devlet mekanizmaları ile kurmak yerine piyasa mekanizmaları ile kurmaya çalışmasının önünü açtı.[20] Reno’nun “gölge devletler” dediği bu devletler de meşrûiyetin temelini kayıtdışı ekonomiden elde edilen kârın bölüşümü oluşturuyordu. Bu kârın dağıtımının politik kontrol mekanizması haline gelebilmesinin yolu ise bu piyasalara dahil olabilmenin eşitsiz kriterlere dayanmasıydı. Tam da bu nedenle bu devletlerdeki elitler mantıksal olarak yaşamın daha az güvenli olmasına dair bir projeye sahiptiler. Bu yeni oluşumlar ve yapılar şiddetin özelleşmesinde ve tüm topluma yaygınlaşmasında ayırıcı bir rol oynadı.[21]

PEKİ YA SAVAŞIN MEKANİZMALARI?

Savaş Ekonomileri

Afrika’da hükümetler ve muhalif güçler tarafından sivillere yönelik kullanılan bir dizi askerî strateji kendine has bir savaş ekonomisinin ortaya çıkmasına neden oldu.[22] Hükümetlerin kullandığı en önemli askerî strateji -bizim hiç de yabancısı olmadığımız- insansızlaştırma politikaları. Muhalif hareketlere destek verdiği düşünülen bölgelerde hükümetlerin uyguladığı insansızlaştırma stratejisi doğrudan terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirildiği gibi, bu bölgelere insanî yardımın ulaşmasını engellemek, yatırım yapmamak gibi dolaylı yollardan gerçekleştirilmeye çalışıldı. Neticede yıllar süren savaşlar sonrasında hükümetleri ve gerilla hareketlerini destekleyen bölgelerin eşitsiz gelişmesi geri döndürülemeyecek bir boyut alırken, tam da bu durum savaşı sürdüren mekanizmalardan biri haline geldi.[23]

Muhalif güçler ise kendilerini finanse etmek için kendi kontrolleri altında olan bölgelerde alternatif vergi sistemleri geliştirdiler. Bunun yanısıra bu bölgelerde gerillaların yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için büyük çiftlikler kurdular. Hükümetlerin kontrol ettiği bölgelerde ise sistematik olarak eğitimli orta sınıfı hedef aldılar ve ekonomik altyapıyı yıkmaya çalıştılar. Muhalifler tarafından kullanılan bu taktikler özellikle Mozambik, Angola ve Sudan’da öne çıktı. Paralel ekonomik aktivitelerin kontrolü, alternatif vergilendirme ile ortaya klasik devlet ilişkilerinin dışında işleyen devlet benzeri yapılar çıktı. Bu noktada önemli olan ise bu yeni devlet benzeri, ama devlet olmayan yapılarda devlet olmanın ayırdedici özelliği olan şiddetin meşrûiyetinin -en azından bir nebze de olsa- korunmaya çalışılması durumunun tamamen ortadan kalkmış olmasıydı. Artık halk ile kurdukları karşılıklı sorumluluk ilişkisinden neredeyse tümüyle kopmuş -bir anlamda zincirlerinden boşanmış- ve en fazlasından eşitler arasında birinci olabilen devletler ile bu tarz devletlerle çatışan ve dar hedefli, kendi tabanlarıyla aralarında herhangi bir karşılıklı sorumluluk ilişkisi kurmayan muhalif grupların ayrımsız şiddeti politik iklimi belirler olmuştu.[24]

Uluslararası Yardım ve Müdahale

İlk planda savaşın patlak vermesini sağlayan yakın ya da uzak nedenler ne olursa olsun, zaman içerisinde askerî ve insanî yardım üzerinde kontrol sağlama çabası savaşın içsel mekanizmalarından biri haline geldi. Zaten savaşın yıkıcı etkileriyle iyice kaynaksızlaşan toplumlarda çarpışan iki (ya da daha fazla) gücün çarpışmaya devam edebilmek için yalnız silâha değil aynı zamanda insanî yardıma da gereksinimi vardı. Tam da bu bağlamda uluslararası topluluk tarafından -hangi amaçla olursa olsun- dağıtılan ekmekten sunulan sağlık hizmetlerine kadar her tür kıtlığı çekilen hizmet ve madde üzerinde dolaylı ya da doğrudan kontrol sağlama hedefinin birçok Afrika ülkesinde çatısmanının biçimlerine, hızına ve sürdürülebilirliğine doğrudan etkisini gözden kaçırmamak oldukça önemli. Çatışma koşullarında uluslararası topluluğun çatışmanın taraflarına nötr olarak, ihtiyaca göre sunduğunu iddia ettiği Fransız doktordan ya da Amerikan buğdayından herkesin eşit oranda faydalanabildiğini iddia etmek neredeyse olanaksız. Bunun en önemli nedenlerinden birisi uluslararası kuruluşların yerel topluluklara olan erişiminin ancak yerel güç odaklarıyla kurdukları ilişkiler sayesinde mümkün olabiliyor olmasıydı. Dolayısıyla nötr olma iddiası çoğu zaman alanda yiyecek dağıtan görevli için çok da fazla anlam ifade etmiyor ve alandaki pratik genel ilkelerle değil, kurulan ilişkilerle belirleniyordu. Tam da bu nedenle çatışan taraflar için en az bölgeyi kontrol etmek kadar Fransız doktorun ‘kalbini’ kontrol etmek de önemli. Bu hizmetlerden yeterince pay alamadıklarını düşünenler için ise diğer toplulukların bu hizmetlere ulaşamamasını sağlamak bir savaş stratejisi haline geldi. Bunun yanısıra Afrika’nın pekçok ülkesinde insanî müdahaleler dolaylı olarak da olsa hükümetlerin, örneğin insansızlaştırma gibi, muhalefet karşıtı taktiklerini destekledi. NGO’lar genellikle hükümetlerin ve kimi zaman da muhalif grupların yerinden ettiği topluluklara yiyecek yardımı sağlama görevini üstlenirken, bu yardımlar -kısa dönemde oldukça gerekli olsa da- uzun dönemde yerinden edilen grupların kapalı kamplarda tutulmasını meşrûlaştırdı. Kendisi de bir NGO çalışanı olan Micheal Maren’e göre Somali’deki sığınmacılara yapılan yiyecek yardımının üçte ikisi gerillalar ya da bizzat hükümet güçleri tarafından çalındı ve sonra karaborsada silâh almak için kullanıldı. Üstelik insanî hedeflerle çalışan hükümetler dışı örgütlerin yapılan yardımların yerine ulaşmasını sağlayacak herhangi bir yaptırım ya da güvenlik mekanizmaları olmadığı düşünülürse, yardımlar hedefine ulaşmadığı gibi silâh ticaretine kaynak sağlayarak çatışmayı hızlandırıcı rol oynadı. Dahası yerel çiftçilerden alınmayıp yardım yapan ülkenin kendi çiftçilerinden alınan yiyecek stokları ülkeye parasız ve ucuz yiyecek sokarak ülkelerin zaten harap olmuş tarım ekonomilerinden geride kalan ne varsa onu da tüketti.[25]

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da uluslararası yardım kuruluşlarının zaten giderek aşınmakta olan kamunun meşrûiyetini daha da çok aşındırmada pekiştirici rol oynamaları. Uluslararası örgütler devlete paralel bir kamusal alan yaratarak gelecekteki herhangi bir bütünleştirici projenin altını oydu. Örneğin Somali’de BM’nin kamu kurumları ile çalışmayı reddetmesi zaten güvenilirliği iyice aşınmış olan kamu fikrini iyice aşındırdı.[26] Burada kuşkusuz yapmaya çalıştığım ulusal projelerin biricikliğini savunmak değil ama uluslararası örgütlerin barış sonrası önerdikleri düzenlemelerin hemen tümünün mümkünlüğü ve başarısı verili sınırlar içerisindeki toplulukların kendi öz yönetim kabiliyetlerinin ve deneyimlerinin aşınmamış olmasına bağlıyken, yetkiyi yerelden alıp uluslararası yardım ağına devreden politikaların ister istemez kendi başarısızlıklarına zemin hazırladığının altını çizmek.

Sonuç olarak Afrika toplumlarının kaderleri ve kaynakları ikisi de uluslararası olan iki ağa bırakıldı: bunlardan ilki bir önceki bölümde sözünü ettiğim uluslarararası kayıtdışı ekonominin ağları (ki bunun en büyük alt grubunu uluslararası suç şebekeleri oluşturuyor), diğeri de uluslararası yardım ağları. Sonuç Afrika’da devletin uluslararasılaşması iken hem kendi halkına hem de uluslararası aktörlere karşı sorumlu tutulan yerel ama kötürüm devlet oldu. Üstelik gerçek gücün devletten uluslararası ağlara kaydığı bu durumda devletin de devlet olma özelliğini yitirerek çatışan taraflardan biri haline gelmiş olması ulus-arası ilişkiler ezberine alışmış uluslararası camia tarafından çoğu zaman göz ardı edildi. Devlet mekanizmasının nötr olması gerektiğine dair sahip olunan normatif algı artık başka bir düzlemde cereyan eden siyasî dengelerin analiz edilememesine ve de dolayısıyla sorun çözme çabalarının -onlarca başarısız barış anlaşması, uluslararası arabuluculuk girişiminin çökmesinin bir nedeni de bu diyebiliriz- bırakın sorunu çözmeyi yeni sorunlar yaratmasına yol açtı.

Özellikle 1990’lı yıllarda BM’nin müdahale ettiği vakalar bu açıdan ibret verici. Politik muhatabın bulunamadığı, hükümetlerin de en az muhalif gerilla hareketleri kadar kirlendiği durumlarda ezber çözüm yeni bir hükümet kurulması idi. BM’nin müdahale ettiği onlarca vakada yeni hükümetin meşrû bir zeminde kurulması için seçim çağrısı yapıldı. Devletin değişen niteliğini -ve de toplumun savaşla değişen yapısını- analiz edemeyen BM için uluslararası kamuoyunun gözetiminde yapılacak adil ve de açık seçimler kirlenmiş hükümetlerden kurtularak barışa doğru atılacak adımların en önemlisi olacaktı. Gerekli kamusal mekanizmalar kurulmadan ve savaşın toplumu baştan ayağa kirleten etkileriyle hesaplaşılmadan yapılan seçimler daha beter felaketler anlamına geliyordu oysa ki.[27] Örneğin Angola’da BM, savaşın yarattığı yeni durumu hiç hesaba katmayan bir biçimde demokrasiye duyulan naif bir inançla seçim çağrısı yaptı. Oysa 1992’de yapılan seçimleri kaybeden UNITA, BM’nin beklediği gibi demokratik bir olgunlukla kenara çekilmedi, elinden alınanları geri almak için o güne kadar yaptığı en büyük katliamlardan birine girişti. Aslında pek çok başka vakada da uluslararası müdahale hiç olmasaydı vahşetin yaşanan boyutlara ulaşmayacağını söylemek yanlış olmaz. Bunun başka bir örneği Ruanda. Bruce Jones’a göre BM politikaları 1994 Ruanda soykırımının aslında sadece tetikçisi değil aynı zamanda bilfiil sorumlusu. Jones’a göre buradaki asıl soru nasıl olup da soykırım öncesi uluslararası topluluğun kalkıştığı onlarca sorunu çözme yönündeki girişimin bu kadar az olumlu sonuç doğurabildiği.[28] Cevap açık BM’nin çatışmaya çözüm olarak önerdiği son derece naif demokratikleşme ve seçim taktikleri somut durumdaki güçler dengesinin yanlış bir analizine dayanıyordu.

SONUÇ

Milyonlarca insan açlıktan ölürken onlara yiyecek ve içecek dağıtan NGO’ları ya da soykırımı engellemeye çalışan BM’yi savaşın mekanizması olarak görmek birçok insana tuhaf gözükebilir. Elbette ki, açlık ve ölüm tehditi ile karsı karşıya olan topluluklara karşı uluslararası topluluk etik bir sorumluluk taşıyor. Fakat yardımın çoğu zaman şiddet ve savaş çevrimini desteklediği gerçeğine kulaklarımızı kapatıp, tek önemli olan kısa dönemde bu insanların açlıktan kurtulması ya da soykırımın engellenmesidir diyebilir miyiz? Nitekim burada modern dönemin en önemli etik ikilemlerinden birinin olduğunu söylemek abartma olmaz. Ne yapalım insanlar birbirini öldürürken göz mü yumalım ya da bırakalım açlıktan ölsünler mi soruları meşrû ve cevabı o kadar da kolay olmayan sorular. Benim burada yapmaya calıştığım bu çabayı küçümsemek ya da gereksiz addetmek değil, ama uluslararası yardımın alternatif biçimleri bulunmadığı sürece bu ‘iyi niyetli’ çabaların toplumsal dokuda yarattığı uzun dönemli etkilerine dikkat çekmek. Felaketlerin sorumluluğunun bir bölümünü müdahale edilen ülkenin kaynakları ve bütünlüğü -burada toprak bütünlüğünden bahsetmiyorum- düşünülmeden yapılan sosyal mühendislik girişimlerine atfetmek günümüzün iktidar ve sosyal kontrol biçimlerini anlamanın önemli bir ayağı. Buna alternatif biçimleri düşünmenin önemli bir boyutunu ise yardım edilen topluluğu sadece pasif alıcılar olarak görmemek oluşturuyor. Karşı karşıya olduğumuz bu önemli etik ve politik ikilemde yapılması gereken, çatışmanın nedenlerini ve de uluslararası topluluğun bu çatışmaların sürmesindeki rolünü kolaycılığa kaçmadan değerlendirmek olmalı.

Afrika toplumlarının yaşadığı sorunların çözümü yalnızca uluslararası müdahaleyi ehlileştirmekten geçmiyor elbet. Bugün Afrika’nın başına gelenler sömürgecilikten miras kalan yerel denetim ve kontrol mekanizmalarının uluslararası ekonomiyle kendine has bütünleşmesinin bir sonucu. Dolayısıyla Afrika sorununa uzun dönemli bir çözüm ancak ve ancak küresel ekonominin dönüştürülmesiyle mümkün olabilir. Ticari dengelerin Afrika ve geri kalan dünya arasında giderek kötüleştiği, Afrika’nın küresel sistemin dışına atıldığı ve kendi kendini beslemek için ya uluslararası suç şebekelerine ya da uluslararası yardım ağlarına dahil olmaktan başka bir yolu olmayan birçok Afrika ülkesi için kalıcı bir çözüm ne yazık ki, ufukta gözükmüyor. Afrika modern dünyada ekonomi ve şiddetin iç içeliği, şiddetin aldığı formlar ve de uluslararası toplumun şiddete “iyi niyetli” katkısı hakkında hepimize çok şey öğretiyor.

[1] Chatterjee, Partha (1999) “Anderson’s Utopia”, Diacritics, 29(4):128-134.

[2] Giderek popüler belleklerimiz de belirli coğrafyalar, belirli kavramlarla eşleşiyor sanki. Ortadoğu deyince aklımıza petrol geliyor, Avrupa deyince refah, Amerika deyince işgâl ya da güç, Afrika deyince de savaş. Fakat Afrika bir başka epistemolojik şiddete de marûz kalıyor. Çoğu zaman savaş gündemimizde olduğu için Afrika gündemimize geliyor. Afrika üzerine yazılanların büyük bir çoğunluğunu savaşın nedenlerini anlamak için Afrika’ya bakan yazılar oluşturuyor - Afrika’yı anlamak için bir de savaşa bakan yazılar değil.

[3] Bu yazı farklılıklardan daha çok ortaklıklara dikkat çekmeye çalışan bir yazı olacak. Dolayısıyla hemen her ortaklık arayışının yarattığı sorundan muzdarip, o da farklılıkların kimi zaman gereğinden daha az önemsenmesi ve genelleştirilmesi. Dolayısıyla bu yazı Birikim’in bu sayısındaki ülke analizleri ile birlikte okunduğunda daha bütünlüklü bir resim ortaya çıkacaktır.

[4] Jones,Bruce (2001) Peacemaking in Rwanda: The Dynamics of Failure. Lynne Rienner.

[5] Mamdani, Mahmood (1996) Citizen and Subject: Contemporary Africa and the Legacy of Late Colonialism. Princeton, N.J.:

[6] Bu tartışmaya dair daha ayrıntılı bir analiz için Özlem Altan’ın bu sayıdaki yazısına bakılabilir.

[7] Mamdani, 1996.

[8] A.g.e.

[9] Hutu elitleri Tutsilerin ayrıcalığına dayanan kolonyal miti başaşağı çevirdiler ve eğer Tutsiler beyaz ırkın bir parçası ise beyazlara rağmen kurulan yeni toplumun bir parçası olamayacaklarını iddia ettiler. Bu yeni toplumda ayrıcalıklı etnik grup kolonyalizmin ezdiği Hutulardı. Devlet dışlayıcı grup haklarının ve ayrıcalıklarının uygulayıcısı olmaya devam etti. Uygulamaya konulan kota politikaları ile bütün kamusal malların yüzde sekseninden yararlanma hakkı Hutulara verildi. Adejumobi, Said (2001) “Citizenship, Rights and the Problem of Conflicts and Civil Wars in Africa”, Human Rights Quarterly, 23(1).

[10] Ellis, Stephen (1999) The Mask of Anarchy: The Destruction of Liberia and the Religious Dimension of an African Civil War, New York: New York University Yayınları.

[11] A.g.e., 213.

[12] Son dönemde iç savaşın nedenlerini tespit etmeyi kendine iş edinen Dünya Bankası’nın hayli istatistiki çalışmalarının sonuçlarına göre eğer bir ülkenin toplam ihracatının büyük bir bölümünü tek ve değerli bir maden oluşturuyorsa (örneğin elmas ya da petrol gibi), o ülkede iç savaş olma olasılığı belirgin bir biçimde artıyor. Benzer bir biçimde 1999 yılında Clinton’ın çağrısıyla CIA tarafından kurulan “State Failure Task Force”a göre de iç savaşı öngörmede en önemli değişkenlerden biri tek bir madene olan ihracat bağımlılığı. Hem ABD Hükümeti’nin hem de Dünya Bankası’nın araştırma sonuçlarına dayanarak önerdikleri çözüm Afrika ülkelerinin ihracat kalemlerini çeşitlendirmeleri. Ekonominin tek bir değerli madene bağımlılığı devam ettiği sürece bu madenin kontrolünü ele geçirmek için yapılan savaşlar sona ermeyecek bu iki büyük akıl-önerme-ve-sonra-aman-nerede-yanlış-yaptık örgütüne göre. Burada ilginç olan biraz sonra daha ayrıntılandırılacağım üzere Afrika’nın bugünkü yoksulluğunun temel nedenlerinden birisinin de aslında yine aynı Dünya Bankası’nın 1970’lerde önerdiği ithalatın çeşitlendirilmesi projesi olması. Bu ironik benzerlik tarihten ve gerçek nedenlerden kopuk analizlerin ne kadar kör ve hattâ komik olabileceğini de en iyi şekilde gösteriyor sanırım. İç savaş ve nedenleri konusundaki bahsettiğim türde çalışmalar için bakınız Gurr, Ted Robert ve Harff, Barbara (1996) “Internal Wars and Failures of Governance, 1954-96” http://www.boso.umd.edu/cidcm/stfail/sfcodebk.htm ve Collier,Paul ve Hoeffler, Anke (2003) On the Incidence of Civil War in Africa, Dünya Bankası.

[13] 2003 yılı itibarıyla Afrika’nın 350 milyar dolar dış borcu var, kıtanın her yıl ödediği borç miktarı 15 milyar dolar civarında. Afrika ülkeleri tarafından geri ödenen bu borçların büyük bir kısmı Soğuk Savaş döneminde Afrika ülkelerindeki diktatörlerin hamilerinden aldıkları paralar. Güney Afrika’daki Apartheid rejimi son 15 yılında 18 milyar dolar borç aldı. Fakat şimdi, Apartheid sonrasında, bu rejimin mağdurları kendilerini ezmek için kullanılan bu parayı ödemek zorunda bırakılıyorlar. Dış borçlar fırlayan faiz oranları yüzünden ana paranın çok çok üstüne çıkarak ödenemez boyutlara ulaştı. Örneğin Nijerya’nın borçlu olduğu ana para 5 milyar dolar, bugüne kadar geri ödediği para ise 16 milyar dolar ve hâlâ 32 milyar dolar borcu var. BM’ye göre Afrika’nın toplam kaynaklarının yüzde 40’ı borç ödemelerine gidiyor (http://www.africaaction.org). Uganda’da hükümetin kişi başına yaptığı sağlık ve eğitim harcaması 6 dolarken, kişi başına düşen dış borç ödeme oranı 17 dolar. Zambia’da sağlık ve eğitim için harcanan herbir dolara karşılık dış borç ödemelerine 4 dolar gidiyor (http://www.wedo.org)..

[16] Laitin, David (1999) “Somalia: Civil War and International Intervention”, Barbara Walter ve Jack Snyder içinde Civil War, Insecurity and Intervention Columbia Universitesi Yayınları.

[17] A.g.e.

[18] A.g.e.

[19] Örneğin Angola’nın GSMH’nın sadece %10’unu kayıtiçi ekonomik pratikler oluşturuyor, Somali’de ise herhangi bir resmi ekonomi yok denebilir. Soğuk Savaşın bitimi ve Güney’de uluslararası yeni kayıtdışı ekonomik ağların oluşumu arasındaki ilişkiye dair bakınız Duffield, Mark (2001) Global Governance and the New Wars: The Merging of Development and Security Zed Books.

[20] Reno, William (2000) “Shadow States and the Political Economy of Civil Wars” Mats Berdal ve David Malone içinde Greed and Grievance: Economic Agendas in Civil Wars Boulder: Lynne Rienner.

[21] A.g.e.

[22] Savaş ekonomileriyle ilgili daha kapsamlı bir analiz için OXFAM’ın bu sayıdaki raporuna bakılabilir. Bu raporda benim bu yazıda tartışmadığım savaşın yarattığı şiddet ve adaletsizlik kültürü, yolsuzluk ve rüşvet, AIDS gibi savaşı ve şiddeti besleyen önemli konulara yer veriliyor.

[23] Duffield 2001.

[24] Bu genel tespite dair Soğuk Savaş dönemindeki muhalif hareketlerden iki istisna olarak 1970ler ve 1980lerde Eritre ve Tigray’deki muhalif hareketlerin sahip olduğu demokratik yapı gösterilebilir.

[26] Duffıeld, 2001.

[27] Erken yapılan seçimlerin iç savaşı körükleyici etkilerine dair son derece kapsamlı bir çalışma için bakınız Snyder, Jack (2000) From Voting to Violence. New York, Londra: W.W. Norton.

[28] Jones, 2001.