Postmodern Darbede Yeni Etap

Adana’daki gibi, pek de şiddetli olmayan depremlerin ülkemizde niçin ağır hasara neden olabildiği sorusuna uzmanların verdiği yanıt hayli ilginç ve düşündürücü. Uzmanlar, fay hatları üzerinde yapılaşmaya engel olunmadığını, hattâ depremle yıkılan binaların hemen aynı yerde yeniden yapıldığını, üstelik bilindiği halde depreme dayanıklılığın çoğunlukla gözetilmediğini, bunun da özellikle kamuya ait binalar için söz konusu olduğunu bildiriyorlar.

Eğer deprem yerine darbe veya askerî müdahale, fay hattı yerine asker-sivil gerilimi, yapılaşmalar yerine de “demokratik düzen” ve kurumlarımız ifadelerini koyarsak; şu yukarıdaki sözlerin Türkiye’deki siyasal rejime tıpatıp uyduğunu görmek zor değildir.

Kimileri Türkiye coğrafyasının bir dizi fay hattı içerdiğinden dolayı yerleşimlerimizi fay hatlarının etki alanı dışına kaydırmamızın mümkün olamadığını iddia edebilse dahi, bu “mazeret” depreme dayanıklı binalar yapmayı savsaklamakla gösterdiğimiz “gaflet ve delalet”in ne ölçüde vahim olduğunu kanıtlamış olur sadece.

Benzer biçimde, kimileri de Türkiye’nin siyasal rejiminde ordunun, askerî bakış açısının işgâl ettiği ağırlığı ülkenin jeo-politik konum ve durumunun özelliği gibi “doğal” ve kaçınılamaz sayılan bir faktörle makûl göstermeye çalışabilir ve çalışıyorlar da. Hattâ bunlar, bu duruma rağmen bu ülkede “demokratik bir düzen” inşâ etmenin bir cesaret işi olduğunu ileri sürebilir, ayrıca ordunun da bu girişimi desteklediğinden övgüyle söz edebilir. Nitekim az sonra değineceğimiz Radikal gazetesi köşe yazarı M. Ali Kışlalı’nın yazdıkları mealde.

Ancak bu tezden hareket edenler ordunun siyasal bir ağırlığa sahip olmasının ve sorunlara askerî yaklaşımın demokrasinin doğasıyla da uyuşmazlığını elbette teslim edeceklerdir. Bu uyuşmazlıktan doğan ve yer yer “asker-sivil” geriliminin ortaya çıkmasına yol açan sorun, en oturmuş, gelişkin demokrasilerde bile tamamen giderilmiş değildir. Ama o rejimler demokratik kurum ve kuruluşlarının bu sorunu olabildiğince hissettirmeyecek ve hissedildiğinde o gerilime dayanacak sağlamlıkta inşâsına da özen göstermiş ve bunu büyük ölçüde başarmışlardır da.

Oysa Türkiye’nin “demokratik” kurum ve kuruluşları, oldum olası “asker-sivil gerilimi”ndeki oynamalar karşısında dayanıksız olagelmişlerdir. O gerilimin her zaman yoğun ve aktif odağını oluşturan “asker”, 1950’den beri neredeyse periyodik darbe ve müdahaleleri ile mevcut yapıyı yeniden inşâya mecbur kılacak ölçüde dağıtmış ve ayrıca o yeniden inşânın kurallarını belirlemeyi de ihmal etmemiştir.

28 Şubat postmodern darbesinin RP’nin kapatılması ile sona eren ilk etabından sonra Radikal gazetesinde köşe yazarlığına başlayan ve hemen tüm yazılarında ordunun bakış açısını “yansıtan” ve savunan M. Ali Kışlalı, ilk bakışta Türkiye’deki ordu müdahalelerini meşrûlaştıran bildik söylemi tekrarlıyor görünse de; bir farklılığa da işaret eden unsurlar serpiştiriyor yazılarına. Bu farklılığın ne anlama gelebileceğini az sonra ele almak üzere, onun 15 Temmuz’daki yazısında yaptığı akıl yürütmenin bazı argümanları üzerinde kısaca durmak gerekiyor.

M. Ali Kışlalı özetle, gerçek bir demokrasi, iyi bir yönetim mevcutken ordu müdahale etmez diyor ve zımnen de Türk ordusunun müdahale ve düzenlemeleri ile aslında müdahale nedenlerini ortadan kaldırmaya uğraştığını söylüyor. Bu tezin ve ileriye sürebileceği kanıtların en ciddiye alınabilir olanı darbe ve müdahalelerin, diğer ülkelerdeki gibi on yıllar sürmemesi, görece kısa bir süre sonra “normal rejim”e, dönülmesi “iktidarın sivil yönetime devredilmesi”. Burada kritik nokta o “normal rejim”in ne olduğu kuşkusuz. Ama şimdilik Kışlalı’nın “gerçek bir demokrasi olsa ordu zaten müdahale etmez.” La Palisse hakikatinden hareketle ordunun her müdahalesinde bir daha müdahale zorunda kalmamayı temin edecek düzenlemeler yaptığı anlamına gelen sözlerini irdeleyelim. Bu sözleri, ordu yaptığı düzenlemelerle ülkede “gerçek bir demokrasi”nin yerleşmesine çalışır, böylece de müdahale zorunluluğunu kökten ortadan kaldırmaya uğraşır tarzında anlamamız herhalde mümkün değildir. Çünkü dikkatle incelendiğinde, o en demokratik diye nitelenen 27 Mayıs Anayasası’nın dahi, o demokratik yönlerinin bir “hesap hatası” olduğu, başka niyetlerle rejime dahil edildiği ve nitekim o niyetlere hizmet etmediği fark edildiğinde derhal tırpanlandığı görülecektir. 12 Mart ve 12 Eylül düzenlemelerinin “gerçek demokrasi” ile ilişkisini ise tartışmak bile abestir. Bunlar ordunun ağırlığını ve bakış açısını mevcut rejime daha fazla entegre eden, yasalaştıran düzenlemeler olarak “gerçek demokrasi”nin en önemli özelliklerinden birinin bilinçle güdükleştirilmesi demektir. Ve bir başka ifadeyle bu düzenlemeler, ordunun dönemsel müdahalelerini gündelikleştiren bir rejimin etap etap kurulması olarak da yorumlanabilir. Buna bir de her müdahale ve düzenlemede, yeni alanların müdahale-düzenleme çerçevesine sokulduğu olgusu da eklenirse, gündelikleşmenin yaygınlaşma ile de takviye edildiğini söyleyebiliriz.

O halde Kışlalı’nın bahsettiği darbe ve müdahalenin asla sözkonusu olamayacağı “gerçek demokrasi”den kasdedilen de budur. Ordunun müdahaleyi düşünmeyeceği “normal rejim” de bu olsa gerektir.

Bu “yapı” 28 Şubat’a gelindiğinde zaten “kurulu” idi. 1982 Anayasası ve böylece yeniden düzenlenen rejim, ordunun siyasal ağırlığını her an ve her konuda duyurabileceği bir tarzda işlemekteydi zaten. Gündelikleşme ve yaygınlaşma fiilen mevcuttu; hissedilmekteydi ama öteki, “sivil” siyasal ağırlıklar gibi görünür değildi; görünmek için özel çaba sarfetmiyor, onlar gibi gündelik siyasî faaliyetlerde bulunmuyordu.

28 Şubat’tan sonra ise; ordunun siyasal ağırlığı, siyasal güç olarak varlığı, neredeyse bildik siyasal faaliyet biçimleri içinde “görünür” hale geldi, getirildi. O tarihten beri MGK ve Yüksek Askerî Şura toplantıları, iktidar ve iktidara aday partilerin genel idare kurulu oturumları, genel kongreleri gibi -şüphesiz daha fazla ilgiyle- izlenir oldu. Adeta Silahlı Kuvvetler Partisi Genel Sekreteri gibi bir konum edinmiş görünen Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, sık sık verdiği demeçler ile fiilen başlıca siyasal aktörlerimizden biri oldu. Bir anayasa taslağı hazırlayan TÜSİAD’ın bu -ve herhalde başka konularda da- ilk koşup bilgi verdiği, görüşlerini aldığı kuruluş da Genelkurmay idi. Sendikalar meslek örgütleri de tıpkı siyasal parti merkezlerini ziyaret eder gibi Genelkurmay’ın merdivenlerine tırmanmaktalar. Dışarıdan gelen heyetlerin hükümet ve başlıca partileri kapsayan ziyaret ve görüşme programlarına artık Genelkurmay’ı da dahil etmeleri yadırganmıyor bile. Şimdi biraz durulmuş gözükse de, geçtiğimiz aylarda ordunun vereceği “brifingler”e koşuşturan kesimlerin bu “ilgisi”, siyaset sahnesinde görünmeye karar vermiş yeni bir “aktör”e gösterilen ilgiye de benzemiyor muydu? O brifinglerde anlatılanlar yeni görünür olan bir “parti”nin programını ne kadar da andırıyordu!

Kaldı ki, ordu o ünlü BÇG’si ile her kuruluş ve kesimi de “ziyaret ediyor”, “temaslarda bulunuyor”, o alanlar ve kesimlere ilişkin öneriler, projeler de oluşturuyordu. Bir defaya mahsus temaslar da değildi bunlar.

Bu gidişat içinde, önceleri, eski reflekslerimize uyarak, Genelkurmay Başkanı’nın veya özellikle 2. Başkan’ının sert demeçleri karşısında “aman darbe mi geliyor yoksa” diye telaşlanırken, giderek bunları herhangi bir siyasî parti liderinin polemik girişimi gibi görmeye bile başladık. Artık Orgeneral Çevik Bir’in demeçlerini yadırgamadığımız gibi, o demeçlerle başlayan polemiği de bildik bir siyasal manevra, bir siyasal girişim gibi karşılamaya alıştık. Gerçi şu noktada bu asker siyasetçiler (örneğin Çevik Bir) ile sivil siyasetçiler (Mesut Yılmaz’dan, Çiller ve Kutan’a kadar) arasındaki rekabet ve sürtüşmeler, yatıştırıcı asker ve sivil devlet adamları (bu rolleri de Süleyman Demirel ve İ. H. Karadayı üstlenmiştir) gibi bir “müessese” çerçevesinde yaşanıyor. Ama bakarsınız çok geçmeden bu süreç daha aşağılara da nüfuz eder ve örneğin bir tümen komutanı ile iktidar -veya adayı- partinin il başkanlarının polemiğine de alışırız.

Şaka bir yana, ordunun mevcut siyasal düzenin gündelik işleyişinde çok daha görünür hale geldiği ve böylece “askerî müdahale”nin bir tür “içselleştirme” ile rejime dahil edildiği bir sürece “kendiliğinden” girmişiz gibi bir durum söz konusu. Mevcut yapının bu “içselleştirme” için özel bir düzenlemeye ihtiyaç duymaması ve “Silahlı Kuvvetler Partisi”nin bu gündelikleşen siyasal varlığına alan açması, bunu yadırgamaması da ilginç.

28 Şubat’ın bir “postmodern darbe” olarak bizzat bu durumun yaratılması ve kalıcılaşması olduğunu söylemek veya daha genel bir tarifle Türkiye gibi ülkelerde modern sonrası çağın “darbeleri”nin böyle bir düzeni kurmak ve restore etmek amacıyla sözkonusu olabileceğini öne sürmek erken bir belirleme sayılabilir. Ama şurası kesindir ki; kimi zaman yüz yıl geriden başlatılan bu ülkede demokratik bir düzen kurmanın tarihi, bu süre boyunca demokrasinin öncelikle sivil bir yönetim olduğu ilkesini siyasal kültürümüze egemen hale getirmeyi başaramamıştır. “Sivil bir yönetim” derken, şüphesiz kasdettiğimiz asker olmayanların yönetimi gibi bir şeyden ibaret değildir. Bu, ancak sivil değerler dediğimiz ve hukuk devleti ile cumhuriyet ve demokrasi kavramlarına aslî içeriklerini, “ruhu”nu veren temel özgürlük ve hakları geliştirici kural ve düzenlemeler çerçevesinde yürütülen bir yönetim ve iktidar kullanımı pratiğiyle birlikte savunulabilecek bir ilkedir. Şüphesiz bu ilke, toplum askerlikle doğrudan ilgili olmayan yetenek ve vasıflarını geliştirebildiği, sorunlarını o vasıfları ile çözmeyi başarabildiği ve böylece özgüvenini güçlendirebildiği ölçüde yerleşiklik ve egemenlik kazanacaktır. Bu aynı zamanda toplumun kendini tarifinde sözkonusu sivil vasıflarını öne çıkaran, “askerî”lik çağrıştıran vasıflarını geri planda tutan, mümkün olduğunca bunlara başvurmaktan kaçınan bir kimlik ve davranış üslûbu edinmesi anlamına da gelir.

Demokrasi, ancak bu kimlik ve davranış üslubu üzerinden yerleşik kazanabilir. O bakımdan da bir uygarlık ve olgunluk aşamasına denk düşer.

Türkiye toplumuna her tür eğitimle verilen kimlik tasavvurunda hâlâ “askerî” yön ve yeteneklerimizin ön planda tutulması öteki vasıf ve özelliklerimizin gelişkinliğine fazla inanmıyor ve güvenmiyor oluşumuz siyasal düzenimize de birebir yansımaktadır. Ordumuz zayıf olduğu takdirde milletçe yok olacağımız, ayakta duramayacağımız korkusunun bu denli yaygın oluşu ordunun en güvenilen kuruluş olması ile bu yüzden çakışıktır. Gerçi bu yaklaşım ile -darbe ertesi seçimlerde bile- ordunun desteklediği partilere iktidara gelebilecek oyu vermeme ve orduyla en mesafeli aday partiye destek tutumu arasında bir çelişki var gibiyse de; bu bir çelişki olmaktan ziyade Türkiye toplumunun “olmak istediği şey” ile gerçekte olduğu şey arasındaki açıklığın örtük ifadesi, tezahürüdür.

Türkiye toplumu bu mesafeyi ileriye doğru kapatacak, yani gerçekten sivil ve demokratik bir toplum haline gelmeyi mümkün kılacak enerjiyi şimdiye kadar üretemedi. 1950’lerin DP’sinden günümüze kadar birçok kitlesel siyasal hareket asker-sivil gerginliğini bu enerjiyi yaratabilmek için kullanmaya bir biçimde çalıştıysa da yeterli olamadı ve “statüko” değişmediği gibi, 1980 sonrası koşullarında bir anlamda daha da pekişti.

Anlaşılan, artık bu gerçek ve bu gerçekliğimiz olduğu gibi kabullenilmektedir. Nitekim 28 Şubat sonrasında RP ve DYP’nin hafif sesli dillendirdiği “sivilleşme”, iktidarları esnasında ANAP, DSP ve DTP tarafından da telaffuz edilmekte, bazı küçük sağ partilerce daha doğrudan sloganlarla ifade edilmekte ise de; toplam olarak kâğıt üzerinde % 80’leri aşan bir oy gücünü temsil eden bütün bu partiler sivil yönetim içerikli bir “demokrasi cephesi”ni oluşturamamaktadır. Bunlar “sivil yönetim” unsurları olarak asker yönetimi ile aralarındaki tarihsel gerginliği ortakça ve açıkça gündeme getirmektense; aralarındaki çekişme ve çatışmalara o alttaki sorunun bazı unsurlarını yükleyerek; sivil rakipleri üzerinde dolaylı olarak, askerin ağırlığını eleştirir gibi yapmayı yeğliyorlar. 1960’lardan beri merkez partilerin, özellikle merkez-sağın demokrasi mücadelesi adını taktığı “sivil yönetimin egemenliği mücadelesi” bu kabil “taktik”lerle yürütülegelmiştir ve hâlâ da öyle yürütülmektedir.

Bu mücadelenin siyasal iktidarın kurumsal ve kuralsal yapısından “askerî” yanın gerçekten geriletilmesine matuf olduğu da söylenemez. Sözkonusu merkez ve merkez-sağ partilerin ordu ile bir biçimde yakınlaşma imkânı bulduklarında söylemlerini ve uygulamalarını nasıl daha fazla “askerî”leştirdikleri ve bu konumlarını siyasal rakiplerine karşı bir koz olarak kullanabildiklerini defalarca gördük. En son örnek, şimdi Başbakan Yılmaz’a derhal Çevik Bir’i görevden alması gerektiğini söyleyerek, ANASOL kurulduğundan beri “demokrasi -sivilleşme”- havarisi kesilen Çiller ve partisidir. 1995 seçimlerine “devlet partileriyle” ittifak halinde girmek için sürüyle general ve polis şefini liste başı yapıp, “laiklik” sloganıyla RP’ye savaş açan bu partinin, o sıralarda hiç gocunmadığı, aksine sahiplendiği “asker destekli” olma ithamını şimdi ANAP ve ortaklarına yöneltmeye kalkışması, ancak Türkiye’de olması mümkün bir tuhaflıktır.

Bu ve benzeri tuhaflıklardan olumlu, demokratik bir enerji elbette yaratılamayacaktır. Ama öte yandan bu tuhaflığı “normal” saydıran siyasal kültürümüzün az önce değinilen özellikleri, onun şuur altını dolduran yarım çelişkiler, kırık özlemler ve özgüvensizlikler yumağı da “demokrasi”den, “sivil yönetim”den büsbütün vazgeçilmesini, ortadan kaldırılmasını garip biçimde önlüyor gibi. Ve sonuçta şimdiki duruma varıyoruz. Ne “demokrasi” ve “sivil yönetim” ne darbe, ne “askerî yönetim” sözkonusu. Bunların hiçbiri durumu tarif etmiyor, ama hepsi de durumun birer parçası.

Kaos mu, tıkanma, çürüme durumu mu bu? Böyle mi sürecek; yoksa hepsi de çıkmaza, bu durumun oluşmasına gelip dayanmış geleneksel siyasî girişimlerin ölgünce sürüklendiği bu gidişatı kökten dönüştürecek bir diriliş ve yeniden inşâ enerjisi üretebilecek miyiz?

ÖMER LAÇİNER