Endonezya: Rejimin Sonu (mu?)

Endonezya, kuşkusuz, 1997 yazından itibaren Doğu Asya bölgesini sarsan ekonomik krizin toplumsal ve siyasi sonuçlarının en dramatik biçimde yaşandığı ülke idi. Ekonomik kriz sonrası giderek yoğunlaşan toplumsal huzursuzluk ve hükümet karşıtı protestolar 1998 Mayıs’ında en üst noktasına ulaşarak son 32 yıldır ülkeyi yönetmekte olan Başkan Suharto’nun beklenmedik biçimde istifa etmesine neden oldu.

Görünürde, Endonezya’da yaşanan dramatik siyasî değişim demokratikleşme yanlısı güçlerin 32 yıllık bir otoriter rejimi alaşağı etmesi niteliğini taşıyordu. Bu çerçevede, uluslararası basın, Endonezya’daki öğrenci hareketi ile 1989-90 döneminde Doğu Avrupa’da yaşanan rejim karşıtı demokrasi hareketi arasında paralellik kurarak, Suharto’yu istifaya zorlayan öğrenci protestolarını ülkede siyasî, toplumsal ve ekonomik liberalleşmenin önünü açacak bir başlangıç olarak olumladı. Endonezya’daki öğrenci eylemlerinin karşılaştırıldığı bir diğer örnek, Çin’deki 1989 Tiananmen demokrasi hareketiydi. Uluslararası siyasî gözlemciler, son ana kadar Jakarta’da Meclis bahçesini işgâl eden öğrencilerin tıpkı Tiananmen Meydanı’nda olduğu gibi ordunun müdahalesiyle ve şiddet kullanılarak dağıtılacağı tahmininde bulundular. Bu çerçevede, öğrenci protestolarının 28 Mayıs günü Suharto’nun istifasıyla noktalanması pek çokları için büyük bir sürpriz oldu. Endonezya’da ekonomik kriz sonrası başlayan toplumsal huzursuzluk ve ardından yaşanan dramatik siyasî dönüşüm, yüzeyde demokratikleşme yanlısı hareketin otoriter Yeni Düzen rejimine karşı kazanmış olduğu bir zafer görüntüsü taşısa da, aslında çok daha derin ve karmaşık bir dizi toplumsal dinamik üzerinde duruyordu. 1997 Temmuz’undan itibaren çeşitli düzeylerde açığa çıkan toplumsal huzursuzluk, ülkede uzun süredir var olan etnik ve dinsel gerginliklerin, ekonomik gelir dağılımı eşitsizliklerinin, artık ayyuka çıkmış olan yolsuzlukların yarattığı toplumsal öfkenin bir patlamasıydı. Bu tablo içerisinde, görüntüdeki zıtlık Suharto’nun Yeni Düzen rejimi ile demokrasi yanlısı halk hareketi arasında olsa bile, aslında ne Yeni Düzen rejimi ne de rejim karşıtı halk hareketi kendi içinde homojen birer kutup değildi. Demokrasi yanlısı öğrenci hareketi, düzen karşıtı eğilimlerin yalnızca bir boyutunu temsil ediyordu. Aynı biçimde Suharto ile özdeşleştirilen Yeni Düzen rejimi de aslında ordu, yönetici elit kesim ve sermaye grupları üçgeni üzerine inşâ edilmiş karmaşık bir güçler dengesi üzerinde duruyordu. Bu çerçevede, Suharto’nun istifası sistem içinde önemli bir vitrin değişikliği anlamına gelse de, vitrinin gerisindeki güç dengesini olduğu gibi bıraktı. Bir başka deyişle, yaşanan değişim mevcut iktidar yapısı içinde yeni bir güç bölüşümünden ibaret kaldı.

YENİ DÜZEN REJİMİ

200 milyonluk nüfusuyla dünyanın dördüncü en kalabalık ülkesi olan Endonezya, on üç binden fazla ada ve kara parçasından oluşan ve toplam 5.1 milyon kilometre karelik bir alana yayılan bir adalar topluluğu. Ülke nüfusunun % 60’ı başkent Jakarta’nın da üzerinde bulunduğu Java Adası’nda yaşıyor. Endonezya devletinin ayırdedici özelliklerinden birisi, yüzyılın ortasında büyük bir kültürler, dinler, lisanlar ve etnik kimlikler çeşitliliği üzerine, bu çeşitliliği ulus-devlet çatısı altında birleştirme iddiası ile kurulmuş olması. Ülke nüfusunun % 87’si Müslüman ve 175 milyonluk Müslüman nüfusuyla Endonezya dünyanın en büyük Müslüman ülkesi. Ülkede Müslüman çoğunluk ağırlıklı olarak Java Adası’nda yaşıyor. Nüfusun geri kalan % 15’lik bölümü büyük oranda Hıristiyan ve Budist. Hıristiyan nüfus çoğunlukla ülkenin doğusundaki adalara yayılmış vaziyette. Güney’deki Bali Adası ağırlıklı olarak Hindu ve coğrafi olarak merkezden en uzak bölge olan Irian Jaya adalarında çeşitli dinlere mensup yerli kabileler yaşıyor. Ülke içerisinde yüzlerce farklı lisan konuşuluyor. Şu anda resmî dil olarak kabul edilen Bahasalndonesia ağırlıklı olarak Java Adası’nda konuşulan lisanlardan biri. Böylesine büyük bir kültürel farklılaşma gösteren adalar topluluğunun tek ortak noktası tarihsel olarak aynı sömürgeleştirilme deneyimine sahip olmak. Bugün Endonezya olarak bilinen adalar topluluğunun hem parçaları (Fast Timor dışında) 20. yüzyılın ortasına kadar süren yaklaşık iki yüzyıllık dönem boyunca Hollanda tarafından sömürgeleştirilmiş bölgeye tekabül ediyor. Hollanda sömürgesi olmanın yanısıra, Endonezya adalar topluluğunu birleştiren bir diğer tarihsel deneyim yüzyılın ortasında Hollanda’ya karşı ortak bir bağımsızlık savaşı vermiş olmak. Bu çerçevede, başka pek çok Güneydoğu Asya ülkesi gibi, Endonezya da ulusal sınırlarını Batı sömürgeciliğinden devralmış, haritası sömürgecilik tarihi içinde çizilmiş bir ülke.

Hollanda’ya karşı verilen sömürgecilik karşıtı savaşın ardından, Endonezya 1945’te tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan ediyor ve 1949’da Hollanda’nın yönetimi resmen Endonezya devletine devretmesiyle birlikte bölgenin sömürge statüsü sona eriyor. Ülkenin kurucu ve ilk devlet başkanı bağımsızlık savaşının etkin figürlerinden biri olan General Sukarno. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen on yıl boyunca Güneydoğu Asya bölgesinde birbiri ardına yaşanan bağımsızlık savaşları ve yeni ulus-devletlerin oluşma süreci. Sukarno kuşağına mensup liderleri milliyetçi, Batı karşıtı ve Üçüncü Dünyacı bir retorik izlemeye yöneltiyor. Sukarno rejiminin Batı karşıtı retoriği ve izlediği devletçi ekonomik politikalar 1960’larda ülkeyi ideolojik olarak komünist Çin’e yaklaştırıyor. 1960’ların başında Endonezya üç milyonu aşkın Komünist Parti üyesiyle gelişmekte olan ülkeler içinde Çin’den sonra en güçlü Komünist Parti’ye sahip ülke haline geliyor. Soğuk Savaş dönemi boyunca Doğu Asya bölgesini stratejik bir askerî ideolojik ekonomik üs olarak gören ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, bölgedeki büyük ülkelerden biri olan Endonezya’nın Komünist Blok’a doğru kayma eğilimi göstermesini hoşnutsuzlukla karşılıyorlar. Bir cezalandırma politikası olarak, 1960’ların ilk yarısı boyunca Endonezya Batılı ülkeler tarafından ekonomik anlamda neredeyse tümüyle tecrit ediliyor. Çin ve Sovyetler Birliği’nden gelen sınırlı yardım ülke ekonomisini ayakta tutmaya yetmiyor. 1960’ların ortalarına gelindiğinde, % 600’a varan yıllık enflasyon oranı ile Endonezya ekonomisi iflasın eşiğine sürükleniyor. Kişi başına düşen millî gelir anlamında Sukarno dönemi Endonezya’sı dünyanın en fakir ülkeleri arasında yer alıyor. Ülkenin içine sürüklendiği ekonomik darboğaz ve Sukarno’nun Komünist Bloğa sıcak bakıyor oluşu, ordu içindeki muhafazakâr güçlerle Sukarno yönetimi arasındaki iplerin gerilmesine ve giderek kopma noktasına gelmesine neden oluyor. 1965-66 arası dönemde, gerçek mahiyeti bugün hâlâ müphem olan bir dizi siyasî olay sonucu Sukarno yönetimi alaşağı ediliyor ve General Suharto başkanlığında ordu destekli Yeni Düzen rejimi işbaşına geliyor.

1965 olaylarının resmî açıklaması, 30 Eylül - 1 Ekim günlerinde orduyu hedef alan bir komünist darbe girişimi olduğu, komünist darbecilerin altı generali öldürdüğü, ancak darbe girişiminin ordunun etkin müdahalesi sonucu önlendiği, ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen lider Sukarno’nun yönetimden uzaklaştırıldığı ve ülkede huzur ve güveni yeniden tesis etmek amacıyla Suharto’nun işbaşına getirildiği şeklinde. Ancak bu resmî açıklama geride 1965 olaylarının gerçek mahiyetine ilişkin bir dizi cevaplanmamış soru bırakıyor. Bu soruların en ilginci, altı üst düzey generalin komünist darbeciler tarafından ayrı ayrı bulunarak öldürüldüğü rivayet edilen 30 Eylül gecesi, nasıl olup da orduda iç-irtibat işlerinden sorumlu General Suharto’nun darbeciler tarafından etkisiz hale getirilmemiş olduğu. Aynı biçimde, darbe girişimini izleyen günlerde, Suharto’nun nasıl olup da darbecileri kolayca bertaraf ederek devlet başkanlığını üstlendiği de cevapsız kalan sorulardan biri. Söz konusu resmî açıklamaya karşı geliştirilen alternatif senaryo, 30 Eylül-1 Ekim darbesinin aslında Sukarno rejimini, Komünist Parti’yi ve ordudaki sol eğilimli güçleri bertaraf etmeye yönelik ordu-içi bir hesaplaşmadan ibaret olduğu yönünde. Bu senaryo içinde, “komünist darbe girişimi” rivayeti 1965-66 döneminde ülke çapında sürdürülen amansız komünist avını ve çoğu Çin kökenli bir milyona yakın kişinin katledilmesini meşrû kılmak için kullanılan bir kılıftan ibaret. Aynı şekilde, bu alternatif senaryo içinde, komünist tehdidi bertaraf etmeye yönelik ordu içi darbenin CIA destekli olduğu iddia ediliyor. General Suharto’nun sözkonusu ordu-içi darbe içinde ne kadar aktif bir rol oynamış olduğu en önemli soru işareti. Kimileri, sahnenin gerisinde ordu içi darbeyi baştan sona Suharto’nun yönetmiş olduğunu iddia etse de, pek çok siyasî gözlemci, o tarihe kadar oldukça ortalama ve göze batmayan bir asker olan Suharto’nun yalnızca pasif olarak darbenin içinde yer aldığını, ancak daha sonra oluşan fırsatları iyi değerlendirerek en tepeye yükselmeyi başardığını ileri sürüyorlar. 30 Eylül-1 Ekim olaylarına ilişkin resmî belgelerin çoğu yok edildiği, var olan belgeler de ordu içinde gizli tutulduğu için, modern Endonezya tarihinde bir dönüm noktası niteliği taşıyan gelişmelerin gerçek mahiyeti hâlâ tam olarak bilinmiyor. Kesin olan, darbenin ardından oluşan kaos ortamı içinde Java Adası’nın çeşitli bölgelerinde bir milyona yakın kişinin komünist olmak suçlamasıyla öldürüldüğü ve 1966 Mart’ından geçtiğimiz Mayıs ayına kadar 32 yıl ülkeyi yönetecek olan Başkan Suharto’nun iktidara geldiği.

Suharto’nun Yeni Düzen rejimi ise temel düzlemde kendisini bir önceki Sukarno döneminden farklılaştırma iddiası taşıyor. Birincisi, Sukarno’nun sol eğilimli ideolojik yönelimlerinin tersine, Yeni Düzen rejimi aktif olarak ordu destekli bir anti-komünist politika izliyor. Yeni Düzen rejimi içinde, ülkenin birliğini bozmaya yönelik daimi bir komünist tehdit olduğu nosyonu sürekli diri tutuluyor. Böylesi bir daimi komünist tehdit nosyonu, rejimin anti-demokratik, baskıcı ve otoriter yapısını meşrûlaştırma sürecinde son derece işlevsel bir rol oynuyor. Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist rejimlerin yıkıldığı 1989-90 döneminden sonra bile, Yeni Düzen rejimi “ülke bütünlüğünü tehdit eden komünist tehdit” retoriğini elden bırakmıyor. Yeni Düzen rejiminin kendini bir önceki dönemden farklılaştırdığı ikinci temel düzlem ekonomi. Sukarno döneminde ülkenin içine yuvarlandığı ekonomik yalıtılmışlık ve yoksulluğa bir tepki olarak, Yeni Düzen rejimi vurguyu ekonomik gelişmeye yapıyor. Suharto döneminin en popüler sloganlarından birisi “ilk önce ekonomik gelişme, sonra siyaset” şeklinde. Bir anlamda, Yeni Düzen rejimi ekonomik gelişme vaadini toplumdaki demokrasi taleplerini susturmak için bir araç olarak kullanıyor, ülkede demokratik hak ve özgürlüklerin sonu belirsiz bir süre için askıya alınmış olması, “ekonomik gelişme” uğruna yapılması gereken zorunlu bir fedakârlık olarak sunuluyor.

Suharto’nun Yeni Düzen rejiminin 32 yıl kesintisiz iktidarda kalabilmesinin en önemli nedeni, ekonomik gelişme vaadinin önemli ölçüde hayata geçirilmiş olması. Yeni Düzen rejiminin ilk on yılı boyunca Endonezya büyük bir ekonomik gelişme hamlesi gerçekleştirildi ve dönemsel birtakım zigzagların dışında ekonomik gelişme süreci 1997 yazına kadar oldukça istikrarlı biçimde devam etti. 1966’da Suharto iktidarı devralır almaz ekonomiye ivme kazandıran ilk gelişme, Sukarno döneminde kapanmış olan dış yardım musluklarının sonuna kadar açılması. Soğuk Savaş dönemi boyunca, Doğu Asya bölgesindeki anti-komünist rejimleri aktif olarak destekleme politikası izleyen ABD, Suharto hükümetine cömert bir yardım paketi ve kredi sağladı. Aynı biçimde, Soğuk Savaş döneminin başından itibaren bölgede ABD himayesinde büyük bir ekonomik atılım yapmış olan Japonya, 1966’dan itibaren Endonezya’ya kredi ve yatırım desteği sağlamaya başladı. Ekonomiye ivme kazandıran diğer bir gelişme, 1970’lerin başında petrol fiyatlarının yükselmesi. 1970-81 arası dönemde, Endonezya’nın petrol ürünlerinden sağladığı ihracat gelirleri % 45.5 oranında yükseldi. Buna paralel olarak, kişi başına düşen milli gelir 1970’lerin başında 270 Amerikan dolarına, 1980’lere gelindiğinde ise 500 Amerikan dolarına yükseldi. On beş yıllık süre içinde milli gelirin böylesine yükselmesi ülkede altyapı hizmetleri, eğitim ve sağlık programlarına daha fazla kaynak aktarılmasını mümkün kıldı. Bu dönemde Endonezya’nın izlediği Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler destekli nüfus planlaması, yiyecekte kendine yeterlilik vb. programları, ülkeyi uluslararası kuruluşlar nezdinde diğer gelişmekte olan ülkelere örnek olması gereken bir “model” statüsüne yükseltti. Ülkenin on beş yılda yaptığı büyük gelişme hamlesinin mimarı olarak görülen Suharto’ya 1983 yılında gayri-resmî olarak Bapak Pembagunun (Gelişmenin Babası) ünvanı verildi. Suharto’ya atfedilen “baba” rolü, lideri bir anlamda siyaset ustası bir figür konumuna yükseltti ve dokunulmaz kıldı. 1998 Mayıs’ında görevden el çekene kadar kendisine yakıştırılan “baba” rolünü ustaca oynayan Suharto, resmî istifa töreninde bile devrilen bir diktatör olarak değil, ama ulusun eski “hamisi” olarak muamele görebildi.

1980’lerin başına kadar olan dönem boyunca dış yardım ve petrol gelirleriyle büyüyen Endonezya ekonomisi büyük oranda planlamacı ve devletçi bir gelişme programı izledi. Ülkenin petrol gelirleri arttıkça, büyük çaplı devlet yatırımlarına aktarılan para da arttı. Bu dönemde devlet ülkedeki yatırımların büyük bölümünü kontrol eden en büyük işveren konumuna geldi. Devletin ekonomi içinde büyüyen varlığına paralel olarak, kötü yönetim, yolsuzluk ve iltimasçılık iddiaları da yaygınlaşmaya başladı. Ülkede Suharto ailesinin ve Suharto’ya yakın iş çevrelerinin karıştığı yolsuzluklar özellikle 1980’lerin ortalarından itibaren artık ayyuka çıktı. Suharto ailesi, politik iktidarın gücünü açıkça kullanarak ülkedeki özel yatırımların büyük bölümünü ya bizzat kontrol ediyor ya da yatırımların belli tekeller içinde kalmasını sağlıyordu. Suharto ailesinin ekonomik gücü rakamsal olarak da son derece çarpıcı. Suharto’nun kendisi, Forbes dergisi tarafından düzenlenen 1997 yılının en zengin kişileri listesinde 16 milyar dolarlık şahsi servetiyle altıncı sırada yer alıyordu. Aynı yıl, Suharto ailesinin toplam serveti 40 milyar dolar olarak tahmin edilmekteydi. Bu rakam, ekonomik kriz sonrası, IMF’nin Endonezya için açıkladığı ekonomik yardımın miktarına neredeyse eşit.

1980’lerin başında uluslararası ölçekte yaşanan petrol krizi Suharto rejimini izlenen ekonomik politikaları değiştirmeye zorladı. Ekonomik gelişmenin artık yalnızca petrol gelirleriyle sağlanamayacağını fark eden hükümet, ülke içinde yeni bir ekonomik program geliştirme işini Harvard ve California Üniversitesi çıkışlı bir grup teknokrata teslim etti. 1980’ler boyunca Endonezya ekonomisi köklü bir yeniden yapılanma ve deregülasyon sürecinden geçti. Devletin ekonomi içindeki varlığını küçültmeyi, döviz gelirlerini petrol ürünlerinden hafif endüstriye dayalı imalat sektörüne kaydırmayı ve yabancı yatırımları teşvik etmeyi hedefleyen bu süreç sonunda, toplam ihracat gelirleri içinde petrol dışındaki ürünlerin oranı 1978’de % 31 iken, bu oran 1987’de % 50’ye yükseldi. Endonezya’nın bölge içerisinde en düşük asgari ücret oranına sahip ülke olması ve dolayısıyla sağladığı ucuz emek gücü, Suharto ailesine yakın sermaye gruplarına tanınan özel imtiyazlar, çevre regülasyonlarının gevşekliği, işçi sendikalarının ve diğer sivil toplum örgütlerinin güçsüzlüğü ve Yeni Düzen rejiminin garantilediği siyasî iktidar, 1990’ların ilk yarısı boyunca ülkeyi yabancı sermaye açısından son derece cazip hale getirdi. Bu dönemde, ülkede özellikle Japon, Güney Kore ve Tayvan kökenli yabancı yatırımların miktarı 4.7 milyar dolara yükseldi. 1990’ların başına gelindiğinde, Endonezya % 6.5’luk gelişme oranıyla Doğu Asya’nın ikinci kuşak “mucize ekonomileri”nden biri haline geldi.

Michael Berger’a göre Suharto rejiminin sömürgeci Hollanda yönetiminden devraldığı miras ülke sınırlarının sömürgeci pratikler sonucu çizilmiş olmasıyla sınırlı değil. Berger, Yeni Düzen devlet yapısının pek çok anlamda sömürgeci Hollanda devlet yapısının bir devamı niteliğinde olduğunu iddia ediyor. Bu anlamda, Komünist Parti, İslâm kökenli siyasî hareket gibi radikal siyasî eğilimlere yeşil ışık yakarak, iki yüzyıllık sömürgeci düzen içerisinde oluşmuş güçler dengesini sarsan Sukarno döneminin ardından, Yeni Düzen rejimi statükonun yeniden tesisini amaçlıyor. Yeni Düzen rejimiyle sömürgeci dönem arasındaki tarihsel bağlantı, toplumsal ve etnik ilişkiler anlamında uç farklı düzlemde kendini gösteriyor. İlk olarak, sömürgeci dönemde devlet bürokrasinin beklemiğini oluşturan Batı eğitiminden geçmiş Java aristokrasisi, Yeni Düzen rejiminde de sivil ve askerî bürokrasi içinde merkezi bir rol oynadı. 1949’da sömürgeci düzenin sonu ve bunu takip eden Sukarno dönemi bir anlamda Java aristokrasinin tarihsel egemenliğini tehdit eden ve siyaset içinde elit kökenli olmayan aktörlerin söz sahibi hale gelmesini mümkün kılan bir nitelik taşıdı. Sukarno rejiminin içinde barındırdığı bir radikal siyasî açılım potansiyeline karşı, Yeni Düzen rejimi, tıpkı sömürgeci Hollanda yönetimi sırasında olduğu gibi siyaseti ve devlet idaresini son derece dar bir elit çevre ile sınırlı tutmayı mümkün kılacak idari altyapıyı yeniden inşâ etti. İkinci olarak, yine tıpkı sömürgeci Hollanda yönetiminde olduğu gibi, Yeni Düzen rejimi, toplumu siyasetin dışında tutma ve devlet yönetimini dar bir elit sınıf ile sınırlı tutma işlevlerinin garantörü olarak orduyu görüyordu. Yeni Düzen rejimi orduya, siyaset, devlet idaresi ve sivil hayat içinde ayrıcalıklı bir yer veriyordu. Michael Vatikiotis, Güneydoğu Asya ülkeleri içinde, ordu mensuplarının siyasî ve sivil kurumlar içerisinde her düzeyde aktif görev alabilmelerinin yasal olduğu tek ülkenin Endonezya olduğunu belirtiyor. 1980’li yıllar boyunca Suharto hükümeti içerisinde ordu mensubu bakanların sayısı hemen hemen sivil kökenli bakanlarla başabaş gidiyor. Ordu mensuplarının gözünde, Endonezya Silahlı Kuvvetleri yalnızca ülkenin ulusal güvenliğinin değil, ama toplumsal düzenin de yegâne garantörü. Ordu, ülkeyi dış tehditlerden koruma işlevinin ötesinde, bir anlamda toplumu kendi kendinden koruma görevini de üstlenmiş vaziyette. Vatikiotis bu durumu şu terimlerle ifade ediyor:

Endonezya ordusu kendisini dünyadaki diğer ordulardan oldukça farklı görüyor, çünkü Endonezya’da ordu devletin bir aygıtı olarak yaratılmış değil, ama devletin yaratılma sürecinin bizzat içinde olmuş bir kurum. Bu anlamda, ordu kendisini Endonezya milliyetçiliğinin cisimleşmiş hali olarak algılıyor. Yasal olarak, ordu devletin üzerinde bir otoriteye sahip ve kendini hükümete hesap verme konumunda görmüyor.

Bu çerçeve içerisinde, en küçük köy yönetiminden en üst bakanlık yönetimine kadar tüm idari birimlere nüfuz etmiş olan ordu mensupları, toplumsal yapıyı her düzeyde aktif olarak denetim altında tutuyorlar. Yeni Düzen rejimiyle sömürgeci Hollanda devlet yapısı arasındaki üçüncü tarihsel bağlantı ülkedeki sermaye gruplarının devletle ilişkisi anlamında kendini gösteriyor. Hollanda yönetimi, yerli nüfusun ekonomik olarak güçlenmesini önlemek için, adalar topluluğu üzerinde yerli halkın sermaye birikimine gitmesini olanaksız kılacak bir yasal sistem geliştirdi. Bu sistem içerisinde, ticareti elinde tutan ve devletin himaye ettiği iki etnik grup var: Avrupalılar ve “yerli olmayan Oriental nüfus” olarak tanımlanan Çinliler. Yeni Düzen rejimi, Hollanda döneminde oluşmuş olan kurulu düzeni yeniden tesis etme sürecinde, ülkedeki en güçlü sermaye grubu olan Çin kökenli azınlığı ekonomik yapı içerisinde daha da güçlendirecek önlemleri aldı. 1990’lara gelindiğinde Endonezya’da Çin kökenli azınlık, nüfusun % 4’ünü oluştururken, ülkedeki servetin % 70’ini elinde bulunduruyordu. Böylesine asimetrik bir ekonomik güç dağılımı tablosu içinde, ülkede Çin kökenli azınlıkla Müslüman çoğunluk arasında tarihsel kökenleri sömürgecilik dönemine kadar uzanan sürekli bir etnik gerginlik var.

SONUN BAŞLANGICI

1997 yazında Endonezya iki büyük felaketle sarsıldı: Ülkenin güneyinde başgösteren orman yangınları sonucu ortaya çıkan rekor düzeydeki çevre kirliliği ve ekonomik kriz. Endonezya’da tarımı elverişli toprak yaratmak amacıyla sistematik olarak ormanların yakılması yıllardır süregelen yaygın bir pratik. Çevre örgütleri, sözkonusu orman yakma operasyonlarının arkasında çok uluslu tarım şirketlerinin olduğunu ve hükümetin bu operasyonlara gözyumduğunu uzun süreden beri ifade ediyorlar. Ancak geçtiğimiz yıllarda orman yangınlarının yarattığı kirlilik bölge nüfusu açısından tolere edilebilir düzeyde idi ve çevre örgütlerinin dışında kimse konuya pek önem vermiyordu. 1997 yazında başlayan yangınlar, El Nino hava olayı sonucu oluşan aşırı kuru hava koşulları nedeniyle tümüyle kontrolden çıktı ve 600 bin hektar orman alanının yok olmasına neden oldu. Yangınlar sonucu oluşan yoğun duman ve hava kirliliği Endonezya ile birlikte, başta Malezya olmak üzere diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde de hayatı felce uğrattı ve sözkonusu ülkelerin turizm gelirlerini büyük oranda baltaladı. 1997 yazı boyunca, televizyon ekranları kalın duman tabakası nedeniyle görüş alanının sıfıra yaklaştığı şehirlerin, yüzlerinde maskelerle işe giden insanların görüntüleriyle doluydu. Tüm bu görüntüler, Yeni Düzen rejimine egemen olan “ne pahasına olursa olsun ekonomik gelişme” tezi üzerine büyük bir soru işareti düşürürken, ekonomik “mucize”nin katastrofik yüzünü ortaya çıkarıyordu.

1997 yazında Endonezya’yı sarsan ikinci büyük felaket, ekonomik kriz oldu. Uluslararası basında “finans krizi” olarak adlandırılan ve başta Endonezya, Tayland ve Güney Kore olmak üzere tüm Doğu Asya’yı etkisi altına alan ekonomik sarsıntının ilk etapta yüzeye çıkan göstergeleri borsalarda değer kaybeden hisse senedi fiyatları, eriyen yabancı para rezervleri, yabancı kredi ve yatırımların donması ve sözkonusu ülkelerin paralarının hızla değer kaybetmeye başlamasıydı. 1997 yazından itibaren on ay içinde Endonezya parası rupiah ABD doları karşısında % 70’in üzerinde değer kaybetti, ülkede kişi başına düşen milli gelir % 15 oranında düştü.

1997 sonbaharından itibaren, Endonezya’da yaşanan ekonomik sarsıntının soyut bir “finans” krizinden ibaret olmadığının ve beraberinde ciddi bir toplumsal altüst oluş getireceğinin ilk ipuçları oluşmaya başladı. Ülkede dramatik biçimde yavaşlayan büyüme hızı, devlet destekli yatırımların durmasına, binlerce özel şirketin iflasına ve milyonlarca çalışanının işini kaybetmesine yol açtı. Kısa sürede paranın hızla değer kaybetmesi sonucu, fiyatlar bir anda aşırı yükseldi ve prinç, yağ gibi temel tüketim maddeleri bile sıradan yurttaşların alım gücünü aşacak kadar pahalılaştı.

Ekonomik kriz, Yeni Düzen rejiminin üzerinde durduğu “ekonomik gelişmenin önkoşulu olarak toplumsal istikrar” formülünün iflasını haber veriyordu. Ekonomik refahın sağlanamadığı bir ortamda uzun süredir bastırılan toplumsal gerginliklerin artık kontrol altında tutulması da mümkün değildi. 1997 yazını izleyen aylarda, ülkenin kırsal kesimlerinde Müslüman çoğunluğun Çin kökenli azınlığı hedef aldığı çok sayıda ayaklanma yaşandı. Ancak, Müslüman çoğunluğun hedefi haline gelen Çinliler elbette ki ülkedeki servetin büyük bölümünü kontrol eden büyük sermaye sahipleri değildi, ama orta ve orta-alt sınıf tüccarlar ve aileleriydi. 1998 Şubat’ından itibaren toplumsal huzursuzluğun dışa vurulduğu bir diğer düzlem olarak öğrenci protestoları ortaya çıktı. Öğrenci protestoları ilk etapta oldukça örgütsüz, lidersiz ve üniversite kampüsleriyle sınırlı olarak başladı. Öğrencilerin başlıca hedefi, Suharto ailesinin haksız yollardan edindiği servet ve karıştıkları yolsuzluklardı. Protestoların ilk aylarında siyasî gözlemciler, öğrencilerin protesto yöntemlerinin fazla “kibar” olduğu, dolayısıyla Suharto rejimini yerinden oynatmak anlamında etkisiz kalacağı yorumunu yaptılar. Ancak Şubat ayını izleyen dönemde öğrenci eylemlerinin giderek yaygınlaşmasını ve üniversite kampüsleri dışına taşmasını mümkün kılacak bir ortam oluştu. Bu ortamın oluşmasında ordunun müsamahakâr yaklaşımının katkısı büyüktü. Ordu, sistemin geniş çaplı olarak sorgulanmasını önlemek için bir anlamda Suharto’yu hedef gösterdi ve protestolar Suharto’nun istifası talebi üzerinde odaklaştığı sürece öğrencilere neredeyse açıkça destek verdi.

1998 Mart’ındaki başkanlık seçimlerine Suharto tek aday olarak girdi ve çoğunluğunu bizzat kendisinin atadığı Meclis üyeleri tarafından yedinci dönem için başkan seçildi. Ancak görüntüdeki bir mutlak Meclis desteğine rağmen, gerek uluslararası platformda gerekse ordu nezdinde Suharto’nun itibarı hızla aşınıyordu. Hükümetin IMF programını uygulamaya koymadaki isteksizliği ve yavaşlığı, başta ABD olmak üzere Endonezya’ya ekonomik destek sağlayan ülkelerde açık bir hoşnutsuzluk yaratmaya başlamıştı. Bu dönemde, Suharto’nun kendi ailesini ve yakın çevresini korumak için yaptığı yolsuzluklar uluslararası düzlemde artık açık açık telaffuz edilir hale geldi. Suharto’nun imgesinin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzlemde onarılamayacak biçimde yıprandığını fark eden ordu, tedbirli biçimde Suharto’nun çevresi ile arasına mesafe koymaya başladı.

Olayları kopma noktasına getiren gelişmeler Mayıs ayında yaşandı. Mayıs’ın ikinci haftasında Jakarta’da kimlikleri tam olarak saptanamayan ve kimden emir aldıkları bilinmeyen bir grup güvenlik görevlisinin protestocuların üzerine ateş açarak dört üniversite öğrencisini öldürmesinin ardından olaylar kontrolden çıktı. Öğrencilerin ölümünü izleyen günlerde, ordu Meclis bahçesini açarak öğrencilerin Meclis’i işgâl etmesine izin verdi. Arkadaşlarının öldürülmesi sonucu ajite olmuş öğrenciler, giderek daha saldırgan bir üslûp kullanarak Suharto istifa edene kadar Meclis’ten ayrılmayacaklarını açıkladılar. Aynı günlerde, öğrencilerin eylemlerinden bağımsız olarak Jakarta’da Çin kökenli azınlığa karşı korkunç boyutlara varan bir vahşet yaşanmaktaydı. Gerçek boyutları hâlâ tam olarak bilinmeyen kaos ortamı içinde, kentin orta/orta alt sınıf ağırlıklı Çin mahallesinde yaşayan binlerce kişi saldırıya uğradı, evler ve dükkânlar yağmalandı, içinde insanlarla birlikte ateşe verildi ve en az 500 kişi yaşamını yitirdi. Çin kökenli azınlığa karşı saldırıları kışkırtan ve düzenleyenlerin kimler olduğu hiçbir zaman açığa çıkmadı. Sözkonusu olayların ardından, Mayıs’ın son haftasında Suharto resmî bir törenle istifa etti. Suharto’nun yerine, on aydır başkan yardımcılığı görevinde olan B. J. Habibie atandı. Göreve gelişinin hemen ardından Habibie bir kabine değişikliği yaparak Suharto ailesi mensuplarını ve Suharto’nun yakın arkadaşlarını hükümetten ayıkladı. Aynı şekilde, yeni başkan yumuşak bir reform paketi açıklayarak, öğrencilerin daha fazla demokrasi takiplerini yüzeysel olarak karşılamış oldu. Habibie’nin göreve başlamasının hemen ardından, Meclis bahçesini işgâl etmiş olan öğrenciler, askerler tarafından olaysız biçimde dağıtıldı ve protestolar sona erdi. Ordu, Habibie hükümetini desteklediğini ve ülkenin ihtiyaç duyduğu reformların yeni hükümet tarafından yapılacağını açıkladı.

Tıpkı Suharto yönetimindeki Yeni Düzen rejiminin başlangıcı gibi, Endonezya’da Suharto’nun yönetimden uzaklaştırılmasını hazırlayan olaylar da sahnenin arkasındaki gizli bir güçler dengesi tarafından yönlendirilmiş görüntüsü taşımaktaydı. Bir anlamda ordu, yönetici elit kesim ve sermaye gruplarıyla işbirliği halinde, sisteme yönelik eleştirilerin Suharto’nun kişiliği ve Suharto ailesi üzerinde odaklaşmasını sağladı, öğrenci protestolarını böyle dar bir çerçeveyle sınırlı kalmaları koşuluyla destekledi. Aynı şekilde, özellikle toplumun alt kesimlerinde ekonomik kriz sonrası yaşanan hızlı yoksullaşma sürecinin bir sonucu olarak oluşan öfke, ustaca Çinli azınlığa doğru yöneltildi. Mayıs ayında Jakarta’da yaşanan vahşetin arkasındaki güçlerin kimler olduğu bugün hâlâ karanlık. Ancak kimi tanıklar, olaylara sivil kıyafetli ordu mensuplarının seyirci kaldığını, kışkırttığını, hattâ bizzat şiddetin uygulayıcısı olduğunu iddia ediyorlar. Tıpkı Çinli azınlığa yönelik vahşet gibi, dört öğrencinin ölümüyle sonuçlanan olayları da kimin başlattığı, öğrencilerin üzerine ateş açma emrini kimin verdiği hâlâ cevapsız kalan sorular. Sonuçta kimin tarafından yaratıldığı bilinmeyen bir kaos ortamı içinde, Endonezya’da yumuşak bir iktidar değişikliği yaşandı. Suharto’nun yerini Habibie aldı. Ancak vitrindeki bu değişikliğin ardında, ülkede varolan güçler dengesi değişmedi. Yeni Düzen rejimi yerinde kaldı. Bir anlamda ordu, toplumsal muhalefeti güç kullanarak değil, ama çok daha akıllıca bir taktikle, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirerek bertaraf etmiş oldu.

ASUMAN SUNER