Millî Takipsizlik Tarihi

“... şaşkına döndüm, bir aydan belki fazla bir zaman içinde bir opera? Eser yazılacak, orkestraya düzenlenecek, solistleri, korosu, orkestrası öğrenecekler ve temsil olunacak. Kiminle, hangi solistlerle, hangi koroyla? Sonra, bu işi yapacak olan bir kenara atılmış olan ben...”

Ahmet Adnan Saygun, İran Şahı’nın yapacağı ziyaret nedeniyle besteciye

ısmarlanıp 19.6.1934’te ilk kez konuk devlet başkanının şerefine sahneye konan

“Özsoy” operası ile ilgili sözleri aktaran Ünher Birkan, Cumhuriyet, 19.6.1994

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 75. yılı kutlamalarına doğru sürükleniyor. Bu törenler, Türkiye’nin ‘bir kültür mozaiği’ olma iddiasından, yürürlükte olan fenomenal sistemin ‘demokratik...’ diye başlayıp giden kavramlarla tanımlanmasına kadar birçok temenninin ‘başarılmış’ gösterileceği muhteşem bir devekuşu partisi şeklinde geçeceğe benzer... Radyo/tv’lerde yayımlanmakta olan ve cumhuriyetimizin henüz doğru dürüst bir ‘vizyon’ sahibi olamadığını açık eden reklam ‘teaser’ları, 100. yıl kutlamalarına yönelik bilim-kurgu’vari spekülasyonlarla dolu: Gün gelir, Konya’dan fezaya peyk fırlatılır, Diyarbakır bir Hong-Kong, Denizli de bir Paris oluverir vb. ‘Niye Olsun?’ doğru sorusu ise atlanılıyor... hazırlanışında hiçbir bütçeden kaçınılmadığı anlaşılan reklam kampanyasınca tavsiye edilen resmî soru: ‘Niye Olmasın?’dır.

Bu yazı, TC’nin kuruluşundan hemen önce ve sonra yaşanan alt-üst oluşların ve 1950’den sonra ise üstüste ‘şok gelişme’lere maruz kalan iktisadî-siyasî alandaki gelişmelerin şekillendirdiği, birbiriyle ilintili iki sürecin bu ülkenin yerli kültürüne etkilerini anlayabilmek amacıyla yazıldı: Bunlardan ilki; ’30’lu ve ’40’lı yıllarda Ankara’daki kadrolarca yönlendirilip geliştirilmeye çalışılan ve genç cumhuriyetin beşeri özelliklerini, inceleyerek, Batıdaki örnekleri ayarında yaklaşımlar üretmeye yönelik bir projenin, sonraki 40-50 yıllık süreç içinde, önce yavaş yavaş, son 15 yıllık dilimde ise baş döndürücü bir hızla tamamen rafa kaldırılmış olmasıdır. Bu süreç, söz konusu projede istihdam edilmek üzere eğitilip yetiştirildiği varsayılan bu insanların işlevsizleşmelerine, yurt dışında veya içinde gördükleri Batı tedrisatlı eğitimi tamamlamalarını müteakip, kendilerini bir tür ruhsal ‘can pazarı’ ortamında bulmalarına yol açmıştır.

İkinci husus da; Yine ‘Kuruluş’u takip eden yıllarda, Ankara ve İstanbullu bir kısım münevver zevatın, yukarıda anılan projeye malzeme temin edecek araştırmalar yapmak üzere yollara düşüp misafir olduğu ve devletin Ankara’da çöpe atmayı uygun gördüğü bir kültürle haşır neşir köylerinde yaşamakta olan insanlara götürdüğü ‘hadi gel Batılı olalım’ teklifiyle ilgilidir; Burada konumuz, üç aşağı-beş yukarı aynı ‘geleneğin’, 1960-1980 arasındaki dönemde, ‘bilinçlendirme’ faaliyeti şeklinde tezahür eden çabalarının da ‘80 darbesiyle nihai başarısızlığa uğrayışı, ortak bir dil oluşturamamış kırsal kökenli ve şehirli aydınların hızla birbirinden uzaklaşışı ve nihayet, bu durumun fırsat verdiği ya da önünü tıkadığı eğilimlerdir.

Ülkemiz topraklarının ‘yerli’ kültürüne ve Batı’dan teknolojisi ithal edilerek kültürümüze monte edilen ‘taklit yerli üretim’e dair sivil ve resmî yaklaşımların, en ‘kolay okunur’ şekliyle doğrudan yansıdığı alan müziktir. 75 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca söz konusu yaklaşımlarda meydana gelen değişimler de yine en kesintisiz şekilde bu ülkede yapılan her tür müziğe yansımıştır. (Özel olarak ise ‘Klasik Müzik’, devletin Türk toplumunu ‘muasır’laştırma idealinin resmî fon müziği olagelmiştir.) Edebiyat ya da sinema gibi alanların çeşitlilik ve yaşanan süreci yansıtmak açısından, muhtelif nedenlerle bu durumda olmadığını düşünüyorum.

KÜLTÜR HAYATIMIZDA “DİR OBE!” SENDROMU

Müzikle ilgisi olsun olmasın, çoğu TC vatandaşı ‘çokseslilik’ kavramının ülkemiz kültüründe konusunu aşan hayatiyette, önemli bir yeri olduğunu bilir. Özellikle cumhuriyetin ‘vizyon’ ihtiyacının Atatürk’ün gustosuna emanet edildiği dönemlerde -fesin kötü imajından kurtulma fikrinden sonra- en parlak fikir, ‘teksesli’likle ‘malûl’ müziğimizi muasır çokseslilik seviyesine yükseltmek olmuştur. Bu ‘sorun’un çözümü işi de yurt dışına gönderilip eğitilen yeteneklerimize ve bazen de, ‘kültür mirası’ reddedilmiş (!) de olsa ‘usûl erkan’ mirasının izleri hiçbir zaman silinmeyecek olan Osmanlı’nın sık sık yaptığı gibi, konunun dışarıdan ‘getirtilen’ uzmanlarına havale edilir.* Fakat iş İstiklal Marşımızın Osman Zeki Üngör’e sipariş edilen bestesi üzerine M. Akif’in malûm şiirini ‘kondurmaya’ gelince, konunun mahiyeti icabı, yabancı bilirkişinin bir faydası olamaz ve o zaman ‘mesele’ kendi imkânlarımız dahilinde ‘çözülür’. Milli marşımız da böylece, konservatuarlarda verilen prozodi derslerinde, bir müzik parçası üzerine Türkçe güftenin nasıl oturtulmaması gerektiğine örnek gösterilebilecek bir durum arzeden nihai şeklini almış olur. Son zamanlara kadar asla sesli ifade edilemeyen ve sözleri özellikle ilk ve ortaokul öğrencileri tarafından yer yer yarı-anlamsız kelimeler olarak algılanarak ezbere söylenen bu hakikaten problemli marş, yurdumuzda, sadece bir zaman- bir merci tarafından geçerli kılındığı için ‘başarılı’ sayılan başarısız uygulamaların sanki bir ‘ön modeli’ (prototyp) olmuştur.*

‘ÇOK SESLENDİRME’ VE ÖLÜ DOĞANLAR

Anadolu’yu dolaşıp, halk müziği örneklerini derleyen ve Klasik Müzik kalıplarında yorumlamak işine girişen bestecilerimiz Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses ‘Türk Beşleri’ olarak anılıyor. Büyük bir inanç ve özveriyle bu ideallerine sarılıp hayatlarını ortaya koyduklarından ve müziğe olan saygı ve sevgilerinden bugün kuşku duymadığımız bu insanların eserleri ile ilgili çok az şey biliyoruz. Günümüzden iki üçbin yıl evvel yazılmış metinlere, çeşitli dillere çevrilmiş derlemeler şeklinde ulaşıp satın almak, gidip müzede görmek hattâ orijinalini bulup yurtdışına kaçırmak bile yapılabilir şeylerken, söz konusu ‘yerli’ bestekarların en tanınanının bundan topu topu 50 yıl evvel bestelenmiş, en gözde eserinin, -diyelim; Ulvi Cemal Erkin’in ‘Yunus Emre Oratoryosu’nun bir kayıdını (kaset, plak ya da CD olarak) bulabilmek için epey bir zaman ve efor harcamanız gerekecektir. Darülelhan’da Türk müziği eğitimini yasaklayacak kadar ileri giderek Klasik Batı Müziği çalışmalarını teşvik eden ve her vesileyle yerli bestecilerin yaratıcılıklarını geliştirmeleri için zemin hazırlamaya gayret eder gözüken TC devletinin gelmiş geçmiş Kültür bakanları, türküleri yaratıp nesilden nesile aktarmış halkın onların bu ‘muasır’ hallerini bir türlü benimseyememesi nedeniyle, bu ’ölü doğmuş yaratıklara’ sahip çıkmamıştır.** Kültürel olarak ‘sınırdışı’ edilmiş bu eserlerin bir kısmı, o zamanlar ‘öcü’ olarak halkımıza takdim edilen ‘demirperde’ ülkelerinde ve Fransa’da, kişisel ilişkilerle ya da söz konusu ülkelerin kültür ateşelerinin girişimleri sonucu yayımlanabilmiştir.*

YANGINDA İLK KURTARILACAK: ‘TABLO’

‘Türk Beşleri’nin halk müziği temalarıyla yaptıkları çalışmalardan bir seda olarak kulağımızda, aslında onların olmayan bir yorum; oldukça sevimsiz koro aranjmanıyla dikkat çeken ‘Süpürgesi Yoncadan Eminem’ türkümüz yer etmiştir. Türkü bu haliyle daha çok bir ‘bol seslendirme’ örneği olarak karşımıza çıkar ve dinleyicide türkünün ruhuna tamamen aykırı, ‘ciddi’ duygular uyandırır. Çok sesliliğin, aynı sesin daha çok enstrüman ve mümkün olduğu kadar büyük bir koroyla çalınıp söylenmesiyle sağlanabilen bir şey olduğuna dair (‘Türk Beşler’inin karmaşık, modern armonilere düşkünlüğünün tersine) inanış, daha sonraları, ‘Yurttan Sesler Kadınlar -Erkekler Korosu’ gibi TRT icadlarının ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Türkülerin bu soğuk yorumları pek tutmasa da basit melodik yapıda ama görkemli koro ve orkestra düzenlemeleriyle dikkat çeken opera eserleri toplumun hemen her kesimince sevilecektir. Bir buzdolabı firmasının reklam jingle’ı ya da iki tanınmış medyumun tv stüdyolarında kamera huzurunda kavga edişinin fon müziği olarak kullanılabilen Carl Orff’un ‘Carmina Burana’ sı buna iyi bir örnektir.

Aynı şekilde, ’Cumhuriyetin en ağır bunalım’larının en sonuncusuna bir tepki olarak Nisan 1997’de, Ankara bozkırlarındaki Türk Metal Tesislerinde düzenlenen konser için de yine melodik ve görkemli bir opera; L.V. Beethoven’in 9. senfonisi seçilmiştir. Eseri yabancı müzisyenlerin mühim pozisyonlarda iştirakiyle icra edecek (şef Gürcü, solist koristler ise Alman ve İtalyandır) Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının karşısında çoğunluğu hayatlarında ilk kez Beethoven dinleyecek ajite bir kalabalık vardır. Dünyada sloganların atıldığı ilk 9. senfoni yorumuna sahne olacak salonu hıncahınç dolduranlara konser öncesinde seslenen, tüm zamanların en devlet adamı S. Demirel: ”İşte Çağdaş Türkiye Tablosu!” diye bağırır. Böylece; TC kadrolarının, kendi yetiştirdiği insanların yaklaşımlarıyla, ülkenin sahip olduğu beşeri potansiyelin değerlendirilmesine ilişkin ‘yerli’ bir bakış oluşturma davası hakkındaki takipsizlik kararını da, müthiş bir tezahürat eşliğinde ilân eder. Bu koral ‘çağdaşlık tazeleme’ ayininden kısa bir süre sonra yine aynı salonda, tamamen ‘Türk bestecisi ve Mühendisi ‘nin eseri Atatürk Oratoryosunun Türk şef ve Türk solistler tarafından icra edilecek olan temsili çok düşük katılımla gerçekleşecektir.*

“KANUN İÇİN KONÇERTO”DAN “CONCERTO FOR BAĞLAMA”YA

Türk müziğini çoksesli hale getirme çabaları her ne kadar Türk halkına malolamadıysa da bu, bir fikir olarak, halk müziğinin önde gelen bazı temsilcilerinin kafasında bir yer edinebildi. Nitekim; Alevi ozan ve bağlama sanatçısı Arif Sağ, son dönemdeki parlayışı ve kariyerinin ulaştığı noktanın verdiği sorumluluk hissiyle; öncüllerinden yaklaşık 60 yıl sonra yeni bir terkip ve onlarla şaşırtıcı benzerlikler arzeden bir anlayışla katılır çokseslendirme kervanına... Concerto For Bağlama adlı bu albümde ‘Klasik Müzik’i temsil eden senfoni orkestrasının bir nevi ‘eşlikçi’ pozisyonunda, geri plana itildiğini görüyoruz. (Son otuz yılda yaşanan sürecin dengeleri ‘kırsal kültür’ lehine değiştirdiğinin -bence- güzel bir sembolü.) Solist ise bağlama, daha doğrusu; ‘trio’ olarak anılması tercih edilmiş, bağlama üçlüsü... Türk Beşleri’nin ve diğer klasik müzik bestekarlarımızın eserlerinde ‘halk müziği’ solist değil, çeşitlemeye tâbi tutulan bir tema olarak oradadır. Daha sonraları, 1951’de Ferit Alnar tarafından, kanun için* yazılan bir konçerto hariç tutulacak olursa, bu ‘gelenek’te otantik sazlara, geri planda bile olsa hiç yer verilmez. Yine de, ‘yerel’ malzemenin çokseslendiriliş biçimi ve düzenleme fikirleri açısından söz konusu bestekârlardan devralınmış bir modelin varlığı Concerto for Bağlama’da açıkça duyuluyor.

Albüm, Arif Sağ’ın ilk orkestrasyon denemesi değil. 1980’lerde yayımlanan İnsan Olmaya Geldim’deki türkülerin bir kısmında da aynı anlayışta, fakat daha ‘ürkek’ düzenlemeler var.. Plağın iç kapağındaki notlarda ise Arif Sağ, hem mütevazı hem de iddialıdır: ”...Doğru veya yanlış, ‘Çağdaş Türk Müziği’ne yön verme biçiminin bu kalıplar içerisinde olması gerektiğine inanıyorum. (...) Kimse eserime ‘Orta Şark Müziği’ yakıştırması yapmasın. Amacım, bu çabamda sizlerin onayını, desteğini almaktır.” Bağlama ustamızın burada sözünü ettiği ‘kalıpları’ tam anlamasak da, Concerto for Bağlama albümünün son bölümünde konçerto kalıplarını aştığını söyleyebiliriz. Kendisi bu son bölümü caz hattâ fusion türünde diyebileceğimiz denemelere ayırmış, hem de ‘orta-şark’ yakıştırmasını hakedecek bir tarzda ve dozu kendisine Batı enstrümanlarında eşlik eden müzisyenlerin zevkine ve insafına bırakılmış bir şekilde...

‘KÜLTÜRDENİZİNDENAVİGASYON’’

Sorun, ne iki değişik yaşam tarzının, ayrı dünyaların kültürlerinin yanyana gelmesi ne de bu ‘temas’ların bir ’taraf’ın lehine, hafif eşitsiz karakterde cereyan etmesinde bence.. Bu eşitsizlik ne kadar büyük olursa olsun, ’karşılaşma’ bir önkabul tarafından etkilenip müdahaleye uğramadıkça ‘taraf’lar kendi doğal kaynaşma yollarını ve durumun gerektirdiği ‘sentez’ modelini bulup uygulayabilecektir. Oysa verdiğimiz örneklerde her iki ‘taraf’ça da paylaşılan bir ideolojik önkabul söz konusudur. Bu da Batı müziğine kara sevdayla bağlanmış müzik adamımızın İstiklal Marşı’nın bestesinde var olan melodi ve armoninin ritmik yapısını esas alıp, Türkçenin kendi içinde anlamlı parçalar çıkabilecek şekilde bölünme zarureti ve telaffuz edilişine uygun nota değerleri verilmesi icap ettiğine dair, geleneksel Türk müziğinde pek çok örneği olan, usûlleri ı es geçmesine yol açmıştır.. Bunun simetriğinde ise, ‘geleneksel’ kesimdeki, ‘hükmen galip’ Batı müziğine boyun eğiş ve sahip olduğu değerleri nasıl koruyup geliştireceğine dair bir ‘fikri olmama’ hali vardır.

TC’nin kuruluşunu takip eden yıllarda sürdürülen halk müziğini çokseslendirme faaliyetleri, seçilen örneklerle ilgili temel ruh halinin by-pass edildiği eserler ortaya çıkarmıştır.. Bu da bize, ele alınan -diyelim- halk deyişinin, ileriki kuşaklara aktarılışı esnasında, asıl hususiyeti bakımından ‘telef olmuş’ bile sayılabileceğini gösterir. Bu durumda hiç ellenmeden kalmasıyla yukarıda geçtiği şekilde ‘değerlendirilmesi’ arasında bir tercih yapmak gerektiğinde, söz konusu kültür ögesinin uzun vadeli selameti bakımından, ilk şık, daha doğru bir seçim gibi gözükmektedir.

Meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren kanımca iki önemli nokta var: Dayatılan resmî kültür programıyla mütemadiyen bir yöne zorlanan ilişkide, ‘muasır medeniyet’çi kesimi tıkanıklığı, dolayısıyla da problemi görmezden gelmesi ve özellikle 1950 sonrası yaşanan ve ’80’den itibaren yağmacı bir karakter alan köyden şehre göç olgusuyla birlikte şehirlere transfer olan ve orada hızla büyüyüp deforme olarak karşısına dikilen ‘kırsal kültür’ün hegamonyası altına girmeye başlaması.

‘BİR ARAYA GELEMEYİZ’

Bu durumun siyasî düzeydeki sonuçları daha da vahim olmuştur. İki kesimden aydınların sol hareket bünyesinde bir ortak dil oluşturma gayretleri, bu kez bir dogma alışverişi olarak yaşanan ‘bilinçlendirme’ faaliyetinin ve devletin sertleştirdiği ortamın etkisiyle, kaçınılmaz olarak ‘kırsal kültür’ün keskin dilli aydınına ve özellikle de onun şiddete zaaflı kesiminin kontrolüne giren mücadelenin 1980’de nihai olarak yenilgiye uğramasıyla boşa çıkmıştır. Bu çok önemli dönüm noktasını müteakiben yaşanan ve “köylü köyüne evli evine” olarak özetlenebilecek dağılma sol örgütlerin parçalanması olarak algılanmıştır. Halbuki gerçekleşmekte olan ve sonraki döneme damgasını vuracak şey; bu iki insan tipinin kendi dünyalarına kapanarak birbirinden kopmasıdır da.* Toz duman dağıldıktan sonra, özellikle İstanbul’da artık ne aradığı şehri ve alıştığı ilişkileri bulabilen** ne de kendisıne kakalanmak istenen şehirleşmiş ‘kırsal değer’lere sempatiyle bakabilen ve böylece ‘toplum dışı’na itilen yabancı lisan bilen şehirli aydın tipi kendini tamamen Batı kültürüne ve onun pop/underground/ avant-garde her şekline o kültür insanlarının bile kalkışmadıkları şekilde ve ölçüde adayacaktır. Diğer kesimin yabancı lisan bilmeyen aydını ise böyle bir yola giremeyeceğinden, bu tarafta reklamcılığın simetriği gibi duran ve hemşerilerince dolu dizgin uygulanmakta olan toprak rantçılığı faaliyetleri içerisinde, zaten ‘dogma ‘ tabletleri olarak aldığı düşüncelerini zamanla unutarak, eriyip gidecek ya da kendi ‘kırsal kültür’ünün bütün sembollerine can havliyle sarılarak şehirdeki arayışını sürdürecektir.

Bu iki dünya birbirinden hızla uzaklaşa dursun, zorlama olmayan bir ittifakın ileride bambaşka bir terkiple kurulabileceğinin habercisi, cumhuriyet tarihinin o ana kadarki en ‘yerli’ oluşumu; arabesk, bu parçalanmış kültürün içinden çıkarak sesini duyurur. Bilin(me)diği gibi, arabesk müziğin tohumları, özellikle ’30’lu yılların ortalarında, radyolarda ‘alaturka’ tabiriyle anılan Türk müziği çalınmasının 1.5 yıl kadar bir süre yasaklanması sonucu, halkda baş gösteren açlığı bastıran Arap radyolarının Güneydoğu bölgesinin transistörlü radyo antenlerinden ülkeye sızışıyla atılmıştır. Bir devlet politikası sonucu boyveren bu melez müzik, resmî kültür ve ona bağlı aydınlar tarafından yine aynı yöredeki devlet politikaları sonucu ortaya çıkan bir PKK gibi karşılanmış TRT’nin OHAL’i sayılabilecek denetim kurulu* odasından yayın odasına asla geçememiştir. Birçok aydında görülen, Orhan Gencebay denince ‘tüyleri diken diken olma’ halinin sorumluluğu takip eden yıllarda önce İbrahim Tatlıses sonra da başkaları tarafından devralınacak, söz konusu insanların bütün bunlara biraz hoşgörüyle ama daha önemlisi; başka bir açıdan bakabilmesi için bir Cheb Khaled ya da Rachid Taha konserinin girişinde ezilme tehlikesi geçireceği günlerin gelmesi gerekecektir

DENETİM KALKIYOR VE FESTİVAL BAŞLIYOR

‘Cumhuriyet projesi’nin askıya alındığının en anlamlı işareti TRT denetiminin kaldırılması daha doğrusu, radyo/tv alanındaki özelleşme sonucu, çok kısa sürede peydahlanan yüzlerce rakibinin güttüğü serbest yayın politikalarıyla geçersizleşmesidir. Böylece devletin sınırlamalarından ve ‘kalite kontrol’ seanslarının yılgınlık verici gölgesinden kurtulup ‘serbest kalan’ yerli kültür ortamı onca yılın ezikliğinden kafasını kaldırmaya daha davranamadan her türlü denetimin fersah fersah üzerinde bir tazyikle ‘haber verilmeden’ açılan gümrük kapaklarından boşalan ithal kültürün azgın suları altında kalacaktır. Arabesk kültür, esasen bu boşalan ithal kültür seliyle süreklenen her şeyin anaforuna kapılıp yutulduğu bir merkez olarak, kırsal kültür öğelerinin, Batı’dan çeşitli formatlarda gelen imaj ve uluslararası modaların,** teknolojik altyapı imkânlarının ve Cumhuriyet ideolojisinin son kalıntılarının birarada pişirildiği bir aşureye; pop kültüre dönüşecektir. Kendini bir ‘misyon’la sınırlamayan bu yeni olgu birbirinden ayrı dünyalarda yaşamaya kararlı ülke aydınlarının açtığı ve artık (açık farkla) daha dar görüşlü bir kadro tarafından, kerhen temsil edilen ‘Cumhuriyet Vizyonu’nun kapatmaya gücünün yetmediği çukuru dolduracak ve ‘geçiş’i sağlayacaktır.

‘VİZYON’ YERİNE ‘FORMÜL’

Pop ortamı, iki ‘kamp’ın deyim yerindeyse en ‘ilkesiz’ unsurları arasında bir köprü olabilmiş ve şehirli aydının tasavvur ettiğinden çok geride, ’kırsal kültür’ün şehirli versiyonunun ise daha yakınında bir yerlerde iki ayrı dünyanın nihayet ’biraraya’ gelmesine imkân tanımıştır.. Bu buluşmanın ‘Pop Müzik’ ortamında* kendiliğinden ortaya çıkmış görünen formülü ise İstiklal marşı güftesinin uğradığı akıbetin uğursuz hatırasını silmeye aday bir tür tekerleme müziğidir. Böylece, hem ‘yerli’ malzemeyi en iyi şekilde kullandığına hem de nihayet halkına hitap eden, modern bir ürün çıkarttığına inanan bu camia, söz konusu formülü tekrar tekrar uygulanıp piyasaya sürecek ve kalite düzeyini artık sadece satış rakamlarına bakıp ayarladığı bu ‘tutmuş’ terkibin başarısıyla sarhoş olup dağıtacaktır.

Halkın gönlünü fethetmiş olmanın büyük keyfi, bu konuda kendi girişimlerinden umudunu kesmiş, böyle bir kendiliğinden buluşmayı hiç beklemeyen devlet erkanı tarafından da paylaşılmıştır. Bir ideolojiyi savunmaktan vazgeçtik doğru dürüst bir slogan bile çıkaramayan siyasî partiler ve liderleri, bu başarının peşine düşerek kampanyalarına ‘Pop Star’ tavlamaya çalışacaklardır. Bu pop dalga, denize düşmüş devlet katının tam bir zavallılıkla ve geç kalmışlık hisleriyle Türkiye’de ve dünyada olan biteni anlamasına yardımcı olabileceğini umduğu bu alana sarılmasına yol açmıştır. Yıllardır çok önemli (yine Batılı ülkelerde olmadığı kadar önemli’) bir referans olan Eurovision yarışmalarına ilk defa yerli sazlarımızın, yurt içinde başarısı kanıtlanmış pop formülüyle kullanıldığı bir parça gönderilmiş ve ilk üçe girilivermiştir.*

DÜNYA PLAJLARI, REZERVASYON BÖLGELERİ

Artık ne ’Kırsal Kültür’den ne de ‘Kemalist Yaklaşım’dan pür-ü pak bahsedilemeyecek bir ortamdayızdır. Pop kültür zemininde bir nevi uzlaşmış görünen ’taraf’ların birbirlerini ve ürünlerini sattıkları insanları karşılıklı olarak, sürekli kandırdığı bir ortamdır bu... Artık, ’yerel’ özellikli herşey, inşaat hırsıyla arsa alan bir müteahhidin orada ne ağacı, dereyi ne de denizi, sadece kazanacağı rantı görmesi gibi, ‘para getirecek fikir muamelesi’ görecektir. Bu sevgisiz yaklaşımdan en ufak bir fayda görmeyecek olan da, yine o ‘yerel’ kültürel değerin kendisidir. O hengamede, özenle korunması icap eden böyle unsurlar, tirolle avlanan balıklar gibi tüketilip tadları ve adlarıyla yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Böyle devam ederse, 75. yıl kutlamaları tanıtım kampanyasında sözlü fragmanları geçilen bilim-kurgu filminin pembe senaryosu, önümüzdeki 25 yıl boyunca çok değişebilir ve ortaya bir korku filmi çıkabilecektir:

“Marmara Denizi gibi fakirleşip birkaç! çeşit’e indirgenen dağarcığıyla, Türkiye’nin müstakbel kültür ortamı, ileride, son 48 yıldır peşine takıldığı -Türkiye’ye dair- Amerikan vizyonu** tarafından koruma altına alınacaktır. Kalan son birkaç bin Navajo yerlisinin, kendilerine tahsis edilen rezervasyon bölgelerinde yaşamalarına izin verilmesi misali, hasbelkader yaşamına devam edebilmiş son birkaç gerçek (Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni her ne kaynaklı ise) kültür ögesi, ülkenin turistik değerini tamamen yitirmemesi adına yaşatılabilecektir. Bunun dışında ise, sanırım, Türkler, olmasalar da olacakları her alanda, mayodan, buzdolabına, otomobilden mavicine kaliteli mallarıyla Batılı rakipleri için ‘fazla olmaya’ devam edecek ve bu endüstrilerin uluslararası plajlarında boy göstereceklerdir.”

YÜZÜK BODRUMDA

Bu noktada yerli üretimin gelişmesi ve her alana yayılarak kalitesini arttırması, çıkan ürünlerin “yerli”lik niteliğine sahip olmasına yol açmıyor. ’50’lerin Plymouth marka dolmuşları, bugünün sarı Tofaş taksilerinden daha “yerli”ydi. Aynı şekilde Şirket-i Hayriye’nin İngiliz yapımı Kalender isimli vapuru Camialtı Tersaneleri’nde yapılan “Şehit Metin Sülüş” vapurundan daha çok yakışıyordu bu şehre. Sonuçta Küba’nın en “yerli” içkisi cuba-libre’nin çoğu Coca Cola’dır.

Manzara bu kadar umutsuz mu? Belki de değil. Ama durumun düzelmesi için, İnternetten Time dergisine mükerrer oy gönderme raddesinde yönünü yitirmiş eğitimli insanların, artık sadece minarelerin su üstünde kaldığı bir kültür denizine dalıp, (Atlantis efsanesinin tersine), henüz bütün hatlarıyla su altında seçilebilen batmış bir dünyanın parçalarını çıkarmaları gerekiyor. Nasreddin Hoca’nın bodrumda kaybettiğini bile bile sırf daha kolay ve eğlenceli oluyor diye bahçede aramayı tercih ettiği yüzüğü bulmak için, bir zahmet, o karanlık yere girmesi gerektiği gibi... Yoksa, sağcısıyla solcusuyla ‘tektip’çi ve düşünce yasakçısı, kadınıyla erkeğiyle maço, erkek-hegamon, patronuyla işçisiyle, ‘çok para’nın her nevi tezahürüne karşı saygılı, okumuşu-okumamışı, komşularımız ve tarihimizle ilgili her tartışmada gönüllü hariciyeci veya fahri kuvvet komutanı haline gelen bu toplumda, kapanacak bir içimiz bile kalmayacak

(*) 19. yüzyıl ortasında Sultan II. Mahmut’un giriştiği Batılılaşma faaliyetleri sonucu dağıtılan Mehterhane’nin yerine kurulan Muzıkay-ı Humayun’un başına getirilen Gaetano Donizetti ve onun 1856’da ölümü üzerine yıne İtalya’dan Callista Guatelli’nin gelişi vb.

(*) “Larda yüzen...” , “Dir o benim” ya da “nim milletimin” diye bölünen dizelerin, bu halleriyle müziğin melodisi ve ritmi üzerine oturuş biçimi ile İstanbul’da New York’un ‘Yellow Taxi’lerine özenilerek 1980’lerde sarıya boyanan ticari Tofaş’ların tepelerindeki plastik reklam çadır/panolarının durumu arasında bir akrabalık, sizce de yok mudur?

(**) Böylelikle, kültür ortamımız yeni bir modeline daha kavuşmuş olur: İtibarı yüksek, tanınan, fakat eserleri ya hiç yayımlanmamış, kültür hayatının yönlendirmek konusunda hiçbir etkisi olmayabilen sanatçı-aydın tipi; Cemal Reşit Rey birçok İstanbullu için bir konser salonunun adıdır.

(*) Evin İlyasoğlu’nun Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Zaman İçinde Müzik kitabıyla beraber verilen CD’lerin çağdaş Türk müziğine ayrılanındaki kayıtların çoğu böyledir. Bu arada, Başlangıçdan Günümüze Örneklerle Batı Müziğinin Evrimi alt başlıklı kitapta, Sümerlerin ya da Mısırlıların, ne kadar Batılı olduğunu merak ettiğim müziklerine ayrılan yerin yarısının bile geleneksel Türk müziğine ayrılmamış olması da ilginçtir.

(*) O zamanki adıyla ‘Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti’nin 11 Mart 1924’de Ankara’daki ilk konseri bir Türk bestesi; Osman Zeki Üngör’ün ‘Cumhuriyet Marşı’ ile açılır.Sonra orkestra Beethoven’in 5. Senfonisini yorumlar. Aynı ’Yerli Malı’ eserlerin 1997’deki kaderi, ‘esas’ gösterinin dışında tutulup, idareten , bir sonraki hafta -kalmışsa- ‘meraklısına’ icra edilmektir.)

(*) Alnar, 1927’de Viyana’ya gönderilmeden önce kanun çalan, geleneksel Türk müziğine meraklı bir müzisyendir.

(*) Bu açıdan bakıldığında 1990’ların ÖDP’si bu iki kesimi, daha ‘şehirli’ bir siyasi platformda buluşturma çabası olarak görülebilir.

(**) Bütün enternasyonallik iddiasına rağmen kendi ülkesindeki ‘mozaik’in yokolmaya yüz tuttuğunu bile farkedemiyecek kadar içine kapalı ve aslında ‘kürt sorunu’ dışındaki azınlıklara bakış açısından neredeyse milliyetçi karakterli sol hareket iç göçün sonuçlarını bir bir yaşarken çok yakın geçmişte yaşanmış dış göçün ve onun hiç de daha az ağır olmamış sonuçlarını farketmek için ’90’lı yılları bekleyecektir)

(*) Türkiye’de yaşayan ve kendi besteleri veya derlemeleriyle var olmaya çalışan her müzisyenin korkulu rüyası, birçoğunun da müziği bırakış hattâ ülkeyi terkediş sebebi bu muasır engizisyon vak’ası hakkında şimdi ne dense boş... Boom müzik dergisinin Ocak 1991 sayısındaki bir söyleşisinde Özdemir Erdoğan’ın, bu sakin, hoşgörülü müzisyenin denetim kurulu ile ilgili sözlerine kulak verelim : “(...) Hayır gönderilmeyecek. Kesinlikle böyle birşey olmayacak. Hattâ vasiyetim var, böyle devam ettiği sürece ölümümden sonra bile, çocuklarım hiçbir şarkımı denetime göndermeyecekler.”

(**) Bunların en önemlisi ‘Işık Doğudan Yükselir’ şeklinde ‘romantize’ edilerek takdim edilen ama aslında yine Batı’dan ithal edilen ‘etnik müzik dalgas’ının etkisiyle müzik piyasamızda turistik nitelikte bir ‘Türk motif’lerine, yerli seslere yönelişe yol açanıdır.

(*) Uzun süre yerli pop olarak anılan bu akım öyle fenomenal bir hale geldi ki bütün tekno/flamenko altyapısına rağmen ‘Türk Pop’u olarak anılır oldu.

(*) Kendi sanatçılarının başarılı olup olmadıklarına onların yurtdışında aldıkları ödül ve diplomalara bakarak karar verebilen devlet yine aynı şuursuzluktadır. Bu kez şu ‘sentez olayı’ nın (tabii ki) Batılıların istediği şekliyle, dışarıda rağbet gördüğüne ‘uyanılmıştır’ o kadar. Son zamanlarda yaşanan Amerikanlaşmayla her anlamda euro’visionu’ sollayan Hollywood’un vereceği ‘Oscar’ ödüllerine aday olarak, esasen bir Amerikan filmi sayılabilecek Eşkiya’nın (’70’lerin en çeviri senaryolu en öyküntü Yeşilçam filmi bile daha ‘yerli’ bir şeydir) gönderilmesi, resmî kurumların bu konuda şuurunun hâlâ ne kadar kapalı olduğunu gösterir.

(**) Bu açıdan sonun başlangıcı; Başta Demiryolları olmak üzere, birçok ‘Avrupai’ yatırımı öngören cumhuriyet idealinden vazgeçilmesini öneren Amerikan raporunun 1952’de kabul olunması ve karayolcu, kovboy rekabeti ruhunun temellerinin böylece atılmış olmasıdır.