Avrupa Birliği Kararının ardından Avrupa'da Sol-Sağ

17 Aralık’ta Türkiye’nin AB’ye katılımını kesinleştiren bir karar alınmamasına, aksine “önü açık” bir süreç ve on yıl gibi 21. yüzyılın temposu açısından hayli uzun bir geçiş/müzakere süresi öngörülmüş olmasına rağmen; bu karar yine de ister taraftarları ister muhalifleri olsun herkes için tarihsel bir dönüm noktasıdır.

Bu karar Türkiye’nin AB’ye katılımı gibi hangi açıdan ve amaçtan bakılırsa bakılsın alabildiğine çok yönlü ve karmaşık konuyu saran belirsizlikler bulutunu yok etmiş değildir. Ama Avrupa -ve Türkiye- “yönetici sınıfları”nın Türkiye’nin birliğe katılımını prensip olarak onaylamış olmaları, bu belirsizlik üzerinde bir katalizör işlevi görebilecek ve elbette önemli bir etken/veri olarak “geçiş süreci”nde belirli bir ağırlığı olacaktır.

Ama 17 Aralık’ın orta vadede en önemli etkisi hem Avrupa’nın hem de -özellikle- Türkiye’nin düşünsel/davranışsal ikliminde yapacağı -belirtileri daha şimdiden görülebilir olan- değişimdir. Avrupa’nın Türkiye, Türkiye’nin Avrupa için kendi milliyetçiliklerini, millî-dinî “kimlik”lerini oluştururlarken oynamış oldukları “öteki”/dış düşman veya “dışsal kurucu öge” rolünün her iki taraftaki siyasal-toplumsal düşünüşün içinde veya bilinçaltındaki kalıntılarından beslenen ve bunun sonucu olarak Avrupa ve Türkiye’yi iki ayrı/farklı şey/entite gibi ele alan ve dolayısıyla bir birliktelik zemininde değil, bir ilişki’nin dar sınırları içinde düşünebilen yaklaşım tarzı, Türkiye’yi de içeren bir Avrupa tasarımının gerektirdiği “revizyon”dan geçmek zorunda kalacaktır.

Böyle bir Avrupa tasarımına şiddetle karşı çıkan ve çıkmaya da devam edecek olan Avrupa’daki ve Türkiye’deki her türden milliyetçilik ve ona eşlik eden muhafazakârlıklar dahi buna mecbur olacaklardır veya mecbur edilmelidirler. 17 Aralık’ın arefesinde ve sonrasında Avrupalı milliyetçiliklerin bunu yapmak zorunda kaldıklarında sergiledikleri “kimlik” manzarasını ibretle gördük. Adına konuştukları toplumlarının, uluslarının ırkçılık ve bağnaz dinciliğin önyargıları ve bencil bir çıkar mantığıyla örülmüş bir portresini çizen bu akımların, son iki üç yüz yıldır Avrupa’nın insanlık fikri ve değerlerinin gelişmesine yaptığı büyük katkıda hiçbir paylarının olmadığı ve aksine her ileri adımda ketleyici bir işlevi yerine getirdikleri bir kez daha kanıtlanmış oldu. Beri yanda Türkiye’de de her türden milliyetçiliğin adına konuştuğu millet, din veya kesimin bilinçaltı tortularına, önyargılarına ve dar çıkar hesaplarına seslenerek Avrupalı milliyetçiliklerle aynı safta, Türkiyeli bir Avrupa -ki bunun sınırsızlığa, sürekli genişlemeye açık olacağı ortadadır- tasarımını gerçekleştirme yolunun karşısına dikildiklerini de gördük.

Milliyetçiliklerin bu red cephesi çabalarını daha da sertleştirerek sürdürecektir. Bu çabaların ve sertleşmenin önümüzdeki yıllar içinde gevşeyeceği kesinlikle söylenemez. Aksine, AB’ye katılımı büyük ölçüde bir maddi çıkar ve refah beklentisi ile isteyen ve birliğin siyasî, hukukî... kriter ve standartlarını bu beklentilerin karşılığı olan “taviz”ler gibi algılamayı hâlâ sürdüren Türkiye halkının çoğunluğu o beklentilerin hiç de umulan ölçüde gerçekleşmemesi halinde bu milliyetçiliklere prim verebileceği gibi; AB ve Türkiye’nin katılımında inisyatif ve karar gücünü elinde tutan Avrupa egemen sınıfının, yönetici elitlerin bu katılımı bir bütünleşmeye götürecek dinamik ve mekanizmalar konusunda mevcut kapitalizmin işleyişine güvenmekten başka bir düşünceleri yoktur ve olamaz da. Bu işleyiş ise, son çeyrek yüzyılın neo-liberal rotasında, postmodern biçimlenişi içinde toplumun giderek genişleyen kesimlerini sürekli bir tutunabilme telaşına, kaybetme, işsizleşme korkusuna -neredeyse- mahkûm ederek etnik-mezhebî cemaatçiliklere sığınmaya iten ve bunlar üzerinden post modern bir milliyetçiliğin beslenmesine imkân veren bir süreç demektir.

Avrupa’da yönetici elitin Türkiye’yi Birliğe dahil etme projesi şüphesiz, onların Batı/Kuzey egemenliğindeki dünya düzenine ABD emperyal gücünün otoritesini daha da pekiştirecek bir biçim verme girişimi karşısında bir denge veya alternatif oluşturmaya yönelik stratejik hesaplarla yakından ilişkili. Bunun ABD’den ne ölçüde bağımsız veya bağımsızlaşabilecek bir hesap/proje olduğu elbette tartışmaya açıktır. Ama şurası da açıktır ki; Türkiye’yi AB’ye dahil etme projesi, ister ABD destekli ister ABD’den özerk bir rotada yürürlüğe konmuş olsun; Türkiye’ye askerî-ekonomik bir ileri karakol işlevi veren bir mahiyette olacaktır. Zaten büyük ölçüde bu bilindiği için Türkiye’nin askerî ve güvenlik bürokrasisi AB’ye katılıma -ve bununla irtibatlandırıldığı ihtimali yüksek olan BOP’a- milliyetçi çevrelerin beklediği ölçüde bir karşı çıkış göstermemektedir. Ve kaldı ki, Türkiye’nin AB’ye katılım süreci “iş”in bu boyutunu öne çıkaracak biçimde işler ya da işletilebilirse, en azından soy milliyetçiliğin bu “muhafız” rolünü istekle benimsemesi, içine sindirmesi de pekâlâ mümkündür.

Avrupa’da devletlerin, uzun vadeyle ilgili kurumlarının, devlet adamı düzeyindeki siyasetçi tabakasının ve büyük endüstriyel-malî sermayenin yani Avrupa yönetici sınıflarının, üye ülke halklarının çoğunluğunun karşı çıkışına rağmen -Avrupa’nın hinterlandındaki diğer ülkelere de şamil olabilecek- Türkiye’yi Birliğe dahil etme kararını vermiş olması; onların küreselleşmeyi kaçınılmaz kılan çağdaş üretim, iletişim, ulaşım ağ ve araçlarının bu niteliği ve bu doğrultuda gelişimi karşısında artık ayakbağı olmaya başlamış ulus-devlet kalıntısı idelojik, kültürel ve hukuki sınırlamalardan sıyrılma ve “düzen”i herhalde çok daha hiyerarşik yapıda bir kozmopolitizm üzerinden sağlama perspektifinin belki de ilk önemli adımıdır. AB’nin her genişleme hamlesine bunun sezgisiyle tepki göstermiş olan üye ülke milliyetçiliklerinin bu önemli adım karşısında tepkilerinin çok daha yaygın, organize ve hiç de kolay yatışmayacak gibi olmasının saikleri de bununla doğrudan ve derinden ilişkilidir.

Kozmopolitizm enternasyonalizmin elitist deformasyonudur. Kapitalizm koşullarında büyük ve en dinamik sermaye kesimleriyle yüksek nitelikli işgücünün kozmopolitizme açık olması da normaldir. Statülerini, imtiyazlı konum ve varoluş biçimlerini bir millet/millî devlet toplumsal yapısı içinde olduğu kadar, millî sınırların silikleştiği bir düzen içinde de sürdürebileceklerinin güveniyle düşünen ve davranan bu kesimlerin mevcut konjonktürde, Avrupa adına hukuk, demokrasi ve insan haklarına saygıyı öne çıkaran bir global düzenin savunuculuğuna soyunuyor/soyunabilir olması; o statülerinin, imtiyazlarının “tehlike”de olduğunu varsaydıkları bir durumda bir kozmopoliten elitler faşizmine kaymaları ihtimalini dışlamaz.

Türkiye’nin AB’ye katılımına kararlı bir destek veren ve aslî unsurlarını Avrupa’nın liberal ve özellikle de sol partilerinin oluşturduğu kamuoyu bileşimine bakıldığında bunun söz konusu kozmopolitizm ile azalmış gücüne rağmen radikal solun hâlâ koruduğu enternasyonalist eğilimin biraradalığını yansıttığı görülür. Birincilerin Türkiye’nin üyeliğini stratejik mülahazalar, “yaşlanan Avrupa’ya genç işgücü enjeksiyonu”, yeni pazarlara açılım veya açılım avantajları gibi “rafine” bir çıkar mantığının argümanlarıyla, diğerlerinin ise “Avrupalılığı saygın ve istenir kılan insanî-toplumsal değer ve edinimlerin paylaşılıp içselleştirileceği ve böylece geliştirilebileceği alanları genişletmek, bunun önündeki millî, dinî ve maddi çıkar bencilliğince dikilen engelleri aşma inancıyla savunduklarını tespit etmek zor değildir.

Avrupa solu, onu yıpratan, fikrî, moral ve toplumsal gücünü zayıflatan koşullara rağmen, kaynağını teşkil eden o enternasyonalist inanç ve değerleri savunmanın gereği olarak, Türkiye’nin AB’ye katılımını kararlılıkla desteklemiş; Avrupa milliyetçilikleri red cephesinin bilhassa alt sınıflara yönelik olarak körüklediği millî-dinî önyargıların, maddi çıkar kaybı korkularının karşısına o değerlerin belirleyeceği bir -büyük- Avrupa perspektifi umudunu canlandırmaya çalışarak çıkmıştır.

Bu umut mevcut durum ve koşullarda ne denli zayıf görünürse görünsün, solun varoluş nedeni ve dolayısıyla görevinin ekseni, esası o umudu çoğaltmaktır. Ama bir etiketten ibaret kalmış bir sol bu umudu kaybettiğinin veya terk ettiğinin farkında bile olmaksızın ya da buna aldırmayarak; öyle bir “gerçekçiliğin” içine düşmüş olabilir ki; milliyetçi red cephesiyle aynı dili çoğu kez aynı kelimeleri kullanarak konuşabilir. Ve tıpkı onlar gibi çıkar kaybı korkularına, önyargılar ve basmakalıp formüllere sığınıyor olmaktan bile irkilmiyor olabilir. “Türk(iye) Solu”nun genel hali işte budur.

Avrupa solu, eleştirilebilir bir dizi yönüne rağmen 17 Aralık ertesinin tarihsel yol ayrımında sıfatının gerektirdiği yerde saf tutabilmiştir. O yerin Türkiye’deki karşılığında ise içler acısı bir boşluk vardır. O boşluğun varlığında “muhafazakâr demokrat” bir AKP’nin, AB’ye katılımın uyandırdığı tüm umutları kendi süzgecinden geçirerek temsil etme ve kendinde toplama imkânını bulması galiba hem sol hem de Türkiye olarak “hak ettiğimiz” bir sonuçtur.