Avrupa'nın Eşiğinde

Aralık’taki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesi kesin gibi bir şey. Bilindiği üzre, aday üyeliğinin tescili ile birlikte Türkiye’nin tam üyeliğe geçiş koşullarını düzenleyen bir protokol, bir proje de yürürlüğe girecek. Buna göre Türkiye’nin, AB organlarının denetim yetkisi altında maliyesini, siyasî ve hukuki düzenini tam üyelik normlarına uyarlayacağı -asgari on yıl tahmin edilen- bir geçiş süreci öngörülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin 2020’lere doğru Avrupa’ya tamamen entegre olmasını hedefleyen bir perspektif konuluyor önümüze.

Eğer son anda -Türkiye tarafından- bir pürüz çıkarılmaz ve tam üyeliğe doğru gidiş süreci resmen başlatılır, buna ilişkin protokol yeni bin yılla birlikte yürürlüğe girer ise; bunun Türkiye tarihinde ancak TC Devleti’nin kuruluşu ile kıyaslanabilecek önem ve kapsamda bir süreç, bir gelişme olacağı açıktır.

Çünkü; her şeyden önce bir ulus-devlet olarak TC, böyle bir sürece girmekle, tıpkı kurucu ulus-devletler, sonradan katılanlar ve katılacak olanlar gibi, bağımsızlık-egemenlik gibi olmazsa olmaz sayılagelen vasıflarını, işlev ve yetkilerini oluşmuş ve oluşmakta olan Birlik organlarına tedricen devretmeyi ve pek de uzak sayılamayacak bir gelecekte neredeyse özerk idari birimler haline gelmeyi kabullenmiş olmaktadır. Geleceğin Avrupası, Avrupa Birliği, üye ulus-devletlerin federal idarelere dönüştüğü ABD benzeri bir yapı mı olur; yoksa Avrupa’nın “çekirdeği”ni oluşturan kurucu ulusların fiilen hâkim ulus statüsüne sahip oldukları emperyal bir “süper ulus devlet” modeline doğru mu evrilir; ya da her türden yatay ilişki, iletişim ve etkileşimi olağanüstü çoğaltan ve hızlandıran 2. endüstriyel devrim imkân ve dinamiklerinin siyasete katılım, karar ve icra “mekanizma”larını temelden bir değişime zorladığı, örneğin doğrudanlaştırdığı yepyeni bir siyaset ve düzen pratiği mi doğar bilemeyiz. Ama kesin olan bir şey var ki; Avrupa Birliği’nin üye ve aday üye ulus-devletlerinin tümü de -ne denli demokratik/çoğulcu... karakterde olurlarsa olsunlar- yukarıda bahsedilen alternatif biçimlerin en kolay intibak edilebilir görünenine bile geçilirken zorlanacaktır. Fakat bunların hiçbiri Türk ulus-devletinin zorlanma derecesiyle kıyaslanamaz.

Bu zorlanmanın, Türkiye’de temel hak ve özgürlükler kategorisinin, demokrasi ve kültürünün Avrupa “merkez” ülkelerine göre “gelişmemiş” oluşu gibi hemen akla gelen bir nedeninden ve bunun yanısıra da yine Türkiye’de o ülkelerdekinden çok farklı bir “devlet” anlayışı ve “geleneği”nin varoluşundan sözedebiliriz. Fakat bu zorlanma nedenlerini “besleyen” ve bu ülkenin son ikiyüz yıllık tarihinin hemen her siyasal sorun ve döneminde -ve elbette bu yeni dönemeçte de- adeta bir “üst belirleyen” olarak etkili olan bir faktörden de sözetmek şarttır. Türkiye’nin tarih ve kimlik sorunu olarak kestirmeden ifade edebileceğimiz, ikiyüz yıllık gayet sancılı ve karmaşık “Batılılaşma” sorunsalımızın toplumsal bilinç -ve özellikle de- bilinçaltı “müktesebatı”dır bu.

Kendisini Avrupa’ya hem yakın hem farklı, onu hem düşman hem model sayagelmiş, üstelik bu zıt teşhis ve tariflerin kol gezdiği yüzyıllık tarihinin siyasal kavgaları içinde teşekkül etmiş saflaşma/kamplaşmalarında tarafların tavır ve fikirleri o zıt teşhislerden birini dillendirirken ötekini bilinç altında besleyerek, karşıt siyasal söylemlerini bu tuhaf bileşimle oluşturarak kuragelmiş bu ülkede, “Avrupa’nın bir parçası olma”ya doğru gidiş için “yapısal düzenlemeler” fiilen gündeme geldiğinde bu tarihsel mirasın bir kez daha harmanlanacağı gelişmelerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.

“Körfez depremi”nden, hattâ biraz daha geriye giderek “28 Şubat”tan beri bu bağlamda değerlendireceğimiz gelişmeler zaten gündemimizdedir. Az sonra daha ayrıntılı olarak ele alacağımız bu gelişmelerin başlıcalarına şu noktada değinmek gerekiyor. Çünkü biraz önce bahsettiğimiz Batı/Batılılaşma ile ilgili zıt teşhislerin her ayrı siyasal harekette, her siyasal kamplaşmanın taraflarının söyleminde bir biçimde harmanlanmış oluşu, bu son dönem gelişmelerinde gayet açıklıkla görülebilmektedir.

Bunların içinde en çarpıcı görüneni elbette son yüzyıllık tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın karşısında yeralmış ve ’90’lı yılların ortalarına kadar da bu “alamet-i farika”sını, bu “varoluş nedeni”ni korumuş olan “İslâmî hareket”in çok büyük çoğunluğu ile şimdi “Avrupa’ya entegrasyon”un savunucularından biri, taraftarı haline gelmesidir. Buna mukabil şimdi Avrupa Birliği’ne dahil olma konusunda en muhalif değilse bile en fazla muhalefet şerhi koyan akım da, yakın tarihimiz boyunca “Batılılaşma”nın şampiyonluğunu kimselere bırakmamış Atatürkçülerdir. Kuşkusuz İslâmî hareketin bu “yeni” tavrı güncel, dönemsel siyasî ihtiyaçlarıyla -kapatılma, yasaklanma tehditlerini önlemek, “devlet”in onu kamusal alandan sürüp çıkarmaya dönük aralıksız girişimlerini durdurtmak- örtüşen bir “takiye” diye görülebilir. Fakat genel İslâmî hareketin tarihinde Cemaleddin Afgani’lere uzanan, Said-i Nursi’nin görüşlerinden beslenen hareketlerce genişletilen hayli güçlü bir modernleşmeci İslâm yorumunun hep varolageldiği de bilinmelidir.

“Batı”ya hem karşı çıkan hem öykünen, onu hem “anti”si hem de benzeri, aynısı saymanın kararsız “bileşimi”, bu ülkede hangi ad altında olursa olsun teşekkül etmiş tüm siyasal akım ve hareketler için sözkonusudur. Hemen tamamen “Batı”nın tarihsel deneyimi, fikriyatı ve zihniyet dünyası içinde, bunlar üzerinde temellendirilerek, evrensel bir geçerlilik iddiası ve idealiyle ortaya çıkan sosyalist ve liberal akımların Türkiye’deki en kök salabilmiş temsilcilerinde bile bunu görmek zor değildir.

Şüphesiz sorun, siyasal literatürümüzün Batı ile ilgili kavram ve tanımlarının -farklılık, benzerlik, düşman veya ortak vb.- düz anlamlarında ifade edilebilenle sınırlı olsaydı bunu doğal, kaçınılmaz saymak mümkündü. Çünkü bu haliyle o kelimeler eşitler arası bir ilişkiden, karşılaştırmadan sözetmiş olurlardı. Oysa o kavram ve tanımlar, başından itibaren hem “Batı”nın siyasal literatüründe hem de özellikle Türkiye siyasetinde bir eşitsizlik ilişkisini, bir üstünlük-aşağılık bağıntısını vurgulamak üzre anlamlandırılmışlardır. Burada da, her ne kadar sözkonusu kavram ve tanımlarla ifade edilen ilişki ve bağıntı nesnel bir durumu anlatmaktan çok varoluşsal bir olguya işaret eder gibidir. Dolayısıyla her durum ve devirde moral-psikolojik bir boyut içerirler.

Daha önce de bahsettiğimiz kararsız “bileşim”, yani iki karşıt tanımın kamplaşan taraflardaki çapraz varlığı, burada da geçerlidir. Örneğin “Batı”yla benzerliğimizi, benzer/o düzeyde olabileceğimizi savunanlar “biz”i Batı’yla kapasite olarak bile eşit göremeyen, onu adeta ontolojik bir üstünlük konumunda varsayan bir dil ve üslûp kullanırken, bunu dengeleyecek üstünlük kompleksi ihtiyacını, Batı’nın bize, bizim gibilere benzemez, ayrı, farklı veya düşman bir dünya olduğunu iddia edenleri -örneğin İslâmî hareket ve kesimlere karşı- keskin bir aşağılama lügati kullanarak giderirler. Batı’yla benzemezliğimizi, öne çıkaran, dolayısıyla “Batılılaşma”yı reddeden akımlarda ise bu tavır bizim Batı ile eşit hattâ üstün olduğumuz iddia ve duygusunu içeriyor sanılsa ve bu söylemde o iddia ve duyguyu ifade eden sözler bulunsa da gerçekte, bu tür hemen tüm akımlar, soy Türk milliyetçiliği ve İslâmî akımın ana mecrası, siyasal hareket olarak şekillenişlerinin başlangıcından itibaren hem Batı, hem de Batılılaşma akımları karşısında bir aşağılık kompleksi ile malüldürler.

Fakat aşağılık kompleksi gibi kabullenilmesi, hele çetin bir siyasal mücadelede karşı tarafın ithamı olarak kabullenilmesi çok zor olan bir davranış, düşünüş özelliği, genellikle tam aksinin sözkonusu olduğu izlenimini verecek jestlere düşkünlükle varlığını belli eder. Türkiye’de soy Türk milliyetçiliğinin ve İslâmî fanatizmin “Batı” ve Batıcılığın şekli yönlerine, giyim ya da eğlence tarzı gibi sözde sembolik görünümlerine karşı gösterdikleri şiddetli tepkinin kaynağında bu vardır. İçki satılan yerlere örf ve adetlerimize “yabancı” eserler oynayan tiyatrolara saldırıp ve çoğu kez “galip” çıktıkları bu tepki eylemlerine “Batı”yı Batıcılığı yenmek onlara “güç göstermiş, üstünlük sağlamış” gibi bir anlam yükleyivermek bunun tipik ve sık rastlanan tezahürleridir.

Batılılaşma yanlısı cephede ve sosyalizm gibi tarihen bu cephenin içinde -değilse bile- yanında yeralmış hareketlerde ise aynı kompleks bu denli kaba biçimlerde gözükmez. Genellikle örtük ve dolayımlıdır. Türkiye’nin “Batılı” formattan açıkça farklı, o formatın tamamen dışında sayılan “özellikleri”ne, hele bunlar Batılılaşma karşıtlarına sahipleniliyorsa gösterilen tepki bu kompleksin en sık dışavurum biçimidir. Bu bahiste, Batı’da artık yalnızca yabancı düşmanı, neo-faşist dilde barınabilen, alabildiğine aşağılayıcı sıfatlarla yüklü bir dil revaçtadır. Şüphesiz, devlet ve iktidarı ellerinde tutagelen Batılılaşmacı kesimlerin, özgürce varolmalarını, kısıtladıkları -İslâm’a referanslı- Batıcılık karşıtı kesimler karşısında kendilerini -bu bağlamda- bir üst-egemen sınıf konumunda görüp, ötekilere aşağı sınıf muamelesinin her türünü mübah saymaları gibi bir durum da var. Ama bu üst sınıf olarak kendilerini örnek alınan Batı’nın üst sınıflarıyla kıyasladığında hissettiği ve hissettirilen ezici mesafeyi kapatamama aczi, onun sözünü ettiğimiz alt sınıflarına dönük aşağılayıcı tepkide boy verir. Batılılaşmacı akımla tarihsel yanyanalığı Türkiye sosyalist hareketinin diline de bu tepki söylemini bulaştırmıştır.

Söz buraya gelmişken bu Batılılaşmacı akımın radikal söylemi -Kemalizm- ile sosyalistlerin dönem dönem birlikte kullandıkları bir kavramdan da söz etmeliyiz. Bu, çoğu kez Batı ile özdeşleştirilen emperyalizm kavramıdır.

Bilindiği üzre yaygın ve hayli kökleşmiş kullanımıyla emperyalizm, Batı’nın sosyo-kültürel, bilimsel, düşünsel boyutlarını yani onun bir uygarlık olarak ele alınmasını bir yana bırakıp, onu sadece ekonomik-askerî ve diplomatik bir mekanizma, yani bir güç ve hegemonya aygıtı olarak ele alan bir içeriğe sahiptir. Başlıca kapitalist toplumların geniş sömürgelere sahip oldukları, sömürgeler için dünya savaşlarına giriştikleri dönemde, bu iki olguyu açıklama amacıyla oluşturulmuştur.

Türkiye gibi, “Batılılaşma” akımının mevcut yönetici tabakalar arasından, yani güç ve hegemonyanın hiç de yabancısı olmayan, bunu kendi tebaaları üzerinde bizzat uygulayan kesimlerden doğduğu ülkelerde, bu akımların kapitalizmin bir toplum biçimi olarak da bir üst aşamaya geçişi anlamına gelen emperyalizmi, bu yönüyle değil, etkin bir güç ve hegemonya aygıtına sahip devletler olarak algılaması normaldir; konumlarının, devlet ve güç sayesinde yerine getirdikleri işlevlerinin, bu işlevle belirlenen bakış açılarının gereğidir bu.

Bu bakış açısı içinde, emperyalizmde, onun devletine güç ve hegemonya olarak yansıyan yönü başatlaştırmaları, buna gıpta etmeleri ve bu gıpta etmenin Batılılaşmanın temel güdüsü olması doğaldır. Ama bu bakış açısı, emperyalist aşamadaki kapitalist toplumun hemen tüm yapısını, kurumlarını ve işleyişini güç ve hegemonya mekanizmasının parçaları olarak görmeyi ve değerlendirmeyi de getirir. Böylece o toplumlardan gelen her tür etkiyi, etkilenmeyi emperyalist bir eylem veya amaç taşıyıcısı olarak görmenin de kapısı açılır.

Sosyalistlerin pratik politikada kullandıkları emperyalizm kavramı da nesnel ve bilimsel verilere dayalı görünümüne rağmen, Batı toplumlarını “dışa dönük” bir güç ve hegemonya aygıtı formatında sunar. Bu sunuş şüphesiz reddedilemez ama Batı toplumlarının insanlığa kazandırdığı, temel hak ve özgürlükler, demokratik ilke ve kurallar, bilim ve bilimsel yaklaşım gibi gerçek katkıların ters bir perspektiften yorumuna da kapı açar. Bu edinim ve kazanımların emperyalizme -ve kapitalizme- rağmen gerçekleştirildiği ve daha da geliştirilmesine onun ket vurduğu fikrine asla rağbet etmeyen bu güç ve hegemonya endeksli yaklaşım, hak ve özgürlükler ile demokrasiyi Batılı halkların güç, hegemonya ve sömürü -emperyalizm- aygıtına katılma bedeli olarak görmeye eğilimlidir. Halkların o hak ve özgürlükleri, demokratik imkânları kullanıp “sistem”i işlemez kılabildikleri durumlar ise, güç ve hegemonyaya kilitlenmiş yaklaşımlar tarafından en iyi ihtimalle, demokrasinin, temel hakların “sistem”in zayıf noktası, zayıflatıcı unsuru olduğu biçiminde yorumlanır. Ama bu yorum, o hak ve özgürlüklerin, demokrasinin “bizim” sistemimiz için de zayıf nokta olacağı fikrini de içerir kaçınılmaz olarak.

Öteki sistemler, toplumlar, siyasal hareketler sözkonusu olduğunda hak ve demokrasi talebinde bulunmak, “kendi” sistemimiz ve hareketimiz sözkonusu olduğunda bunların yokluğunu veya kısıtlılığını savunabilmek, hakların ve demokrasinin zayıflatıcı bir faktör sayılması fikrinden hareket edildiğinde gayet tutarlı bir tavır olmaktadır. Güç ve hegemonya arayışı ve bunun için mücadelede kendini zayıflatmamak ve rakibin zayıflaması için uğraşmak temel kural ise bu tavrı çifte standart diye eleştirmek de anlamsızdır.

1980’lere kadar “Batı” kendi “anavatanı” içinde bir demokratik hak ve özgürlükler rejimi yürürlükteyken, hegemonya alanındaki ülkelerin benzer bir rejime sahip olup olmamalarına aldırmadı. Batılı devlet ve hükümetler bu ülkelerde muhalif hareketlerin hak ve özgürlük taleplerinin vahşice ezilmesine ses çıkarmadıkları gibi, sayısız defalar o ülkelerin kısıtlı demokrasilerini yıkıp tam bir dikta rejimi kuran hareketlerin destekçisi ve teşvikçisi de oldular. Ama öte yandan aynı dönem boyunca bu Batı’nın demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri egemenlerinin, devlet ve hükümet organlarının o tavrını, salt protesto etmekle kalmayıp, demokrasi ve “kuruluş” için mücadele eden “Batı nüfuz sahası” içindeki hareketleri fiilen desteklediler.

1970’lerden itibaren Batı devletleri ile Batı demokratik kamuoyu, kuruluş ve hareketleri arasındaki bu tavır makası kapanmaya başladı. Hükümetler “komünizm tehlikesi” gibi, eskiden akan suları durduran gerekçelerle yapılan darbelere bile destek vermekten kaçınır oldular. Giderek bu tutum daha da netleşti darbeler ve demokratik hakları kısıtlayan hükümetleri siyasal baskı ve yaptırımlar yoluyla caydırmak özellikle Kıta Avrupa’sı devletlerinin ve teşekkül halindeki birlik organlarının ilkesel bir politikası haline geldi. Eski tutumunu sürdüren ABD’nin de 1990’larda birlikte aynı rotaya girmekte olduğu gözlendi.

Bu değişikliğin “sosyalist sistem”in çöküşü ile şüphesiz ilişkisi vardır. Bütün olayları, özellikle de bu dünya ölçeğindeki gelişmeleri güç ve hegemonya mücadelesi perspektifinden görebilenler, sadece buradan bakarak anlamlandırabilenler, kapitalist-emperyalist devletlerin bu yeni politikasını da güç mantığı içinde ele alacaklardır. Bu politika, güç mücadelesinde “rakipsiz” kalan kapitalist-emperyalist metropollerin orta politikası olarak göründüğü ölçüde -ki öyle görünüyor- onların temel haklar ve demokrasi vurgusu da dünyanın kapitalist-emperyalist güç odaklarının hegemonyasını pekiştirme aracı, düzeneği olarak görülecektir. Nitekim “insan hakları”nın emperyalizmin yeni egemenlik ve sömürü aracı-gerekçesi olduğunu öne süren “teori”ler gecikmemiştir.

Bu tür “teori”lere sığınmak anti-emperyalizme koşullanmış akımlar için hiç de şaşırtıcı sayılamaz. Çünkü bunlar her ne kadar bir toplumsal devrimden, dönüşümden söz ediyor olsalar da aslında güç ve iktidarın büyüsüne kapılmış hareketlerdir. “İlk gençlik” çağlarında o güç ve iktidarı gerçekten de bir toplumsal dönüşümün aracı olarak istiyor olabilirler. Ama siyasal hareket mecrasına yoğunlaştıkça, yani dünyayı, her tür olay ve gelişmeyi güç-iktidar mücadelesinin mantığı ve kalıpları içinde görmeye alıştıkça amaç silikleşir, araçlar amaçlaşır. “Azgelişmiş”, yarı sömürge ülkelerin devlet kadrolarından çıkan “anti-emperyalist” hareketler için öyle “ilk gençlik” saflıkları da yoktur pek. Onlar en baştan beri dünyayı devlet üzerinden ve bir güç oyunu olarak algılamaktadırlar zaten.

Daha önce de değinildiği gibi “anti-emperyalist” yaklaşımın bu iki versiyonu da başlangıçtan beri temel hak ve özgürlükleri ile demokrasiyi emperyalizmin güç ve hegemonya mekanizmasının bir parçası ya da eklentisi olarak görmeye eğilimlidirler. Emperyalizmin demokrasiyi kendi sömürge ve bağımlı ülkelerinde geçerli kılmak için uğraşmadığı, aksine bu tür uğraş ve çabaları ezdiği dönemlerde demokrasiyi “emperyalizmi zayıflatan” bir faktör olarak görüp savunabilmişlerdir. Ancak bu sorunu, demokrasiyi bir değer, amaç olarak benimseme şeklinde olmamıştır. Aksine dünyayı güç-iktidar gözlüğünden kavradığı için demokrasiyi de gücü dağıtan, güç yoğunlaşmasına ket vuran bir faktör olarak görmüştür. O nedenle de demokrasinin emperyalist gücü zayıflattığı gibi gücü-iktidarı elde ettiğinde kendi düzeninin gücünü de zayıflatacağı yargısına varması zor olmamış ve anti-emperyalizme koşullu “zafer” kazanan tüm hareketler demokrasi ile ilgisiz, temel hak ve özgürlükleri fiilen yok sayan rejimler oluşturmuşlardır.

Bu rejimleri kuran hareketler vaktiyle demokrasiyi temel hak ve özgürlükleri savunmuş talep etmiş olmaları ile şimdi demokrasiden uzak oluşları arasındaki “çelişki”yi, emperyalist kuşatma, dış tehdit, toplumun henüz o olgunlukta olmayışı gibi argümanlarla mazur göstermeye çalışırlardı. O dönemde emperyalist ülke devletlerinin de kendi metropollerindeki “demokrasi”yi nüfuz sahalarındaki ülke toplumlarına layık saymamalarının gerekçeleri de o argümanların “komünizm” tehdidi ile oluşturulmuş simetrikleri idi.


1990’ların başında, ABD de dahil tüm Batı devletleri “yeni dünya düzeni”nden bahseder olduklarında, bu düzeni, serbest piyasa yasalarının engelsiz işlediği bir global dünya ekonomik düzeni ile temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerle yönetilen ülkeler olarak tasarladıklarını ilan ettiler özetle. Bu “ilke”lere uymayan, kasden ihlal eden ülkelere “Uluslararası toplum”un -adına kendilerinin- yaptırım ve hattâ müdahale hak ve yetkisi olacağını da duyurdular. Bundan epey önce Avrupa Birliği de üye adayı ülkelerde öncelikli arayacağı önkoşulun demokrasi ve temel haklar rejimi olduğunu ilan etmiş, Birliğin andlaşmalı ticari ilişkiler kuracağı ülkelerde de en azından mevcut haklar düzeyinin gerilememesi koşuluna dikkat edeceğini duyurmuştu.

1990’lı yılları kapitalizmin, tarihsel rakibi “sosyalizm”in çöküşü ile hem tek alternatif olduğunu kabul ettirdiği hem de ideal gelişme koşullarına sahip olduğu bir dönem başlangıcı sayabiliriz. Bu noktasında kapitalizmin ve onun doruğunu yaşayan emperyalist ülkelerin serbest pazar ile birlikte demokrasiyi de “düzenler”inin ilk iki bileşeni saymaları, kapitalizm-serbest pazar ve demokrasinin “özdeş” oldukları anlamına mı gelir? Eğer böyle ise bunlardan herhangi birine “karşı” olmak diğer ikisine de karşı olmayı zorunlu kılacaktır.

Bir başka yaklaşım da kurgulanabilir. Burada özdeşlik ilişkisi değil, bir tür zincir ilişkisi varsayılır. Batı, kapitalizminden ziyade onun güç ve hegemonya boyutunu ifade eden emperyalizmi ile tanımlanır. Emperyalizmin rakipsiz yani ideal koşullarda olduğu da dikkate alınarak; onun bu ideal koşullarında “hegemonya alanı”na demokrasiyi “dikte etmesi”nde demokrasi emperyalizmin en ideal hegemonya aracıdır sonucuna varılır.

Kendini bildi bileli “Batı”yı emperyalist sıfatını mutlaka ekleyerek, hattâ sadece emperyalizm diyerek tarif etmiş olan “sol”un, 1990’lardan beri bu emperyalizmin Türkiye gibi ülkelere demokratikleşme yönündeki telkin ve “baskı” yapagelmekte oluşunu açıklamaya, bu olguya bir nedensellik aftetmeye çalışırken, şu yukarıdaki türden formüllendirmelere girişenlere sıkça rastlanabiliyor. Şüphesiz, Türkiye’nin özel tarihinde, sözkonusu demokratikleşme taleplerinin yıllarca mücadelesini vermiş bir sosyalist hareket, o taleplerinin ve genel olarak demokrasinin bir emperyalizm aracı olabileceği önkabulünü sindiremediği ama öte yandan da “emperyalizm”le aynı talepler üzerinden yanyana duruyor olmayı yediremediği için genellikle bloke olmuş durumda.

Bu sosyalist eğilimler, emperyalizm ile onun bu demokrasi ısrarı geçici, dönemsel bir politika, bir manevra olarak niteleseler bile sorun çözümlenmiş olmuyor. Örneğin AB’nin Türkiye’ye üyelik sürecine girebilmesi için demokratikleşme önkoşulunu şart koyması karşısında kendilerini yine bir açmazla karşı karşıya kalmış sayıyorlar. Çünkü bir yandan, Batı’yı, Avrupa’yı emperyalist diye nitelemiş, örneğin Türkiye’nin AET’ye katılmasına neredeyse sömürgeleşme diyerek şiddetle muhalefet etmiş bir tarihten gelmekteler, ama aynı tarihi bugün gündemdeki demokratikleşme talepleri için mücadele ederek yaşadıklarını da unutmuyorlar. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı mı, taraftar mı olduklarını söylemekte zorlanıyorlar.

Oysa, sosyalizmin kaynağındaki amaç ve değerlerden hareketle duruma bakılırsa -ki aslî yaklaşım bu olmalıdır- Türkiye’yi, Türkiye halkını çok daha geniş bir coğrafyanın halklarıyla yanyana hattâ içiçe getirebilme özelliğini de taşıyan bir projeye, herkesten önce sosyalistler -sırf bu nedenden dolayı bile- istekli olmalıdırlar. Çünkü insanî olan hiçbir şey sosyalistlere yabancı olamayacağı gibi, enternasyonal mahiyet taşıyan hiçbir şey de sosyalistler dışında olamazlar. Batı’dan, Avrupa’dan demokrasinin varolup olmaması bile bu ilke önünde ikincildir.

Kaldı ki Batı toplumları -sürekli olamamış, doğrudan demokrasi denemelerini saymazsak- insanlık tarihinin demokrasi bahsinde ulaşabileceği en üst noktadadırlar. Demokrasi felsefesi idealleri açısından daha alınacak çok mesafe olduğu, Avrupa’da ulaşılmış bu düzeyin birçok iç engel ve tıkanıklıkları olduğu elbette iddia edilebilir ve kanıtlanabilir de. Ancak yukarıdaki tespitin değerini de azaltmaz bu. Batı’da demokrasinin bu düzeyine iktisadi-toplumsal düzenin emperyalist bir mahiyet kazanmasıyla birlikte, bu süreçte eşanlı olarak gelindiği de doğrudur. Ama bu emperyalizm ile demokrasinin ne özdeşliği ne içiçeliği anlamına gelir. Birbirlerine rağmen gelişen, çatışarak gelişen iki süreç sözkonusudur. Eğer emperyalizm, dev sermaye blokları, tekeller ve denetim ve baskı ağları ise, demokrasi de aynı mekânda onların insani değer ve ihtiyaçlara, temel haklara, ortak ve evrensel çıkarlara tecavüzünü sınırlayabilen güç, kurum ve dinamiklerdir. Dolayısıyla Batı, Avrupa her zaman ve şimdi de bir mücadele alanıdır ve uzun süredir burada bir mütareke havası sürmekte ise de bu sadece mücadelenin araç ve yöntemlerinde uzlaşılmış olmasından doğan bir görünümdür. Mücadele sürmektedir ve sürecektir. Çünkü hem demokrasi bu düzeye varabilmesini ve daha da ileri noktalara varabilmesini -bu ve ileride daha farklı biçimler alabilecek, tarafları değiştirebilecek- mücadeleye borçludur ve hem de “sistem”, üzerinde şu anda kendisinin şekillendiği, yönlendirebildiği, ama hiç de kendisiyle özdeş olmadıklarını bildiği dönüştürücü dinamiklerin bu mücadeleden beslendiğinin farkındadır. Çünkü “sistem”, kapitalizmdir her şeyden önce. Ve Marx’ın dediği gibi bu “sistem” “üretici güçlerde sürekli devrimler yapmaksızın varolamaz.” Bu devrimlerin bir noktada onun sonunu da getireceğini bilse bile, kaçınamaz bundan.

Batı, Avrupa Birliği, tarih içinde edindiği konumu, imkân ve potansiyelleri ile bugün ve görülebilir gelecekte de dünyanın gidişatının en fazla belirlendiği bir “mekân” ve platform. Bu ülkede popüler, ortalama algı Avrupa Birliği’ne katılmaya zengin sofrasına ilişmek gibisinden bir anlam ve içerik yüklüyor olabilir. Bu, Türkiye’nin başka pek az ülkede yaşanmış sancılı Batılılaşma ve Batı ile ilişkiler tarihimizin bizde bıraktığı tortunun, “Batı”ya göre “ikinci sınıf” olduğumuz duygusunun benimsetebildiği “küçük çıkar”cı, hiç de onurlu sayılamayacak bir yaklaşım.

Aynı duygu ve yaklaşımdan hiç de uzak olmayan devlet ve egemenlerimiz, şimdi gündeme gelen kapsamlı entegrasyon projesinin, Türkiye siyasal sınırları içinde her tür avantajından keyiflerince yararlandıkları konumlarını, bunun sağladığı gücü, orta vadede kaybedilme ihtimalini de düşünüyorlar. Sınırları, dolayısıyla konumlarını koruma siperlerini giderek geçirgenleştirecek bir entegrasyon sürecinin bu ihtimali önlemesi, en azından geciktirmesi için AB’nin siyasal önkoşullarını “bağımsızlığımızın, egemenliğimizin” kaybedebileceği gerekçesi altında reddetmeyi de düşünüyorlar.

Bunu yapıp yapmayacaklarını henüz bilmiyoruz. Şu noktada hayli zayıf bir ihtimal gibi görünse de bu red tavrı alındığında neler olabileceğini, orta vadede bu ülkede nelerin yaşanabileceği konusunu bir yana bırakıyoruz. Çünkü şu noktada bizi özel olarak sosyalistlerin, içten demokratların tavrı ilgilendiriyor.

Onlar eğer sıfatlarının kaynağında, odağında yeralan değer ve amaçların sahibi iseler, koşullarının olumsuzluğuna, fiilî imkânlarının azlığına, kısıtlılığına rağmen ve hattâ içinden geldikleri topluma, o Avrupa’da “ikinci sınıf” gözüyle bakılmasının yüküne de tahammül ederek, toplum ve hareket olarak, tarihin şu noktasında insanlığın kaderinin en fazla belirlendiği bu “arena”da yeralmanın koşulsuz savunucuları olmalıdırlar. Değer ve inançlarının sınanacağı en zengin ama en zor platformdur burası. Bu zorluğu göğüslemek, hem kendi hareketine hem içinden geldiği topluma ve benzer toplumlara, bu platformda layık görülebilecek -şu son birkaç yüzyılın tortularına bulanmış- “muameleyi” adım adım geriletebilmenin sınavını vermeye istekli olmalıdırlar. Bundan kaçınmak -hangi bahane altında olursa olsun- bir zaaf itirafıdır.

Bundan gerisi de gericiliktir, özgüvensizlik ve özsaygısızlıktır.