Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünden Bugüne Evrimi

Türkiye’nin Orta Avrupa’da doğan sanayi devletleri topluluğuna yakınlaşma süreci oldukça uzun ve sık sık sorunların yaşandığı bir tarihe dayanmaktadır. Bu süreç, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) 31 Temmuz 1959 tarihindeki başvurusuyla başlamıştır. Bu adımın atılmasında siyasî ve ekonomik çıkarların yanında, Yunanistan’ın iki hafta öncesindeki ortaklık başvurusu da etken olmuştur.

Görüşmeler iki ay sonra başlamış ve ortaya çıkan bir kısım çok büyük güçlüklerden sonra 12 Eylül 1963 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu Kuran Antlaşma’nın 238. maddesine dayanan AET-Türkiye Ortaklık Anlaşması’yla sonuçlanmıştır. Varılan bu sonuç her iki tarafça da büyük bir başarı olarak görülmüştür.

Türkiye’nin daha sonraki AT (1978’den bu yana) ve AB (1992’den bu yana) ile sürdürdüğü ilişkiler de dikkate alındığında Topluluk ile ilişkileri böylece kırk yıla yaklaşan bir geçmişe uzanmaktadır.

Karşılıklı ilişkilerin Ortaklık Anlaşması’yla kurumsallaşmasından hemen sonra Türkiye için AET/AT/AB üyeliği ufku belirginleşti. Bu bağlamda AT’nin, üye adayı olarak Türkiye’den, topluluğun yapısına uymasına ilişkin beklentileri vardı (bugün de olduğu gibi). Bu nedenle görüşmeler, mevcut akitlerin yanısıra AT/AB’de yürürlükte olan yönerge, karar ve talimatların uygulamada Türkiye’ye nasıl yansıtılacağı sorusu üzerinde yoğunlaştı.

Bu koşullar altında daha önce Ortaklık Anlaşması ile öngörülmüş olan ve 1970’de Katma Protokol’le (KP) somutlaştırılan Gümrük Birliği (GB) 1995 sonunda gerçekleştirildi ve böylece AB-Türkiye ilişkilerinde bugüne kadarki en yüksek noktaya ulaşıldı. Gümrük Birliği’nin tamamlanmasıyla başlayan dönem, o zamanın Türkiye’deki hükümet çevrelerinde 2000 yılının ilk on yılında ulaşılacak “ikinci sınıf” bir üyeliğe “geçiş” veya bir “ara dönem” olarak görülmekteydi.

Böyle bir ikinci sınıf üyeliğin Türkiye’ye iki olanak sağlayacağı bekleniyordu: Bir yandan Türkiye’nin en kısa zamanda üye adayları arasına alınması ve dolayısıyla uluslararası işbölümüne dahil edilmesi talebi dikkate alınmış olacak; diğer yandan da bu sayede Türkiye’de (halen) mevcut olan demokratikleşme eksiklikleri giderilerek çoğulcu demokratik bir sisteme geçişe katkıda bulunulabilecekti. Ayrıca Türkiye’nin yüzyılı aşkın süredir varmak istediği, Batı’nın ortak değerler sistemine dahil olma hedefi de gözetilmiş olacaktı. Son olarak, bu adımla NATO’nun kendi “güvenlik alanları”nı sağlamlaştırma çabaları desteklenmiş olmakla kalınmayacak, aynı zamanda Avrupa’nın Yakın ve Ortadoğu’daki güvenlik çıkarları da sağlam bir temele oturmuş olacaktı.

AB ve Türkiye arasındaki yakınlaşma sürecinin ayırt edici özelliklerinden başlıcasını, bu sürece başından beri eşlik eden yanlış anlama ve kararsızlıklar oluşturmaktadır. Bunun gerisinde, bu ilişkinin dayandığı her iki tarafı da bağlayan temel anlayışın Avrupa tarafınca işine geldiği gibi yorumlanması ve Türk tarafının buna karşı seçenekler geliştirebilmesi için zorunlu olan yeterli bilgi, teknoloji ve sermayeden yoksun olması olgusu yatmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin AT/AB yakınlaşması, burada bir tez olarak ortaya koymak gerekirse, Avrupa açısından kendi başına bir değer ifade etmemekte, tersine kendi çıkarlarını sürdürmek için diğerleri arasında bir “iş” olarak görülmektedir. Bu temel çelişki, -bir yandan Türkiye’nin büyük beklentileri, diğer yanda Avrupa’nın keyfiliği ve umursamazlığı- ilişkinin tüm safhalarına damgasını vurmakta ve bu süreci belirlemektedir.

Bunun bir sonucu olarak, burada gerçekte nasıl bir ilişkinin sözkonusu olduğu sorusu, eskiden olduğu gibi bugün de AB açısından bakılınca hâlâ tartışmalıdır.

...

Burada yoğunlaşmak istenilen konu uluslarüstü bir kurum olarak AT/AB ortaklığının dört ayağından biri olan Gümrük Birliği sürecini tarihî gelişimi içinde irdelemek olacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN GELİŞİMİ:

Avrupa Birliği düşüncesinin köklerinin yüzlerce yıl öncesine gittiğini söylemek mümkündür. Bu nedenle Avrupa’nın bütünleşmesini (integration) sürekli bir tarihsel gelişim çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Bununla birlikte, ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan en genç Birliği, Avrupa’nın otoriter sistemlerinin çöküşünün bir sonucu olarak anlamak gerekir. Yani bütünleşme düşüncesi, egemenlik haklarını parça parça en üst topluluk organına devretmiş ve -Maastricht Antlaşması’ndan sonra da- hâlâ devretmekte olan ortak devletlerin biçimsel eşitliği temelinde varlığını sürdürmektedir.

...

AET de önceleri bir ticari blok şeklinde gelişmiştir. [Bunun ötesinde] Avrupa Ulus devletleri Birliği’nin özellikle Fransa ve Almanya arasında olmak üzere, kötü sonuçlar doğurabilecek çıkar çatışmalarını önlemesinin yanısıra, savaşın getirdiği olumsuzlukları hızlı bir yeniden inşâ ile aşması düşünülüyordu. Daha büyük bir ekonomik alan engelsiz mal ve hizmet değişimi ile birlikte, sürekli gelişen ve daha fazla sermaye yoğun olan teknolojilerin üretimi için olağanüstü avantajlar sunuyordu.

Özellikle çok uluslu sanayi şirketlerinin sınır ötesi doğrudan yatırımları, ulusal sermaye ile eşit işlem görme ilkesinden ötürü daha büyük bir iktisadî alanda çok daha olumlu bir sonuç doğurabilmekteydi. İşgücünün dolaylı ya da dolaysız engeller olmadan sınırlar ötesi dolaşımı, en verimli istihdam edilebileceği yerlere gitmesine katkıda bulunmaktaydı.

Bu anlayışla hareket eden AET/AT üye ülkeleri dolaylı ve dolaysız ticari engelleri olabildiğine kaldırdılar, nakliye masraflarının payını sürekli düşürdüler, katma değeri daha yüksek ürünler ürettiler ve büyük çaplı üretim yöntemleri geliştirmede öncü rolü üstlendiler. Böylece bu ülkeler ABD ve Japonya ile birlikte piyasaların globalleşmesi ve ekonominin uluslararasılaşmasının zeminini yarattılar. Bu bağlamda (işgücünün verimliliği ve yüksek teknolojik standart da dahil olmak üzere) işletme verimliliği ve yönetimdeki esnekliğe ve yaratıcılık gücüne özel bir önem veriliyordu. Bu sırada global bir ekonomi içinde yeralan pazarı ve bu pazarın boyutlarını ekonomik, teknik ve kültürel faktörler belirliyordu ve ulusal sınırlar klasik önemini giderek yitirmekteydi.

Bütünleşme kavramı, öngörülen bu hedef içinde daha çok bir topluluk oluşturulması anlamında ya da Birliğe ulaşmada bir süreç olarak kullanılmaktaydı. Devletlerarasında çıkar dengesi kurulmasının her türlü biçiminin kesinlikle reddedilmesi bu anlayışın bir sonucuydu. Avrupa’nın bütünleşmesi sürecinde sözkonusu olan artık klasik ittifaklar politikası değil, uluslarüstü bir topluluk oluşumuydu. Öteki dünya güçlerine karşı Avrupa’nın kendini kanıtlaması olanağını ancak böyle bir oluşum sunabilirdi.

’50’li yılların başında, bu tür öngörülenlerden hareket edilerek önce Almanya ve Fransa’nın kömür ve çelik üretiminde ortak bir organizasyonu teşvik edildi. Bu temel üzerinde siyasî bir federasyon kurulması düşünülüyordu. O nedenle bugün bile Bonn-Paris ekseninin önemi sürekli vurgulanmaktadır. Bu bağlamda burada zamanın Başbakanı Helmuth Schmidt’in Almanya’nın AT’ye bakışını yansıtan düşüncelerini aktarmak gerekiyor: “Hiçbir ülke Birleşik Almanya kadar AT’nin gelişmesine bağımlı değildir. Almanya bugün nüfus bakımından Fransa veya İngiltere’nin bir buçuk katı, Polonya’nın iki katı, Hollanda’nın beş katı, Belçika’nın sekiz katı büyüklüktedir. Bütün bu ülkelerde Almanya’nın tahmin edilebilecek ekonomik gücünden ötürü kaygılar vardır; Hitler döneminin kötü anıları da buna eklenmektedir. Eğer ülkemiz kendisini izole etmek istemiyorsa, eğer Avrupa Almanya’ya karşı karşı güç olarak koalisyonlar siyasetine geri dönmek istemiyorsa, o zaman biz Almanların işlevsel bir AT bağlantısına ihtiyacımız vardır. (...) Alman-Fransız dostluk ittifakı bunun için yegâne önkoşuludur. (...).” “Fransa olmadan” Helmut Schmidt’e göre “her şey hiçbir şeydir!”

Bugün de geçerliliğini koruyan kimi stratejik değerlendirmelerden yola çıkılarak Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın da katılımıyla ilk Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) Antlaşması 18 Nisan 1951’de imzalandı. Antlaşma 23 Temmuz 1952’de yürürlüğe girdi. “Montanunion” kavramıyla da tanınmış olan, “barışçıl ve müreffeh Avrupa’nın” birlikte inşâ edilmesini amaçlayan Topluluk, çalışmalarına 10 Ağustos 1952’de başladı. Bu adım, Avrupa’nın altı ulusal devletinin uluslarüstü bir otorite kurmaları anlamına geliyordu. Antlaşmayı kaleme alanlar bu organizasyonun başarılı olacağından emindiler ve bunun yan etki olarak “ekonominin diğer dallarını da aynı doğrultuya zorlayacağını” hesap ediyorlardı. “Yeni bir umut doğuyordu: Siyasetin motoru olarak ekonomi. Avrupa Konseyi’nde geniş siyasî düzlemde ilk hamlede başarılamayan şey, bu kez ekonomi yoluyla gerçekleştirilmiş olacaktı.” Montan ekonomisinin kurulmasıyla kömür, çelik, demir cevheri ve hurda demir üretimi, yukarıda değinildiği gibi, ortak bir “yüksek otorite”nin kontrolüne verildi ve bu makam uluslarüstü, başka bir ifadeyle ulusal devletlerin egemenliklerini sınırlayan yetkilerle donatıldı. Bu yolla bir yandan Avrupa’nın bütünleşmesinin ilk etabı geride bırakılırken, diğer yandan da “Fransa ve Almanya arasında olası her türlü savaş sadece düşünülemez değil, maddi olarak da imkânsız” kılınmış oldu.

İsviçreli tanınmış bir gazeteci bu düşünceleri 1994’de, Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Bloku’nun yıkılmasından beş yıl sonra şöyle geliştiriyordu: “Avrupa politikası (...) - geniş bir pazar ve ekonomik alan yaratmak dışında - Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi Avrupa felaketlerinin tekrarını önlemek, başka bir deyişle milliyetçi stratejilerin ve rekabetin yıkıcı koalisyonlara ve zincirleme tepkilere dönüştüğü bir duruma son vermeli ve set çekmelidir.” Geçici iyi komşuluk ilişkileri ve “goodwill” politikaları tek başına yıkıcı gelişmelere karşı sürekli güvence oluşturmaya yeterli olmadıkları için, “Avrupa’nın rahatsızlığının terapisi” ulusal devletlerin çıkarlarının ve politikalarının devletlerüstü topluluk kurumlarında kaynaştırılmasında görülmekteydi.

Bu sırada “Almanya’nın geniş bir Avrupa çıkar topluluğuna sürekli bağlanmasına” özel bir önem verilmekteydi. Bu, özellikle Sovyet blokunun yıkılmasından sonra daha da güncellik kazanmıştı. Çünkü, “Orta Avrupa’nın doğusundan bir zamanların Sovyet imparatorluğunun Asya’daki topraklarına dek uzanan bu çözülme süreci son derece bulaşıcı yeni milliyetçiliği serbest bırakmıştı; öyle ki, gelecek için ulusal devletlerin ve unsurların sorunsuz ve barışçıl biçimde birarada yaşamaları ve çatışma kaynaklarının kolayca izole edilmesi tehdit altındaydı.” Yazar buradan, bu koşullar altında Almanya’nın “Avrupa bağı içinde tutulması zorunluluğunun daha da arttığı” sonucunu çıkartmakta ve daha sonra şu saptamayı yapmaktadır: “Bu bağ Almanya’nın ortakları için birleşmenin önkoşulunu oluşturmaktadır. (...) Avrupa’nın siyasî birliği süreci hiçbir zaman önemini yitirmemiştir. Tam tersine, Avrupa coğrafyasında kendini gösteren yeni istikrarsızlıktan ötürü daha fazla güncellik, dahası aciliyet kazanmıştır (...).”

Bu gerek tarihsel gerek güncel somut temel üzerinde, Montan Birliği’ni oluşturan altı üye devletin karşılıklı çıkarlarının örtüşmesi sağlanmış ve bu sayede çok daha büyük ve derinliğe sahip Topluluk 1958 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Bu gelişmede belirleyici etken Montan Birliği’nin olağanüstü başarılı oluşudur. Çünkü Birliğin çelik üretimi beş yılda % 42 artmıştır. Birlik üyelerinin sanayi üretimi de Büyük Britanya’ya kıyasla 1950-1955 yılları arasında iki kat; 1960 yılında ise üç kat olmuş ve bu bağlamda AET’nin rakiplerinin kaygılarının da yersiz olduğunu göstermiştir.

Bu tarihsel döneme damgasını vuran bir başka olgu da soğuk savaşın ortaya çıkması nedeniyle güvenlik politikası alanındaki işbirliğiydi. Ticaret, para politikası, kamu maliyesi ve ekonomik koordinasyon Batı ittifakının yeni ayaklarını oluşturuyordu. 1 Ocak 1958’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) hayata geçirildi. Böylece ekonomik işbirliği de güvenlik politikasıyla ilgili konular gibi stratejik bir önem kazanmış oldu.

Sektörel bütünleşmenin ileri bir boyutu olan Euroatom’a uluslarüstü nitelik kazandıran başlıca görev alanları nükleer yakıtların Topluluk mülkiyetine geçirilmesi, nükleer alanda ortak güvenlik denetimi uygulanması ve ortak bir araştırma politikası izlenmesiydi. Buna karşılık AET çok daha kapsamlı içeriğe sahipti ve antlaşmanın hemen 1. maddesinde bir topluluğun kurulması öngörülüyordu. İkinci maddede ise Topluluğun görevi, “ortak bir pazarın kurulması ve üye devletlerin ekonomik politikalarının giderek yaklaştırılması yoluyla Topluluğun bir araya getirdiği devletler arasında daha sıkı ilişkilerin kurulmasını sağlamaktır” biçiminde ifade ediliyordu.

Bu konu ve hedeflerin yaşama geçirilmesi, AET’yi Kuran Antlaşma’nın (AET-A) 3. maddesinde belirtilen araçlar ve faaliyetlerle sağlanacaktı. Bunların başlıcaları, bir Gümrük Birliği kurulması, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi (OGT) oluşturulması ve ulusal ekonomi politikalarının koordine edilmesiydi. Bu faaliyetler, üye devletler arasında kişilerin, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasıyla genişletilmekte ve üye devletlerin ulusal mevzuatlarının birbirine uyumunun sağlanmasıyla tamamlanmaktaydı. Böylece, ortak bir ekonomik ve dolayısıyla genel bir siyasî bütünleşmeye giden yolda ilk adım atılmış oluyordu.

Topluluğa verilen görevlerin AET Antlaşması’nın 4. maddesine göre antlaşmanın hedefleri çerçevesinde uluslarüstü organlar aracılığıyla yerine getirilmesi öngörülmekteydi. Bu hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için çeşitli düzeylerdeki kurumlarla ilgili çerçeve koşullar da getirilmekteydi. Bu kurumlardan en önemli olanlarını kısaca şöyle tanıtmak mümkündür.

AET/AT/AB’nin en yüksek siyasî mercii olan ve 1974’ten beri varlığını sürdüren Avrupa Konseyi Avrupa politikasıyla ilgili temel sorunları görüşmektedir. Üye devletlerin devlet ve hükümet başkanlarından ve Avrupa Toplulukları Komisyonu’nun başkanından oluşmaktadır. Avrupa konseyi yılda en az iki kez Konsey temsilcisinin başkanlığında toplanmaktadır. Bu kişi, o sırada AB dönem başkanlığını yürüten ülkenin devlet veya hükümet başkanıdır. AB-Avrupa Konseyi Topluluğun siyasî eylemde bulunan yasa koymaya yetkili organıdır. Görevleri Birlik Antlaşması’nın D maddesinde şöyle belirlenmiştir: “Avrupa Konseyi Birliğin gelişmesi için gerekli girişimlerde bulunur ve bu gelişmeyi sağlamak için genel siyasî hedefleri saptar.” Somut kararlar üye devletlerin hükümet temsilcilerinden oluşan, çoğu zaman “Bakanlar Konseyi” olarak da adlandırılan bir organ tarafından alınmaktadır. Topluluğun kuran antlaşmanın 145. maddesine göre Bakanlar Konseyi Birlik Antlaşması’ndan sekonder hukuk türetme konusunda karar alma yetkisine sahiptir. Konseyi oluşturan temsilciler, Komisyonun bir üyesi her zaman bulunmak üzere görüşülecek konuların niteliğine göre değişmektedir.

Buradaki sözkonusu olan Avrupa Konseyi sadece Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının katıldığı bir konumdur. Almanca olarak da “Europäischer Rat” diye anılır. Bu kurum merkezi Strassburg’ta olan ve yine Türkçeye Avrupa Konseyi olarak tercüme edilen ve 38 devletin katıldığı kurumla çok kez karıştırılmaktadır. Bu kurumun Almancası ve “Europarat”tır.

Üye devletlerden bağımsız olarak Topluluğun çıkarlarını temsil eden Komisyon (kökeni Montan Birliği’ndeki Yüksek otorite) girişim ve yürütme organı olarak antlaşma ve kararların uygulanmasını gözetmekle görevlendirilmiştir. Yargı yetkisi üye ülkelerin en yüksek yargı mercii olan Avrupa Adalet Divanı’nda (AD) bulunmaktadır. Avrupa Parlamentosu (AP) ağırlık olarak denetim görevi üstlenmiştir. Avrupa Parlamentosu’nun üyeleri 1979’dan bu yana her beş yılda bir genel ve doğrudan seçimlerle seçilmektedir. AP 1994’ten beri 567 üyeden oluşmaktadır. Topluluk bütçesi üzerinde söz hakkı ve denetleme yetkisi bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak denetim görevlerinin yanısıra Avrupa Parlamentosu ayrıca artan fakat sınırlı ölçüde yasama haklarına sahiptir. Ekonomik ve Sosyal Komite ise ekonomik ve sosyal yaşamın çeşitli kesimlerinden temsilcilerden oluşmakta ve sadece danışma işlevi görmektedir ve bu nedenle karar alma süreçlerinde etkisi fazla değildir. Onbeş üyeden oluşan Sayıştay AT bütçesi hakkında ayrıntılı bilgileri içeren yıllık raporlar hazırlamakta ve AT kurullarının aldıkları hatalı mali kararları da gösteren bilgileri kamuoyuna duyurmaktadır.

Toplulukların önceleri birbirinden ayrı olarak faaliyet gösteren yürütme organları 1965 yılında bir organ birliğiyle fiilen birleştirilmiştir. 1967 tarihli bu Birleşme Antlaşması’ın yürürlüğe girmesiyle her üç Topluluk için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento için ortak bir konsey ve komisyon kurulmuştur. Parlamento ve Adalet Divanı ise kuruluşlarından bu yana toplulukların ortak organları olarak görev yapmaktadır. Araştırma bundan sonra Avrupa Topluluğu’nun yalnız bir “temel direği” ile, yani Ekonomik Toplulukla sınırlandırılmıştır. Bunun için burada, gerçekte diğer tüm alanları kapsamasına karşın AT kavramı kullanılmaktadır. “Avrupa Birliği’ni Kuran Antlaşma’nın” 1 Kasım 1993’te yürürlüğe girmesinden sonra AB kısaltılması da kullanılmaktadır.

AB’ye şimdiki şekliyle daha önce anılan kurucu üyelerin yanısıra (daha sonra tekrar çıkan Grönland dışında) 1993’ten bu yana Danimarka, İrlanda ve Büyük Britanya, Yunanistan (1981) ve 1986’dan itibaren İspanya ve Portekiz üyedir. Bu ülkelerin dışında 1995 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya AB’ye girmişlerdir.

AB’nin bu arada öngörülen yeni Kıbrıs (üyelik başvurusu 4 Temmuz 1990), Doğu ve Orta Avrupa devletleri sıraya alınmışlardır. Doğu-Batı çatışmasının ve ideolojik çekişmelerin ortadan kalkmış olması buna zemin hazırlamıştır. Bu gelişmeye Aralık 1991’de AT ile Polonya, Macaristan ve o zamanki Çekoslovakya Federal Cumhuriyeti arasında imzalanan Avrupa Antlaşması’yla karşılık verilmiştir. Ortaklık Antlaşması niteliği taşıyan bu antlaşmalarla ticari engellerin kaldırılması, ekonomik ve mali işbirliği kurulması ve geliştirilmesi, yerleşim özgürlüğü ve sermayenin dolaşımına ilişkin kısıtlamaların azaltılması, mevzuatların uyumu ve siyasî diyaloğun arttırılması gibi amaçlar öngörülmekteydi.

Böylelikle Batı Avrupa’nın çıkarları yeniden tanımlanmış ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa devletleri yönünde genişlemesine kaydırılmış olmaktaydı. Bu nedenle Aralık 1994’te Essen’deki AB doruğuna Orta Avrupa devletlerinin (Polonya, Slovak Cumhuriyet, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan) AB üyeliğine hazırlanması stratejisi benimsendi. Bu strateji tam üyelik yolunda bu ülkelerin önlerinin tamamen açık olduğunu göstermekteydi. Böylece kişi başına gelirleri ortalama olarak Türkiye’nin oldukça altında bulunan yukarıda anılan eski Doğu Bloku devletleri ve Estonya gibi devletler, bu arada ikinci genişleme dalgası olarak da Romanya, Bulgaristan ve Estonya dışındaki Baltık devletleri de AB’ye kabul edileceklerdir. Bu ülkelerin işsizlik oranları da Türkiye’ninkinden yüksektir. Örneğin, Polonya’nın % 19 (1995), Slovak Cumhuriyeti’nin % 16’dır. AB’nin bu Doğu komşuları büyük mali yardımlar da almaktadırlar. 1989-94 yılları arasında bu destekler Güney ve Doğu Akdeniz ülkelerine yapılan yardımların beş katı tutarındadır.

AT’nin güney genişlemesinin tamamlanması ve AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine doğru öngörülen genişlemesiyle ilk AT üyesi devletlere kıyasla, çok heterojen ekonomik yapılara sahip devletler AT üyesi olmuş ya da olacaklardır. Bu heterojenik yapı bir dizi ekonomik sorunu ve fakat aynı zamanda bir o kadar olanağı da birlikte getirmektedir.

...

ORTAKLIK KURULMASI

Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye, 31 Temmuz 1959 tarihinde AET ile ortaklık görüşmelerine başlanması için resmî başvuruda bulundu. Bu adım sözü edilen siyasî ve ekonomik çıkarların yanısıra, Yunanistan’ın AET’ye iki hafta önce yaptığı ortaklık başvurusundan ötürü de atılmıştı.

Bu adım gelişmiş sanayi ülkelerinin yüzlerce yılını almış olan gelişmelerini kaydetmek için olağanüstü çabaların gösterildiği bir ülkenin siyasî modernleşmesi yolunda önemli bir kilometre taşı anlamına geliyordu. Özellikle Kemalizm (1923-1938) ve Kemalizm sonrası dönemde Avrupa hukuk normlarının ve yaşam biçiminin zorlanarak da olsa kabul edilmesiyle Osmanlı gelenekçiliğinin ve bilimsel teknolojik az gelişmişliğin aşılmasına çalışılıyordu. Bu sırada öncelik ülkenin hızlı sanayileşmesine ve modernleşmesine tanınmıştı. Savaş sonrası dönemde ise bu politika dış siyasette yön değişikliği ve Batı yönetim biçimlerinin ve hukuk normlarının alınmasıyla daha da sağlamlaştırıldı. Batı’ya yönelme somut olarak ifadesini Türkiye’nin OECD’ye (daha önce OEEC’ye), Avrupa Konseyi’ne ve NATO’ya üyeliğinde buldu....

Bu arka plandaki gelişmelerin ışığı altında AET ve Türkiye arasında yapılan görüşmeler Türkiye hükümetinin ortaklık başvurusunda bulunmasından iki ay sonra başladı ve 12 Eylül 1963 tarihinde Ortaklık Antlaşması (Ort. An.) imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu sonuç Türkiye’de büyük bir başarı olarak karşılandı. Ancak, yürürlüğe girebilmesi için Antlaşmanın AET üyesi altı devletin ve Türkiye’nin parlamentosunca onaylanması gerekiyordu. Avrupa Parlamentosu’nun 28 Kasım 1963 tarihli olumlu görüşünden sonra ve Bakanlar Konseyi’nin kararıyla Antlaşma nihayet 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girebildi.

Türkiye böylece, 9 Haziran 1961’de benzeri bir antlaşma ile AET’ye ortak üye olan Yunanistan’dan sonra altılarla tam üyelik perspektifi içeren bir ortaklık ilişkisi kuran ikinci ülke oldu. Böylelikle AET ve Türkiye, AET-A’nın başlangıç bölümünün birinci paragrafında dile getirilen “Avrupa halkları arasında gittikçe daha sıkı bir birliğin temelini atma” ve “... barış ve özgürlüğü koruma kararının” ruhuna uygun davranış sergiliyorlar. Ortaklık Antlaşması’nın 2. maddesinin 2. fıkrasına göre ekonomi alanında deklare edilen hedef ise “Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile göz önünde bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri sürekli ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmek” idi.

Antlaşmanın Ankara’da imzalanması dolayısıyla yaptığı konuşmada AET Komisyonu’nun o zamanki başkanı Walter Hallstein yeni ilişkinin özelliklerini şöyle ifade ediyordu: “Bizler bugün siyasî önemi çok büyük bir olayın tanıklarıyız. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Olayın derin anlamı işte buradadır: Bu, coğrafi nitelendirmenin kısaltılmış ifadesinden ya da geçerliliğini birkaç yüzyıldır sürdüren tarihi bir tespitten çok, bir gerçeğin onaylanmasıdır. Türkiye Avrupa’ya dahildir. Bu her şeyden önce, etkileri bu ülkede adım adım bilinçleşen Atatürk’ün güçlü kişiliğini ve onun tarafından Türk devletinin bütün hayati alanlarında radikal biçimde Avrupai tarzda yenilenmesi olayının hatırlanmasıdır. Bu olayın Avrupa kültür ve siyasetinin yayılması tarihinde bir benzeri yoktur. Evet, bizler bu olayda Avrupa’daki en modern gelişme olan Avrupa Birliği ile bir nitelik akrabalığı hissediyoruz. Buradaki zihniyet aynı zihniyet değil midir? O aydınlanmış, rasyonel, mutlak realist tutum; modern bilginin metodik kullanımı, okullaşmaya ve eğitime verilen değer; ilerlemeye açık ve irade gücü olan dinamizm; araç seçiminde cesur pragmatizm. Bundan ötürü, Avrupa’nın -o Avrupa ki kendini özgürce ifade etmek demektir- ve Türkiye’nin askerî, siyasî ve ekonomik açıdan etki ve tepkilerinde özdeşleşmesinden daha doğal ne olabilir?”

Zamanın başbakanı, Atatürk’ün dava arkadaşı İsmet İnönü ise konuşmasında önce Roma Antlaşmalarının tarihsel öneminin altını çiziyor ve Ankara Antlaşması olarak da bilinen yeni antlaşma metninde “Türkiye’yi ebedi olarak Batı’ya bağlayacak bir unsur” görüyordu. Ayrıca bu bağın temelinde “tarihsel ve coğrafi zorunlulukların yattığını” belirtiliyordu. İnönü sözlerini antlaşmanın hazırlanmasındaki çabalar için Hallstein’e teşekkürle bitiriyordu....

Bir zamanlar sosyalist olarak adlandırılan devletler tarafından ise Türkiye’nin AET ile ortaklığına sert eleştiriler yöneltilmekteydi. Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin “Alman Dış Politikası” adlı zamanın dergisindeki bir yorum yazısında bu ilişki “AET’nin, NATO’nun ekonomik altyapısını geliştirmenin bir aracı” olarak nitelendiriliyordu. Ortaya konulan teze göre Ortaklık Anlaşması’yla “... AET’de başı çeken konsern devletlerinin”, “... Asya’ya sıçramaları, Yakın Doğu’da doğrudan ekonomik ve siyasî bir güç unsuru olmaları” sağlanacaktı... Yazar Bittmann’a göre ülke AET’ye ortak olsa da, yine “... büyük özverilerde bulunmak, kaynaklarını yurtdışına akıtmak zorunda kalacak ve Türkiye’nin dışarıya bağımlılığı yine devam edecekti.”

Türkiye İşçi Partisi (TİP) de Türkiye’nin AET ortaklığı hakkında benzeri, fakat farklı bir açıdan gerekçeler öne sürüyor ve bu ortaklığı kesinlikle reddediyordu. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre AET’ye katılma Türkiye’nin ülkeye özgü çıkarlarına aykırıydı. Bunu şöyle temellendiriyordu: “Sağlayabileceği ufak tefek geçici istifadeler, para yardımı ve borç umutları gerçekleşse bile -ki bunları da er geç faizleri ile emekçi halkımız ödeyecektir- Ortak Pazar, uzun vadeli bir teşebbüs olarak, bağımsız varlığımız ve emekçi halkımız aleyhine sonuçlar doğuracaktır. Ortak Pazar Antlaşması kuvayı milliye ruhu ile ve bu açıdan değerlendirilen yüksek milli menfaatlerimizle asla bağdaşamaz. Geri kalmış, varlığını bir Kurtuluş Savaşı’na borçlu bir devlet olarak, istiklalimize taassupla bağlı kalmak zorundayız. Politikamız yüzde yüz milli olmalıdır, yani fakir milletimizin, emekçi halkımızın menfaatlerinden başka hiçbir düşünce, hiçbir endişe kararlarımızı etkilememelidir. (...) Ortak Pazar, Fransız, Alman, İtalyan, Belçika, Hollanda, Lüksemburg mali tekellerinin nüfuz ve hakimiyeti altında bir gümrük ittihadı (bir kartel) antlaşmasıdır. Ortak Pazar’ın amacı, sömürgeciliği yeni usullerle devam ettirmektir. Türkiye gibi geri kalmış bir toplumun böyle bir ortaklığa katılması ve bundan herhangi bir istifade beklemesi, kurt ağzındaki kuzunun yaşama hayalinden farksızdır. Ortak Pazar’a hayır diyoruz! Çünkü Ortak Pazar toplumumuzun bugüne kadar bizi geri bırakan ekonomik ve sosyal yapısının daha kuvvetlenmesine yolaçacaktır. (...) Ortak Pazar’a hayır diyoruz. Çünkü Türkiye’nin bağımsız bir varlık olarak kendi gücü, kendi imkânları ile kalkınıp ilerlemesini istiyoruz...”

ORTAKLIK ANTLAŞMASI

İfadesini Ortaklık Antlaşması’nda bulan hedef, iki tarafı beklenti ve çıkarlar bir yandan ileride bir “Ekonomik Birliği” (md. 11-21) götürecek olan bir Gümrük Birliği’ni (md. 2. fık. 2 ve md. 10) içerirken, diğer yandan işgücünün serbest dolaşımının kademili olarak gerçekleştirilmesini içermekteydi. Yerleşme serbestliği ve çalışma serbestliği alanındaki kısıtlamaların da kaldırılması öngörülmekteydi (md. 13 ve 14). Böylece Antlaşma yalnızca “katıksız” bir Gümrük Birliği öngörmekle kalmıyor, daha çok ekonomik hayatın diğer tali alanlarına ilişkin, örneğin ulaşım politikası, rekabet, vergiler, hukuki uyumlulaştırma ve sermaye dolaşımı gibi alanlara ilişkin hükümler içermekteydi (md. 15-21).

Antlaşmanın hedeflerinin, Türkiye’deki yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve iki ortak arasındaki ekonomik gelişmişlik farkının azaltılmasıyla gerçekleştirilmesi öngörülmekteydi. AET, Türkiye’ye “geçiş ve son dönemde doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için” belirli bir süre ekonomik yardımda bulunmayı taahhüt etmekteydi. Bu adımların “ilerde olası bir tam üyeliğe geçişi kolaylaştırma gibi siyasî amaca hizmet etmesi” düşünülmekteydi. Ortaklık Antlaşması’na iki ek, iki protokol, ortak bir açıklama ve bir son senet eşlik etmekte ve bu arada Antlaşma bir dizi protokol ve temel belgeyle de tamamlanmaktadır.

Temel nitelikte ve Antlaşma’da formüle edilmiş olan hedeflere ulaşmak için bir hazırlık, bir geçiş ve bir son dönemden (md. 2. fık. 2) hareket edilmektedir ve bunların birbirini izlemesi belirli koşulların sağlanmış olmasına bağlanmıştır. Ancak işgücünün serbest dolaşımının Katma Protokol’e (KP) göre 1976-1986 yılları arasındaki dönemde, Gümrük Birliği’nin ise 1995 yılı sonuna kadar gerçekleşmesi öngörülmüştür.

HAZIRLIK DÖNEMİ

Hazırlık döneminin (1 Aralık 1964’ten 31 Aralık 1972’ye kadar) açıklanan hedefi Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatında birtakım kolaylıklar sağlamaktı. Bu ticari ayrıcalıklar Türkiye’nin AET ülkelerine olan ihracatını destekleme amacını güdüyordu. Buna bağlı olarak ayrıca Türkiye’nin ihracat yapısında da bir değişim amaçlanıyordu. Mali yardımlarla desteklenerek Türkiye’nin “aşamalı olarak kurulacak bir Gümrük Birliği’nden dolayı ileride doğacak yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasının” teşvik edilmesi söz konusuydu...

[Fakat kurulan ilişki iktisadî olarak Türkiye’nin aleyhine bir gelişmeyi gündeme getirdi. Örneğin] ortaklığın başlangıcı (1964) itibariyle ithalat ve ihracat değerleri 100 olarak kabul edilirse, geçiş dönemine kadar (1971) endekste şu gelişme gözlenmektedir: Bu süre içerisinde altıların ihracat payı 100’den 189’a çıkarken, ithalat payı yaklaşık üçe katlanarak 1971 yılında 279’a ulaşmıştır. Aynı dönemde Türkiye’nin ihracat payı global olarak 100’den (1964) 164’e (1971) ve ithalat payı da 100’den 203’e çıkmıştır. Bu endekslemeye fındık dışında AET tarafından ihracat kolaylıkları sağlanan ürünler dahil edildiğinde bilanço daha negatif görünmektedir....

Bu dönemde göç alanında da dikkate değer bir gelişme yaşanmıştır. 1964-1970 yılları arasında sadece Federal Almanya Cumhuriyeti Türkiye’den 645.951 işgücü almıştır. Buna karşılık aynı dönemde 232.477 kişi Türkiye’ye geri dönmüştü. Aile bireyleri ve ‘kaçak göç” dikkate alındığında Federal Almanya’da yaşayan Türklerin sayısı daha da artmıştır. 1971 yılında AT coğrafyasında 530.725 Türk işgücünün yaşadığı saptanmıştır. Bu işgücünün yalnız 1971 yılında Türkiye’ye yaptıkları para havalesi tutarı 471 milyon ABD Doları’dır ki bu miktarın ticaret açığının kapatılmasında önemli bir katkısı olmuştur...

AET üyesi devletlerdeki Türk işgücünün sayısının sürekli artmasına rağmen işgücü göçü ve kişilerin serbest dolaşımı konuları hazırlık dönemindeki görüşmelerde ele alınmamıştır. Bunun yerine bu sorunun karşılıklı antlaşmalarla düzenlenmesi yoluna gidilmiştir. Anlaşmaya varılan tek nokta, bu sorunun geçiş dönemi sırasındaki görüşmelerde ele alınması olmuştur.

Ortaklık Antlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasına göre hazırlık dönemi için 3 yıllık bir süre öngörülmüştü. İkinci aşamaya geçişin koşul ve usullerinin dördüncü yılın bitiminden sonra görüşülmesi gerekmekteydi. Bundan ötürü Türkiye 16 Mart 1967 tarihinde Gümrük Birliği’ne geçiş için başvuruda bulunmuştu. O zamanın Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel o sırada ülkenin “büyük ekonomik potansiyelini” bunun için gerekçe gösteriyordu. Ancak bu potansiyel AET üyesi devletlere göre o kadar yavaş harekete geçirilmişti ki, bu ülkeler Türkiye’nin geçiş döneminde üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirip getiremeyeceği konusunda kuşkuya düşmüşlerdi. Bu nedenle geçiş döneminin düzenlenmesine ilişkin görüşmeler 22 Haziran 1970 tarihine kadar uzadı. Sonuçta 23 Kasım 1970 tarihinde kesinleşen Katma Protokol (KP) ancak iki yılı aşkın bir beklemeden sonra ve 1 Ocak 1973’te yürürlüğe girebiliyordu. 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı daha da somuta indirgeyen bu belgeye göre geçiş döneminin 31 Aralık 1995’e kadar tamamlanmış olması öngörülmekteydi.

GEÇİŞ DÖNEMİ

Katma Protokol’ün imzalanmasının hemen ardından AET-Türkiye ilişkilerinde geçiş dönemine ilişkin hükümlerin bir kez daha gözden geçirilmesi gerektiği konusunda ciddi eleştiriler gelmeye başladı. Daha önce de aynı görüşte olan Devlet Planlama Teşkilâtı’nın yanısıra, Katma Protokol’e eleştiriler sadece parlamentonun devletçi grubundan ve bir kısım sanayi odalarından değil, aynı zamanda ve özellikle de teokratik ve Marksist eğilimli çevrelerden geldi. O zamanki sosyal demokrat muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi de, KP’nin kimi hükümlerini endişe verici olarak değerlendiriyordu.

Muhalif güçler Türkiye’nin görüşmelerde “yanıltılmış” olduğu kanısına varmışlardı ve bu kanının doğruluğunun kanıtı olarak şu argümanları öne sürmekteydiler:

a) AET’nin Türkiye’ye sağladığı teşvikler artık önemini yitirmiştir. Çünkü AET’nin izlediği Akdeniz politikası ile Akdeniz’e komşu diğer ülkeler de Türkiye ile kıyaslandığında eşit ölçüde hattâ kısmen daha çok desteklenmişlerdir.

b) Türkiye sanayisinin korunması Katma Protokol’le tamamen ortadan kalkmaktadır ve bu nedenle Türkiye sanayisinin AET üyesi gelişmiş sanayi ülkelerinin sanayi ürünleri ile rekabet şansı hemen hemen hiç yoktur.

c) AET-Türkiye antlaşmaları Türkiye’ye diğer üçüncü ülkelerle karşılıklı antlaşmalar yaparak ihracatını arttırma yönünde seçim olanağı bırakamadığından Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ticareti zorlaştırılmıştır.

Bu eleştiriler Türkiye’yi AET üyesi devletlerin sanayi ürünlerinin ithalatındaki gümrükleri Ocak 1985’e kadar kaldırmakla yükümlü kılan KP hükümlerine yönelikti. Bir dizi “hassas malda” KP’nin 18. maddesine göre gümrüklerin 22 yıllık bir sürede, yani 1995 sonuna kadar kalkması gerekmekteydi. KP’nin 17. ve 18. maddelerine göre Türkiye’nin ayrıca bu süreye kadar AT’nin Ortak Gümrük Tarifesi’ni (OGT) uygulaması ve AET çıkışlı ithalatında koyduğu miktar kısıtlamalarını da kaldırması gerekmekteydi. Türkiye ayrıca KP’nin 14., 19. maddenin 4. fıkrası, 20. maddesinin ve 4. fıkrası ve 22. maddesinin 6. fıkrası ile üçüncü ülkelere tanıdığı ayrıcalıkları otomatik olarak AET ülkelerine de tanımakla yükümlü kılınmıştı. Bu ilkenin her ne kadar karşı taraf için de geçerli olması gerektiği düşünülse de, karşılıklılık esasına dayandırılamadığı görülmektedir. Yani AET diğer ülkelere daha fazla ayrıcalık tanıyabilirken, aynısını Türkiye’ye de tanımakla yükümlü değildi. Bu bir anlamda kapitülasyonların yeniden hortlatılmasıydı.

.....

[Ayrıca] Yunanistan’la imzalanan Ortaklık Antlaşması’nın öngördüğünün tersine, ne Ortaklık Antlaşması’nda, ne de KP’de tarım ürünleri bütünleşme sürecine dahil edildi....

1978/79’da sosyal demokratlar yönetim görevini devraldıklarında Türkiye’nin protokolde öngörülen yükümlülüklerini beş yıllığına dondurması için AET’ye resmen başvuruda bulunuldu. Türkiye’nin buradaki amacı ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi için daha geniş bir hareket serbestisi kazanmaktı. AET Mayıs 1979’da bu istemi kabul etti, ancak Türkiye’nin bu başvuruda ayrıca dile getirdiği mali yardım talebi yerine getirilmedi.

1979 Kasım’ında yönetime, ağırlıklı olarak Batı yanlısı dış politika izleyen Adalet Partisi (AP) geldi ve ilişkilere yeniden ivme kazandırdı. AET-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin Eylül 1980’de aldığı yeni kararlar, ki Sovyetler’in Afganistan’a girmesinin ve İran’daki İslâmî devrimin etkisiyle çıkmaları Avrupa tarafınca özellikle teşvik edilmişti, belirgin bir yön değişikliğinin habercisi görünüyordu. Bu bağlamda Ocak 1987’ye kadar tarım ürünleri için geçerli gümrük vergilerinin kaldırılmasına ve ayrıca Dördüncü Malî Protokol’ün imzalanmasına karar verildi.

Bu protokol AET üyesi devletlerin projelerin finansmanı ve tam üyeliğe geçişi kolaylaştırmak amacıyla Türkiye ekonomisinin verimliliğini arttırmak için daha fazla bütçe olanakları sağlamalarını öngörüyordu. Yunanistan’ın tam üyelik başvurusunun görüşüldüğü bu dönemde AT çevrelerinden gayri resmî görüşmelerde Türkiye’nin de tam üyelik için başvuruda bulunması tavsiye ediliyordu. Ancak ülkenin o dönem içinde bulunduğu tırmanan ekonomik ve siyasî kriz bu tavsiyenin hayata geçirilmesini engelledi.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra askerler tarafından atanan yeni hükümet de selefinin AT çizgisine sadık kaldı. Fakat insan hakları ihlâlleri ve demokratik hakların ve özgürlüklerin kısıntıya uğramasından ötürü ilişkiler kötüleşti ve 600 milyon hesap birimi (yaklaşık 1.24 milyar DM) tutarındaki yardımın günümüze kadar Türkiye’nin kullanımına sunulmasını öngören Dördüncü Malî Protokol uygulanmadı. Burada dikkate değer nokta, ortaklık ilişkilerinin Türkiye’deki siyasî gelişmelere rağmen koparılmamış olmasıydı. Antlaşma tarafları askerî darbeden sonra da 5 Haziran 1981, 2 Nisan 1982 ve 28 Mart 1983 tarihlerinde elçiler düzeyinde de olsa biraraya geldiler. Ne ilginçtir ki ilişkilerin kopması bu tarihten sonra olmuştur.

6 Kasım 1983 tarihinde yapılan parlamento seçimleri ve arkasından alınan liberalleşme önlemleri AT ile ilişkileri yeniden yumuşattı. Bu bağlamda Konsey’in 17 Şubat 1986 tarihli toplantısında “İlişkilerin Kademeli Olarak Normalleştirilmesine Yönelik Öneriler” başlığı altında bir bildiri kaleme alındı.

TAM ÜYELİK BAŞVURUSUNA GİDEN YOL

Türkiye’nin 14 Nisan 1987 tarihli üyelik başvurusu ile karşılıklı ilişkiler yeni bir boyut kazandı. Avrupa’yla ilişkilerden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer aynı gün şu açıklamayı yapıyordu: “Bu, Türkiye için çok ciddi ve tarihi öneme haiz bir andır; bu vesileyle hükümetimin Türkiye’nin Topluluğa entegrasyonu hususundaki aynı zamanda Türk halkının Topluluğun kaderini paylaşma iradesini de gösteren kararlılığını bir kez daha ifade etmek istiyorum.”

AT’ye üye devletlerin dışişleri bakanları başvuru dilekçesini 27-28 Nisan 1987 tarihinde Lüksemburg’da işleme koydular ve görüş bildirmesi istemiyle AT komisyonuna havale ettiler.

Yaklaşık bir yıl sonra, 2 Mayıs 1988’de AT dışişleri bakanları, AT devletlerinin Türkiye ile olan ilişkilerinde ortak bir çizgi saptamak üzere yeniden bir araya geldiler. Bu sırada ön planda bulunan sorun, Yunanistan hükümeti ve diğer AT üyeleri arasındaki görüş ayrılıklarının ortadan kaldırılmasıydı. Yunanistan’ın görüşüne göre, Topluluğun Türkiye’yle olan ilişkilerinin Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki askerî varlığı devam ettiği sürece geliştirilmemesi yönündeydi. Bu yaklaşım onikilerin bir mütalaasında “Kuzey Kıbrıs’taki Türk işgali” ifadesiyle kabul edildi. Böylece, Türkiye bu tür tartışmalı noktaların dışarıda tutulmasına ön görüşmelerde oldukça çaba sarfetmiş olmasına rağmen, AT Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin AT üyeliği arasında açıkça bir bağ kurmuş oluyordu.

Zamanın Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz başkanlığında (onikilerin kendi aralarındaki toplantıyla bağlantılı olarak) Ortaklık Konseyi’nin bir toplantısına katılmak üzere Lüksemburg’a giden Türk heyeti, AT’nin sözkonusu mütalaasını o şekliyle kabul etmedi ve resmî buluşma bu yüzden gerçekleşmedi. “(...) Topluluğa girmek için önemli bir koşul” oluşturmuş olan ülkenin demokratikleşme çabaları ve son yıllardaki ekonomik atılımlarından sonra, ordunun iktidara gelmesinden 2 yıl sonra donmuş olan ilişkileri yeniden normalleştirmemek Türk temsilcilerince AT tarafından yapılmış bir aşağılama ve ayak direme olarak algılanmıştı.

AT-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi gerekirken, AT Komisyonu Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun reddedilmesi tavsiyesinde bulundu. Oniki AT üyesinin hepsi de bu tavsiyeyi onayladılar ve böylece 5 Şubat 1990’da Türkiye’nin tam üyelik istemine olumsuz yanıt verilmiş oldu. Bununla birlikte, AT dışişleri bakanları Türkiye’yle daha yakın bir işbirliğinde bulunma isteklerini de ifade ediyorlardı. Ancak AT bu isteklerini aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, hiçbir zaman resmîleştirmedi.

...

GÜMRÜK BİRLİĞİ’NE GİDEN YOL

Avrupa Parlamentosu (AP) 23 Kasım 1995 tarihinde 1/95 sayılı AT-Türkiye Ortaklık Konseyi Kararı’nı onaylayarak Gümrük Birliği (GB) önündeki son engelleri de kaldırmış oldu. Bu sonuç özellikle Türkiye hükümeti tarafından büyük bir başarı olarak karşılandı. Çünkü uzunca bir süre Türk tarafında demokrasisindeki eksiklikler ve öteden beri tartışma konusu olan insan hakları sorunundan ötürü AP’nin Gümrük Birliği için onayını esirgeyebileceği izlenimi uyanmıştı.

1964 tarihli Ortaklık Antlaşması’nın (Ort. An.) yürürlüğe girmesinden bu yana Gümrük Birliği’nin kademeli olarak kurulması her iki antlaşma tarafının da temel bir istemiydi. 1 Ocak 1970 tarihli Katma Protokol’ün (KP) imzalanması sadece bu birlik düşüncesinin somutlaştırılması anlamına gelmiyor, aynı zamanda GB’nin tamamlanması sürecinin bu tarihte başlatılmış olması açısından da önem taşıyordu. AET’nin (7 Şubat 1992’den beri de AB’nin) o zamanki üye devletleri Türkiye’den ithal ettikleri sanayi ürünlerinin gümrüklerini tek taraflı olarak kaldırmayı taahhüt etmişlerdi. Bunun karşılığında Türkiye de AET ülkelerinden ithal ettiği sanayi mallarının gümrüklerini kademeli olarak indirme yükümlülüğünü kabul ediyordu. Ayrıca, 1973’ten başlayarak 1995 sonuna kadar gümrüklerin Ortak Gümrük Tarifesi’ne (OGT) gitgide uyumu sağlanarak kararlaştırılan Gümrük Birliği tamamlanmış olacaktı.

Ancak yirmi yılı aşan bir süreden sonra GB’nin kesin olarak tamamlanması öncesinde AB’ye üye devletlerde çelişkili bir siyasî tartışma başlatıldı. Konu, Türkiye’deki demokrasi eksiklikleri, etnik çatışmalar ve Kıbrıs sorunuydu. Yunanistan’ın özgün siyasî yaklaşımından ötürü bu ülkenin tüm güçleri ve AB üyesi devletlerin “ortanın solunda” yeralan güçleri Gümrük Birliği’nin tamamlanmasını çeşitli nedenlerle engellemeye çalışıyorlardı. Ne var ki, ekonomik açıdan eşit gelişmemiş bölgelerin bütünleşmesinin (integrasyon) doğurabileceği sonuçlara bu tartışmada yer verilmiyordu. Ortaklık Konseyi’nin bir süre önce alınan kararının içeriği de tartışmalarda konu edilmiyordu.

GÜMRÜK BİRLİĞİ’NİN GERÇEKLEŞMESİ - ZORLU BİR YOL

GB’nin tamamlanması sürecinin son dönemi AB-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin 34. toplantısıyla şekillendirilmişti. Sözkonusu, toplantı 8-9 Kasım 1993 tarihinde Brüksel’de yapılmıştır. AB heyetine Bakanlar Konseyi’nin o zamanki Başkanı M. Claes, Türk heyetine ise zamanın Dışişleri Bakanı H. Çetin başkanlık etmiştir. Arka planında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve buna bağlı olarak Türkiye’nin Yakın Doğu’da yeniden tanımlanan rolünün sözkonusu olduğu toplantıda öncelikle GB’nin 1995 sonuna kadar tamamlanması ve Türkiye’nin ithalat gelirlerinden (gümrük ve fonlar) vazgeçmesi konuları ele alınmıştır. İşlenmemiş tarım ürünleri ve demir-çelik mamülleri o zaman öngörülen Gümrük Birliği’nin kapsamı dışında tutuluyordu.

GB’nin tam olarak gerçekleşmesi Türkiye için AB’nin üçüncü ülkelere uyguladığı gümrükleri kabul etmesi anlamına geliyordu. Bir başka deyişle, Türkiye AB üyesi olmayan ülkelere karşı da ithalat gelirlerinde % 40-50 oranında daha indirime gitmek zorundaydı. Bunun yanısıra Türkiye örneğin fon gibi ek gelirlerinden de vazgeçmek durumundaydı. Devlet Planlama Teşkilâtı’nın (DPT) o zamanki tahminine göre bu uygulama Türkiye için yaklaşık 2,9 milyar ABD Doları tutarında bir gelir kaybı doğuruyordu. DPT Başkanı Özfırat, GB’nin gerçekleşmesiyle GSMH’nın % 0,2 ve ihracatın % 2,5 artacağını ve çok yüksek seyreden enflasyonun % 8 azalacağını hesaplıyordu. Negatif kalemler olarak ise AB üyesi devletlere karşı ticaret açığının % 4 kadar daha artacağı, bunun 2,5 milyar dolara tekabül edeceği tahmin ediliyor ve Türkiye sanayinin rekabet baskısına maruz kalacağı ve bundan özellikle otomobil ile elektronik ve elektronik mallar üreten sanayinin etkileneceği düşünülüyordu.

Bu hesaplamalar daha sonra ortaya çıktığı gibi o kadar isabetli olmamasına rağmen, Türk Dışişleri Bakanı... bunu AB üyeliği yolunda bir aşama olarak nitelendirdi. Türkiye’deki hükümet çevrelerinde ve kimi basın organlarında da GB, AB üyeliğinin başlangıcı olarak görülmekteydi ve Gümrük Birliği’nin, Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşmesi arzusunu -en azından orta vadede- yerine getirmek üzere “tamamlayıcı adımlarla” genişletileceği beklentisi vardı.

...

Gümrük Birliği’nin son dönemi gerek Avrupa gerekse Türkiye tarafının bir dizi engel ve güçlükle karşılaştığı bir dönemdi.

Geçen on yıllık dönemin ayırt edici özelliği Avrupa’nın Türkiye politikasındaki değişiklikti ve bu dönemde karşılıklı ilişkiler en alt düzeyine gerilemişti. Avrupa tarafının Türkiye ile ilişkilerini yeniden canlandırmaya istekli olduğu, ancak Türkiye’nin Nisan 1987’deki üyelik başvurusu yaklaşık iki yıl sonra “sümen altından çıkarıldığında” anlaşıldı. Ve nihayet 1991 Ekim’inin sonunda zamanın Fransa Başbakanı Raymond Barre’nin üç yıl önce revaçta olan önerisine geri dönülerek Gümrük Birliği’nin KP hükümlerine göre tamamlanması düşünüldü. Türkiye’nin bu öneriye sıcak baktığını açıklaması üzerine, Avrupa tarafı fırsatı ganimet bilerek ilişkileri açıkça kendi çıkarına uygun bir şekilde düzenlemeye girişti. Bundan ötürü daha sonra yapılan görüşmelerde sadece GB’nin son dönemi ele alındı ve sosyal, hukuksal ve serbest dolaşıma ilişkin konuların kategorik olarak görüşmeler dışında tutulmasında ısrar edildi.

İlişkileri bu doğrultuda koordine etmek amacıyla 1993 yılında “Yönlendirme Komitesi” adı altında bir çalışma grubu kuruldu. Komite, Türkiye’nin AB’ye yakınlaşmasına olumlu bakan bürokratlardan oluşmaktaydı. Olası geciktirme ve engelleme girişimlerinden kaygı duyulduğu için Yunan tarafının bu komiteye katılmasına izin verilmedi. Türk hükümetince Yunanistan’ın bu dışlanması büyük bir zafer olarak değerlendirildi. Öyle ki, bu ülkenin görüşülerek kabul edilmiş ve yazıya dökülmüş bir antlaşma taslağına karşı fazla direnemeyeceği gibi safça bir düşünceden hareket edilmekteydi.

Resmî antlaşma metninde öngörülmeyen Yönlendirme Komitesi sadece 1993 yılında yedi kez toplandı. Buna paralel olarak teknik komisyonlar da birçok toplantı yaptı. Komite ve komisyonların yoğun çalışmalarıyla teşvik edilen ve Fransa, İngiltere ve Almanya’nın desteğiyle cesaretlenen yeni Başbakan Tansu Çiller, sosyal demokrat Yardımcısı Murat Karayalçın’la birlikte Gümrük Birliği’ne girmenin Türk hükümetinin temel hedeflerinden biri olduğunu 1994’te birçok kez ifade etti. Bu beyan ve iddiayı sıklıkla dile getirmesi, kendisini geri dönülmez biçimde bağlamasına neden oldu. Bu tarz bir politika sonucunda olası seçenekler için fazla hareket alanı kalmadı ve Türkiye hükümeti artık her ne pahasına olursa olsun “zafere” ulaşmak zorunda kaldı.

Ancak Çiller iç politika hesaplarıyla yaptığı açıklamalarının amacına ulaşacağından son derece eminken ve sükûnet içinde zaferin yani GB’nin otomatik olarak gerçekleşeceğini umarken, Avrupa tarafı -Çiller’in beklentisinin aksine- Yunanistan’ı sürekli vetosundan vazgeçirmeye istekli görünmüyordu. İş bununla da kalmadı, Yunanistan 1994 yılı başında AB dönem başkanlığını devraldığında, görevinin verdiği yetkiyle Yönlendirme Komitesi’ni tanımadığını belirtti ve AB-Türkiye yakınlaşmasını şu ya da bu şekilde engellemeye veya en azından Türkiye politikasına bağlı çıkarlarını korumaya çalıştı.

[Burada şu saptamayı yapmak gerekir ki, sadece Gümrük Birliği’nin tamamlanmasına yönelik strateji ile AB-Türkiye ilişkilerin yapısı değişti.] Başlangıçta, ortaklar arasında özünde eş değerde bir “alma ve verme” öngörülmüşken, ilişkilerin Gümrük Birliği etrafında kurulması iki antlaşma tarafı arasındaki dengeyi -Türkiye aleyhine olmak üzere- bozmuştur. Başka bir ifadeyle, AB’nin stratejisi tamamen tutmuş, AB Türkiye’yi eşit bir ortak olarak tanımadan kendisine bağlamayı başarmış ve böylece Türkiye pazarına girme amacına ulaşmıştır.

GÜMRÜK BİRLİĞİ VE İÇERİĞİ

AB-Türkiye Ortaklık Konseyi’nin 6 Mart 1995 tarihli toplantısında Antlaşma tarafları kapsamlı bir belgeyi kamuoyuna sundular. 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı olarak anılan bu belge altı bölüm ve on ekten oluşmakta ve 66 madde içeren dört alt bölüme ayrılmaktaydı. Belge GB’ye ilişkin genel kuralları ve GB’nin Gümrük Alanı (md. 3/3) ve mallarının menşeini (md. 3/1 ve 3/4) ilgili tanımlamaları içermekteydi.

Günlük Alman gazetesi Die Welt yeni kararı bir ortaklıkta normal olarak varılabilecek hedeften “çok daha iddialı bir proje” ve “hattâ tam üyelik görüşmeleri dışında Topluluğun şimdiye kadar yaptığı en ileri düzeyde anlaşma” olarak değerlendirmekteydi. Ancak sözkonusu karar o tarihte henüz kesinleşmemişti, şekilci bir hukuk açısından bakıldığında sadece AB-Türkiye ortaklık Konseyi’nin Gümrük Birliği’nin son dönemine girilmesi hakkındaki ortak görüşünün bir taslağı, kısaca bir “karar taslağı” niteliğindeydi. Bu taslak ancak 13 Aralık 1995 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun onayından sonra “Ortaklık Konseyi Kararı’na” dönüştü.

Kaleme alınmasından önce Türkiye’de karar taslağı üzerinde yoğun tartışmalar yaşandı. Karardan yana olanlar bunun “ülke çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesine” katkısı olacağı görüşündeydiler. Bu nedenle AB’nin, Gümrük Birliği’ne girilmesi için Türkiye’nin daha çok ödün vermesi gerektiği yolundaki talebinde haklı olduğunu savunuyorlardı. Buna karşılık muhalif sesler GB’nin “kapitülasyon ve vatana ihanetle” eşdeğerde olduğu ve bu yüzden engellenmesi gerektiği eleştirisi getiriyorlardı. Basın Konseyi başkanı ve tanınmış gazeteci Oktay Ekşi bu karar metnini değerlendirirken bunu “kapitülasyonlardan daha kötü” bir anlaşma olarak nitelendirmekteydi

...

TAM ÜYELİK OPSİYONU

Daha önce belirtildiği gibi, 1994 yılı Aralığı’nda Essen’de Doğu ve Orta Avrupa devletlerini AB tam üyeliğe götürecek bir strateji izlenmesinin kararlaştırıldığı bir AB zirvesi gerçekleşti. Zirvede Doğu ve Orta Avrupa devletleri için tam üyelik perspektifi sunan bu karar kapsamına Türkiye dahil edilmedi. Topluluk yetmişli yılların sonunda Türkiye’ye Yunanistan’la birlikte AT üyesi olmayı teklif etmiş olduğunu unutmuş görünüyordu.

Ancak bu teklif o vakitler sosyal demokrat Başbakan Ecevit tarafından geri çevrilmişti. Ecevit bunu eşit statüde bir ortaklığa davet olarak değerlendirmemiş, tersine AT’nin Türkiye’yi bir pazar olarak gördüğü kanaatine varmıştı. Bu değerlendirmenin gerisinde 1977-1979 yıllarındaki Ecevit hükümeti tarafından talep edilen mali yardımın AT tarafından kategorik olarak reddedilmiş olması yatmaktaydı.

AT tarafından getirilen Topluluğa girme önerisini değerlendirmek yerine, Ecevit hükümeti ülkenin ekonomik krizden ötürü KP’den doğan yükümlülüklerini daha fazla yerine getiremeyeceğini bildirmiş ve ilişkilerin beş yıllığına dondurulmasını Topluluktan talep etmişti.

Daha sonra 1979 yılında Demirel hükümeti döneminde ilişkiler yeniden canlılık kazandı ve kısa süre sonra tekrar AT üyeliği için başvurulup başvurulmaması gerektiği sorusu tartışılmaya başlandı. 1980 yılında ordu bir kez daha iktidarı ele geçirmemiş olsaydı, bu tartışmalar yeniden bir AT üyeliği başvurusuyla sonuçlanmış olacaktı. Bu başvuru ancak 7 yıl sonra, 14 Nisan 1987 tarihinde -Alman dış politikasının beklentilerinin aksine- yapılabildi. Bu başvuru -Türkiye’nin coğrafi konumu (Türkiye bir Avrupa ülkesi midir, değil midir?) tartışmalı olmasına rağmen- Roma Antlaşması’nın 237. maddesine göre yapılmıştı.

...

Türkiye üyelik dilekçesini 1987’de AT’ye iletildiğinde, AT’nin gündeminde ne bir ekonomik ve parasal birlik ne de bir EFTA genişleme turu vardı. Zamanın Doğu Bloku’nun Karşılıklı Ekonomik İlişkileri Geliştirme Konseyi (RGW)’nin çöküşü ve SSCB’nin dağılışı sonucu Orta Avrupa’nın AB’ye entegrasyonuna ilişkin sorunlar AB için bu sırada öncelikli öneme sahipti ve Türkiye’nin başvuru sorunu o nedenle geri plana düştü.

...

GB’nin son dönemine girilebilmesi için, bu konuya ilişkin 6 Mart 1995 tarihinde alınan karar taslağı uyarınca, “Kararın Ortaklık Konseyi’nce kesin kabulü için gereken onayı almak üzere, Avrupa Parlamentosu’nun görüşünün alınmasına” ihtiyaç vardı. Bu şekilde Avrupa Parlamentosu’nun öncelik hakkına uyulmuş olmaktaydı.

Artık iş AB Parlamentosu’nun oylama sonucuna bağlıydı. Oradan nasıl bir sonuç alınabileceği tam kestirilememişti. Çünkü süregelen işkence uygulamaları ve tutuklulara kötü muameleden ötürü Türkiye’nin insan hakları bilançosu her zeman olduğu gibi açık veriyor ve resmî insan hakları politikası önemli eksiklikler içeriyordu. Ayrıca, AB’nin görüşüne göre Kürt sorununda ve Kıbrıs meselesinde “siyasî bir çözüm” ortaya konulamamıştı. Avrupa Parlamentosu’ndaki oylama öncesinde Türkiye’de hızlı bir şekilde yapılan anayasa ve ceza yasası reformları da aynı şekilde tatminkâr bulunmuyordu.

Gümrük Birliği’nden büyük ekonomik çıkarları olan Avrupa’dan ihracat firmalarının artan baskısı karşısında Avrupa Parlamentosu, onayına sunulan 1/95 sayılı karara karşı çekinceleri olmasına rağmen ikircilikli tutumundan vazgeçmek durumunda kaldı... [Çünkü] Avrupa kaynaklı direkt yatırımların ve Türk firmalarıyla Joint-Venture’ların artacağı ve dolayısıyla “Orta Asya’ya daha kolay girme” imkânına sahip olunacağı beklentisi vardı.

Bu çabalar Türk tarafında da özellikle siyasî argümanlarla destek buldu. Zamanın Başbakanı Çiller, daha çok Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinde Batı’nın desteğini almak amacıyla teokratik eğilimli Refah Partisi (RP) karşı mücadeleye girişti. GB’ye gösterilen sürekli tepkiler, Gümrük Birliği’nin tamamlanması hissedilir biçimde yaklaştığında dinmeye başladı.

Bir tek Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi ciddiye alınacak, ancak polemik içeren eleştiriler getirmekteydi. Daha sonra Başbakan olan Erbakan, o vakitler GB’yi “gavurun uşaklığı” olarak değerlendirmekteydi. Erbakan’a göre “gavurlar onlar için (Çiller ve partisi DYP kastediliyordu) daha yüksek bir mevkiye” sahiptiler. “Onlar (gavurlar) yüzlerini ve arkalarını doğru yıkamayı bilmezlerdi.” Erbakan, GB’ye girmekten yana olan herkesi “din düşmanı” güçler olarak nitelendiriyordu. Zamanın bayan Başbakanı Çiller ise meseleyi tamamen farklı bir açıdan ele alıyordu. Çiller, Bonn ziyaretinin öncesinde 5 Aralık 1995 tarihinde Hürriyet gazetesine verdiği özel bir demeçte GB’ye ilişkin oldukça dikkate değer düşünceler ifade etmekteydi:

“Zamanında müdahale etmeseydik, AB’ye girme meselesi bugün gündemde olmazdı. Aralıkta mesele kendi haline bırakılmıştı. Mübalağa etmiyorum, neden söz ettiğimi biliyorum. Bu karar ABD’de alındı. Amerika, Rusya ile anlaşmıştı. Türk Cumhuriyetleri özel nüfuz sahası olarak Rusya’ya bırakılacaktı. Türkiye’ye Yakın Doğu’da askerî bir rol atfediliyordu. Bu global çerçeve içinde Amerika, Türkiye’nin Avrupa’yla yakınlaşmasını istemiyordu. Çünkü Amerika Türkiye’yi Avrupa’daki rakibi olarak görmektedir. Amerika Türkiye’nin Avrupa’yla değil, onunla (Amerika kastediliyor) iyi ilişkiler kurmasını istiyordu. Tercih buydu. Gümrük Birliği’nin geçen yılın (1994 kastediliyor) Aralığı’nda reddedilmesi tesadüf değildir. Olayın gerçek nedeni buydu. Bu inanılmaz bir olaydır. Gümrük Birliği etrafında kopan bütün fırtına bundan kaynaklanmaktadır. Türkiye’ye başka bir rol biçilmişti. Türkiye Yakın Doğu’da güvenlik bölgesi olacaktı. Amerikalıların Yakın Doğu’da askerî sıçrama tahtası olması düşünülüyordu. Kısacası; iş bitirilmişti. Kendi şahsi ilişkilerimle olayların akışını ben değiştirdim. Böylece doğru bir başlangıç mümkün oldu. Türkiye’yi bir seviyeye getirmek için fevkalade çabalar gösterdik. Tarihin akışını ve dünyanın önceden programlanmış düzenini değiştirdiğimiz düşüncesindeyim. Türkiye bu değişimi sağlamıştır. Tarihi bir olayı tersine çevirdik. Bunu biliyorum. Bu gerçek tarih karşısında takdir edilecektir ve tarih tarafından yazılacaktır. İnsanlar bunun hakkında yazacaklardır. Yönetenler bunu hatırlarına yazacaklardır. Bunu Gonzales söylüyor.”

Röportaj sırasında Çiller şu sırrı da ortaya koyuyordu: “Ben Jeanne d’Arc gibiyim ve tarihe geçeceğim.” Röportaj Alman basınında alaycı bir dille yankı buldu. Tageszeitung’da özellikle iğneli bir yorum bulunuyordu. “Periler Çiller’in aklını başından alıp, yerine ilham vermişler.” ...

Çiller’in görüşlerinin ilginçliği karşısında Türk gazetecileri de alaycı yorumlar yapmaktan kendilerini alamadılar. Örneğin Milliyet gazetesinden Talu şunları yazıyordu: “İnanılmaz. ABD Gümrük Birliği’ne karşı ve Türkiye’yi sadece sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyor. Fakat birden Jeanne d’Arc ortaya çıkıyor ve bir anda güçlü Amerika’nın ve tarihin planlarını değiştiriveriyor. [...] Peki bunu nasıl başarıyor? İnanılmaz bir karşı koyuşla mı? Hayır, hayır, sadece ‘şahsi ilişkilerle’. Ne demek oluyor bu? Nasıl bir şahsi ilişki? Bir kravat mı hediye etti acaba? Yoksa başka bir şey mi hediye etti? Sevgili Türkiye, kendine gel! Aklını kaçırmak üzeresin!”

Uzun süredir beklenen oylama Avrupa Parlamentosu’nda 13 Aralık 1995’te yapıldı. Yukarıda değinilen ekonomik çıkarlar ve özel siyasî gelişmeler nedeniyle Gümrük Birliği büyük çoğunlukla kabul edildi. Oylamaya katılan 528 parlamenterden 343’ü GB lehine, 149’ü aleyhte, 36 üye ise çekimser oy kullandı. Geri kalan 98 üye ise oylamaya katılmadı. Dikkati çeken nokta, tüm Yunanlı üyelerin 1/95 sayılı karara karşı olmalarıydı.

Türkiye’deki genel seçimlerin hemen öncesinde alınan bu karar “Türkiye’nin Avrupa’ya siyasî entegrasyonunu sağlayan temel bir karar” olarak övüldü. Gümrük Birliği’nin önemi ekonomi politikalarına ilişkin ve ideolojik nedenlerle aşırı abartıldı.

Büyük sanayicilerin mesleki örgütü TÜSİAD Gümrük Birliği’ni daha gerçekçi bir biçimde değerlendiriyor ve Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanmasını “haklı bir talebin kabul edilmesinden başka bir şey olmadığı” biçiminde görüyordu. Dernek bu bağlamda şu görüşleri de dile getiriyordu: “Ancak bu hakkın elde edilmesi zorlu bir mücadeleyi gerektirmiştir. 13 Aralık bu nedenle Türkiye’ye yeni bir dönemin kapılarının açıldığı gün olarak tarihe geçecektir.”

...

TAMAMLANAN GÜMRÜK BİRLİĞİ’NDEN ÇIKARTILACAK DERSLER

Gümrük Birliği gerçekleşirken Ortaklık Antlaşması’nda hukuksal ve ekonomik unsurlarla birlikte yeralan sosyal boyut tamamen ihmal edilmiştir. Aynı şekilde, 1/95 sayılı kararda Topluluğu Kuran Antlaşma ile Avrupa hukukunu yorumlama yetkisi tanınan Adalet Divanı’nın işlevini ortaklık ilişkilerine açıkça yansıtmaktan da kaçınılmıştır. Özellikle bu nedenle yeni Ortaklık Konseyi kararının hükümleri tartışmalı kalmaktadır.

Öte yandan şu noktaya da işaret etmek gerekir ki, Türkiye’ye otuz beş yıldan fazla süren tam üyelik opsiyonuna rağmen, örneğin Topluluk organlarında karar süreçlerine katılma olanağı gibi AB’de olağan olan haklar hâlâ tanınmamıştır. Bunun yanısıra, Türkiye’nin Yunanistan’ın sürekli vetosu yüzünden Toplulukla “gerçek” bir siyasî diyalog kurma şansı olmamıştır. Oysa böyle bir diyalog Avrupa’ya ilişkin ve uluslararası sorunlarda oylamalara katılmasını mümkün kılması yanında, Türkiye için birtakım siyasî ve ekonomik reformların da önünü açabilecektir.

Fakat Gümrük Birliği diyalog olanaklarının kısıtlanmış olmasına rağmen gerçekleşmiştir. Türkiye ve AB arasındaki karşılıklı ilişkilerin tümü için sıkıntı yaratan Yunanistan vetosundan bu çalışmada birçok kez söz edilmişti; diğer AB üyesi devletler bu vetoyu aşmak için kararın kabulü yönünde büyük çaba göstermişlerdir. Kuşkusuz bunu 64 milyon nüfusa sahip gerçekten cazip, gümrüksüz bir pazara girmekteki çıkarları nedeniyle yapmışlardır. Yunanistan hükümetinin ikna edilmesinde Toplulukça bu ülkeye yapılan mali yardımların kısılması tehdidi baskı aracı olarak kullanılmıştır. Fakat Yunan tarafı her şeye rağmen serinkanlı hareket etmiş ve başarılı bir diplomasi yürütmüştür. Yunan hükümeti Kıbrıs Adası’nı AB üyesi adayı olarak kabul ettirebilmiştir. Üstelik de bunu Kıbrıs’a ilişkin uluslararası antlaşmalar bu sorunlarda Türkiye’ye de söz hakkı tanımış olmasına rağmen başarmıştır.

Gümrük Birliği gerçekleştirilmiş olsa da, bununla bağlantılı olarak söz verilen malî yardımlar Yunanistan’ın vetosu yüzünden şimdiye kadar yapılmamıştır. Bu vetoları önlemek neredeyse Türk siyasetinin 20 yıldır ilk sırada yeralan başarısız bir hedefi haline gelmiştir.

Ortaklık ilişkilerinin bugünkü şekillenişindeki bir başka eksiklik 1/95 sayılı karar hükümlerinin çok az yenilik ve farklılık getirmesidir. Kararın hükümleri daha çok 1970 tarihli KP’nin -yer yer ondan da kötü- bir kopyası niteliğindedir.

1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı’nın hükümleri 1964 Ortaklık Antlaşması’nın, 1970 KP’nin ve ek protokollerin hükümlerini -bu hükümler saklı kalmak kaydıyla- genişleten bir işleve sahiptir. Buna 1/95 sayılı kararın 1. maddesinde de işaret edilmektedir. Ancak burada sorun yaratan nokta, sözkonusu hükümlerin karşılıklı yükümlülükleri benzer, fakat her yerde aynı ifadelerle tanımlamamasıdır. 1/95 sayılı kararın hiçbir yerinde mevcut antlaşma metinlerinden hangisinin uygulamada esas alınacağına işaret edilmediğinden, bu durum ileride kimi yorum sorunlarına ve büyük olasılıkla hukuki uyuşmazlıklara yolaçacaktır.

Bu tür özensizlikler ve -bütün olarak bakıldığında- yeni kararın kimi hükümlerinin esnek ve karışıklık yaratacak anlatım biçiminin, taraflardan her ikisinin de çıkarına uygun olması mümkün değildir. Daha da düşündürücü olanı böyle bir Ortak Kararın Türkiye gibi uluslararası ilişkilerde tecrübeli bir ülkenin arzu edilmeyen siyasî niyetlere alet olabileceğini iyi bilmesi gerekirdi. Avrupa’nın çeşitli kuruluşlarına üye olan bir devletin temsilcileri olarak sorunların çözümü konusunda bilgi sahibi olması gereken Türk tarafının temsilcilerinin böyle bir antlaşma (=karar) metnini içlerine nasıl sindirmiş olmaları sorgulanmalıdır.

Bu açıklanamaz tutum AB uzmanı, İstanbul Üniversite’den Prof. Kazgan’ı şu yoruma sevketmiştir: “Türkiye’nin Gümrük Birliği’nin gerçekleştirmek için birtakım çabalar içine girmesi bir şekilde anlaşılabilir; fakat Türkiye’nin 6 Mart 1995 tarihli bir kararı imzalamış olması akıldışıdır: Avrupa tarafı bize karşı çıkarlarını koruyor, ancak biz bunun için bir zorunluluk görmüyoruz. Bu adımın sadece iki açıklaması vardır. Ya imzalayanlar o sırada tam olarak neyi imzaladıklarını anlamamışlardır, ya da AB-Türkiye ilişkilerini ne pahasına olursa olsun kurtarma paniğiyle kaygıya kapılmışlardır. Ben Türk tarafının karardan doğan yükümlülüklerini yerine getirebilecek durumda olacağını sanmıyorum.”

SONUÇ

Türkiye ve AB arasındaki ortaklık ne yazık ki, tarafların karşılıklı ilişkilerinden doğan sorunlara çözüm imkânları sunacak ve bilgi akışını sağlayacak kanalları açacak olağanlaşmış otomatik bir sistem oluşturamamıştır.

AB’nin Türkiye ile ilişkilerini belirleyen motifin bu kurumun ülkemiz üzerinde yaptırım gücüne sahip olma isteği olduğunu görüyoruz. Ortaklık Antlaşması’nın öngördüğü tam üyeliğe hazırlık süreci Türkiye ile Avrupa arasında gerçekten eşitlik bazında bir işbirliği sağlayabilirdi, ancak AB’nin, ilişkilerde büyük sorunlara yolalmadan tek taraflı çıkarlarını bu ortaklığın ilkelerini yerine getirmeden de sağlayabileceğini saptaması bu süreci sekteye uğratmıştır. Eğer gerçekten yapılan antlaşma baştan itibaren ciddiye alınsaydı ve antlaşmanın amacı olan yakınlaşma için gerçekçi bir yol bulunabilirdi. Bu süreçte belirleyici olan partner AB olmuştur.

İşbirliği tarafların kooperatif çalışması demektir. Türkiye-Avrupa ilişkilerinde ise, ’70’li yıllarının sonundan itibaren Avrupa’nın kooperatif davranmaktan kaçındığını görüyoruz. Daha önce ’60’lı yıllarda ve ’70’li yılların başlangıcında jeopolitik öneminden dolayı Türkiye’ye duyulan ilginin daha büyük olduğunu ve “kapsamlı Türkiye politikaları” üretilmek istendiğini görüyoruz. Bu Türkiye politikasının amacı da bu ülkeyi adım adım topluluğa yaklaştırmak ve böylelikle tam üyeliğe getirmekti. Aşağıda belirteceğim önlemler sadece Türkiye Avrupa pazarına girişi sağlamak için değil, aynı zamanda tam üyeliğe dönüktü.

• Sanayi ürünlerinin AT/AB pazarına girişlerinde kolaylık sağlanması ve gümrüklerin kaldırılması,

• En geç 31 Aralık 1995’e kadar tarafların gümrük birliğini gerçekleştirmiş olmak,

• En geç 1 Aralık 1986’ya dek tarafların işgücünün serbest dolaşımını adım adım sağlamak,

• Türkiye’nin ekonomisini desteklemek amacıyla malî yardım sağlamak, uygun şartlarda kredi vermek, kültürel alanda ve teknoloji transferinde ortak çalışmak.

• Tarafların iktisadî, taşımacılık, ticaret ve rekabet politikalarını koordine etmek ve bunun yanısıra malî politikaları, vergi düzenlemelerini ve hukuki normları uyumlu hale getirmek.

Günümüzden geriye doğru bakınca AB’nin son yirmi yıldır alınan bütün bu kararlara rağmen ortak bir çalışma içinde aktif olarak yeralacağı yerde, daha ziyade Türkiye’yi takip altına alıp ihtarlar vermekle yetindiğini görüyoruz. Bu tutumun eninde sonunda karşı reaksiyonlara yolaçacağını görmek zor değildir. Özellikle Türkiye’nin Amerika’nın etki alanı içinde bir ülke olarak kanıksandığını görüyoruz. Bu durumda Türkiye’ye kendi pozisyonunu Amerika’nın “uluslararası hegemonik sistemi” içinde belirlemekten başka bir alternatif bırakılmadığı görülmektedir.

(*) Aşagıdaki yazı Harun Gümrükçü’nün, Globalleşme sürecinde Türkiye ve ve Avrupa arasında birleştirici öge olarak Gümrük Birliği, adlı çalışmasından (kısaltılarak) alınmıştır. Teknik nedenlerle dipnotları çıkarmak zorunda kaldık. Metni kullanımımıza sunan sayın Gümrükçü’ye teşekkür ederiz. Köşeli parantezler geçişleri sağlamak amacıyla tarafımızdan konulmuştur. Ortaklık süreci hakkında ayrıntılı teknik bilgiler içeren yazının tümü için, Institut für Türkisch-Europaeische Studien (İTES), Alsterterasse 2, 20354 Hamburg adresine başvurulabilir.