ÖDP'yi Kazanacağız

En korktuğumuz şey geliyor sonunda başımıza...

Her birimiz benzer haldeyiz işte: Heyecanımızı kaybediyor, yeniden büzüşüyor, içimize kapanıyoruz:

ÖDP’nin meşrû organlarında, il, ilçe örgütlerinde bireysel inisyatiflerimizi kullanma imkânları;

Partinin her düzeyinde istersek değişiklik yaratabileceğimiz duygusu ve şevki; yeteneklerimizi ve kapasitemizi hem çoğaltabileceğimiz hem de işler kılabileceğimiz havası ve vaadi;

Her birimizin sahip olduğu özgül sesi/sözü, başkalarına duyurabileceğimize/ifade edebileceğimize beslediğimiz inanç;

Çok yönlü eylemliliğimiz, kişisel farklılıklarımız ve çok renkliliğimizle zengin ve yüceltici bir varoluşu sürdürme şansı ve umudu giderek eksiliyor, azalıyor.

ÖDP’nin akışkan, yenilenmeci, parçalı, farklılıklara açık ve toleranslı, yer yer belirsiz imgesi hızla dağılıyor, her şey hızla katılaşıyor. Biz, tek tek her birimiz öylesine ‘kalakalmış’ hissediyoruz kendimizi.

Ama bilmemiz gerekmez mi?

Böylece her türlü müzakere aralığını tıkayan, benzer olmayanın taşıdığı farklılığı tektipleştirerek bastırmaya çalışan, sözün her türlüsünün değersiz kılınarak davranış ve pratiklerin idealize edildiği bir kapalı cemaatler ortamı olarak ÖDP, kendi dışında nasıl bir heves ve çekim alanı yaratmayı umabilir ki?

Toplumsal gerçekliğin çok boyutlu ve çelişkili yapısındaki dönüştürücü potansiyellere hangi kanallardan nüfuz edebilir?

Türkiye toplumunun yarını kuracak olan devrimci imkân ve dinamiklerini kendinde temsil iddiasını bu haliyle daha ne kadar sürdürebilir?

Çağrılarındaki özgürlükçü vurgunun inandırıcılığını bu biçimiyle nasıl çoğaltabilir?

En başta kurduğumuz o benzersiz hayali, bir ‘gruplar konfederasyonuna’ feda etmenin vebaline biz nasıl katlanacağız?

Bizler yaşadıklarımızdan ve onca deneyimden sonra, nasıl hâlâ kimlik ihtiyacımızı ‘kadim’ gruplarla bir özdeşim ve bağlanma süreci içinde gidermeye rıza gösterir, başka her şeyi ve herkesi hoyratça dışlar ve aşağılarız?

Ama bizim birbirimize ve tarihe verdiğimiz söz bu değildi ki!

Yola koyulurken söylediklerimizi unutmuş olamayız:

“Parti, iç yaşamında tam açıklığa, üyelerin eşitliği esasına dayanır. Herhangi bir nedenle, kimseye ya da hiçbir gruba ayrıcalık tanınamaz. Parti çalışmaları ve iç yaşamında kolektif yönetim, kişisel sorumluluk esastır... Parti içi işleyiş ve yaşamda, demokrasi esastır. Partide; çoğulculuğu, farklılıkların meşruiyetini ve azınlığın haklarını güvence altına alan bir seçim sistemi uygulanır. Partide üye hukuku egemen ve geçerlidir. Üyelerin ortak politik kimliği partinin programı ve tüzüğünde ifadesini bulur... Partide, tüm faaliyetler tam bir açıklık içinde yürütülür. Tüm parti üye ve örgütlerinin parti çalışmaları ile ilgili olarak zamanında, sürekli ve yeterli bir biçimde bilgilendirilme, bilgiye engelsiz ulaşabilme ve çalışmaları denetleyebilme hakkı vardır. İlgili parti organları bunları gerçekleştirmekle yükümlüdür.”

Öyleyse şimdi yeniden hatırlayacağız:

Bizim yaptığımız sözleşme, bir topluluğun kendi kendisini yönetebileceği idealini içeriyordu.

Kaderine hükmetme yetkisini kendi dışındaki ‘iktidar’ organlarına devretmeden, bütün imkânsızlıklarını idare etme haline dikiyordu gözünü.

Bütün temsil ve güç ilişkilerini karara bağlayabileceğimiz olabilecek en saydam zeminlerde kalmayı taahhüt ediyordu.

Parti-içi hayatlarımızın en sıradan alanlarında bile, sürekli değişen düşünceler ve çıkarlar arasındaki aleni mücadeleler çerçevesinde ortak kararları aldığımız ve ortak değerlerimizi yarattığımız bir kültürü ve siyaset anlayışını öngörüyordu.

Bizim gönlümüz bu yüzden rahat, “söz, yetki, karar, iktidar halka” derken.

Bu yüzden hiçbir tedirginliğe ve kuşkuya kapılmadan “katıl, değiştirelim” çağrılarımız.

Kalbimizin “... her bireyin özgür gelişmesinin, herkesin özgür gelişmesinin şartı olduğu bir toplum doğar.” Manifestosuna hâlâ bağlı kalmanın eşsiz sevinci ve bilgisiyle, her daim solda atması bu yüzden.

Bu yüzden en sade halimizde bile biz, “kendi suretimizde bir dünya istemenin” cesaretine ve özgüvenine sahibiz.

Evet, şimdi bir kez daha hatırlayarak doğrulmanın ve çoğalmanın, yüzümüzü birbirimize dönerek, kendimizi ötekinin varlığına ve etkisine açarak çoğalmanın kararını vereceğiz.

Elimize yüzümüze onca bulaştırmamıza rağmen bizi hâlâ bir arada tutan çoğulcu değer ve ilkeleri zenginleştirmenin kararını vereceğiz.

Saydamlığı, söz ve karar süreçlerinde doğrudan demokrasiyi, partinin meşru organlarını ihya etmenin kararını vereceğiz.

Bizi şimdiki sancılı ve gergin noktaya taşıyan süreçleri; dışımızdaki, ‘öteki’, önceden tasarlanmış vb. iradelerle ihale etmeden, olsa olsa acemiliğimize ve gençliğimize vererek hep birlikte anlamaya çalışacağız.

Deyim yerindeyse o ‘öznesiz ve ereksiz’ süreçler üzerine söz aldığımız her seferinde, muhatap yaratmamaya özenerek, sanki hiç kimseye değil de kendimize, hepimize sesleniyormuşçasına konuşmayı yeniden başaracağız.

Ufku fethetmek ve dünyayı değiştirmek için tek tek her birimizin, her bir tecrübemizin vazgeçilmez değerde olduğunu yeniden keşfedeceğiz.

Yani herkese açık ve doğrudan yürüteceğimiz müzakere ve mücadelenin üslup ve usullerinde mutabık olabilirsek, her türlü sorunun üstesinden gelmemize yetecek bilgi ve birikime sahip olduğumuzu şaşırarak yeniden göreceğiz.

İşte birbirimize muhtaç olduğumuzun ve birbirimizi fışkırırcasına zenginleştirmenin moraline ve neşesine asıl o zaman kavuşacağız.

Bütün bunlar geleneksel politik dilin tenha, katı, soğuk kavramlarına göre çok naif, çok kırılgan, uçucu ve kararsız bulunabilir.

Ama sizler de öyle hissetmiyor musunuz? ÖDP’yi ya kaybedeceğiz ya da yeniden, yeniden aynı coşku ve umutla kazanacağız.

Bir kez daha asla unutmayalım!