Avrupa, Türkiye, İnsan Hakları

Avrupa Birliği Konseyi’nin Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’yi aday olarak kabul etmesi, Türkiye’de pekçok kesim için bir milat oldu. Bu milat, farklı kesimler açısından farklı başlangıçlara işaret ediyor. Gerek hükümetin ve büyük kitle iletişim tekellerinin gerekse de farklı toplumsal-siyasal kesimlerin Avrupa gündemi, onların Türkiye’ye ve geleceğine ilişkin gündemleriyle çakışıyor elbette.

Hükümet (MGK+kabine+bürokrasi) açısından, 1963 Ortaklık Antlaşması’ndan[2] bu yana yerine getirmeye yanaşmadıkları bazı yükümlülükleri, bugün yerine getirmeyi üstlenmiş olmalarının arkasında ne yatıyor? Üstelik, Avrupa Birliği’nin gelişen siyasal çerçevesinde, “devlet politikası” olarak gördükleri bazı alanlarda (azınlıkların hakları, insan hakları, Kürt sorunu, Kıbrıs’taki işgâl ve ordunun siyasetteki yeri gibi) yeni yükümlülükler sözkonusu olmuşken. Daha iki yıl önce, Aralık 1997’deki Avrupa Birliği Konseyi Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği ile siyasal diyalog sürecini askıya almış ve Nisan 1997’den beri Ortaklık Konseyi toplantılarını durdurmuşken.

Türkiye’nin resmî ve gayrıresmi ulusal azınlıkları ve özellikle Kürtler açısından, Avrupa Birliği’ne adaylık, insan hakları, azınlık hakları ve demokratikleşme alanlarında acil gereksinim duydukları gelişmelerin -hiç olmazsa Avrupa standartlarında- gerçekleşmesi umudunu getiriyor. Bir umut duyma halinin, Kürtler bakımından ne kadar acil olduğu tartışma konusu olmasa gerektir. İnsan hakları ve demokratikleşme talepleri olan başka kesimler de, hükümetlerarası ilişkiler konusunda taraf olmamayı yeğleyen ya da Avrupa Birliği konusunda çeşitli kuşkular taşıyanların büyük bir kısmı da dahil olmak üzere, Avrupa Birliği’ne adaylığın, ifade ettikleri talepler açısından elverişli bir zemin oluşturduğunu düşünüyorlar. Aslında, gerek ulusal azınlıklar açısından gerekse insan hakları konusunda talepleri olan kesimler açısından temel sorunlardan biri, umut duyma ihtiyacı olsa gerektir. Ama, bir önceki paragrafla ilgili olarak, şu soruyu da sormak gerekiyor: Türk Hükümeti, Avrupa Konseyi’nin hukuksal bağlayıcılığı olan çerçevesinde ya da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) siyasal bağlayıcılığı olan çerçevesinde yerine getirmediği yükümlülükleri şimdi neden yerine getirsin?

Öte yandan, Avrupa Birliği, insan hakları bakımından ne kadar elverişli bir çerçeve getiriyor?[3] Bu alanda, insan hakları aktivistlerinin açıkça ifade ettikleri pekçok kuşku sözkonusudur: Avrupa Birliğini oluşturan mevzuat, insan hakları konusunda bağlayıcılığı olan bütüncül bir belgeyi kapsamıyor; insan hakları konusunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde sıralanan normları, Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bu konudaki bir kararına karşın, henüz belirginliğe kavuşmamış olan bir çerçevede uygulamakla yetiniyor.

Ama daha da önemlisi, AB, yalnızca AB yurttaşları için değil, bütün dünya halkları için beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel hakları tehlikeye sokan, bu hakların gerçekleşme koşullarını tahrip eden globalleşme sürecinin de temel aktörlerinden biridir: AB, global “serbest piyasa”yı, ya da daha açık bir deyişle, çok-uluslu şirketlerin sınırsız-sorumsuz kâr elde etmeye dönük çıkarlarını, temel insan hakları pahasına ve bu hakların bir bölümüne karşı korumayı amaçlayan Dünya Ticaret Örgütü’nün mevzuatının ve yapısının oluşmasında önemli bir sorumluluğa sahiptir. Örneğin, AB’nin aktif rol oynadığı Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), yurttaşlarının sağlık hakkını korumak amacıyla yine AB’nin getirdiği hormon enjekte edilerek geliştirilen hayvan etlerinin ithalini yasaklayan normu geçersiz kılan bir başka norm getirebiliyor.[4] Ya da, Avrupa Birliği’nin, insan haklarının sistematik olarak ihlâl edildiği bir ülkeden ya da çocukları köle olarak çalıştıran bir firmadan ithalat yapmayı yasaklayan bir karar alması, yine DTÖ normları nedeniyle, olanaksızlaşabiliyor. Dolayısıyla, AB, kendi insan hakları normlarına aykırı bazı DTÖ normlarının oluşmasında etkin rol oynuyor..[5]

İHD ve TİHV tarafından düzenlenen “Türkiye İnsan Hakları Konferansı’nın Sonuç Bildirisinde, AB’nin insan hakları politikası, yerinde ifadelerle teşhis edilmiştir: “İnsan hakları alanında Avrupa’da da ciddi geri adımlar sözkonusudur. Özellikle ekonomik, sosyal ve kültürel hakların gerçekleştirilmesi ve mültecilerin insan haklarının korunması alanında Avrupa, ciddi gerilemelere önderlik etmektedir. Bizzat iltica hakkının kullanılabilirliği, özellikle Avrupa Birliği kapsamında ve Avrupa Birliğinin başka bölge ülkelerine dayattığı düzenlemeler yoluyla neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Avrupa Birliği ülkelerinde, globalleşme kapsamında, ekonominin anti-demokratik bir tarzda yapılanması hızlanmış; devlet, temel işlevleri olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların gerçekleştirilmesiyle ilgili görevlerinden çekilmiştir. Avrupa’da ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve yabancı işçilere karşı saldırıların artmasında, Avrupa hükümetlerinin politikaları doğrudan bir rol oynamaktadır.

“İkincisi, Avrupa hükümetleri, insan haklarının başka ülkelerde ihlâl edilmesinde, baskıcı rejimlere uluslararası destek sağlayarak, militarist devletlere silah ve işkence aygıtları satarak ya da ülkelerinin geleceğini ipoteğe bağlayan rejimlere dış borç sağlayarak rol oynayabilmektedir. Avrupa hükümetleri, insan haklarını kendi rejimlerinin ya da ülkelerindeki belli kesimlerin çıkarları için araç olarak kullanabilmekte ya da bu çıkarlar sözkonusu olduğunda, insan hakları iddialarından geri çekilebilmektedir.”[6]

İNSAN HAKLARINDA “REALİZM”

AB’nin en üst karar organları, Avrupa hükümetleri ve kuruluşları, Türkiye’nin adaylığı konusunda olumsuz görüş beyan ettikleri dönemde Türkiye’de işkencenin sistematik olduğunu belirtirken, adaylık konusunda olumlu görüş bildirmeye karar vermelerinin ardından, “Türkiye’de işkencenin yaygın olduğunu, ama sistematik olmadığını” ileri sürmeye başladılar. AB ile Türkiye’nin ilişkilerinde insan hakları ve demokratikleşme sorunlarının oynadığı rol ele alınırsa, bu alanda Türk Hükümetinin, Avrupa standartları karşısında sürekli bir ilerleme kaydettiğini, mevzi kazandığını görmek mümkündür. İşkence konusunda, AB işkencenin sistematik olmadığı savını, üstelik hiçbir temeli yokken kabul etmiş bulunuyor. Türk Hükümeti ise, Tansu Çiller’in Mart 1997’de işkence konusunda başarısızlığa uğrayarak geri çekilen beyanı bir yana bırakılırsa, ancak onun ardından Türkiye’de işkencenin yaygın olduğunu beyan edebilmiştir.

Ne olmuştur da Türkiye’de işkence (ayrıca yargısız infazlar ve kaybetmeler) hâlâ yaygın iken sistematik olmaktan çıkmıştır? Yani, Türkiye’de işkenceyi, yargısız infazları ve kaybetmeyi “hükümet politikası” olmaktan çıkartan nedir? Bu suçları işleyen jandarma ve polisler, işkence aygıtlarını çoluk-çocuklarının rızklarından kısarak mı almaya başlamışlardır? Kuşkusuz, özellikle Bakan Hikmet Sami Türk’ün çabalarıyla, işkencecinin ve işkencenin saklanmasında işbirliği yapanların cezalandırılması için bazı adımlar atılmıştır ve bu adımların cesaretlenmesi gerekmektedir.[7] Ancak DGM kapsamındaki suçları işledikleri (hattâ işleyebilecekleri, daha çok da işlemiş olabilecekleri) iddiasıyla gözaltına alınan kişiler, 7 güne kadar tecrit altında, işkenceye karşı hiçbir güvenceleri olmaksızın gözaltında tutulabilmekte ve hükümet, bu alandaki düzenlemeleri tabu gibi göstermektedir. İşkencenin gözaltına alınma anından başlayabileceğini ve bir kişinin 24 saatten fazla gözaltında tutulmasına izin vermenin işkence yapılmasına olanak sağlamaktan başka bir gerekçesinin olamayacağını söylemek için, insan hakları kuruluşlarının binlerce mağdurla ilgili gözlemlerini bilmeye gerek yoktur.[8] Aslında Avrupa Komisyonu Raporunda da, Avrupa insan hakları kuruluşlarının raporlarında da işkence, yargısız infaz ve kaybetmeden sorumlu kişilerin kovuşturulması, yargılanması ve cezalandırılması konusundaki yaygın sorunların, yani ihlâlcilerin cezaî ve idari yaptırımlardan muafiyeti sorununun değişmeksizin sürdüğü belirtilmektedir. Örneğin yargısız infazlar konusunda, bir kolluk görevlisinin insan öldürmesi durumunda cezasından indirim yapılmasını, hattâ beraat etmesini sağlayan hükümler uygulanmaktadır ve bu hükümler, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ceza Yasası’nın hükümleri olarak onun yargıçlarınca uygulanmaktadır. Jandarma ve polisin yetki ve görevlerini düzenleyen yasalar, onların görevleri sırasında şiddet uygulamaları ya da kötü muamele yapmaları halinde tutuklu yargılanmalarını, hattâ mahkeme karşısına çıkmalarını engelleyen maddeleri kapsamaktadır. TİHV ve İHD’nin açıkça tanımlamış olduğu gibi, yargısız infaz ve işkence gibi ihlâllerin sistematik olup olmadığını gösteren temel faktörlerden biri, bu ihlâllerden sorumlu tutulan görevlilerin cezaî ve idari yaptırımlardan yasal ve pratik olarak muaf olup olmadıklarıdır. Onlar muaftırlar ve bu sayededir ki, Süleyman Yeter’in öldürülmesinde olduğu gibi, polisler kendileri aleyhinde dava açan mağdurlara işkence yaparak onları öldürebilmekte; Avukat Zeki Rüzgâr’ın Ankara DGM’de yargılanmasında olduğu gibi, kendilerine karşı dava açmaktan usanmayan avukatları, DGM karşısına sanık olarak çıkarabilmekte; Dr. Zeki Uzun’un durumunda olduğu gibi, işkence mağdurlarına tıbbi bakım sağlayan hekimlere işkence yapabilmektedirler.[9]

Sanırız bu ülkenin yasaması, yargısı ve yürütmesi, şöyle bir şey söylemiyor işkencecilere ve katillere: “Bu sefer de affettik ve bir dahaki sefere de affedeceğiz, hattâ sizi işinizden alıkoyanları cezalandırmanıza da sessiz kalacağız, ama aslında sizi tasvip etmiyoruz.” (Kaldı ki, teşvik edici tutum pekçok durumda sürüyor; örneğin Ankara Kapalı Cezaevi’nde 26 Eylül günü yapılan katliam konusunda hâlâ bir araştırma yapılmamıştır ve katillerin yargı önüne çıkarılıp çıkarılmayacağı bile belli değildir. Sözkonusu katliam konusunda Başbakan ve Adalet Bakanı, bilgi sahibi olmadıkları halde, katledilen kişileri suçlamaktan kaçınmayarak kamuoyunu ve muhtemel bir davada yargıyı yanlış bilgilendirmişlerdir. Bir ihlâl konusunda bu tür açıklamaların yapılması, o ihlâlin hükümet politikasının sonucu olduğunu söylemek için yeterlidir.)

Ya da, tam da böyle bir şeyin söylenmesi, AB organları için işkencenin sistematik olmadığı anlamına mı geliyor? Bu sonuncusu da, Avrupa’da insan hakları alanının giderek boşaldığı ya da (aynı kapıya çıkacak şekilde) Avrupa insan hakları standartlarını başarmış olan insan hakları kuruluşlarının, artık yorularak “realizme” çekildikleri anlamına gelir.

Kürt sorunu konusunda ise, Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye kaçırılmasının ardından, “terörizme karşı mücadele ile siyasal çözüm arayışı yönündeki çabaların birbirinden ayrılması çabalarını memnuniyetle karşıladığını” açıklamıştır.[10] Bu tarihte, Türkiye’de siyasal çözüm arayışını çağrıştırabilecek ifadelere bile rastlanmaması bir yana, Kürtlerin anadillerinde kendilerini ifade etmeleri ya da eğitim görmeleri; zorla göçettirilen yaklaşık 3 milyon Kürdün köylerine dönmelerinin sağlanması, bunun sağlanamadığı durumlarda ise, bulundukları yerlerde beslenme, barınma, sağlık, çalışma ve eğitim gibi temel haklarının gerçekleştirilmesi yönünde önlemler alınması gibi konularda hiçbir ilerleme ya da iyi niyet ifadesi olarak görülebilecek bir beyan dahi sözkonusu değildir. (Avrupa Komisyonu Raporunda Türkiye için ayrım yapılarak sosyal, ekonomik ve kültürel haklar konusuna değinilmediği gibi,[11] zorla göçettirilenlerin durumları ile ilgili değerlendirmeler de raporun dışında bırakılmıştır.) Avrupa siyasal söyleminde “terörist” olarak anılması alışıldık olmayan bir hareketin, bazı kompleksleri yatıştırmak adına “terörist” olarak anılmasına değinmeye bile gerek yok.[12] Çünkü, daha da önemlisi, bu açıklamada “Kürt sorunu” terimi bir kez bile geçmemiştir.[13]

AB’nin bu açıklamasında Öcalan’ın yargılanmasıyla ilgili temennilere karşı, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın yanıtındaki şu ifade önemlidir: “Türkiye’de mahkemelerin bağımsızlığını sorgulamak kabul edilemez.” O günden bugüne tekrarlanagelen bu ifade kendi başına ele alındığında, Türk Hükümetinin yargının bağımsızlığı için hiçbir çaba göstermeyeceği, gerek bizzat yargı organlarının başındaki kişiler tarafından yapılan eleştirilerin, gerekse uluslararası yükümlülükler bakımından Avrupa mekanizmalarının bu alandaki denetim ve eleştirilerinin anlamsız olduğunu söylemiş oluyor. Sanırız bu, yalnızca bir “erkeklik” gösterisi ya da izolasyonist bir tercihin ifadesi değildir. 1997’de MGK-Ecevit kabinesinin, Avrupa’ya “artık sizinle siyasal konularda küsüz” demesinde olduğu gibi, uluslararası yükümlülüklerin gözardı edilmesinde ne kadar ileri gidilebileceğinin, ne kadar “erkeklik” taslanabileceğinin “rasyonel” olarak hesaplanmasının bir sonucudur. Ne de olsa AB Komisyonu Özel Komitesi’nin Türkiye’deki yargılama süreciyle ilgili gözlemleri de, Türk Hükümetinin görüşleriyle çakışmıştır nihayetinde: Komiteye göre, yargılama prosedürü, “esas olarak düzgün (adil) ve ilgili Türk mevzuatına uygun görünmektedir”.[14] Böylece Komite, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki adil yargılama standartlarının neredeyse bütünüyle ihlâl edildiği ve Avrupa insan hakları hareketinin başarısı olan bu standartlar açısından kabul edilemez nitelikteki bir yargılamayı, Türk Hükümetinin hatırı için adil bulmaktadır.

Avrupa Komisyonu Raporu’nda ise, DGM’lerde askerî yargıçların görevine son veren anayasa ve DGM Yasası değişikliği (yürürlük tarihi 22.6.1999) “kesin bir iyileşme” olarak tespit edilmektedir. Oysa Türkiye insan hakları kuruluşları, DGM yargılamaları konusundaki gözlemlerine dayanarak, DGM’lerin insan haklarının korunmasına aykırı yönleri arasında en önemsiz (ve aslında yalnızca formel bir sorun olan) düzenlemenin, DGM yargıçları arasında askerî yargıçların bulunması olduğunu ve DGM’lerin, kuruluş amaçları ve yapıları bakımından adil yargılama yapmalarının “hiçbir koşulda” sözkonusu olamayacağını (bu, onların kuruluş amaçlarına aykırı bir durum olurdu kuşkusuz) belirtmişlerdir.[15]

Aslında, 1980 öncesi ve sonrasında Avrupa hükümetlerinin Türkiye’deki insan hakları sorunlarına oportünist yaklaşımlarını hatırlarsak,[16] Avrupa hükümetleri ve teknokrasisi Türkiye için istediği standartlar konusunda kuşku duymakta kuşkusuz haklıdır. Ama bu, onların Türkiye’nin üyeliğine bakışlarından bağımsızdır. Elbette negatif olarak ifade edilen insan haklarının yaygın olarak ihlâl edildiği bir Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlayamazlar. Ama insan haklarının düşük standartlarda korunduğu ve gerçekleştirildiği bir Türkiye ile müzakereleri başlatabilirler. Sorun, onların Türkiye insanının daha düşük standartlara lâyık görmeleri gibi kompleksli bir bakış açısından anlaşılamaz. Sorun şudur ki, onların kendi halkları için de savunmadıkları ve şimdilik razı oldukları standartların, onların korumayı istedikleri başka çıkarlara –“güvenlik” tekniklerinin ucuz bir şekilde uygulanması ya da toplumların sermayenin kâr hırsına göre yapılandırılması yoluyla “ekonomik büyümenin” teşvik edilmesi gibi– aykırı olmasındadır. Onların, kendi halkları için tercih ettikleri daha düşük standartları, Türkiye halkları için de istemelerinden daha doğal bir şey olamaz. İnsan hakları, Avrupa için de derin ve sürekli bir mücadele alanıdır ve Avrupa’yı şekillendirecek, Avrupa kimliğini belirleyecek olan da bu mücadeledir.

Öte yandan, Türkiye’de insan hakları alanında atılan adımlar sözkonusu olduğunda, bizzat bu tür “şekilsel” adımların atılmasını bile tek başına olumlu karşılamak ve onları kaydetmek, elbette daha yapıcıdır. Bu şekilsel adımlar, gerçekten de bir tutum değişikliğine işaret edebilirler ve daha derin adımlara zemin hazırlamakta etkili olabilirler. Oysa, “insan hakları ve demokratikleşme reformu” dendiğinde, biraz temkinli olmak gibi bir alışkanlığın da yakın geçmişte yaşanan bazı deneyimlere dayalı gerekçeleri vardır. RP-DYP hükümetinin, MGK’den Olağanüstü Halin kaldırılması konusunda olumlu işaret aldığında yaptığı ilk işlerden biri, yasal olarak yalnızca Olağanüstü Hal Bölgesinde geçerli olan “uyarısız ve hedef gözeterek ateş etme” (yani “yargısız ve yerinde infaz”) yetkisini, olağan bir hüküm haline getirmek olmuştur (Ağustos 1996). Bu yasaya ve ilgili diğer düzenlemelere karşın Olağanüstü Hal kaldırılmadığı gibi, bu hüküm, Anayasa Mahkemesinin Ocak 1999’daki iptal kararından sonra da henüz değiştirilmemiştir. İşkencenin önlenmesine yönelik düzenlemelerden en önemlisi, Ağustos 1999’da, işkence ve kötü muamele suçları için öngörülen cezaların arttırılması olmuştur. Ancak bu düzenlemede işkence suçu, yalnızca sorgulama sırasında yapılan kötü muameleye indirgenmiştir. Devlet memurlarının yargılanmasını kolaylaştıran son yasa değişikliği ise, insan hakları savunucularınca yıllardır hatırlatılmaya çalışılan (ve insan hakları normlarına bağlı, cesur bazı savcılar tarafından son zamanlarda uygulanmakta olan) başka bir yasa hükmünü geçersiz kılmıştır: Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun 153. maddesine göre, savcılar, kolluk görevlilerinin adli işlemlerle ilgili görevlerinde işledikleri suçları doğrudan ve izin almaksızın koğuşturabilirler(di). Oysa yeni düzenlemeyle, savcılar bir izin prosedürünü izlemek zorunda kalacaklardır. Adalet Bakanlığı’nın, insan hakları konusundaki yasal “reform”larla ilgili çalışmalardan insan hakları kuruluşlarını dışlaması, bir tesadüf olmasa gerektir.

Avrupa Komisyonu 1999 raporunun genel sonucu şöyle özetlenebilir: Kişilerin sivil ve siyasal hakları konusunda önemli bir gelişme yoktur, ancak hükümetin, bu hakları koruma arzusu tespit edilmiştir. Ancak, sözkonusu olan “realizm” ise, Kopenhag kriterlerinin ekonomik boyutuyla ilgili talepler daha önemli olsa gerektir. Avrupa Birliği, özelleştirmenin hızlanmasını istemekte ve özellikle madencilik, bankacılık ve enerji sektörlerinde doğrudan yabancı yatırımların daha da “özgür”leştirilmesini talep etmektedir. Öte yandan, Türk Hükümetinin en önemli olumlu notu, küresel krize rağmen uluslararası sermaye dolaşımının önündeki kısıtlamaları kaldırmaya devam etmesi ve yeni önlemlere başvurmamış olmasıdır. (Bu da “realizmin” başka bir yönü olsa gerek: Türkiye yurttaşları daha düşük insan hakları standartlarıyla yaşamaya devam edebilir ve Avrupa Birliği yurttaşlarından daha az eşit olabilir ama Avrupa sermayesi, Türk sermayesiyle Türkiye’de eşit haklara sahip olmalıdır - hemen, şimdi! Türkiye insan hakları savunucuları ve sosyal muhalefeti açısından, kimin tarafından sömürüldüğümüz pek de önemli olmasa gerektir. Elbette beslenme, barınma, sağlık, eğitim ve çalışma hakları bakımından getirdikleri etkileri göz önünde bulundurmak koşuluyla.)

İnsan hakları konusundaki AB değerlendirmelerine dönecek olursak, sözünü ettiğimiz tutum değişikliği, Avrupa Parlamentosu’ndaki Sosyalist ve Yeşil grupların, “Türkiye’de değişimin sağlanması için Türk Hükümetinin adaylık sürecine sokulması ve Avrupa’dan uzaklaşmasının önlenmesi” anlayışıyla açıklanabilir mi? Özellikle Alman hükümetinin, bu yaklaşımı çekici bulduğu biliniyor. Ama bu tutumun hükümet politikaları düzeyine taşınmasının ve genelleşmesinin, “rasyonel tartışma” sonucunda ortaya çıkan bir durum olduğunu ileri sürmek safdillik olsa gerektir. Almanya’nın durumunda “tank ihalesi”nin insan hakları kaygılarından çok daha “gerçekçi” bir politik tercihi belirlemesi gibi, hemen hemen tüm Avrupa hükümetleri için yalnızca bugün değil, 12 Eylül döneminde ve Kürt sorununun en kanlı dönemlerinde bile sözkonusu olan bir “gerçekçilik” politikasından sözediyoruz. Bir grup Avrupalı devlet, 12 Eylül döneminde Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna Türkiye aleyhinde başvuru yapmış, Komisyon sistematik ihlâller konusunda ayrıntılı bir rapor hazırlamış ve sonuçta, Turgut Özal kabinesi, sözkonusu devletlerle “dostâne çözüm” yoluna gitmiştir. Dostâne çözümden kasıt, Türk Hükümetinin insan hakları konusunda bazı taahhütlerde bulunmasıdır. Dostâne çözümün öbür tarafının da, örneğin bazı ihalelerin, sözkonusu hükümetlerin çıkarlarına uygun şekilde sonuçlandırılması olduğu söylenir. Özal’ın bu “gerçekçi” ve dolayısıyla “işbitirici” yaklaşımı, Türk diplomasisinde çığır açmış ve Türkiye, hiç olmazsa bu alanda Avrupa (ve ABD) standartlarını yakalamıştır.

Avrupa hükümetlerinin insan hakları konusundaki “realist” yaklaşımı, bugün de belirleyici olsa gerektir. Bu yargıya varmak için, birtakım spekülasyonları burada uzun uzun aktarmaya gerek yok: Avrupa (ve ABD) insan hakları siyasetinde özelde silah ticareti, genelde ise her türlü “ticari” bağlantının önemi, bir tahmin olmanın ötesindedir. Şöyle ki, sözkonusu hükümetler, Türkiye’ye satılan silah ve ekipmanın, insan hakları ihlâllerini yoğun olduğu konusunda “kesin kanıtlar olan illerde” kullanılmaması konusunda güvenceler almakta ve bazı uluslararası insan hakları kuruluşları da, faaliyetlerinin önemli bir kısmını, hiç olmazsa bu kadar sınırlamanın uygulanmasını sağlamak amacıyla, bu konularda denetleme yapmaya vakfetmek zorunda bırakılmaktadır. Türkiye, dünyanın en büyük silah pazarlarından biridir ve TSK’ya gösterilen eli bolluk, petrol zengini Arap ülkelerini bile geçmiş bulunmaktadır. MGK/TSK’nın, temel hakların korunması ve gerçekleştirilmesiyle ilgili olarak en az 1993’ten beri uyguladıkları beklentiler-verilebilecekler konusundaki (elbette ABD patentli) “rasyonel tercih” teorisini, “güvenlik” alanında uygulamaya cesareti olan var mıdır?

İnsan hakları alanında Avrupa “realizmi”, giderek bir dayatma halini alıyor. Nitekim Avrupa Konseyi Zirvesi öncesinde Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Parlamenterleri grubu, Türkiyeli insan hakları aktivistlerini, çabalarını “çözümlenebilir” sorunlarda yoğunlaştırmaya davet etmişlerdi. Türkiye insan hakları siyaseti açısından bunun anlamı, Türk Hükümetinin kabul edebileceği kadarını talep etmek anlamına geliyor. Avrupa Birliği kamuoyunun insan hakları alanındaki taleplerinin en doğrudan yansıyabildiği organ olan Avrupa Parlamentosu açısından ise, bu “realizm”, Avrupa Birliğindeki çıkarları sayesinde Türk Hükümetinin kendi yurttaşlarına vermeye hazır olduğu “ödünlerle” yetinmek anlamına geliyor. Dolayısıyla da Avrupa Parlamentosu, “realizm” adına, kendi yurttaşlarına ve Avrupa insan hakları hareketine karşı sorumluluklarından feragât etmeyi kabul etmiş olmaktadır.

Bu tutumda, hükümetlerin çıkarlarının ya da onların temsil ettiği/koruduğu çıkarların, verili tarihsel gerçeklikte hesaba katılması gereken belirleyici etkenler olarak alınması ve bu algılamaya dayanarak da, korunması istenen değerlerden ve bağlı ilke ya da normlardan stratejik tavizler verilmesi ya da onların ertelenmesi sözkonusudur. Bu tutum, gerçekçilikten ziyade “oportünizm” olarak adlandırılmak zorundadır ve araçların amaçların yerini alması tehlikesi, bütün salt stratejik tutumların her daim açık olduğu bir tehlikedir.[17]

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI HAREKETİNDE AB

Fakat, Türkiye’nin insan hakları-demokratikleşme taleplerine dayalı muhalefeti bakımından başka türlü bir gerçekçilikten (bu kez tırnak içine almadan) sözetmek gerekiyor. Bu tür gerçekçilik, insan hakları ve demokratikleşme taleplerinin, mevcut tarihsel durumda karşılığını bulmasının koşullarının peşindedir. Bu gerçekçiliğin dayandığı gerçeklik değerlendirmesinde öne çıkan bir etken, Türkiye’nin devlet organlarında ve medyasında hâkim olan “devlet ve millet” anlayışının ve bu anlayışın Avrupa ile ilişkilerdeki yansımalarının, Türkiye açısından getirdiği deneyimlerdir. Bu anlayışın taşıyıcılarının “devlet ve milletlerine” bakışları, “seni sevmeyen ölsün” ve “beni böyle sev seveceksen” şeklinde özetlenebilir. Hayli de güçlü olan bu kesimler, zihinlerindeki “Türkiye”ye yan gözle bakanı kahretmek için Türkiye’yi kahretmekten de geri duramazlar. Türkiye parçalanmasın diye, katliamlara girişmekten geri durmazlar.

İşte bu gerçekçiler, şu gözlemi ifade etmektedirler: AB’nin Türkiye’nin adaylığını reddetmesi, Türkiye’de o kahredicilerin güçlenmesine ve terör estirmelerine yolaçacaktır. Onların terör estirmesi (hele hele Öcalan’ın idam cezasının infazı gibi patlayıcı bir konu ortada dururken), karşı-terörü de beraberinde getirecektir. Türkiye’nin yakın geleceği, bu terör çıkmazında belirlenecektir. Oysa AB’ye adaylığı kabul edilmiş ve bir hayli kırılgan gururu okşanmış, paranoyası yatıştırılmış, bu sayede özgüvenini bir nebze de olsa tesis etmiş bir Türk Hükümeti ve milleti, ülkenin temel sorunlarına daha erişkince yaklaşabilecek ve insan hakları ve demokratikleşme dendiğinde, ne denmek istendiğini algılama, anlamaya çalışma şansı doğacaktır. Avrupa Birliği adaylığı, bir bakıma, insan hakları alanında bir “rehabilitasyon” sağlanması için katedilmesi gereken uzun ve ince yolda, kendisi başlı başına önemli bir merhale olan “terapinin kabul edilmesi” için elverişli görünmektedir.

Bu değerlendirmede ortaya çıkan ikinci etken de, AB adaylığının, Türkiye’de işkence ve yargısız infazların önlenmesi, Kürtler’in ve diğer ulusal azınlıkların temel bazı haklarının “tanınması” ve demokratikleşme yolunda bazı adımların atılmasının önünü açacağı umududur. Bu amaçları Türkiyeli muhalefetin çabalarıyla gerçekleştirmenin koşullarının artık (özellikle 1993 sonrasında) ortadan kalkmış ya da çok zayıflamış olduğu düşünülmektedir. Hüsnü Öndül’ün gözlemlerine göre, insan haklarını koruma ve gerçekleştirme talepleri temelde Türkiye içinde yürütülecek çabalara bağlı olmakla birlikte, AB adaylığı, sönmüş dinamiklerin yerini alabilecektir.[18] Bunu açıkça ifade etmeyen pek çok kişinin de bu görüşe katıldığı anlaşılıyor. 1993 sonrasında Kürt sorununu kitlesel şiddetle çözmeye karar veren ve bu yolda her aracı mübah gören (“tek çakıl taşımızı vermeyiz, gerekirse Türkiye’de taş üstünde taş bırakmayız” demiş ve dediklerini de yapmışlardır) devlet organlarının seferberliği ve onların yarattığı medya tekellerinin bu seferberlikteki meşum rolleri, Türkiye’yi çürütmüştür. Bu çürümenin önemli bir ayağı da, Türkiye’de anlamlı herhangi bir dönüşümü zorlayıcı ve yönlendirici işlevler üstlenebilecek insan hakları ve demokratikleşme güçlerinin marjinalleştirilmesi olmuştur. Ama daha da önemlisi, işkence, yargısız infaz ve zorunlu göç gibi uygulamalarla terör estirilen bir ülkede, bütün bu olgularla yaşayan ve onları görmemeye çabalayan, görse de sessiz kalmak zorunda kalan/bırakılan, giderek inkârı içselleştiren ve yalan olduğunu bildiği propaganda üzerinden hayat kuran Türkiye halkının, yurttaş olma kapasitesini iyice yitirmesi olmuştur. Çünkü insanca olmayan bir duruma müdahale edemeyen, teröre yenik düşüp ülkesinin temel sorunları konusunda müdahale hakkını reddeden kişiler, otonomilerini eninde sonunda yitirmek durumundaydılar. İşkenceyi durduramayan ve durduramadığı için de ona “mazeretler” bulmak zorunda kalan/bırakılan Türkiye yurttaşı, ülkesindeki, hattâ kişisel yaşamındaki bütün sorunlara müdahaleden kaçınmak, onlarla sessizce birarada yaşamaya katlanmak ve böylelikle de anlamlı bir hayat kurma kapasitesini feshetmek durumundaydı. Türkiye yurttaşı, bağımsız düşünme ve yargıda bulunma yetisini Milli Güvenlik Kuruluna ve özel televizyon kanallarına devrederek, devredilemez haklarından feragat etmiş oldu. Bu tahribatı onarmak için, sağlam bir dayanak gerekiyor; en azından bir dayanak. Yeter ki, bu kez de düşünme, yargıda bulunma ve insanca ve anlamlı bir hayat isteme yetilerimizi, AB’ye ya da Avrupalı kuruluşlara devretmeyelim.

Gerek İnsan Hakları Derneği’nin Ekim 1999 Genel Kurulunun AB’ye adaylığı desteklememe kararı, gerekse “Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı”nın bu konuda tutum ifade etmeme kararı, aslında ilkesel tavrın ötesinde, Türkiye yurttaşlarının ve onların kuruluşlarının, Türkiye’yi dönüştürebilme yeteneğine sahip olduğu görüşüne dayalıdır. Bu, bir olanağın ifadesidir ve olanak da, gerçekliğin (ister oluşturulmuş, isterse oluşturulmasının gerekliliği ifade edilmiş, onun için yola çıkılmış olsun) bir parçası ve kurucusudur.

“İç dinamiklerin” güçsüzlüğü tespitinde, önemli bir olgu, Milli Güvenlik Kurulunun ya da daha genel olarak resmî-gayrıresmî (yasal-yasadışı) “güvenlik” aygıtlarının, bırakın yurttaşları ya da onların örgütlenmelerini, TBMM ya da seçilmiş otoriteleri ve sermayeyi bile farklı yollardan boyunduruk altına almış olmasıdır. Türkiye’nin “devlet politikaları”, o aygıtların siyaseti birtakım “tekniklere” indirgeyen tercihlerinden ibarettir. Cumhurbaşkanı bile, kendisinin üzerinde “devlet politikalarının” ve onları belirleyen “devletin kurumlarının” olduğunu bilir; hangi konuda ne söyleyeceğini ona göre belirlemektedir açıkça. (Çünkü, korumak istediği değerler arasında insan hayatı ve insanın değerleri yoksa, bu daha kolaydır; nasılsa işkence ve yargısız infazlar, “büyük Türkiye” idealinin önündeki engelleri kaldırmaktadır.) Aslında bürokrasinin Avrupa Birliği’ne adaylığın önkoşullarını ya da Avrupa Birliği’nin asgari taleplerini karşılama girişimleri, işte bu “devlet politikaları”nın duvarına çarpmıştır zaman zaman. Nitekim 1997 yılında Avrupa Parlamentosu grupları, insan hakları ve demokratikleşme önkoşullarıyla ilgili görüşmelerini, doğrudan MGK ile yapmayı denemişlerdi. Neyse ki, Avrupa Birliği’ne adaylık da bir “devlet politikası”dır. Öyleyse, sözkonusu “güvenlik” aygıtlarıyla uğraşmak, harcı olanların, yani Avrupa Birliği’ni temsil edenlerin işi olmalıdır. İnsan hakları savunucularının değil de, bu “güvenlik” aygıtlarının Türkiyelilerin güvenliği pahasına gelişmesi ve güçlenmesinden doğrudan ya da dolaylı çıkar sağlayanların taleplerine uygun politikalar uygulamış ya da “stratejik” nedenlerle bunlara göz yummuş olanların işi olmalıdır. “Statejistlerin” bu zorlu görevde üstün maharetlerini sergileme zamanı gelmiştir. Sizce, onların bu konudaki tercihleri ne yönde olacaktır?

Üçüncü olarak, Avrupa Birliği adaylığının, insan hakları ihlâllerinden bazılarını daha kısa bir dönemde azaltacağı umulmaktadır. Kuşkusuz, yaşam hakkının ya da ifade özgürlüğünün korunması ya da işkencenin önlenmesi, Türk Hükümetinin, Avrupa Konseyi sözleşmeleri de dahil olmak üzere bir dizi enstrümana taraf olarak yükümlülük altına girmiş olduğu amaçlardır. Ama bu kez, hükümet tarafından ulaşılmak istenen hedefin önkoşulları olarak denetlenmesi sözkonusudur bu yükümlülüklerin. Yukarıda da değindiğimiz gibi, AB bu konuda stratejik davranmakta ve bir takım asgari koşullarla yetinmektedir. Ama şunu söylemek de gerçekçiliğin bir parçası olsa gerek: İşkence görenlerin sayısını onbinlerden binlere, yüzlere düşürmek bile, büyük bir kazanımdır. Bir kişinin bile işkence görmemesi bir kazanımdır; işkence görmeyen o kişinin hayatında büyük bir farktır bu.

Nihayet, Türkiye insan hakları-demokratikleşme hareketlerinin amaçlarını gerçekleştirmesi (Türkiye’ye yönelik olsun, Avrupa’ya yönelik olsun), onların kuruluşlarının daha etkin ve engellenmeksizin çalışabilmesi açısından, AB standartlarının daha elverişli bir zemin oluşturmasının çekiciliği sözkonusudur.

Türkiye İnsan Hakları Konferansı, AB adaylığı konusunda insan hakları kuruluşlarının doğrudan taraf olmama tutumunu belirlemekle birlikte, Türk Hükümetini Avrupa insan hakları standartlarına uymaya, insan hakları kuruluşlarını ise Avrupalı hükümetdışı kuruluşlarla işbirliğini geliştirmeye çağırdı. Bu tutum, AB adaylığına sol muhalefetin getirdiği itirazların ve “ya evet-ya hayır” denkleminin dışında kalan bir konumdan üretilmektedir. Avrupa Birliği’nin hukukuna ve siyasetine yönelik itirazlardan bilgiye dayalı ve üzerinde düşünülmüş olanları, büyük ölçüde haklıdır. Ancak, Türkiye solunun ya da (daha genel ve daha dar olarak) insan hakları-demokratikleşme taleplerine dayalı muhalefetin, şu soruyu kendisine sorması gerekiyor: Bu muhalefet, Türkiye sınırlarına hapsolunarak mı yapılmak isteniyor, yoksa Avrupa’da benzer kaygıları paylaşan muhalefet hareketleriyle birlikte, onlarla dayanışma ve etkileşim içinde mi geliştirilmek isteniyor? Onlarla dayanışma ve etkileşim isteniyorsa, Türkiye’de bu tür bir dayanışma ve etkileşimin kurumsallaşması, günümüzde yasal ve pratik açıdan pek olanaklı değildir. Avrupa Birliği’ne muhalefetin ve onu dönüştürmenin Türkiye insan hakları-demokratikleşme hareketleri açısından olanaklılığı, Hüsnü Öndül ve Murat Belge’nin de belirttiği gibi, öncelikle Avrupa Birliği standartlarının Türkiye’de uygulanmasından geçiyor.

Sol açısından bakarsak, solun “enternasyonalist” taahhütleri ile izolasyonist alışkanlıkları arasında bir çekişmeye, bir hesaplaşmaya bugün de ihtiyaç duyuluyor. Polonyalı bir sosyalist olarak Rosa Luxemburg’un Polonya’nın bağımsızlığına karşı getirdiği itirazlar, bugün de geçerliliğini koruyor.

ADAY OLAN KİM?

Başbakan Ecevit ve Türkiye siyasal sınıfının başka mensupları, bir yandan Avrupa Birliği’ne adaylıklarının kabul edilmemesini yıllardır bir haksızlık olarak lanse ederken, bir yandan da üyelik sürecine ilişkin yükümlülükleri yerine getirmemekte direniyorlar. Ecevit, 11 Aralık konuşmasında, bilinen bir teraneyi tekrarladı: “Türkiye, Soğuk Savaş yılları boyunca NATO’da Avrupa’nın ve tüm Batı’nın güvenliğine ön safta katkıda bulundu. Bunun ağır ekonomik yükünü hiç yüksünmeden taşıdı” (daha dürüstçe bir ifadeyle, kendi yurttaşlarına taşıttı). Ecevit’in bu konuşması da, yıllardır ‘Avrupa’ya duyulan hıncın ifade edildiği bütün protokol konuşmalarında olduğu gibi, taşra esnafı ağzıyla, Türkiye’nin doğal zenginliklerini, köprü olma işlevlerini vb. pazarlamaktan ibaretti. Bu pazarlamacılık yeteneği, İsmail Cem’in AB Genel İşler Konseyi’nde yaptığı konuşmada çok daha barizdi. Bu konuşmasında Cem, yalnızca Türkiye’yi değil, AB hükümetleri için çok daha önemli olan Orta Asya ve Kafkasya’yı da pazarlamıştı: “Türkiye’nin, hemen hemen tümü Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da bulunan ‘yeni’ devletlerle ortak tarih, ortak din veya kültürel bağları bulunmaktadır... Bu devletler, hızlı bir şekilde, ekonomilerini yeniden yapılandırma ve dış yatırımlar ile uluslararası rekabete açma yönünde çalışmalar başlatmışlardır. Türkiye, bu coğrafyanın köklü bir aktörü olarak, sözkonusu devletlerin ekonomik yapılanmalarında hayatî bir partner haline gelmiştir. Türkiye, bu şekilde oluşmakta olan Avrasya gerçeğine siyasî ve ekonomik bir merkez sağlamakta ve Batı Avrupa’nın Doğuya açılan başlıca tarihsel, kültürel ve ekonomik kapısı olarak ortaya çıkmaktadır.”

Türkiye’nin siyasal esnafının ve medya eşrafının Avrupalılık konusundaki argümanlarında ya da AB’ye Türkiye’nin niçin “fıstık gibi” bir aday olabileceği konusundaki argümanlarında, Türkiye yurttaşlarının Avrupalılıktan ne kazanacağı konusunda tek bir söz geçmedi. Bu soruyu, kendi adına düşünme ve yargıda bulunmaktan yoksunlaşmış Türkiye yurttaşları da hiç sormadı. Örneğin Ecevit, “Tam üyeliğimiz için insan hakları ve demokrasi bakımından bazı eksikliklerimizin olduğunun da, ekonomimizdeki bazı olumsuzlukların da bilincindeyiz” derken, tıpkı medya eşrafı gibi, bunu bir “imaj sorunu” olarak görmekteydi. Konunun, Türkiye’de yaşayan gerçek insanlarla, onların insan haklarıyla ya da onların ekonomisiyle ve siyasetiyle ilgisi yoktu. Anlatılan bizim hikâyemiz değildi. Nitekim, “sokaktaki vatandaş” da, “Avrupa’ya vermek zorunda olduğumuz” tavizlerden sözediyor; insan hakları ya da yurttaş hakları sözkonusu olduğunda.

Türkiye siyasal esnafının temsilcisi olarak Bülent Ecevit’e göre, Türkiye’nin “insan hakları ve demokrasi karnesi”ndeki ya da ekonomisindeki “olumsuzluklar”dan, “uzun yıllardır dış destekle sürdürülen bölücü terör sorumludur; Batı’nın, Balkanlar’ın ve Kafkasya’nın barışı ve esenliği için üstlendiğimiz ağır ve yüksek maliyetli görevler de bunlardan sorumludur.” Daha açık bir ifadeyle, Türk Hükümeti, yurttaşlarına karşı yapıp ettiklerinden sorumluluk kabul etmemekte; sorumlusu olmadığı “kusurları” düzeltmek için, yine de AB organlarına karşı sorumluluk üstlenmektedir.

Türk siyasal ve bürokratik esnafının Avrupa’ya, özellikle son yıllarda kazandığı özgüvenle verdiği derslerde önemli bir tema da, Türkiye’de etnik ayrılığın olmamasıydı. Bu tema, Avrupa Birliği’ne adaylık pazarlamalarında ya da azınlık hakları ve Kürt sorunu konusundaki eleştirilere karşı verilen hınçlı yanıtlarda da baskın oldu: Türkiye’de esas olan, eşit vatandaşlıktı; “Türklerle Kürtler etle tırnak gibi olmuştu” ve (Cem’in 13 Eylül konuşmasında dediği gibi) “bizde kimse başkasının etnik kimliğine bakmaz ve aldırmaz”dı. Büyük bir pişkinlikle, Kürt sorunuyla ilgili talepler, “ırkçı” talepler olarak gösterildi.[19]

Esnaf kurnazlığı bir yana, Türklerin “kimlik” konularındaki görüşü anlaşılabilir. Türk olduğumu kabul ettiğim, bu konuda ikiyüzlülüğü içselleştirdiğim ölçüde, kimliğimin ne olduğu Türkü ilgilendirmez. Ama bu o kadar da kolay değil. Türkler hem Orta Asyalı kökenlerini vurgulayacak ve at sırtında dünya medeniyetini kuran atalarıyla övünecek ve “Türk soylu” yabancılara hak tanımayan yasalar çıkaracaklar, hem de Avrupa’ya dönüp bütün TC vatandaşlarının Türk olduklarını, etnik kimlikleri ne olursa olsun eşit olduklarını söyleyip kendilerini örnek gösterecekler. Hem Elen ya da Ermeni vakıflarının mal varlıklarına el koyacak, hem de etnik ayrımcılık olmadığını söylediklerinde, “aferin size” denmesini bekleyecekler; demeyeni de tehdit edecekler. Kendi dillerinden bu ülkenin başka halklarının kelimelerini ayıklayıp, ortak bir dili reddederek Moğolca kelimelerle yeni bir dil kuracak, o başka halkların çocuklarının anadillerini öğrenmelerini ve geliştirmelerini yasaklayacak ve etnik ayrımcılık yapmamakla övünecekler; insan hakları talepleri getiren azınlıkları da pişkin pişkin ırkçılıkla suçlayacaklar.

İşbu zatlar, Türkiye’deki hoşgörü ortamından sözediyorlar. Bu iddiaya karşı, ulusal azınlıklara mensup kişilerin kanlı deneyimlerini hatırlatmaya gerek yok. Bu deneyimlerden bahsedenlerin işitilme şansı yoktur. Ama şunu artık öğrenmeleri gerekiyor: Türkiye’nin azınlıkları, artık kimseden hoşgörü (ne Türk usulü, “hem severim hem döverim” hoşgörüsünü, ne de liberal hoşgörüleri) kabul etmiyor. Kürtler’in başlattığı bu reddiye, giderek bütün azınlıklara yayılmaktadır. Türkiye’nin azınlıkları, artık hoş görülmeden, korkmadan, aksan farklılığı nedeniyle kimse tarafından “ne sevimli!” görülmeden yaşamayı istiyorlar. Yani, eşit kişiler olarak kabul edilmeyi istiyorlar.

Ama öte yandan, Türkiye azınlıklarının şiddetli deneyimleriyle ilgili hesapları kapatmak da, yeni bir gelecek kurmak için gereklidir. Hesapların, Türk tarih ezberi temelinde kapatılamayacağı, yeterince açık olsa gerektir.

Türklerin Türkiye’nin kimlikleri konusundaki tezleri, Avrupa Birliği adaylığı sürecindeki en çetin konulardan biri olacak gibi görünüyor. Azınlıklar konusundaki Türk tezinin en şık örneklerinden birini, İsmail Cem 13 Eylül konuşmasında sergilemişti: “Irk kavramının ayırıcı bir unsur ve azınlıkların başlıca özelliği olarak kullanılması, bizim gerçeklerimize ve algılamalarımıza uymamaktadır. İslamiyetin Osmanlı yorumu ve uygulamasının kültürel kimliğin ana unsurlarından birini teşkil ettiği ve Devletin yüzyıllarca çok çeşitli ırkları birlik halinde tutmaya gayret ettiği bir Türkiye’de, ırk kavramı sosyal veya politik bir kategori hiçbir zaman olmamıştır. Bu çerçevede, başlıca belirleyici unsur, hep büyük hoşgörü ile yaklaşılan din olmuş, farklılıklar ise hep dini kavramlar içinde değerlendirilmiştir... Çağdaş Türkiye, kendisini bu ayrımcılığa karşı çıkma mirasına göre şekillendirmiş ve bunu modernleşme süreci içinde geliştirmiştir... Balkan, Kürt, Kafkasya veya hangi kökenden olursa olsun Müslüman Türklerin, Batı Avrupa tarafından ‘azınlık’ olarak tanımlandıklarını keşfedince rahatsızlık duymalarının nedeni de budur.”

AB VE “AVRUPA” KİMLİĞİ

Türk Hükümeti, AB macerasındaki “bozgun”larını, AB’nin bir “Hıristiyan” birliği olarak görülmesiyle ya da, daha genel olarak Türklerin farklı kimliklerinin “Avrupa” tarafından reddedilmesiyle açıklayagelmişti. Türk siyasal-bürokratik esnafı Türkiye’nin “kendine özgü Avrupalılığını” hem Türkiye’de çeşitli kesimlere, hem de Avrupa egemenlerine ve kamuoyuna anlatmakta zorluk çekegeldi. Aslında kendine de. Bu konudaki çeşitli sorunlardan biri, bizzat onun bürokrasisinin Avrupa’ya bakışıdır.[20]

Bu kendine özgü Avrupalılığın en açık ifadelerinden biri de, Lüksemburg Avrupa Konseyinin Türkiye’nin adaylığını onaylamasına tepki olarak yapılan 14 Aralık 1997 Hükümet açıklamasıydı: “Türkiye, öteki aday ülkelerle aynı çerçevede, aynı iyi niyetli yaklaşımla ve objektif kıstaslara göre değerlendirilmemiştir”; yani Türkiye, onun siyasal ve bürokratik esnafının uygun gördüğü ölçütlere göre değerlendirilmeme haksızlığına uğramıştır. Açıklamada, “ilişkilerimizde siyasî koşul dayatılmasını reddediyoruz” denilerek Avrupa’ya küstüğümüz net bir şekilde ifade edilmişti. Oysa Kopenhag Avrupa Konseyi’nin kriterleri, siyasal koşulları da içeriyordu ve hükümet de bunu, hitap ettiği milliyetçi-izolasyonist duygular taşıyan kesimlerden daha iyi biliyordu. Buna karşılık, hükümet, bu “kendine özgü Avrupalılık”ın kabul edilmesini, Türkiye’nin adaylığı için AB’ye bir önkoşul olarak getirmiş oluyordu. Kasım 1998’de Antalya’da yapılan ve Türkiye’nin Avrupa’nın neresinde olduğunu ve neresinde olabileceğini ele alan bir konferansta, Hikmet Çetin’in “Avrupa’nın bizi anlamaması” konulu konuşmasına bir İngiliz dinleyicinin tepkisi şu olmuştu: “Sözkonusu olan, Türkiye’nin Avrupa’ya katılması mı, Avrupa’nın Türkiye’ye katılması mı?”

Ecevit, Helsinki Avrupa Konseyi öncesinde AB’nin Türkiye’yi “kimlik farklılığı” nedeniyle dışladığını söylüyor ve “Avrupa ırkçı” diyordu. Helsinki sonrasında ise, başta MGK’nin siyasetteki rolü ve azınlık hakları olmak üzere, Kopenhag Kriterleri’nin Türk Hükümeti için geçerli olmadığını ilân etti. Ecevit, Türkiye’nin bütün halklarına tek bir kimlik biçerek, yalnızca resmen kabul edilmeyen azınlıkların değil, Lozan azınlıklarının da azınlık olmadığını iddia ediyor. (Yargıtay’ın Lozan azınlıklarını yabancı olarak gören içtihat kararı, aslında bu iddiayı hukuksal olarak da “kanıtlamış” oluyor.) İsmail Cem, Türk Hükümetinin, “herhangi bir aday” olarak görülmemesi gerektiğini ve kendi kültürel kimliğiyle AB’ye özgün bir katkı sunacağını ilân etti. Kimin, kime, kim olarak katılacağı? sorunu halen sürmekte.

Bu durum, yalnızca Türkiye için geçerli değil. AB ve kimlik sorunları üzerine bir tartışmanın raporunda, Doğu Avrupa ülkelerinde, özellikle de Romanya’da, siyasal elitlerin “ulusal kültür”lerinin Avrupalılığını vurgularken, AB’nin Kopenhag Kriterleri’ni gerçekleştirmeye yönelik baskılarına karşı derin bir hınç duyduğu belirtiliyordu: “Kültürel bakımdan ‘Avrupalılığın” vurgulanması, belki de ekonomik ve siyasal reform alanında gösterdikleri direnişi ikâme etmek içindir.”[21]

Avrupa’ya üyeliği özleyen Türkiye yurttaşları için Avrupalılık, öyle görünüyor ki, kim olduklarından çok, kim olmak istedikleri ve nasıl yaşamak istedikleriyle ilgilidir. Avrupa ülkelerindeki kültürel çeşitlilik dikkate alınırsa, kimlik anlamında bir Avrupalılıktan ziyade, nasıl, hangi koşullarda yaşamak istendiğiyle ilgili bir Avrupalılıktan sözetmek daha yerinde olur. Bu, yalnızca Türkiye yurttaşları için değil, Avrupa Birliği’ne üye ve aday başka ülkelerin halkları için de geçerli görünüyor. Ulus-devlet deneyimine dayalı bir Avrupalılık kimliği, AB tarzı federatif bir yapı için uygun değildir; Avrupalılık kimliği, Avrupa kurumlarının, Avrupa yurttaşları için neleri vaat ettiğine ve neleri başarabildiğine, en önemlisi de, bu yurttaşların o başarılara ne kadar katılabildiğine bağlı olarak oluşacaktır.

Öte yandan, bütün Avrupa halklarına ortak bir Avrupalılık, Avrupa için yalnızca bir projedir ve AB’nin bu projeyi yüklenmesi, hayli yeni bir gelişmedir. Avrupa Topluluklarının teknokratik yapısına ve ekonomik entegrasyonla sınırlı hedefine karşılık AB, 1997 Amsterdam Antlaşması’yla birlikte, liberal demokratik değer yargılarına dayalı bir Avrupa siyasal bünyesi, giderek bir federasyon oluşturma projesi gibi görünüyor. Avrupa’da kimlik sorunlarının ortaya çıkmasında da, siyasal-kültürel entegrasyon projesinin öngördüğü derin bir demokrasiden ziyade, Birlikte, Topluluktan devraldığı uzak-teknokratik-bürokratik karar mekanizmalarının baskın rol oynaması önemli bir paya sahiptir. Halen neredeyse yalnızca “Avrupa kamuoyu”nun özlemlerini ifade etme konumundaki Avrupa Parlamentosu bir yana bırakılırsa, AB kurumlarının teknokratik-bürokratik yapısı, üye ülkelerin halkları açısından onların “özgül kimlik”lerini ve yaşam standartlarını tehdit edici bir görünüm sergiliyor. Bu, Türkiye’deki demokratik muhalefet açısından da üzerinde durulması gereken bir sorundur. Ama bu sorunun getirdiği olanaklardan biri de, AB’de demokrasinin derinleştirilmesi olabilir. Bunun için, “bedeller ödemek” şart değil; bilgiye dayalı argümanlar geliştirmek ve korunmak istenen değerlere dayalı bir muhalefet yürütmek de bir seçenektir.

Bu bakımdan, Avrupa Parlamentosu, AB’nin teknokratik olmayan organı olarak, farklı Avrupa tasavvurlarına yataklık ediyor. AP “Avrupa Birliği’nde İnsan Haklarına Saygı Kararı” (1997), örneğin, yaşam hakkının bütün kişilerin tıbbî bakım hakkını, çevrenin korunması hakkını ve genetik mühendisliğinin insan genlerine müdahalesinin yasaklanmasını getirdiğini belirleyerek ya da ekonomik, sosyal ve kültürel hakların temel hakları olduğunu belirterek, insan hakları alanındaki neo-liberal “gerçekçiliğe” aykırı bir deklarasyon niteliğindedir. Kararda, AP, Avrupa Birliği sınırlarında 50 milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşamasının ve bu kişilere sosyal koruma sağlanmamasının kabul edilemez olduğunu da bildirmişti. AP, Avrupa Komisyonu’nun yoksulluğa karşı mücadele konusunda bir program geliştirmemesini eleştirerek, bir an önce bir program geliştirilmesini talep etmişti.

AB VE GLOBALLEŞME

Türkiye’nin insan hakları-demokratikleşme taleplerine dayalı muhalefeti için “Avrupa Birliği” kavramının, hiç değilse bugün için, bu taleplerin Türkiyeliler için de gerçekleşmesinin ya da gerçekleştirilmesi için mücadele edebilmenin olanaklarıyla ilgili bazı sezgilere dayalı anlaşıldığı açıktır. O muhalefet içinde Avrupa Birliği’ne üyeliği isteyenler, en azından Avrupa’nın ortalama standartlarına bakarak, Türkiye’nin AB muktesabatına uyum sağlama zorunluluğuna umut bağlamaktadırlar.

Sol içindeyse, o muhalefetin kapsamıyla bir anlamda kesişen ve fakat Avrupa’yı sömürgeci-emperyalist bir blok olarak görenler, Türkiye’nin AB’ye adaylığına karşı en azından kuşkuludurlar. Geçmişte emperyalizm tezi çerçevesinde savundukları Avrupa Topluluğu karşıtlığını, bugün de globalleşme karşıtlığı çerçevesinde ifade ediyorlar. Ama bu karşı olunan süreç neleri kapsıyor ve AB bu sürecin neresinde duruyor? Daha açıkçası, AB’ye nihai bir üyeliğin, globalleşmeyle (bu sürecin getirdiklerine yenilmeyle ya da o süreci dönüştürmeyle) bağlantısı tam olarak nedir? Bu soruların tartışmaya açıldığını ya da bu sorular etrafında bir tartışma açılmaya heves olduğunu söylemek zordur.

AB, Dünya Ticaret Örgütü ile nihai kurumsal ifadesini bulan globalleşme gündemini desteklemekte; onun içinde aktif bir rol oynamaktadır. Türk Hükümeti de, pasif bir konumda olmakla birlikte, aynı şekilde bu gündemi desteklemektedir. Ayrıca, ABD ile yapılan yatırımlarla ilgili ikili anlaşmanın da gösterdiği gibi, Türk Hükümeti, Avrupa Birliği’nden bağımsız olarak da, globalleşme diye anılan gündemin kapsadığı talepleri karşılamakta, sermayenin sınırsız-sorumsuz serbestleşmesi için bir takım düzenlemeler yapmaktadır. Ve bunu yapan, pekâlâ da milliyetçi bir “devlet” ve “ulusal çıkar” anlayışı olan bir hükümettir; MGK’nin bu konulardaki hassasiyeti konusunda şüphesi olan yoktur sanırım. Dahasını söyleyelim: Globalleşmenin devlet tasavvuru ile MGK’nin devlet tasavvuru arasında güçlü bir örtüşme sözkonusudur. Bu savımı burada açıklamaktan geri duracağım; şu kadarını söylemekle yetinelim ki, Türk Hükümetinin globalleşme gündemine sadakati, hiç de (Aydınlık ve Cumhuriyet şurekâsının zannının ya da zannediyormuş gibi yapmasının aksine) “ulusal çıkarlar” konusundaki bir “yanlış bilinçliliğin” ya da stratejik düşünememenin ürünü değildir. Onlar, bu süreçte kendilerince ve de “Türkiye’nin uzun vadeli çıkarları” olarak gördükleri şeyler adına “rasyonel” hesaplar yapmaktadırlar.

Öte yandan, globalleşme karşıtlığını Türk milliyetçiliğiyle özdeşleştirerek çok ciddi bir tartışmayı kapatmaya çalışıyor da değilim. Yalnızca, globalleşme konusunda gerek Avrupa hükümetlerinin ve Avrupa Birliği’nin, gerekse Türk Hükümetinin aldığı olumlu tutumun, belirli bir “devlet” tasavvuruna dayandığına dikkat çekmek istiyor ve tartışılması gereken temel bir sorunun da, bu tasavvur olduğunu getirmeye çalışıyorum.

Anti-emperyalist solun Avrupa Birliği karşıtlığı, “Türkiye’nin bağımsızlığı” konusundaki kaygılarıyla açıklanıyor. Bu bağımsızlığın ne adına korunmak istendiği yeterince açık değildir. Avrupa Birliği’ndeki radikal gruplar, globalleşmeye karşı Avrupa Birliği’nin “bağımsızlığını” savunsalardı (ki savunanlar var), bunu anlamak kolay olurdu: Avrupa Birliği’nin sosyal alandaki yurttaş hakları standartlarını, örneğin DTÖ’nün sermaye “özgürlüğü” standartlarına karşı korumanın, Avrupa’da yaşayan insanlar için çok ciddi bir anlamı vardır çünkü. Fakat AB’nin DTÖ içindeki rolünü ya da üye ve aday ülkelerden yabancı sermayenin serbest dolaşımını (serbestçe yatırım yapmasını) veya sağlık ve iletişim gibi yurttaş haklarıyla ilgili alanlardaki faaliyetlerin tamamen özelleştirilmesini istemesi konusunda itirazlar getirmek, bambaşka bir muhalefet içeriğine işaret eder kuşkusuz. Bu, her şeyden önce “neye karşı olduğunu”, “tam olarak ne istediğini”, bu istediğini “ne için, kimin için istediğini” bilmeyi gerektirir ve bu yüzden daha da zor, daha da zahmetli bir muhalefet biçimidir.

Ama yine hatırlatmak gerekiyor ki, Türk Hükümetinin bu konulardaki tavrı, AB standartlarından bağımsız olarak, sermayeye sınırsız-sorumsuz serbestlik tanımak ve kamu hizmetlerini özelleştirmek yönündedir. Hattâ, AB standartlarının sermaye açısından getirdiği yükümlülükleri bile bir kenara bırakarak.

Türkiye solunun “ulusal sermaye” ile çok-uluslu ya da yabancı sermaye arasında nasıl bir tercih yaptığını anlamak da o kadar kolay değil. Bu tercihi, sömürenin yerli ya da “millî” olması diyerek basite indirgememek gerekiyor. Çünkü “millî” sermaye, artık küçük işletmelerle sınırlı bir hale gelmiş bulunuyor. Bu konuda farklı stratejik tercihler olduğu tahmin edilebilir: Birinci ihtimal, Türkiye ile sınırlı sermaye hâkimiyetinin, karşısında mücadele edilmesi daha kolay bir kapsamı olmasına ilişkin bir algıdır. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri, bunun doğru olmadığını defaatle kanıtlamıştır. Millî sermaye, gerek kamu fonlarına bağımlı ekonomik diktasıyla gerekse de TSK’nin şiddet tekeline dayalı gücüyle, global sermayeninkinden daha zayıf ama bir o kadar da şedit ve anti-demokratik bir hâkimiyete sahiptir. Ama global sermayeden ya da onun hâkimiyet tarzından da ayrı değildir. Her halükârda, bu durumda sorun AB değil, kapitalizmin global hâkimiyetidir ve AB’nin yurttaş hakları standartları, bu hâkimiyete karşı mücadele için elverişli bir zemin oluşturduğu gibi, Avrupa’da aynı kaygıları paylaşan muhalefet, bu alanda çok daha birikimli, deneyimli ve örgütlüdür.

İkinci ihtimal, Türkiye’de baskıcı ve yoksullaştırıcı “devlet politikaları”nın, daha kolay teşhir edilebileceği ve geniş halk kesimlerinin “bir gün mutlaka” bu politikalara isyan etmek zorunda olduğu algısı olabilir. Bu, “halk”ı “özgürleştirmek” adına onların daha fazla zulüm görmeleri için birtakım taktikler uygulayan stratejilere benziyor, açıkça onlardan kaynaklanıyor. Oysa geniş insan kesimleri, böyle düşünenlerden çok daha akıllı olduklarını defaatle göstermişlerdir: Onlar, öyle görünüyor ki, toptan kurtuluştansa, biran önce ferah ve biraz daha müreffeh yaşamak istiyorlar. Ancak onları daha az insan yapan koşullardan kurtulabildiklerinde, kim olduklarını ve kim olmak istediklerini, nerede olduklarını ve nerede olmak istediklerini düşünebileceklerdir; bunun için, düşünme ve yargı yetilerinin restorasyonuna ihtiyaç vardır çünkü. Onları toptan “kurtarmak” için onların daha yoksul ve daha mazlum olmalarını isteyenlere, onlara abartılı umutları bile çok görenlere husumet duymalarından dolayı, kimse onları suçlayamaz. Böylesi bir karanlık vesayete husumet duymak, hak olmaktan ziyade, herkesin doğuştan gelen görevidir.

Yukarıda da belirttiğim üzere, AB’nin (ve ABD’nin ya da Türkiye’nin), DTÖ politikalarında olduğu gibi, kendi devletlerini ya da devletlerüstü hukuklarını çok-uluslu şirketlerin serbestliğine ya da hâkimiyetine feda etmeleri, çok daha anlamlı bir tartışma konusu gibi görünüyor. Yurttaş haklarının ya da temel hakların kendi hukuklarındaki güvencelerini işlevsiz kılan global düzenlemeler getirmelerinden bahsetmek, globalleşmenin (yaygın olarak anlaşıldığı biçimiyle) “ulus-devleti aşındırması” gibi gerçek dünya koşullarında karşılığı olmayan ya da korunmak istenenin ne olduğu anlaşılmayan bir tartışmadan çok daha anlamlıdır. En azından solun, ulus-devleti ya da onun bağımsızlığını korumakla hangi değeri korumuş olduğunu anlamak zordur. Bağımsız olması istenen kimdir ve kime karşı bağımsız olması, niçin bağımsız olması istenmektedir? Burada getirilmek istenen globalleşme sorusunu ise, şöyle ifade etmek mümkündür: Ulus-devletlerin hükümetleri ya da onlardan bazılarının oluşturdukları bir birlik, kendi devletlerinde geçerli olan temel hakların ya da yurttaş haklarının güvencelerine (yani kendi devletlerini oluşturan bazı temel normlara) aykırı olan global bir normlar dizgesini neden ve niçin oluşturmaktadır? Bu soru, Avrupa Birliği’ne üyeliğe bakıştan bağımsız olarak düşünülmesi gereken bir soru gibi görünüyor.

Sonuçta, öncelikle Türkiyeli muhalefetin enerjisini her fırsatta “yenildik ama ezilmedik” diye haykırmaya ya da düşmanlara karşı kendisini çelikten ve gergin bir “uyanıklık” içinde tutmaya çalışmaya harcamaktan vazgeçmesinin ve neredeyse yirmi yıldır süren terapi seanslarının sıcaklığından ve çekiciliğinden kendini sıyırmaya çalışmasının zamanı çoktan gelmiş gibi görünüyor. Yine öncelikle, Türkiyeli muhalefetin, insanın ve dolayısıyla onun haklarının başlı başına bir değer olmasının ne demek olduğu üzerine düşünmeye epeyce ihtiyacı var gibi görünüyor. Bu sözü edilen düşünme, kuşkusuz bugüne dek insanlığın elde ettiği tüm başarıların bize sağladığı ortak mirasa ve olanaklara dayanarak, ama başkaları tarafından değil, bizzat bizim tarafımızdan layıkıyla yerine getirilmediği sürece, bu yazıda dile getirilmeye çalışılan mütevazı sorulara yanıt aramak bir yana, onları sormak bile mümkün olmayacaktır.

AB AVRUPA’NIN NERESİNE DÜŞÜYOR?

Türk siyasal-bürokratik-medyatik esnafının yukarıda değinilen pazarlamaları ve hınçları, Avrupa Birliği teknokratik esnafının Türkiye’ye ilişkin tutumlarında karşılığını buluyor. AB teknokrasisi ve o teknokrasinin Avrupa hükümetlerine karşı sorumluluğu bakımından, AB’nin Türkiye macerasında insan hakları kaygılarının değil, insan hakları kozlarının rol oynadığı açıktır. AB’nin Türk Hükümeti ile ilişkilerinde, Türkiye’de yaşayan insanların hakları, Türkiye’ye karşı güdülen çıkarların korunmasında araç konumuna indirgenmiştir.[22] Çok farklı hareket noktaları itibarıyla, aslında onların Avrupa’ya ilişkin tutumlarıyla da ilişkilidir bu. Teknokrasi fenomeni açısından bakıldığında, AB’nin Avrupa’nın neresinde olduğunu sormak gerekiyor.

Örneğin, Büyük Britanya’da soğuktan ölen yaşlılar, ülkelerindeki baskıdan ve işkenceden kaçarak Avrupa ülkelerine sığınanlar, göçmen işçi olan kocalarının şiddetine marûz kalan kadınlar ya da bütün Avrupa ülkelerinde sokakta yaşamak zorunda kalan insanlar, AB projesinin neresindedir? Onlar, AB hükümetlerinin ve AB teknokrasisinin tasavvur dünyasının dışındadır kuşkusuz. (Öte yandan “Avrupa”nın insan hakları politikasına karşı rahatsızlık ve hınçlarını belirtirken Avrupa’daki insan hakları sorunlarına dikkat çeken Türk egemenlerinin dertleri de, kuşkusuz Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların hayatlarıyla uzaktan yakından ilgili değildir. Onlar, bir imaj savaşının hınç duymaya mahkûm neferleridir yalnızca; hınçları beslenmedikçe, beyhude monologlarının müşterisi de kalmayacaktır.)

AB’nin globalleşme politikalarında oynadığı rol, kuşkusuz “Avrupa”nın çıkarlarıyla ilişkilidir. Ama çıkarları korunan Avrupa, nereye düşüyor? AB’nin Avrupa Parlamentosu dışındaki organları bakımından “daha fazla” insan hakları olan haklar bakımından bile, AB’nin “terörizm” ile ve örgütlü suçla mücadele ya da “kaçak göçmenler”le mücadele politikaları, Türk Hükümetinin eleştiregeldiğimiz kolluk politikalarına ya da “güvenlik” anlayışına ilham veren politikaların mirasçısıdır. Türkiye’deki “terörle mücadele” anlayışı ve teknikleri, ABD’nin yanı sıra Almanya ve Büyük Britanya’dan ithal edilmiştir ve giderek (elektronik iletişim alanında FBI ile işbirliği programında ya da Polonya ve Türkiye ile sınır “güvenliği” konularında işbirliği politikalarında olduğu gibi) AB’nin politikalarını da bu anlayışlar belirlemektedir.

Bu alanlar, yani insan hakları ile ilgilerinde alınmaları gereken bütün alanlar, Avrupa çapında güçlü bir muhalefeti çağıran alanlardır. Globalleşmeye karşı muhalefetin fikirsel açıdan Malezya gibi “Üçüncü Dünya”nın siyasal-düşünsel bakımdan gelişmiş ülkelerinden beslenmesinde olduğu gibi, Avrupa’da da globalleşme ve teknokratikleşmeye karşı muhalefetin Türkiye’ye, Türkiye’nin deneyimlerine ihtiyaç duyduğunu söylemek de abartma olmasa gerektir. Ama “taşra” izolasyonizminden medet uman Türkiye muhalefetinin böylesi bir fikirsel-bilgisel donanımla gelip gelemeyeceği, halen kuşkulu görünüyor.

Ancak Türkiye solunun önemli bir kesimi, “Avrupa”yı halen neo-klasik ekonomist-teknokratik Avrupa tasavvurunun ışığından görüyor ve adeta, bu tasavvurun egemenliğindeki Avrupa’nın dönüştürülmesi ya da dönüştürülmemesi konusunda söz hakkını reddediyor.[23] Onlar, aynı zamanda, Türkiye egemenlerinin “Avrupalılaşma” tasavvurlarını ve “Batı”nın Kafkasya ve Ortadoğu sınırındaki karakolu ve kompradoru olma arzularını da, Türkiye’nin önündeki tek Avrupa seçeneği olarak görüyorlar. İşte tam da bu yüzden, bütün inkârlarına rağmen,[24] Türkiye “burjuvazisi” dedikleriyle ve siyasal-bürokratik-medyatik esnafla aynı tasavvuru paylaşmış oluyorlar. Onların, başka konuların yanı sıra, Türkiye’nin AET-AT-AB’ye adaylık macerasında işbu esnafın üye olmayı böylesine istemeleri üzerine ve adaylık koşullarını yerine getirmekten kaçınmaları ve bugün de kriterlere “kendilerince” uyacaklarını söylemeleri üzerinde düşünmeleri gerekmiyor mu? Yoksa onlara, işbu esnafın her istediğinin yalnızca tersini istemek yetiyor mu? Örneğin onların silâhlanma ve “güvenlik” harcamalarına karşı çıkmaları, yalnızca işbu esnafın bu alandaki çabalarından mı kaynaklanıyor? Örneğin onların işkence ve yargısız infazlara karşı çıkmaları, yalnızca işbu esnafın işkenceci ve katliamcı olmalarından mı kaynaklanıyor? Onların Kürt sorununda ya da azınlık meselelerinde alacakları tavırlar, bu esnafın alacağı tavırlara mı dayalı olacaktır? Aslında bütün bu konularda bilgiye dayalı ve derinlikli düşünmemiş oldukları hesaba katılırsa, bütün bu sorulara verilebilecek yanıtlar umut kırıcıdır.

Ömer Laçiner ya da Ahmet İnsel’in de sorduğu gibi,[25] Türkiye sol muhalefetinin AB adaylığına karşı çıkarken, neye karşı çıktığını ve Türkiye halkının önüne, yoksulların ve baskı görenlerin, ayrımcı muamelelere marûz kalanların gündelik hayatlarıyla da ilişkili olarak, ne gibi bir tasavvur getirdiğini açıkça ortaya koyması gerekiyor. Onların bu konuda, Türkiye’nin kendini onarmasından ve terapi etmesi için elverişli bir dönemeçte olduğu (ya da olması gerektiği) kanısını ifade eden Devlet Bakanı M. Ali İrtemçelik kadar cesur ve samimi olmaları gerekiyor.26 Türkiye onlarsız da böyle ve onlarsız da başka türlü bir ülke olabilir. Sorun, onların Türkiye’yi dönüştürmekte ezbere dayanmadan ve salt stratejik olmaksızın düşünmeyi ve değer korumayı isteyip istemediklerindedir daha çok. Türkiye’de değişim olacaksa ya da olmayacaksa, bu ancak ikincil bir düzeyde AB adaylığıyla ilgilidir. Türkiye’nin geleceğinin ne yönde şekilleneceğinde, Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşme talepleri üzerine kurulu muhalefet kesimlerinin, bilgiye dayalı ve değer korumaya yönelik bir isteme, kurucu bir irade geliştirmeleri belirleyici olabilir, ya da onların ezbere konuşmaya devam etmeleri, kimsenin hayatı için hiçbir fark getirmez. Hiçbir fark getirmemiş olurlar, o kadar.

[1] İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın “Yeni Bin Yıla Bakarken Türkiye İnsan Hakları Konferansı”ndaki (4-5 Aralık 1999) çalışma gruplarından birinin konusu, “Avrupa Birliği’nde İnsan Hakları Hareketi, Avrupa’da İnsan Hakları” idi. Bu yazıdaki sorular ve tartışmalar, sözkonusu çalışma grubunda Hüsnü Öndül, M. Semih Gemalmaz, Murat Belge, Haldun Özen, Veli Lök, Selahattin Esmer, Nazmi Gür ve Feray Salman’ın getirmiş oldukları sorulara ve bu sorular etrafındaki tartışmalara fazlasıyla borçludur.

[2] Ortaklık Antlaşması’nın 28. Maddesi, Türkiye’nin adaylığının, Antlaşma’dan doğan yükümlülüklerin Türk Hükümeti tarafından tam olarak yerine getirileceğinin öngörülebileceği bir durumun ortaya çıkması halinde değerlendirilmesini öngörüyor.

[3] AB’nin, başka normların yanısıra (insan haklarıyla çatışanlar da dahil olmak üzere) insan haklarına da dayalı bir Birlik haline gelmesi, AB’yi “adalet, özgürlük ve güvenlik” alanı olarak tanımlayan Amsterdam Antlaşması’na dayanıyor. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun bağlayıcı olmayan “Avrupa Birliği’nde İnsan Haklarına Saygı Kararı” (1997), insan hakları alanındaki en kapsayıcı belgelerden birini oluşturuyor. Ayrıca bu kararda, Avrupa Parlamentosu, Uluslararası Af Örgütü’nün AB ülkelerindeki insan hakları ihlâllerinin önlenmesine yönelik görevleri olduğu kanısını da ifade etmişti. AP, bu kararında, “temel haklara saygı göstermeyen devletlerin AB’ye üyeliğinin sözkonusu olmayacağını; Komisyon ve Konseyi, genişleme müzakerelerinde (etnik, dilsel, dinsel, eşcinsel vs.) azınlıkların haklarını özellikle vurgulamaya çağırdığını” belirtti (Madde 10).

[4] Avrupa Komisyonu’nun DTÖ’de AB kamu sağlığı standartlarını “ticaret serbestisi”ne karşı bir sınır olarak getirmeyi gündemine aldığı bildiriliyor (European Voice, 16 Aralık 1999, s.1). Ama bu, norm oluşturmada çelişkili bir tutum olacaktır. Öte yandan DTÖ’nün, çokuluslu şirketlerin kâr hırslarını korumada daha makûl bir çizgiye gelmesi yönündeki resmi talepler, Seattle Zirvesi’nden de önce IMF ve Dünya Bankası’snın bile kabul etmek zorunda kaldığı bir tutum değişikliğine işaret ediyor. Ama burada globalleşme ile ilgili ifade edilen görüşler, böyle bir tutum değişikliğini de öngörerek aynen ifade edilmiştir.

[5] ABD ve Avrupa Birliği’nin durumunda çok belirgin olan bu olgu, yani hükümetlerin kendi yasalarındaki haklara ya da diğer normlara aykırı bazı ekonomik düzenlemeleri bazen yalnızca başka (daha yoksul ya da daha güçsüz) ülkelere, ama bazen de aynı zamanda kendi devletlerine dayatmaları, günümüzde globalleşme sürecinin önemli özelliklerinden biri olsa gerektir. İnsan hakları savunucularının üzerinde önemle durması gereken bir olgudur bu.

[6] Yeni Binyıla Bakarken Türkiye İnsan Hakları Konferansı, Nihai Rapor ve Sonuç Bildirisi, Ankara, Aralık 1999.

[7] Türkiye insan hakları kuruluşlarının bu tür düzenlemelerin uygulanması konusundaki karamsar gözlemleri bir yana bırakılsa bile, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin 1997 ziyaretlerine ilişkin raporunda (Mart 1999), işkencenin önlenmesi için yapılan düzenlemelerin uygulanması konusunda ilginç gözlemlere yer verilmiştir. Örneğin, hükümet sanık haklarıyla ilgili formlara ilişkin düzenleme yapmış ancak pekçok gözaltı merkezinde, görevliler bu formları bulamamıştır. Daha önemli bir gösterge ise, tutuklu ve hükümlülerin insan hakları konusunda, Adalet Bakanlığı’nın Komiteye verdiği yanıttır: Bakanlık, ceza ve tutukevlerinde asıl sorunun, hükümlü ve tutukluların yaşamlarının korunması değil, görevlilerinin can güvenliğinin hükümlü ve tutuklulara karşı korunması olduğunu ileri sürmüştür. Öyleyse, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun 1998 yılındaki cezaevleri ziyaretlerine ilişkin raporunun “devletin itibarını zedeleyebileceği” gerekçesiyle yayımlanmasına izin verilmemesinin nedenini anlamak daha da zorlaşıyor. Acaba bu Komisyon da, Avrupa Komitesi gibi, Türkiye’nin “gerçeklerini” anlamakta kusur mu işledi?

[8] Yine de bkz. TİHV, Türkiye İnsan Hakları Raporu 1997, “İşkence ve Kötü Muamele” bölümü; TİHV, “Human Rights of the Detainees-Interim Report 1998” ve TİHV’in AGİT İnsanî Boyut Gözden Geçirme Konferansına Raporu, Viyana, Ekim 1999.

[9] Bkz. TİHV Günlük Raporları; İHD ve şubelerinin Aylık Raporları.

[10] Aktaran Avrupa Komisyonu, “Türkiye’nin Katılım Yönünde İlerlemesine İlişkin Komisyon 1999 Düzenli Raporu.”

[11] DİE’nin 1998 başında açıkladığı verilere göre, Türkiye’de en az 9 milyon kişi açlık sınırında yaşıyordu.

[12] “Terörizm” terimine itirazın arkasında yatan başlıca gerekçe, en azından bu yazıda, yalnızca teknik bir gerekçe değil; “terörizm” teriminin, siyasal sorunları örten ve onları teknik bir konuya (“güvenlik teknikleri”) indirgeyerek, teknik uygulamalara (en azından Soğuk Savaş döneminden beri, bizzat kendileri de terörist uygulamalar olarak nitelenebilecek olan) uygulamalara zemin oluşturmasıdır. Kürt sorunuyla ilgili olarak, PKK’nin kendisinin de “terör eylemi” olarak nitelediği eylemleri olmuştur. Ancak terörizmle, terör eylemleri yapmak arasında ayrım olduğunu ve bu olgunun, PKK ile sınırlı olmadığını, siyasetin tekniklere indirgenmesiyle ilgili daha genel bir sorunun parçası olarak, 20. yüzyıl gerilla hareketlerinin ortak bir zaafı olduğunu hatırlatmakta yarar olsa gerektir.

[13] Aslında, Avrupa hükümetlerinin Kürt sorunu konusunda insan hakları savunuculuğu yaptıkları ya da bir Kürt projelerinin olduğu, Türk Hükümetinin ve siyasal-bürokratik-medyatik-akademik esnafının safsatasından ibaret görünüyor; bkz. Cem Özdemir-Alp Öktem, “İnisyatif Türk Siyasetinde: Avrupa Hükümetlerinin Kürt Sorunu ve PKK Konusunda Bir Konsepti Yok”, Milliyet, 21 Aralık 1998. Kürtlerin İtalya’ya kitlesel iltica hareketi sırasında ve Abdullah Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu dönemde, Kürt sorununun Avrupa’ya taşınmasından rahatsızlıklarını açıkla belirtmiş ve AP’nin Kürt sorununun Avrupa’ya taşınan veçheleriyle ilgili kararlarını sistematik olarak gözardı etmişlerdir.

[14]Aktaran, Avrupa Komisyonu, a.g.r.

[15] Bu konudaki en son açıklama için bkz. İHD ve TİHV’in AGİT İstanbul Konferansındaki Brifingi, İstanbul, 18.11.1999; DGM yargılamaları konusunda ayrıca bkz. TİHV, Türkiye İnsan Hakları Raporu 1997, “Adil Yargılama” bölümü; İzmir Barosu, “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”, İzmir, 1999. DGM’lerde görev yapan bütün askeri yargıçların tarafsızlık ve yansızlık ilkelerine bağlı oldukları söylenemez. Ancak, DGM’lerde adil yargılama ilkelerine dayalı olarak muhalefet şerhi koyan yargıçların neredeyse tamamının askeri yargıçlar arasından çıktığı söylenebilir. Öte yandan, yine tarafsızlık ve yansızlık ilkelerine bağlılık açısından, birçok “sivil” yargıcın durumu da söz söylemeye gerek bıraktırmayacak denli ortadadır. Türk Anayasa hukukuna dahil olan uluslararası ve bölgesel normlar bir yana, “milli” hukuk normlarını bile “devletin güvenliği” söz konusu olduğunda tanımayan Ankara DGM Başyargıcı, askeri değil “sivil” yargıçtır ve onun ya da diğer DGM’lerin kararları, hepsi de “sivil” olan Yargıtay’ın onayına tabidir sıklıkla.

[16] Örneğin 1980 darbesinin ardından Avrupa hükümetlerinin göçmen büroları, iltica etmek zorunda olan kişileri engellemek için, sınır kontrollerini Türkiye havaalanlarına taşımışlardı; 1990’lı yıllarda da, Türkiye’de zulüm riski altında olmadıkları gerekçesiyle (Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesindeki yükümlülüklerine rağmen) Türkiye’ye geri gönderdikleri pek çok kişi, işkence görmüştür (bkz. TİHV, “Türkiye’ye Geri Gönderilen Mültecilerin Durumu”, Mart 1999). Avrupa Yeşiller Federasyonunun Haziran 1998’de Bari’de yaptığı bir Konferansta, Claudia Roth, Avrupa Komisyonunun Türkiye’de yürütülmesini öngördüğü bir projeyi açıklamıştı. Bu projeye göre, Türkiye’nin doğusundan gelen mülteci ve göçmenler için yapılacak olan kamplar, salt Türk polisinin denetiminde olacak, hükümet dışı kuruluşlar denetim yapamayacak ve kampların dış dünyayla bağlantısı kesilecekti. Bu projenin Avrupa standartlarına ve insan haklarının evrensel ilkelerine aykırılığı açıktır.

[17] Elbet bunun geniş istisnaları vardır. AP Avrupa Birleşik Sol Grubu Başkanı Francis Wurtz, Türkiye’nin adaylığının Dünya İnsan Hakları Gününde ilân edilmesinden rahatsızlığını belirterek, Helsinki kararını, “açıkça antidemokratik bir devletin temsilcilerine verilmiş siyasal bir güvence” olarak gördüğünü açıkladı.

[18] Hüsnü Öndül, “AB ve Türkiye”, Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansına sunduğu bildiri, 4-5 Aralık 1999.

[19] Bu saldırgan defansın öncülüğünü, PKK’nin kamu hayatında önem kazandığı dönemlerde İlhan Selçuk yapmıştı; Türk diplomasisinin imaj hıncını temsil eden Coşkun Kırca ve Gündüz Aktan da bu kurnazlığa sarıldı.

[20] Bu bakışın örneklerinden biri de, Bolu Vali Yardımcısı tarafından, verilmişti: İtalya tarafından yapılan bir çadırkentte İtalyan Büyükelçisiyle birlikte dolanan Vali Yardımcısı, çadır ihtiyaçlarının karşılanmamasını ifade eden bir aileyi, “şikayetlerini bize söyleyin, gâvura değil” diyerek azarlamıştı Büyükelçinin önünde (16 Aralık).

[21] François D. Lafond, “The Long-Term Implications of EU Enlargement: Culture and National Identity”, Report of the Reflection Group on “Long-term Implications of EU Enlargement: The Nature of New Border”, Chairman Giuliano Amato, Rapporteur Judy Batt, European University Institute, RSC Policy Paper 99/1, January 1999.

[22]TİHV, “Türkiye’de İnsan Hakları-1997”, 9 Aralık 1997.

[23] Emek Gazetesindeki haber ve yazılara ve Ve Özgürlük’te ÖDP yöneticilerinin beyanatına bakınız.

[24] Örneğin bkz. Nail Satlıgan, “Solda Avrupa Muhipliği”, Radikal İki, 19 Aralık 1999.

[25] Ömer Laçiner, “Avrupa’nın Eşiğinde” ve Ahmet İnsel, “Avrupa Karşısında Türkiye Solu”, Birikim 128 (Aralık 1999): 18-24 ve 25-30; ayrıca bkz. A. İnsel, “Türkiye Solunun Dönüm Noktası”, Radikal İki, 12 Aralık 1999.

[26] 14 Ekim 1999 “İnsan Hakları Zirvesi”ni Açış Konuşması, Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İnsan Hakları, Ankara 1999.