Gençlik Muhalefetinin Günümüzdeki Anlamı

Türkiye’de üniversite gençliği[1] ve politika ilişkisi üzerine düşünülenler, yazılıp çizilenler ister istemez ’60’lı ve’70’li yılların gölgesini taşımıştır. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur aslında; zira söz konusu dönemlerde sadece kitlesel öğrenci hareketleri ortaya çıkmakla kalmamış, bu hareketler o yıllardaki radikal değişim taleplerinin en kuvvetli taşıyıcısı ve dillendiricisi olmuştur. Bu memleketin sol politik kültürünü, dilini, ritüellerini şekillendirmede gençlik hareketleri başlıca etken olmuştur. Dolayısıyla öğrenci hareketleri değerlendirilirken, aradan yıllar geçmiş olsa bile hep o yıllara atıflar, o günlerle kıyaslamalar yapılır. 12 Eylül sonrasında üniversite kaynaklı muhalefetin durumu tartışılırken de hep geçmişe oranla belli bir düşüşün yaşanmakta olduğu vurgulanmış, bu geri çekilişin nedenleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Kimileri 12 Eylül’ün baskıcı uygulamalarını vurgulamış, kimileri darbenin yarattığı apolitik ortama atıf yapmıştır. Ancak uzunca bir müddet üniversite gençliğinin politik rolü ve misyonuna ilişkin temel kabuller sorgulanmamıştır. Mevcut durum, bu rol ve misyondan geçici, konjonktürel bir uzaklaşma olarak değerlendirilmiş, koşulların ya da kimi yanlış politikaların değiş(tiril)mesi ile gençliğin, yeniden anlamlı ve etkili bir politik güç olarak ortaya çıkacağı varsayılmıştır.

Genel kabullere göre gençlik ve politika/muhalefet ilişkisi, gençliğin toplumsal düzenin dışında ya da kıyısında konumlanıyor oluşu ya da genç insanlara atfedilen kimi ayrıcalıklı nitelikler dolayısıyladır. Yani kısacası gençlik toplumun başka kesimlerinde olmayan kimi niteliklerinden ötürü mevcut toplumsal düzen karşısında eleştirel bir pozisyon alabilmektedir. Her şeyden önce gençlik; heyecan, yenilik, delikanlılık, dinamizm, canlılık, ilericilik, özgürlükçülük, isyankârlık, ataklık vs. gibi vasıflar aracılığıyla tanımlanır. Gençlik bu “doğal” vasıfları dolayısıyla memleketin kaderinde dinçleştirici, tazeleştirici, yenileyici, ilerletici, devrimci bir rol üstlenmektedir. Gençliği bir toplumsal kategori olarak tanımlanışında sık sık devreye sokulan bu biyolojik/psikolojik vasıflar, bir şeyin (burada gençliğin) değişmez bir doğa ya da tip olarak şeyleştirilmesi, tarih dışılaştırılması anlamında tam bir “özcü” yaklaşımdır. Oysa gençlik, her toplumun özgül bağlamı içerisinde tanımlanan, farklı anlamlar kazanan bir kategoridir. Bu anlamda gençlik, hepimizin çoğu kez andığı birtakım biyolojik ve psikolojik özelliklerin (heyecanlılık, tezcanlılık, dinamizm vs.) toplamından ibaret değildir. Örneğin hangi yaş grubunun genç sayılacağı içerisinde yer alınan toplumun ortalama yaşam süresi ile bağlantılıdır. Ya da gençliğin hangi kültürel, psikolojik vasıflarla tanımlanacağı da mekâna ve zamana bağlı şeylerdir. Yani gençlik insanın yaşam çevriminin geçilmesi zorunlu bir aşamasından ibaret değildir. Gençlik, toplumsal olarak kurulan, tanımlanan ve sürekli olarak yeniden tanımlanan bir insanlık hali, durumudur.[2]

İşin esasında gençliğin insanın bir hali olarak önem kazanması, modern zamanlara özgüdür. Sanayi Devrimi ile birlikte ortalama insan ömrünün artışı, kentleşme, eğitimin yaygınlaşması gibi faktörler gençliğin ayrı bir insanlık hali olarak algılanması ve toplumun seçkin tabakaları dışında da yaygınlık kazanmasında önemli etkenler olarak sıralanabilir. Şurası açık ki, gençlik denen olgunun oluşması ve tanımlanmasında gelişmiş kapitalist toplumlardakiler başta olmak üzere, giderek daha fazla insanın belli yaş dönemleri boyunca okul adı verilen toplumsallaşma mekânlarında bulunmasının ve bunun beraberinde getirdiği boş zaman imkânlarının rolü büyüktür. Gençliğin bir toplumsal kategori olarak tanımlanışında, eğitim, yani okul dolayısıyla bir süre için de olsa üretim sürecinin dışında kalmak en önemli faktördür. Gençliğe atfedilen neredeyse tüm özellikler öğrenci olma durumu ile bağlantılıdır aslında. Dolayısıyla siyasî söylemde gençlik derken kastedilen önemli ölçüde öğrenci gençlik olmuştur. İşin doğrusu, gençliğin “kendine has varoluş halinin” billurlaştığı alan, günümüze kadar okul olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasını karakterize eden refah toplumu çerçevesinde gençlik, toplum içerisinde sesini daha çok duyurmaya başlamış, gerontokratik yapılar sorgulanmış ve gençlik geçmişte olduğundan çok daha pozitif bir değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Geçmişte gençlik deneyimsizliği, bilgisizliği, saldırganlığı, olgunlaşmamışlığı, vahşiliği ve sair olumsuz kimi vasıfları akla getirirken günümüze yaklaştıkça gençlik, yukarda saydığımız olumlu nitelikler (dinamizm, etkinlik, yenilik vs.) çerçevesinde değerlendirilir olmuştur.

Gençliğe atfedilen biyolojik/psikolojik vasıfların daha doğrusu özün dışında, özellikle mektepli gençlik okur yazarlığı dolayısıyla da politik bir fail olarak düşünülmekteydi. Bilime, bilim insanlarına, eğitime, okumuşlara duyulan güven ve bunlara verilen önemin, Türkiye modernleşmesinin de tipik özelliklerinden olduğu malûm. Türkiye’de aydınların, okumuş gençlerin ve hele hele üniversiteli gençliğin; ülkenin geleceği, modernleşmesi, aydınlanması, ilerlemesi ile bizatihi memleketin kurucu ideolojisi tarafından bağlantılı tutulduğunu unutmayalım. Kemalizm okumuş gençliği ilerici, devrimci özelliklerle tanımlamıştır (Gençliğe Hitabe, Bursa Nutku’nu aklımıza getirelim). Hal böyle olunca üniversiteli gençliğin memleket ahvali ile alâkalı siyasal etkinlikleri genel bir meşrûiyet zemini bulmakta güçlük çekmemiştir. Gençlik zaten tanımı, doğası itibariyle devrimcidir, radikaldir. Keza, okuyan gençlik “aydın sorumluluğu” çerçevesinde halkı aydınlatmak, yani kendi çıkarından önce halkın meseleleriyle âlâkadar olarak bunların ardına düşmekle mükellef addedilmiştir. Buna göre, seçkin bir zümre olarak tanımlanan mektepli gençlik, imtiyazlı konumunu borçlu olduğu topluma bu borcunu ödemelidir ve bu da halkı karanlığa, cehalete, yozlaşmaya, sömürüye karşı aydınlatmakla söz konusu olabilir. Bu anlayış çerçevesinde gençlik muhalefetinin ana meselesi elbette ki, öğrencilerin öğrencilik konumları ile ilgili sorunlar olamazdı. İmtiyazlı bir zümrenin ihtiyaç ve sorunları toplumun genel sorunları yanında gözardı edilebilir, edilmesi gereken şeyler cinsindendi. Yani öğrenci gençliğin “yarı aydın”, toplumun, halkın yukarısındaki konumu onun siyasallaşmasının en önemli koşulu idi.

Gerçekte, yukarıda söylenenlerle bağlantılı olarak, ’60’lı yılların sonlarına kadar öğrenci muhalefeti büyük ölçüde Batı dışı dünyaya ait bir olguydu. Batı dışı dünyada öğrencilerin politik bir özne olarak ortaya çıkmasında yaşanılan toplumsal değişimin önemli bir etkisi vardı şüphesiz. Burada öğrenciler kendilerini ülkelerinin modernleşme sürecinden sorumlu geleceğin seçkinleri olarak kavramaktaydılar. Zaten üniversitenin kendisi önemli bir toplumsal değişme failiydi. Bir üniversiteye ait olma bilinci, üniversiteliyi modernleşmenin, toplumsal değişmenin önemli taşıyıcılarından biri haline getiriyordu. Keza, üniversite öğrencisinin kendi kişisel kaderi ile memleketin genel politik kaderi ile özel bir biçimde bağlantılı hale gelmekteydi. Geleneksel yuvasından uzaklaşan öğrenci, modernleşme sürecine doğrudan doğruya modernlik bilincini yayan kurumlardan olan üniversitede dahil olmaktaydı.[3] Türkiye’de de üniversite öğrencileri toplumsal değişimin, ilerlemenin başlıca failleri olarak ortaya çıktılar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu misyon, toplumun geniş kesimlerinden kabul gördüğü bir zeminde ortaya çıkmıştı. Kimi zaman öğrencilerin talep ve eylemlerinde biraz ileri gittikleri düşünülse de yaptıkları şeyler genel kanı itibariyle gençliğin doğasında olan şeylerdi. Hâkim olan modernist/ilerlemeci paradigma çerçevesinde gençliğin zaten yapması gerekenler mevcut olanı eleştirmek, yenilemek, ilerletmekti.

Solun geleneksel düşünce dünyasında gençliği ayırdedici kılan diğer bir husus da gençliğin üretim ilişkilerinin dışında adeta “deklase” bir unsur olarak algılanmasıdır. Gençliğin bu konumunun kendisine toplumsal çelişkileri “nesnel” bir konumdan, adeta “dışarıdan” algılama gibi bir yeti kazandırdığı varsayılır. Gençliğin eğitim ve okul dolayısıyla geçici de olsa üretim sürecinin dışında kalmasının kural olduğu bir dönemde bu tanımlamanın elbette belli bir gerçeklik payı vardı. Buna göre, kapitalist toplumda insanî ilişkilerin nesneler arasındaki ilişkilere dönüşmesini, yabancılaştırıcı doğasını “dışarıdan”, ayrıcalıklı bir konumdan kavrayan gençlik, bu ilişkileri kendiliğinden sorgulamaya dönük bir bilinç geliştirecektir. Gençlik kapitalizmin çarklarının dışında olduğundan bu toplumsal sisteme karşı neredeyse kendiliğinden eleştirel bir konum alabilir. Keza gençliğin “kimlik edinme süreci” olarak algılanması da bu meseleyle bağlantılıdır. Kimlik edinme süreci doğası gereği kişinin başta kendi varoluşu olmak üzere toplumsal ilişkileri sorgulamaya yönelik bir tutumu ortaya koyduğundan, bu süreçte bulunan genç, verili bulduğu toplumsal ilişki ve yapılara karşı daha sorgulayıcı bir tutum alacaktır.

’80li yıllarla birlikte gençliğin yukarıda belirtildiği şekilde anlamlandırılması, tanımlanması geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Gençlik ne üretim süreci içerisindeki konumu, ne yaşam deneyimleri, ne kültürel ifade biçimleri bakımından toplumun diğer kesimlerinden radikal bir biçimde farklıdır artık. Gençlik şu ya da bu özelliği dolayısıyla doğal olarak sistemin “dışında” değildir. Dışında olmadığı için de yine doğal olarak muhalif de değildir. Tam da bu nedenle geçmişe kıyasla oldukça sessizleşmiş, hattâ muhafazakârlaşmış sayılabilecek gençliğin, artık eskiden olduğu gibi kendisine bol keseden umut bağlanacak ayrıcalıklı bir politik fail olmadığı ve olamayacağı vurgulanmaktadır. Örneğin Hobsbawm’a göre gençlik günümüzde sadece politika ile marjinal düzeyde ilişkili olan “yaşam tarzları”, çevre, gay hakları gibi özel sorunlar çerçevesinde mobilize edilebilmektedir. Hobsbawm’a göre bugün politikanın herhangi bir biçiminin gençliğe dair bir etkisi yoktur ve bu durum, yani gençliğin depolitizasyonu ona göre günümüz politikasının en önemli ve karmaşık sorunlarından birini oluşturmaktadır. Bu durum Hobsbawm’ı gençliğin küçük öncü gruplarda etkin rol oynamaya devam etse de toplumsal dönüşümün merkezî bir gücü olamayacağını düşünmeye sevk etmektedir.[4]

Burada bizce sorunlu olan muhalefet potansiyellerinin bir sistemin “dışında” olmakla eş tutulması. Sistem ve onun muhalifleri, ötekileri arasında kurulan kaba karşıtlık kimi zaman çok vurucu olsa da aslında çoğu kez hayli kafa karıştırıcıdır. Aslında hepimiz biliriz ki, ya da bilmeliyiz ki söz konusu muhalifler de, ya da “ötekiler” de bu bahsettiğimiz sistemin ürünleridir. Yani sistemin kıyılarında, marjinlerinde, çatlaklarında veya tamamen dışında değillerdir. Zaten güçlü, etkili, yaratıcı bir muhalefeti oluşturan unsurlar, sistemi değiştirme gücünü tam da sistem içinde merkezî bir rol oynamalarından alırlar. Esasında muhalefetin kaynağının ancak sistemin “dışında” bulunabileceği düşüncesi “kadir-i mutlak” bir sistem kavrayışının ürünüdür. Buna göre sistemin gücü her şeye ve her yere yettiğinden, ancak bunun dışında bir yerlerde muhalif ögeler var olabilir. Ancak sistemin gücü her şeye yetiyorsa tanım gereği sistemin dışında bir şey zaten var olamaz. Sistem her yerdedir, ve her yerde olduğuna göre aslında sistem diye bir şeyin olmadığı dahi söylenebilir. Bu kendisiyle çelişen düşünce dizgesinden sıyrılabilmek kendi kendisiyle yapısal olarak özdeş olan sistem fikrinden vazgeçmekle olanaklıdır ancak. Yani herhangi bir toplumsal bütün, kendi ötekiliğini de beraberinde taşır. Sistem kendi içerisinde çatışma ve çelişkiler taşıyan bir bütündür ve bu nedenle de “içerisi” ile “dışarısı” arasındaki ayrım anlamsızdır.[5] Dolayısıyla bizce gençliğin sistemin, mevcut toplumsal ilişkiler bütününün dışında olmayışı onun muhalif potansiyellerinin tükenmesi anlamına gelmez. Tam aksine gençliğin, aşağıda aktaracağımız şekillerde kapitalist üretim sürecinde, piyasa ilişkilerinde ya da ideolojik ve kültürel yeniden üretimde merkezileşen konumu onun muhalif potansiyellerini artırmakta ve böylesi bir muhalefeti geçmişe kıyasla çok daha anlamlı kılmaktadır.

Son onyıllarda dünya çapında yaşanan hızlı dönüşümlerin gençliğin deneyimlerinde önemli değişiklikler yarattığından bahsedebiliriz. Küreselleşmenin etkisi ile gençliğin deneyim ve yaşayış biçimleri hayli tekdüze ve birbirine benzer bir hal aldı. ’70’li yılların sonu ile birlikte kendini göstermeye başlayan ekonomik durgunluk ve kriz koşulları gençliğin yaşamsal deneyimlerinde ve kendisine ait imgelerinde önemli izler bıraktı. İşsizliğin artık yapısal bir hal alması, emek piyasasının esnekleşmesi, eğitimin toplumsal statü kazanımında garantili bir faktör olma niteliğinin zayıflaması gibi nedenler gençliğin ekonomik ve toplumsal marjinalleşme, dışarıda kalma korkusunu arttırdı. Geleceğe dair güvensizlik, belirsizlik ve yalıtılmışlık hissi ’80’li ve ’90’lı yıllar gençliğinin ruh halinin ana karakteristikleri oldular.

Gençliğin deneyimlerindeki önemli bir değişiklik, emek piyasasının artan biçimde esnekleşmesi sonucu geçmiş Keynesyen dönemdeki okul ve iş arasındaki doğrusal geçişin ortadan kalkması idi. Bahsettiğimiz dönemde okul, iş hayatı öncesinde yaşanan ayrıksı bir dönem olmaktan çıkmış, okurken iş piyasasında yer alma genel bir hal almıştır. Bunda elbette emek piyasasının gittikçe daha esnek, düzensiz ve “garantisiz” olmasının payı büyüktür. Bu durumun önemli bir sonucu gençlerin iş pozisyonlarının gittikçe polarize olmasıdır. Gençlerin sahip oldukları yönetici pozisyonlarında artış gerçekleşmekle birlikte, öteki uçta ağırlıklı olarak hizmet sektöründe yer alan vasıfsız işlerin sayısı oldukça artmıştır. Buna karşın bir dönem emek piyasasında gençlerin buldukları orta seviyeli güvenli işlerin sayısında dramatik bir düşüş gözlenmiştir. Genç emek piyasasına hâkim olan bu vasıfsız işler geçici, tesadüfi ve güvensiz karakterlerinden dolayı McJobs - Mcİş olarak tanımlanmışlardır.[6] Gençliğin bugün sıkça vurgulanan, geçmişe oranla daha muhafazakâr tavırlar almasında bu güvensizlik algılamasının mutlaka payı vardır. Özellikle Batının gelişmiş kapitalist toplumlarında bir zamanların kendine güvenen, geleceğe umutla bakan gençliğinin yerini emek piyasasındaki konumu sürekli sallantıda olan bir kesim almıştır. Piyasada var olabilmek artık sadece bir seferde nasılsa edinilmiş olan vasıflara (iyi eğitim, iş deneyimi vs.) dayanmamakta, gençlerden kendilerini sürekli yenilemeleri, süreklileşmiş, bütün bir yaşam süresine yayılmış rekabet ortamında ayakta kalmaları beklenmektedir. Gençlerin gelecekten umutlu olmadıkları bir durumda değişime, “ilerlemeye”, yeni fikir ve atılımlara daha mesafeli yaklaşıp geçmişin/bugünün göreceli olarak güvenli sularını tercih etmeleri arasında mutlaka bir bağlantı olmalı.

Genç olma ile yetişkinlik mertebesine ulaşma arasındaki sınırların muğlaklaştığı bir dönemdeyiz. Geçmişte genç olmaktan çıkışı ve yetişkinliğe adım atışı simgeleyen iş bulma, evlilik ya da askere gitme gibi hadiselerdi. Özellikle sosyal devletin aşınması sonucu meydana gelen değişimler gençlikten yetişkinliğe adım atmanın tespit edilmesini sağlayan bu türden sabit ve düzenli deneyimlerin aşınmasına yol açtı. Çocukluk, gençlik ve yetişkinlik gibi hayat evreleri arasındaki çizgisel geçişin yerini günümüzde daha karmaşık ve çok yönlü geçişler almaktadır. Örneğin daha önce bahsedilen emek sürecinin esnekleşmesi sonucu düzenli ve sürekli bir iş deneyiminin birçok genç için bir umut olma niteliğini kaybetmesi sonucu bir süre için bir işte çalışan genç, genç olmayı tanımlayan önemli bir niteliği kaybetmiş (boş zaman) olmakta, fakat daha sonra işten ayrılması sonucu tekrar “genç” olabilmektedir. Dolayısıyla bugün yukarıda bahsedilen sosyo-ekonomik değişimlerden ötürü sabit, tutarlı ve düzenli deneyimler sonucu gençlikten yetişkinliğe geçişten ziyade bu geçiş tutarsız, değişken ve geri dönüşlü bir biçime bürünmüştür ve gençliğin nerede bitip yetişkinliğin nerede başladığını kesin olarak tespit etmek zorlaşmıştır. Bu durum kimi yorumcuların geç modernlikte gençliğin insan yaşamında özgün bir aşama olma niteliğini kaybettiğine ve bir anlam krizi içerisinde olduğunu işaret etmelerine yol açmıştır.

Bugün gençlik, okul gibi sosyalleşme mekânları vasıtasıyla olduğu kadar, giderek de daha fazla tüketim kalıpları, alışkanlıkları ile tanımlanır hale gelmiştir. Buna göre gençlik belli biçimlerde giyinen, yiyen, içen, belli müzik türleri dinleyen, belli düzeyde bir kültürel estetik ürünler tüketimi olan bir kesimdir. Bu kültürel-estetik ürünlerin tüketimi gençliği belli “yaşam tarzları” şeklinde sınıflandırmaktadır.[7] Tüketilen nesneler dolayısıyla kimlik edinme özellikle gençler düzeyinde çok belirgindir. Dolayısıyla aslında post-Fordist esnek üretim ve istihdam modellerine denk düşen esnek, akışkan ve sürekli hareket eden tüketim biçimleri özellikle gençlerce benimsenmektedir. Televizyonda izlediğimiz reklamların büyük bir bölümünün farklı “yaşam tarzları”nı benimseyen ve kendilerine ait imgelerini tükettikleri değişik nesneler vasıtasıyla dış dünyaya yansıtan gençlere yönelik ürünlerle âlâkalı olması sadece memleketimizin demografik durumu ile ilgili değildir şüphesiz. Esnek, hareketli, değişken tüketim kalıpları ve alışkanlıkları dolayısıyla gençler, piyasada sürekli bir hareketlilik ve dinamizm kaynağı olmaktadır.

Günümüzde yaşanan önemli bir diğer gelişme de gençliğin; fiziksel görünüm boyutundan, “genç” olarak kodlanan davranış biçimlerinin benimsenmesine kadar, yaşamın diğer aşamalarına oranla uzamasıdır. Sadece tıbbi olanakların artması değil tüketim kültürünün de genç olma halini ve dürtülerini idealleştirmesi sonucu gençliğin “giyim/yaşam tarzları”, “imajları” yetişkinler tarafından da benimsenmiş, gençlik çok satan bir meta haline gelmiştir. Tüketimin neredeyse yegâne amacı “genç” olma halini, yani tüketim nesnelerinden haz almanın en yoğun yaşanabildiği dönemi olabildiğince uzatmak haline gelmiştir. Bugün kozmetikten, giyime, beslenmeden imaj pazarlamasına (reklamcılık) kadar tüm sektörlerin amacı maddi dünyadan haz almanın doruğunu oluşturan “gençlik” halini dondurmaktır. Gençlik, tıpkı “yeni” olmak gibi bir fetiş haline getirilmiştir. Gerontokratik yapıların varlığı ve gençler üzerindeki tahakkümünden Türkiye gibi ülkeler için hâlâ bahsedilebiliyorsa da gerçekte hâkim kültürel anlayış, gençleri yok sayıp görmezlikten gelmekten ziyade kendisinin kodladığı, ürettiği “genç olma” deneyimini egemen deneyim/yaşayış biçimi haline gelmesidir. Daha açık bir dille ifade etmek gerekirse bugün dışlanan, yok sayılan “gençlik”le ilişkilendirilen düşünme/davranma kalıpları değil, “yaşlı” olanla ilişkilendirilen düşünme/davranma biçimleridir. “Gençlikçilik” (youngism) denilebilecek bir eğilimin hâkimiyetini, iş ilânlarına biraz göz gezdirip 35’li yaşlarının üstündeki insanlara neredeyse hiç iş olanağı tanınmadığını gören her insan farkındadır herhalde. Özellikle gelişmiş toplumlarda gittikçe üretim dışındaki yaşlı kesimin sayısı artmakta, bu da nüfus artış hızının azaldığı toplumlarda giderek çalışan küçük bir azınlığın çalışmayan bir çoğunluğu “beslediği” bir ortam ortaya çıkarmaktadır. Bundan daha önemlisi bir toplumun parçası olma hissinin, kamusallık bilincinin son yirmi yılda zayıflamasına paralel olarak yaşlılar gittikçe toplumun “üretken” kesimince taşınması külfet haline gelen bir “yük” olarak görülmeye başlanmış, hayatın her alanındaki etkinlikleri gözle görülür bir biçimde azalmıştır.

Görüldüğü üzere gençlik, düzenin dışında/karşısında doğal olarak, kendiliğinden yer alan bir toplumsal kesim olmak bir yana tam da kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerinin günümüzde bürünmekte olduğu yeni biçimler içerisinde merkezî bir pozisyon almaktadır. Yani gençlik sistemin çarklarının dışında değil, tam tersine bu çarkların ortasında yer almaktadır. Gerek tüketim döngüsü içerisindeki konumu, gerekse üretim süreci içerisinde tuttuğu yer ile gençlik daha eğitim süreci nihayete ermeden üretim ilişkileri içerisinde yer almaktadır. Keza ulusal kalkınmacılığın ve modernleşmenin başat meşrûiyet söylemi olduğu Türkiye gibi ülkelerde okumuş gençliğe atfedilen toplumsal/politik misyon da artık miadını doldurmuştur. Ana meşrûiyet söylemi, belli bir modernleşmeci sos içermekle beraber, piyasa merkezli bir söyleme kaydıkça gençlik siyasal, toplumsal, kültürel hayatı yenileyen, ilerleten bir güç olarak değil piyasayı yenileyen, canlandıran bir güç olarak tanımlanmıştır.[8] Yani gençliğe artık muhayyel bir sistem dışılık dolayısıyla ucuz ve kolaycı bir muhaliflik atfetmekten vazgeçmeliyiz.

Peki gençlik bu durumu dolayısıyla tüm muhalif potansiyellerini tüketmiş midir? Bir gençlik muhalefetinin bugün anlamı nedir, anlamı var mıdır? Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir toplumsal ilişkiler ağının dışında olmak o ilişkiler bütününe kendiliğinden eleştirel bir konum almayı gerektirmediği gibi, “çemberin” içinde olmak da muhalif olmayı yekten dışlamaz. Hem bir toplumsal ilişkiler bütününün dışında ya da içinde yer almak şeklinde yapılan ayrım da pek anlamlı değildir zaten. Belki de, tam da sistemin merkezine yakın bir yerlerde konuşlanıyor olmak, bir gençlik muhalefetine bugün geçmişten çok daha fazla anlam verebilir. Eğer etkin bir gençlik muhalefeti üretim ve tüketim döngüsü içerisinde merkezî bir yer işgâl eden “gençlik” imgesini tarûmar etmeye soyunursa bu hakikaten radikal değişikliklere giden bir yolu açabilir. Burada önemli bir nokta daha var: Bilginin kapitalist üretim süreci içerisinde edindiği kilit önemi düşünürsek[9] tam da bilginin üretildiği ve aktarıldığı mekânlarda boy gösterecek bir muhalefet, güçlü bir sorgulamayı beraberinde getirebilir. Öğrenci olmak, yukarda aktardığımız nedenlerle bir “imtiyazlılık” hali olmaktan çıkınca öğrencilerin sorunları ile halkın sorunları arasındaki açı ortadan kalkmıştır. Bilginin edinilmesi ve aktarımı ile ilgili meseleler sadece öğrencilerin değil, toplumun neredeyse tamamı için yakıcı önemdedir artık. Bu nokta, bizi doğrudan doğruya siyaset yapma biçimleri üzerine bir tartışmaya götürüyor. Çünkü öğrencilerin ve halkın sorunları artık iç içe geçtiğine göre,

“o sorunlar için çözüm, bu içeriğin aynılığından dolayı halka -beraber bile değil- birlikte, içiçe aranacaktır. Öğrencilerin halktan daha üstün, nitelikçe farklı bir bilinç ve bilgiyi ve buna uyarlı olarak daha rafine ve zor eylem tarzlarını, bunlara tekabül eden ‘öncü örgüt’ formları içinde halkı (…) harekete çağırma ve yöneltme ‘mekanizması’na dayalı eski yaklaşım ve model artık söz konusu değildir, olmamalıdır.”[10]

Dolayısıyla etkili bir öğrenci muhalefetini oluşturabilmek için solun üniversitelerde siyaset yapma biçimleri üzerine bir sorgulamayı gündeme getirmek gerekiyor. Çünkü siyaseti nasıl yaptığınızın, nasıl kurguladığınızın ne söylediğiniz kadar önemli olduğu, bu ikisinin birbirinden ayrılamayacak hale geldiği bir dönemde böylesi bir tartışma elzemdir.

Solun üniversitelerdeki 1980 sonrasındaki serüveninde tarz meselesi eskiden hiç olmadığı kadar gündeme geldi. Solun politika yapma biçimlerine ilişkin tartışma, aslında solun hem ülkede, özellikle de üniversitelerde yalnızlaşması ile yakından ilgiliydi. Bir şeyler yanlış yapılmaktaydı ki, böyle bir yalnızlaşma yaşansın. Fakat politikayı nasıl yaptığımız ve nasıl yapmamız gerektiğine ilişkin tartışma, sadece içerisinde bulunduğumuz koşullarla ilgili konjonktürel bir tartışma değildir. Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere, siyaseti yeniden anlamlı ve etkin bir faaliyet haline getirebilmek, mevcut olandan farklı siyaset etme biçimleri geliştirmek ile mümkündür.

Son on, belki de daha fazla yıldır üniversitelerde solcuların karşılaştığı en mühim sorun, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, artık alışılmış bir olgu halini alan yalnızlaşma, geniş öğrenci kitlesinden soyutlanmadır. Bu durum, solcu/muhalif öğrencilerle diğer öğrenci kesimleri arasındaki ilişkilerin sorunlu niteliğini sık sık gündeme getirmiştir. Hepimizin malûmu olduğu üzere, üniversitelerde solun dışında kalanlarla, “sıradan” addedilen öğrencilerle kurulan ilişkiler onlardaki bir eksikliği; solcu, politik öğrencilerde var olan ancak sair öğrencide olmayan bir şeyleri akla getiriyor. “Sıradan öğrenci” deyiminin kendisi de zaten, muhalif/politik öğrencilerdeki, diğer öğrencilerde bulunmayan bazı ilave nitelikleri işaret etmektedir. Solcu/muhalif öğrenciler “sıradan” olmadıklarına göre onlarda bir farklılık, bir ayırdedicilik vardır. Buna göre solcu öğrenciler “aydınlanmış” , bazı şeylerin farkına varmış insanlardır. “Sıradan”, “apolitik” öğrencilerin ise adı üstünde politik tercihleri, hayata dair bütünlüklü bakışları, beğenileri, tercihleri yoktur. Onlar 12 Eylül sonrasının depolitize edilmiş kuşaklarıdır. Burjuva/resmî/devletlû ideolojinin bir hayli etkisinde kalmışlardır. Biraz çocuksu, biraz naif yaratıklardır. Kendi hayatlarına yön veren bazı temel ilişki ve çelişkilerin şu ya da bu nedenle farkında değillerdir. Dolayısıyla bu insanları siyasal faaliyete katmaya dönük gerçekleştirilecek “aşırı” ve doğrudan bir siyasal tarz, bunları ürkütüp kaçırabilir. Yapılması gereken “sıradan” öğrencilerin sıradan meseleleriyle âlâkadar olmak, gündelik yaşamda karşılaşılan akademik/ekonomik/kültürel sorunlara yönelik siyaset yaparak bu insanları akademik/demokratik bir bilinç sahibi kılarak bir sonraki aşamada onları sosyalist bilince sıçratmaktır. ’80 sonrasında giderek yaygınlık kazanan bu “aşamalı bilinç sıçratma” stratejisinin tüm iddiasına rağmen üniversitelerdeki solcuların yalnızlığını aşmada faydalı olamadığı ortadadır.

Bunun nedenlerinden bir tanesi, sıradan öğrenci kitlesine yönelik bu siyasallaştırma stratejisi sıradan öğrencilerle solcu/muhalif öğrenciler arasındaki diyaloğu, alış verişi engellemekle kalmayıp “sıradan” öğrencilere yönelik yukarıdan, snob bir bakışı beraberinde taşımasıdır. Yani bu “strateji”, kurmaya çalıştığı köprüyü bizzat kendi elleriyle yıkmaktadır. Öğrencilerin büyük çoğunluğu solcu öğrencilerin çağrılarına yanıt vermektense “apolitikliği” seçtikçe, muhalif öğrencilerin sair öğrencilerle ilişkilerinde giderek daha fazla itici, neredeyse düşmanca ve itham edici bir üslûp hâkim oluyor. Öğrenciler solun onca fedakârlıkla yaptığı çağrılara yanıt vermemekte ısrar ediyor. Bu ısrar eden tavır da solcuları öğrenci düşmanı diyebileceğimiz bir ruh haline sürüklüyor. Solcu öğrencilerin “sıradan” öğrencilere yaptığı çağrılarda giderek onları muhatap olarak kaale almayan, saldırgan bir üslûp öne çıkıyor. Başlangıçta etkili, sarsıcı olabilecek bu “Dinle Küçük Adam” üslûbu yaygınlaştıkça tahkir edici bir tarza dönüşüyor. Bu hor görücü tavır, “kitlesel” örgütlülüklerde (dernekler, kulüpler) solculara ayrıcalıklı ve oranın sahibi havasını veriyor ister istemez. Bu yalnızlık hissiyatı, solcu öğrencilerin geçmişten devraldıkları fikrî kabullerle etkileşim içerisine girdiğinde “yeni öncülük” dediğimiz ve öğrenci muhalefetini apolitik bir konuma sürükleyen bir ruh halini yaratıyor. Esasında “öncülük” artık solcular arasında teorik/ideolojik zeminde eskiden sahip olduğu o itibarlı konuma sahip değil. Ancak öncü olmak, bizce solcu öğrencilerin zihniyet dünyasının belirleyici bir ögesi olmaya devam ediyor. Ancak hemen belirtelim: öncülük teorik bir argüman değil artık. O daha çok solcu öğrencilerin politika yapma biçimlerini belirleyen zihnî arka planın bir bileşeni, hem de oldukça önemli bir bileşeni. Meşrûiyet yitiminin, yalnızlaşmanın ürünü olan ruh hali öncülük tasavvuruyla birleşince aslında gerçek manada apolitik bir “yeni öncülük” terkibine dönüşüyor. Zira muhatabı olmayan, muhatabını önemsemeyen, hitap ettiği kimseleri kaale almayan bir dil, politik dil olma vasfını taşıyamaz. Yeni öncülüğün “sıradan” öğrencileri nesneleştirdiği, onları politik bir özne olarak görmediği ve keza onların deneyim ve bilgisini “politik” addetmediği ortada. Oysa gerçekten devrimci olan bir siyaset, “sıradan” insanların kendi dünyalarından çıkarttıkları, kendileri için anlamlı, önemli ve sahiciliği olan bilgi, deneyim ve değerler üzerine yükselebilir ancak.

Yukarıda bahsini ettiğimiz “aşamalı bilinç sıçratma” stratejisi bir başka açıdan da sorunludur. Öğrencilerin eğitim sürecinde yaşadığı sorunlara odaklanan, daha doğrusu buraları bir kalkış noktası addeden bir yaklaşımla apolitik öğrencilere ulaşmak ilk başta oldukça mantıklı görünmektedir. Çünkü yetersiz ortamlarda ders alınması, hocalarla verimli ilişkiler kurulamaması, barınma ve beslenme ihtiyaçları, bireysel gelişime katkı sağlayacak uğraşlara zaman ayıramama, eğitimin niteliğinin düşüklüğü ve toplumsal hayattan kopuk ve işlevsiz oluşu gibi sorunları “apolitik” öğrenciler, vakitlerinin büyük kısmını kantinlerde, koridorlarda geçiren solcu öğrencilerden çok daha yoğun bir biçimde yaşamaktadır. Ancak ne hikmetse bu öğrenciler, kendi sorunları konusunda kendilerinden talep edilen hassasiyeti bir türlü göstermemektedir. Doğrudan doğruya kendi sorunları karşısında takınılan bu duyarsızlık solcu öğrencileri de çileden çıkartıyor. Ancak öğrencileri çıkarlarının farkında olmayan, olamayan çocuklar olarak gören yaklaşım işte bu noktada çuvallıyor. Kısaca söylemek gerekirse, muhalif olmayan öğrencilerin de üniversiteye, eğitim sürecine ve kendilerinin bu süreçteki yerlerine ilişkin temel bazı (burada kelimenin kötü anlamında) politik tercihleri vardır ve bu tercihler uyarınca öğrenciler eğitim sürecini, alacakları eğitimin ileride rekabet ortamında (emek piyasasında) kendilerini öne çıkartacak nitelikleri taşıyıp taşımadığına göre değerlendiriyorlar. Bu doğrultuda eğitim sürecinin kimi sorunlarıyla elbette doğrudan doğruya ilgileniyorlar ve eğitim sürecini kendi lehlerine işleyecek şekilde yapılanmasıyla doğrudan doğruya âlâkalılar. Örneğin bu öğrenciler kendilerine emek piyasasında ek bir getirisi olmayacak tarih, felsefe gibi dersler yerine işletmecilikle ilgili derslerin arttırılmasını talep edebiliyorlar. Ya da üniversiteyi bitirdiklerinde daha kolay ve hızlı iş bulabilmek için “kariyer günleri” düzenleyebiliyorlar. Çoğu zaman unutuyoruz: bir politik görüşe sahip olabilmek için illâ ki forum düzenlemek, basın açıklaması yapmaya gerek yoktur. Olunca da kimi zaman solcu öğrencilerin kendi akademik sorunlarıyla ilgili yaptıkları eylem çağrılarına yanıt verseler de kurulan ilişki sürekli olamıyor. Öğrenciler kendi somut sorunlarından yola çıkarak sistemin temel çelişkilerini sorgulamaya bir türlü ulaşamıyorlar. Kendi çelişkilerinden yola çıkarak büyük hakikatlere ulaşacak saf gençler olmadıklarından üniversitenin sorunları ile ilgilenmeyi kendileri için risk (meslekî, akademik ve elbette polisiye) haline getirebilecek solcu tarzdan uzak kalmaya gayret gösteriyorlar. Hattâ kendi masum taleplerini “siyasete alet ettikleri” için solculara kızıyorlar da.

Bu durumda akla öğrencilere küsüp “dinle küçük adam” üslubunda ısrar etmek[11] ya da üniversiteye ilişkin meseleleri boş verip “esas” meselelerle uğraşmak gelebilir. Bizce yapılması gerekense üniversite öğrencilerini kafaları uygun şekilde doldurulması gereken aslında iyiniyetli çocuklar olarak görmektense üniversite öğrencileri arasında yaygın politik tercih ve yaklaşımların karşısına başka tercihlerle, önerilerle hem de sadece propaganda düzeyinde değil, üniversiter hayatın her dokusunda başka bir hayatla çıkabilmek gerekiyor. (Unutmayalım: “apolitik” öğrencilerin de bir politikası var demek, bu politikanın değişemez olduğunu söylemek değildir elbette.) Yani kitlelere ulaşmak adına politik iddia ve tercihleri gizleyen, biraz ikiyüzlü ve şizofrenik bir siyaset pratiği yerine gerçekten politik bir eylem biçimine geçmek gerekiyor.[12] İşte bunu başarabilmek için de politika kavramı ve politik dille ilgili karşılaştığımız meselelerle cebelleşmek gerekiyor.

Malûmu ilân etmek olacak ama, bugünün üniversite öğrencileri, tıpkı anne babaları ya da üniversite dışındaki akranları gibi siyasete ilgi duymuyor. Bunda şaşılacak da bir yan yok aslında; zira bu memlekette yaşayan insanların büyük çoğunluğu, siyaset etmekten, daha iyi bir yaşama ulaşmaya yönelik kamusal bir faaliyeti anlamıyor. Aksine siyaset; insanlara ilkesizliği, ikiyüzlülüğü, kurnazlığı, ayak oyunlarını, kişiliksizliği, sahtekârlığı anımsatıyor. Bütün dünyada yaşanmakta olan siyasetin giderek metalaşması süreci; klientalizmin, patronaj ilişkilerinin oldukça köklü ve yaygın olduğu Türkiye gibi ülkelerde, hele hele işin içine bir de siyasetin medyatikleşmesi girince olumsuz sonuçlarını açığa çıkartıveriyor. Siyasetin piyasa mantığına feda edilmesi ve teknik bir araca indirgenmesi ile birlikte siyasal etkinlik, insanları cezbetmiyor, tüm gücünü kaybederek, yukarlarda bir yerlerde oynanan ve “sıradan” insanlara değmeyen bir oyun haline geliyor.

Siyaset yalnızca işin ehlinin sırrına erebildiği teknik bir mesele, ilkesiz ve yalın bir güç mücadelesi olarak düşünülünce en çiğ ve riyakâr politik söylemler de özgürlük ve eşitlik gibi değerler adına ortaya çıkanlar oluyor. Üniversitelerdeki akranlarımızca “samimi” bulunmayışımızın nedeni, siyasetin kendi kendisini bugün olduğu biçimde yeniden üretmesi, hiçbir değişme geçirmeksizin var olması için elimizden geleni ardına koymamamızdır. Yüksek sesle dile getirmesek de hepimiz biliyoruz aslında: gündelik pratiğimiz büyük ölçüde kafa kol ilişkilerine, adı konmamış bir hiyerarşiye dayanıyor. Sürekli şeflerden şikayet edip, şefler yaratmak için elimizden geleni yapıyoruz. Ürettiğimiz politika, çoğu zaman bir kişilik tatmini arayışının adı olabiliyor. Baskıyı, tahakkümü, hırsı, zoru, şiddeti, hiyerarşiyi, şefliği yeniden üreten bir siyasetin adı bir de özgürlükçü, devrimci falan olunca inandırıcı olabilmek mümkün değil tabiî ki.

Siyasal faaliyet karşısında takınılan kayıtsızlığı, boşvermişliği ortada kaldırmanın yolu siyasetle daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir ilişki kurabilmektir. Burada gerekli olan, siyasal faaliyetin, o etkinliğin içerisinde yer alan, onun öznesi olan insanların yaşamları, deneyimleri temelinde yürütülmesi gereğidir. Siyaset insanî bir etkinliktir ve dolayısıyla da anlam, içerik ve meşrûiyetini kişilerin yapıp ettiklerinde bulur. Bunun gerçekten böyle olabilmesi için de, siyaseti ilgili tüm kişilere açık kılmak, siyasal alanda eşitlikçi ve katılımcı bir bilgi ve tecrübe paylaşımını olanaklı hale getirmek gerekiyor. Bilgi ve deneyim paylaşımı, bilgi yoğunlaşması ve tekelleşmesinden kaynaklanan şeflik kurumunu yok edebilmekte kilit bir öneme sahip. Sözün özü, bir yandan büyük küçük iktidarlarla cebelleşirken diğer taraftan da kendimizle de kavga etmeyi ihmal etmemeliyiz. Çünkü siyasal etkinliği, kendisine katılanların hayatlarını değiştiren, zenginleştiren özgürleştirici bir deneyim haline getirmek gerekiyor. Ancak politikayı toplumsallaştırarak, yani yaşamsallaştırarak, yani muhalefeti, karşı duruşu bir yaşam haline getirerek bütün olumsuz anlamıyla “politika”yı geçersizleştirmiş, aşmış olabiliriz.

Katılanların potansiyellerini gerçekten ortaya koyabildikleri ve gönüllü iş/düşünce birlikteliklerini devam ettirebildikleri esnek, adem-i merkeziyetçi, içerisinde yer alan tüm bireylerin kendilerini gerçekten parçası hissettikleri ve bu doğrultuda sahiplendikleri yapılar oluşturabilmek önemli. O hep lafı edilen “örgütlü olmak”, söz dinleyen değil söz söyleyenlerin biraradalığı olmalıdır. İnsanların kendilerini ispat etmek arzusuyla yanıp tutuştukları bir yaşta böylesi bir birliktelik biçiminin parçası olmaları, hayatlarının geri kalanında hakiki bir özgürlük anlayışının pekişmesine temel olacaktır şüphesiz. Bu bağlamda, insanların siyasî özneler haline gelmesi; kültürde, tutumlarda ve zihniyetlerde özgürleşme, siyasî rakipler karşısında güç kazanmak kadar önemlidir.

Dolayısıyla öğrencileri eylemden eyleme sürüklenen bir katılımcı olarak değil, kendi sorunlarına sahip çıkan bir özne olarak gören bir anlayışla işe koyulmak gerekiyor. Yukarıda aktardığımız, “öğrencilerin öğrenci olmaktan kaynaklanan sorunlarından yola çıkarak, onları önce demokratik, sonra da sosyalist bilince kazanmak” şeklinde özetlenebilecek “yukarıdan” denetlenen kademeli politizasyon anlayışı (aşamalı bilinç sıçratma stratejisi) karşısında, insanların kendilerini aktörleri olarak hissettikleri mücadelenin tüm süreçlerinde, potansiyellerini ortaya koyabildikleri, kendilerinden büyük ve yüce hiçbir gücün olmadığı bir siyasî pratik yaratılamadığı müddetçe siyasete karşı duyulan genel ilgisizlik havasını kırabilmek pek mümkün değil.

Bizzat kendi faaliyetimizin hâkimiyet ilişkileri ürettiği koşullarda, insanları tahakküme karşı çıkmaya çağırmak samimi ve anlamlı bulunmayacaktır, bulunmuyor da zaten. Siyasetle uğraşmak bu ülke gençliği için zaten oldukça zahmetli ve tehlikeli bir iş. Yaşanan onca sıkıntının arasında güven ve samimiyet eksikliği, hayatı iyice çekilmez hale getirebiliyor. Hal böyle olunca bu etkinliğin bizzat içerisinde bulunanlar için bile siyaset bir bela, ilk fırsatta “bırakılacak” bir melanet haline geliyor. Oysa muhalefeti, siyaseti “cazip” kılmanın bir yolu var. O da bu zaten zor ve meşakkatli uğraşı mümkün mertebe ona dahil olanları zenginleştiren, geliştiren bir süreç haline getirmeye gayret etmek. Yanlış anlaşılmasın, içerisinde yer alacak herkesi kâmil insan kılacak bir ideal durum değil burada bahsi geçen. Böylesi ideal durumların oluşması; içerisinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler baskıdan, zordan, sömürüden azade olmadıkça mümkün değil. Siyasetle uğraşmak için böyle ideal durumlar, örgütlülükler bekleyenler nedense bu hassasiyetlerini doğal olarak sömürü ve tahakkümün izlerini taşıyan diğer gündelik ilişki ve pratikleri için göstermiyorlar. Sadece siyaset söz konusu olduğunda “temiz” kalmayı beklemek en iyi tabirle biraz safça (ya da “eskilerin” tabiriyle küçük burjuvaca) değil mi? Esas olan kendi siyasal ufkumuzu, değerlerimizi, ilkelerimizi, kendi yaşamımıza, biraradalığımıza da bulaştırmak; bu biraradalığı o ilkelerin üzerine bina etmeye gayret etmektir. Bu gayret, çabalarımızı daha sahici, daha anlaşılır ve daha samimi kılacaktır.

Öğrenci muhalefetinin yalnızlaşması ile birlikte dil meselesi de gündeme geldi; zira solcu öğrencilerle “sıradan “öğrenciler arasında ’80’li yıllarla birlikte gittikçe daha fazla belirginleşen dilsel bir farklılaşma yaşandı. Sol, mitikleştirilmiş bir geçmişin kalıplaşmış jargonuna sarılırken yeni kuşağın dili çok farklı kanallar vasıtasıyla şekillendi. Dolayısıyla bugün, kitlesel bir politik etkinliği mümkün kılacak bir iletişim ortamını yaratabilmek gerekiyor. Bu da ancak ezbere dayanan sol dilin, daha doğrusu jargonun kırılması ile mümkün hale gelebilir.[13] Ezberin oluşturduğu dil, iktidar tarafından çözülmeye ve fişlenmeye müsait, kolay edinilebilir, tedirgin etmeyi amaçladığı iktidarın elinde oyuncak olan bir dile dönüşmüştür aslında. Muhalefet ederken iktidarın bilmediği, önceden tanımadığı, böylece kolaylıkla çözemediği, çeviremediği bir dil ve tavır tutturmak, ezber bozabilmek, iktidarı afallatabilmek gerektiğini gözden kaçırmamak gerekir. Bunu gerçekleştirmede “ne var ya”, “n’oluyo be” tepkisinin kendiliğindenliği, devrimci jargondan çok daha elverişlidir. Çünkü gerçeksiz jargon karşısında sıradan, gündelik dil ve eylemin yaratılması, bu eylemlerle ulaşılmak istenen insanlarca gerçekten paylaşılabiliyor. Sol söylemin, gündelikliği bilimsel bir teorinin kanıtlanması için basit bir nesneye dönüştürmeden gündelik hayatın içinde kurulan bir şey olması, toplumsal gerçekliğe müdahil olabilmek için olmazsa olmazdır.[14] Alışıldığı üzere, solcu öğrencilerin “sıradan öğrenci”yi afiş ve bildirilerle birtakım isimler adına bir yerlere çağırma biçimi ve önceden var olan basma kalıp söylemler yerine samimi ve yalın bir dil kullanmak ve meşrû bir örgüt aracılığıyla düşünmeye ve eylemeye çağıran bir tarz benimsemek gerekiyor. Aksi takdirde yerleşik bir sol jargonu iyi bilen ve kullanan bir sol mandarinler, dahi şefler güruhu ortaya çıkıveriyor. Zaten solun politik dilinin kalıplaşmış, jargona dönüşmüş olmasının nedeni de solculuğun meslekleşmiş, ayrı ve ayrıcalıklı bir etkinlik alanı haline gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır.[15]

Daha esnek, farklı yaşam dünyaları içerisinde üretilebilen bir politik dil, ancak dilin gündelik hayat içerisinde kurulduğu farklı kanallara duyarlı olunarak oluşturulabilir. Örneğin sloganlar reklam spotlarına dönüştüğü gibi reklam spotları da (ya da maç tezahüratları da) devrimci sloganlara dönüşebilir aslında. 1989 yılında polisin üniversitedeki varlığına ilişkin bir kampanyada ilk defa daha gevşek, esnek, mizahî bir dil kullanılmıştı. Çoğu zaman vurdumdaymazlık ifadesi olan kara mizah, eleştirel bir söylemin ifadesi olarak kullanılan kampanyada dönemin gençliğinin dilinde olan televizyon ve reklam kökenli dil (“dövüyorum, vuruyorum, ben bunu hep yapıyorum”, “yeşil yaratıklar dışarı”) kullanılmıştı.16 Elbette burada bahsettiğimiz her şekle girebilen ve dolayısıyla şekilsiz, eksensiz, yani “kemiksiz” bir dil değil. Solun politik dilinin elbette bir ekseni, ana tema ve kavramları, iskeleti olacaktır. Önemli olan dilin farklı alanlarda farklı kişilerce paylaşılabilir ve yeniden üretilebilir hale gelmesi, yani sırrına birkaç solcunun vakıf olmaktan çıkıp demokratikleşmesidir. Yani kısacası politik eylemin toplumsallaşmasını, yaşamsallaşmasını savunmak, politik dilin demokratikleştirilmesine/gündelikleşmesine çalışmak ve böylece de siyasî söylemi hitap ettiği herkes tarafından her yerde kullanılabilir hale getirmek gerekiyor.

Kısa bir hatırlatma: bu bahsedilenler, “bunlar işin biçimsel tarafı” diyerek geçiştirilebilecek şeyler değil. Çoğu zaman muhalefeti, siyaseti bir içerik olarak düşünürüz. Oysa aslında söylenenler kadar, bunların nasıl söylendiği de önemlidir. Siyaseti aynı zamanda bir biçim olarak da düşünmediğimizde farkına varmadan, var olan, başka işlevler başka amaçlar içinde vücut bulmuş biçimleri kullanıyoruz.. Bu toplumun biçimlerini alıp “devrimci” kılıyoruz. Farklı bir toplumu yalnızca soyut bir öz olarak tasarladığımızdan, var olan kurumların, ilişkilerin benzerlerini rahatlıkla türetebiliyoruz.[17]

Yukarda yazılmış olanlar aslında hiç de yeni şeyler değil. Dönem dönem üzerinde çokça laf edilen şeyler: “yeni bir tarz”, “yeni bir dil”… Artık bu söylenenler bile neredeyse bir jargona dönüşmüş durumda. Ezberden üfürülen, sahiciliği, samimiyeti, kişiliği olmayan bir sözcükler topluluğu halini alıyor bunlar da yavaş yavaş. Tıpkı daha önce söylediklerimiz gibi. Söylediklerimizi bir türlü ete kemiğe büründürmeyince, bunun için çabalamadıkça, dediğimiz her şey uçup buharlaşıveriyor, sahicilik kazanamıyor, bir jargona, ezbere dönüşüveriyor. Buradaki sorun, bu sık sık başvurulan söylemin politik duruşu belirleyen bir öge olamamasıdır. Üniversitelerde neyin, niçin ve nasıl yapıldığına, nasıl yapılması gerektiğine ilişkin köklü bir tartışmaya acilen ihtiyaç var. Günümüzde gençliği şekillendiren, anlamlandıran deneyim biçimleri hızla değişirken, eskiden beri hasbelkader ortaya konulan siyasî üslûplarda, stratejilerde ısrar etmek, yalnızlaşmada, meşrûiyet yitiminde ve muhafazakârlıkta ısrar etmek anlamına gelecektir. Böyle bir lükse sahip olmadığımızı belirtmek bile gereksiz herhalde.

[1] Bu yazıda gençlik kavramı ve gençliğin politika ile ilişkisi irdelenirken kastedilen genellikle öğrenci gençlik olacaktır. Gençlik ile öğrenciliği özdeş tutan yaklaşımın nedeni aşağıda da görüleceği gibi gençliğe geleneksel olarak atfedilen özelliklerin okul denen toplumsallaşma mekânları dolayımıyla edinildiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlayışta gençlik, kişinin üretim sürecine katılması ile çocukluktan çıkışı arasındaki süreçtir; dolayısıyla bu görüş, okul ile iş yaşamı arasında bir doğrusallık varsayar. Ancak aşağıda da görüleceği gibi gençlik deneyimlerinde meydana gelen değişiklikler geçmişte belli bir açıklayıcılığı olan bu türden bir tanımlamayı giderek daha az olanaklı kılmaktadır. Bizim bu yazıda böyle bir tutum almamızın nedeni hem bir alışkanlığı sürdürmedeki kolaylığa sığınmak, hem de elinizde tuttuğunuz sayının üniversitelerle ilgili olması gerçeği. Oysa iddia edeceğimiz gibi, “mektepli” gençlik ile “alaylı” gençlik arasında olduğu varsayılan farklılıklar bugün önemli ölçüde aşılmaktadır ve belki de gençlik muhalefetinin üniversitelerle sınırlı olmayacağı bir döneme girmekteyiz.

[2] Gençlik kavramının toplumsal kuruluşunu kavramak için anlamlı bir örneği Ortaçağ İnsanları ve Kültürü adlı kitabında G. Duby veriyor. Duby, 12. yüzyıl Fransa’sında aristokratik hanelerin mirasın parçalanmaması ve idaresinde güçlükler yaşanmaması için baba ocağından uzaklaştırılan, kendi yaşıtları ile silahlı gruplar oluşturarak şan, kazanç ve uygun bir evlilik gerçekleştirmek amacıyla macera peşinde koşan grupları dönemin “gençliği” olarak tanımlıyor. Bu aristokratik “gençlik” grubuna dahil olan kişi evlenene ve hattâ çocuk sahibi olana kadar genç sayılmakta, dolayısıyla genç kalma süresi de hayli uzayabilmekte idi. Duby’ye göre kendine özgü değer yargıları taşıyan bu “gençlik” grupları feodal saldırganlığın en yüksek noktasını meydana getirmekteydiler.

[3] Bkz. J. Habermas, Rasyonel Bir Topluma Doğru, Vadi Yayınları, Ankara 1992, s. 15-17.

[4] E. J. Hobsbawm, On the Edge of the New Century, The New Press, NY 2000, s. 112.

[5] Bkz. Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı, İstanbul 1999, s. 15-21.

[6] Andy Furlong, “Youth in a Changing World”, International Social Science Journal, Haziran 2000-164, s. 129-131.

[7] Bu konuda bkz. Meltem Ahıska, “Genç Olamayan Gençler Üzerine Deneme”, Defter 37, 1999.

[8] Üniversitelerde örgütlenen Atatürkçü Düşünce Kulüpleri (ADK), 28 Şubat sonrasının bütün olumlu rüzgârını arkasına almasına rağmen kampüslerde istediği, beklediği havayı yaratamamaktadır. Bu durumun nedeni, bahsetmekte olduğumuz, gençliğin toplumsal kuruluşundaki modernist/kalkınmacı vurgunun (ilericilik/devrimcilik) yerini piyasacı ve tüketimci bir vurguya bırakmasıdır.

[9] Bu konuda bkz. Akça, Benli ve Sabit’in Birikim’in bu sayısındaki yazıları.

[10] Ömer Laçiner, Öğrencilere yönelik şiddet ve Türkiye’de ‘adalet’in seviyesi, Birikim 104, Aralık 1997, s. 6-7.

[11] Bu ısrarın üniversitelerdeki en rafine temsilcileri hiç şüphesiz anarşistler. Anarşistler üniversitedeki “sıradan” öğrencileri büyümemiş çocuklar olarak değil, mücadele, hattâ kavga edilip üniversitelerden atılması gereken düşmanlar olarak görüyorlar. Şimdilik mühim bir güç oluşturmadıklarından ihmal edilebilecek bu kesim, eğer gelişirse üniversitelerde yanlış ve bizce apolitik (apolitik çünkü muhatapsız ve kendinden menkûl) bir çatışma eksenini yayabilir.

[12] “Aşamalı bilinç sıçratma” yaklaşımına yukarıda yöneltilen eleştiriler elbette değişik toplumsal alanların özgüllüklerini, kendilerine has sorunlarını ve bunlara dair fikir ve eylem üretmeyi reddetme niyetini taşımıyor. Yani buradan yola çıkarak üniversitedeki kendilerini muhalif/solcu/sosyalist olarak tanımlayan gençlerin “kendiliğinden bir öğrenci hareketi yaratmak için boşa enerji ve zaman harcamayarak, bu alandaki sınırlı olsa da nesnel olarak var olan potansiyeli kadro kazanımı yönünde değerlendirmeleri” şeklinde çıkarsamalar üretilmemelidir. Farklı toplumsal konum ve alanların siyasallaştırılmasını hedefleyen, siyaseti toplumsallaştıran bir stratejiler bütününün yerine siyaseti farklı politik programların deklare edilmesine ve kadro devşirilmesine indirgeyen böylesi bir yaklaşım hâlâ oldukça yaygın maalesef. Değişik alanların özgüllüğünü kavramaktan uzak, politik mücadeleyi parti gibi belirli bir araca ve alana sıkıştıran böyle bir anlayışın örneği için bkz. Sosyalist Siyaset ve Gençlik, Hasan Alioğlu, Sosyalist Politika 25, Haziran 2000, s. 91-97.

[13] Tanıl Bora, solda yaygın olan politik dili şöyle tarif ediyor: “Türkiye’de sol politikanın dili (…) ucu açık bir dil kesinlikle değildir: ‘Birlikte düşünme’yi kışkırtmayan, bu nedenle sesli düşünme payı taşımayan, nihai bilgiye daima vakıf, birlikte aydınlanmacı değil hep aydınlatıcı bir dildir. Muhatabıyla karşılıklılık ve alışverişlilik gözetmez. Alçakgönüllü olmayan, dahası narsisist bir dildir: Kendini duyurmakla yeteri kadar hazza kavuşur; bu nedenle ‘tebligat’a, onunla sağlayacağı etkinlikten bağımsız olarak başlıbaşına politik anlam yükleyebilir. Ciddi bir ‘sıcaklık’ eksikliği vardır: Seslendiği, iletişim kurmaya çalıştığı insanlardan haberli olduğunu içselleştirememiş, dolayısıyla bir duygudaşlık yansıt(a)mayan, empati kaygısı taşımayan bir dildir.” Tanıl Bora, Sol Politika Dili Üzerine Düşünceler, Birikim 44, Aralık 1992, s. 24.

[14] Bkz. Kerem Ü., Kaya Ş…, “Ama’lar fakat’lar, keşke’ler”, Birikim 109, Mayıs 1998.

[15] Solcu öğrenciler üniversitelerde, koşullar da müsait olduğunda, oldukça yoğun bir tempoda siyaset yapıyorlar. Örneğin aynı haftaya bazen üç-dört eylem sığabiliyor. Bu kadar yoğun bir gündem, üniversitedeki politikayı “sıradan” öğrencinin (yani derslerini takip eden öğrencinin) izleyebilmesini, dahası bu muhalefetin parçası, bileşeni olabilmesini imkânsız kılıyor. Bu koşullarda “sıradan” öğrenci, ancak bazı eylemlerde katılımcı olabilir. Yani üniversitede muhalefet, politika meşakkatli bir işe, mesleğe dönüşünce herkesin, “sıradan” insanların parçası olamayacağı bir etkinlik biçimine dönüşüyor, profesyonelleşiyor.

[16] Bkz. Serdar Dikkatli - Süleyman Denizmen, Öğrenci Hareketi Üzerine Bir Deneme, Birikim 9, Ocak 1990, s. 66.

[17] Bkz. Nurdan Gürbilek, Muhalefetin Üslubu/Üslubun Muhalefeti, Akıntıya Karşı Tartışma Dizisi 1, 1985, s. 35-38.