Liberalizmin Sonrası

IMMANUEL WALLERSTEIN

Liberalizmden sonra

Metis Yayınları

İstanbul 1998

Liberalizmin sonrası

GÜN ZİLELİ

I. Wallerstein’ın 1990’lı yıllarda yazılmış çeşitli makaleleri, bu tür derlemelerde az rastlanır bir kitap bütünlüğü oluşturabilmiş. Daha da önemlisi, kitabın, bugünün pek çok tartışma konusuna ışık tutması, hattâ yer yer bizzat bu tür tartışmaları açıp, düşünmeye sevk etmesi. Bu bakımdan, Wallerstein’ın kitabını inceleyen bu yazı, belki de bir “kitap tanıtması” ya da “kitap eleştirisi”nin sınırlarını zorlayabilecektir.

Önce Wallerstein’ın fikirlerini özetleyeceğim. Bunu yaparken, onun kendi sistematiğini bir ölçüde bozacak ve kendime göre bir sistematik kuracağım. Ardından da kendi kurduğum sistematiğe bağlı kalarak, katıldığım, vurguladığım ya da eleştirdiğim noktalar üzerinde kısaca da olsa duracağım.

LİBERALİZM MUHAFAZAKARLIK SOSYALİZM

Kitabın ana eksenini, yazarın deyişiyle bu üçlü siyasî “ideoloji” ve bunların kendi aralarındaki ilişkiler oluşturmaktadır. Wallerstein’e göre, bu üç ideoloji, modern çağda değişimin “normalleşmesine” ilişkin üç tavrı temsil ediyorlardı: değişimin tehlikesini mümkün olduğunca sınırlamaktan yana olan muhafazakârlık; bu değişimi “akılcı” bir biçimde yönlendirmekten yana olan liberalizm; değişimi hızlandırmaktan yana olan sosyalizm (s. 80). Ne var ki, bu üç ideoloji arasında gerçekten temel farklar bulunup bulunmadığı oldukça tartışmalıdır. Muhafazakârlar, liberalizmle sosyalizm arasında hiçbir temel fark görmüyorlardı; sosyalistler, liberalizmle muhafazakârlığın aynı şey olduğunu söylüyorlardı; hattâ liberaller, muhafazakârlıkla sosyalizm arasında ciddi bir ayrım bulunmadığını (özellikle otoriterlik açısından) savunuyorlardı (s.75). Merkezinde liberalizmin bulunduğu bu üçlü sıralanma, çeşitli ittifaklarla, yeni “türler” de yaratmıştı. Örneğin, liberal-sosyalist ittifakının sonucunda, bir tür sosyalist-liberalizm; liberal-muhafazakâr ittifakının sonucunda, bir tür muhafazakâr-liberalizm ortaya çıkmıştı. Hattâ, liberalizme yoğun muhalefet görüntüsü altında, sosyalist ve muhafazakâr rejimlerin, liberallerin değişmez ilkesi olan üretkenlik vasıtasıyla ilerlemeyi gerçekleştirdikleri de söylenebilirdi. Bu durumda, “sosyalist muhafazakârlığın ya da muhafazakâr sosyalistliğin, bir ölçüde, liberalizmin bir varyantı olduğu sonucuna ulaşılabilirdi.

“Bu durumda, 1789’dan beri, renklerini üç büyük versiyonda sergilemiş olan tek gerçek ideolojinin, liberalizmin, var olduğu sonucuna ulaşmak doğru olmayacak mıdır?” (s.90).

“1914’te sanayileşmiş ülkelerdeki siyasî faaliyet büyük ölçüde ‘liberal muhafazakârlar’ ile ‘liberal sosyalistler’ arasında bölünmüştü. Süreç içinde saf liberal partiler ortadan kaybolmaya başladı, fakat bunun tek nedeni tüm önemli partilerin zaten fiilen liberal partiler haline gelmiş olmasıydı. İdeolojik çatışma maskesinin ardında ideolojik konsensus duruyordu.” (s.224).

1848’den sonraki 120 yıl içinde -yani en azından 1968’e kadar- birbiriyle çatışma halindeki üç ideoloji görüntüsü altında, aslında sadece bir ideoloji, ezici biçimde egemen liberalizm ideolojisi vardı (s. 223).

“Sanayileşmiş ülkelerdeki sosyalist hareket, Alman Sosyal Demokrat Partisi gibi en militan örnekleri de dahil olmak üzere, liberal reformların gerçekleştirilmesi için önde gelen parlamenter sesler haline geldiler. Sosyalistler partileri ve sendikaları aracılığıyla liberallerin istediğini, yani çalışan sınıfların uysallaştırılmasını gerçekleştirmek için ‘halk’ baskısını kullandılar. Fabianları bir yana bırakalım, yalnızca Bernstein değil, Kautsky, Jaurés ve Guesde de ‘liberal sosyalist’ diyebileceğimiz bir hale geldiler.” (s.223-224).

Aslında Leninizm de, kendisini, hükümetlerin örgütlü işçi sınıfı tarafından devrimle yıkılmasına yönelik bir program olmaktan, ulusal kalkınmaya yönelik bir programa dönüştürdüğünden, liberalizmin resmî versiyonu olan Wilsonculuğa paralel bir yol izliyordu (s. 90). Leninizmin radikallikten uzaklaşmasında iki çok önemli etken vardı: sosyalizmin hedefinin, sanayileşmeyi yakalamak şeklinde tanımlanarak, tek ülke içinde kabul edilmesi ve devletlerarası sistemde ulusal güç ve avantaj arayışı (s. 104).

Bu üç ideolojinin devlet karşısındaki tavrında da zıtlıktan çok benzerlik söz konusuydu. Bu üç ideoloji de, başlangıçta ve söylemde, devlete karşı ve toplumdan yanaymış gibi görünüyorlardı (s. 84). Ne var ki, her üç ideolojinin uygulamacıları, özellikle 1848’den sonra, teorik bir devlet karşıtlığı tavrından, pratikte devlet yapılarını muhtelif şekillerde güçlendirmeye ve pekiştirmeye yönelmişlerdi (s. 98, 222). Sosyalistler (ki, sosyalistler arasında ezeli devlet karşıtı “anarşizm daima küçük bir azınlığın bakış açısı olarak kalmıştır”) kısa vadede devletin faaliyetini arttırmaya çalışmışlardı. Hem ikinci Enternasyonal Sosyal demokratlarında, hem de Üçüncü Enternasyonal Komünistlerinde, devlete karşı tavır ortaktı: ilkin devlet iktidarını ele geçir; ikinci olarak, devlet iktidarını toplumu dönüştürmek için kullan (s.97). Pratikte sosyalist ideolojinin devlet yapılarının pekiştirilmesine önayak olduğu herkesçe bilinmektedir. Komünist Manifesto bu bağlamda oldukça nettir:

“Proletarya, kademeli olarak bütün sermayeyi burjuvaziden zorla almak, tüm üretim araçlarını devletin, yani hâkim sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve mümkün olduğunca çabuk biçimde toplam üretim gücünü arttırmak için siyasî üstünlüğünü kullanacaktır.” (s.100, Komünist Manifesto’dan naklen)

Muhafazakârların da devlet eliyle reformlar gerçekleştirmeye karşı muhalefet ettikleri doğru değildi. Muhafazakârların da, “toplumun mevcut çöküşüyle mücadele edebilmek için, toplumu daha önceki haline döndürebilmek için devlete ihtiyaçları vardı” (s.85). Lord Cecil, “Devlet faaliyeti, adaletsiz ya da baskıcı işlere bulaşmadıkça, Muhafazakârlık ilkelerinin ona düşman olduğu söylenemez” derken bunu belirtiyordu (s.85). Liberaller de, devleti, bireyi geçmişten gelen toplumsal engellerden kurtarmayı amaçlayan tüm reformların başlıca aracı olarak görüyorlardı (s. 85). Sonuç olarak,

“Sosyalistlere göre devlet genel iradeyi uygulardı. Liberallere göre devlet bireysel hakların serpilmesine izin veren koşulları yaratırdı... sonuç devletin topluma nazaran güçlendirilmesi oluyordu” (s. 86).

Ulus devlete ve milliyetçiliğe sarılmak açısından da, bu üç ideoloji arasında temelde bir fark yoktu. Her üçü de ulus devletçi, ilhakçı ve milliyetçiydi (s.102).

Wallerstein, liberalizmle demokrasinin birbirine zıt olduğu kanısındadır. Ona göre, liberalizm, demokrasiye karşı icat edilmiştir. “Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde, daha sonra bütün olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl zapt-ü rapt altında tutulacağıydı. Liberal çözüm, kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde kalmak şartıyla, siyasî iktidara sınırlı bir erişimin ve ekonomik artı değerin sınırlı paylaşımının bu sınıflara bahşedilmesiydi” (s. 46). Demokrasi ise, temel olarak otorite-karşıtıydı. Siyasî süreçte her düzeyde eşit söz hakkı ve ekonomik-sosyal mükafatlarda eşit paylaşım talebiydi.

“Bu talep üzerindeki en büyük kısıtlama, akılcı reform vasıtasıyla kaçınılmaz ve sürekli bir iyileşme vaadinde bulunan liberalizmdi. Demokrasinin derhal özgürlük talebinin karşısında, liberalizmin yaptığı öneri, ertelenmiş bir umuttu” (s.47).

Demokratikleşme talebi,

“sadece otoriter devletlere karşı değil, bir kavram olarak liberal devlet demokratikleşmeyi geliştirmek için değil aslında önlemek için icat edildiğindendir ki liberal devlete karşı da ortaya konulmaktadır” (s.163).

Wallerstein’e göre, 1989’da çöken aslında komünizm değil, liberalizmdir. 1968 dünya devrimi, üç ideoloji arasındaki konsensüsü çözmüş ve bunu izleyen yirmi yıl içinde, liberalizm inanırlığını yitirmiştir (s.107).

“Merkez ülkelerin siyasetçileri ve gazetecileri kendi retorikleri tarafından o kadar şaşkına çevrilmiş durumda ki, Komünizm denen bir şeyin çöktüğüne gerçekten inanıyorlar ve çökenin liberal vaat olduğunu göremiyorlar” (s.106). “1789’dan 1989’a kadar, kapitalist dünya ekonomisinin ideolojik harcı... liberalizmdi. Tarihler gayet kesin. Fransız Devrimi liberalizmin önemli bir ideolojik seçenek olarak dünya siyaset sahnesine girişini gösterir. Komünizmler’in 1989’daki çöküşü ise çıkışını” (s.94). “Ben size, 1989’un 1968’in devamı olduğunu ve 1989’un liberalizmin zaferini ve dolayısıyla kapitalizmin kalıcılığını değil, tam aksine liberalizmin çöküşünü ve kapitalist dünya ekonomisini sürdürmek isteyenler açısından çok büyük bir siyasî yenilgiyi gösterdiğini söylemek istiyorum” (s.135).

“ULUSAL KALKINMACILIK” AÇISINDAN LİBERALİZM VE KOMÜNİZM İLİŞKİSİ

Liberalizm, tehlikeli sınıfları yatıştırabilmek için şu önlemleri gündeme getirmişti: biraz siyasî iktidara katılım ve biraz artı-değerden pay. Ancak bu ödünler, sermaye birikimini tehdit edecek boyutlara ulaşmamalıydı (s. 98). Ne var ki, “ne oy hakkı ne de refah devleti (ve hattâ her ikisi birden) çok önemli üçüncü bir değişken eklenmeksizin tehlikeli sınıfları uysallaştırmaya yetecekti.” Bu üçüncü değişken ulusal kimliğin yaratılmasıydı (s.129).

Ancak ulusal kimlik sorunu, yalnız merkez ülkelerde değil, aynı zamanda çevre ülkelerde de önemli bir sorundu. Böylece liberalizmin yatıştırma programı, ulusal sorun aracılığıyla çevre ülkelere aktarıldı. “Kendi kaderini tayin ilkesi, bireysel özgürlük ilkesinin devletlerarası sistem düzeyine taşınmasından başka bir şey değildi” (s.109). “Kalkınmanın olanaklılığı, muhafazakârlar, liberaller ve Marksistler tarafından aynı şekilde paylaşılan evrensel bir inanç haline gelmişti” (s.157). Liberalizmin ulusal programını Wilsonculuk temsil ediyordu. Ama bu alanda bir rakip de vardı: Leninizm. Bu ikisi arasında gerçek farklılıklar vardı elbette. Ama derin benzerlikler de gözden kaçırılmamalıydı. Her iki doktrin de daha sonra “sömürgelerin tasfiyesi” adı verilen süreci desteklemişlerdi (s.111).

“Wilson ulusların kendi kaderini tayin ilkesini ve Başkan Roosevelt, Truman ve Kennedy geri kalmış ulusların ekonomik kalkınmasını, yani merkez bölge içindeki ulusal düzeyde genel oy ve refah devletinin dünya ölçeğindeki yapısal muadillerini önerdiler” (s.133).

Sömürgelerin tasfiyesi konusunda, Wilsoncular “anayasal” yol olarak tabir edilen yoldan, yani emperyal bir güç ile söz konusu halkın “saygıdeğer temsilcileri” arasındaki müzakereler suretiyle ulaşılacak kademeli, düzenli bir iktidar devir-tesliminden yanaydılar. Leninizm ise “devrimci” bir gelenekten gelmekte ve “ulusal bağımsızlığa” giden daha ayaklanmacı bir yol izlemekteydi. Bağımsızlık ihsan edilmeyecek, alınacaktı. Bu anlayış, geç dönem Maoculukta somutlaşacaktı (s. 111). Devrimci milliyetçilik, doğası gereği Wilsoncu fikirlerle bağdaşmaz değildi. Ancak ulusal harekete kimin önderlik edeceği konusunda anlaşmazlık vardı. Wilsoncular, ulusal hareketin önderliği için, ülkenin entelijensiyasını ve burjuvazisini uygun görüyorlardı. Leninistler ise, önderliği, Bolşevik parti modelinde örgütlenmiş bir parti/harekette görmekteydiler. İktidara geldiğinde parti/hareketin parti/devlet haline geleceği farzedilmekteydi. Ne var ki, “burada da fark abartılmamalıdır. Genellikle saygıdeğer entelijensiya/burjuvazi ile devrimci küçük burjuvazi denen grup gerçekte aynı insanlardı ya da en azından akrabaydılar. Ve parti/hareket nerdeyse ‘Leninist’ hareketler kadar sıklıkla ‘Wilsoncu’ hareketlerin de bir formülüydü. Bağımsızlık sonrası politikalar bağlamında ise, kendi kaderini tayin mücadelesi sürdükçe ne Wilsoncular bu konuda bir kaygı duyuyorlardı, ne de Leninistler” (s.112).

“Dünya sisteminin çevresinin siyasî entegrasyonunun, her iki ideolojinin yöneldiği kilit mesele olduğunu da ileri süreceğim. Ve son olarak bu türden bir entegrasyonun mekanizmasının, hem Wilsonculuk için hem de Leninizm için ‘ulusal kalkınma’ olduğunu ve bunlar arasındaki temel anlaşmazlığın sadece, söz konusu yola ilişkin olduğunu ileri süreceğim” (s. 109).

Bununla birlikte, bu devletlerin yapısına yakından bakınca, Wilsonculukla Leninizmin programlarının yapısal planda çok büyük bir farklılık yaratmadığı görülecekti.

“Mevcut siyasî yapılar açısından çoğu devlet, çoğu zaman tek partili devlet (fiilen ya da hukuken) ya da askerî diktatörlüktü. Devletler biçimsel anlamda çok partili bir sisteme sahip olduklarında bile, gerçekte bir parti kurumlara egemen olma ve askerî darbe dışında rejim değişikliklerine kapalı olma eğilimindeydi” (s.112-113).

Durum ekonomik alanda da farklı değildi. İzin verilen yerel özel teşebbüsün derecesi değişmekteydi, fakat neredeyse tüm “Üçüncü Dünya” devletlerinde büyük miktarda devlet teşebbüsü mevcuttu ve fiilen hiçbir devlette devlet mülkiyeti tek mülkiyet biçimi değildi. Yabancı yatırım açısından da büyük farklılık yoktu. Daha batı yanlılarında yabancı yatırımlara nispeten daha çok ağırlık verilirken, daha “radikal” görünenlerde, yabancı sermaye belli ölçülerde kısıtlanmış ya da ihtiyatla karşılanmıştır (s.113). Sonuç olarak, “Üçüncü Dünya”ya yönelik Wilson programının, Lenin tarafından Marksist jargona uyarlandığını (s.22) söyleyebiliriz.

Leninizmin, Wilsoncu bir programa kayması sürecini ve bunun nedenlerini, Wallerstein şöyle açıklamaktadır:

“Mit haline gelmiş Alman devrimine ilişkin bütün umutlar yıkılınca da Lenin Bakü’de ‘Doğu’ya yeni bir önem atfetmeye yöneldi. Marksizm-Leninizm fiilen burjuvaziye karşı proleter bir ayaklanma teorisi olan köklerinden, bir anti-emperyalizm teorisi olarak yeni bir role doğru ilerliyordu” (s. 110). “Bakü Doğu Halkları Kongresi’nde Avrupa/Kuzey Amerika’daki sınıf mücadelesinin taktik önceliği, Üçüncü Enternasyonal’in, etrafında, büyük ölçüde Avrupa Komünist partileri ve en azından Asya’nın (ve çevre bölgelerin diğer kısımlarının) daha radikal olan ulusal kurtuluş hareketleri arasında siyasî bir ittifakı sağlayacağını umduğu bir terim olan anti-emperyalizmin taktik önceliği lehine sessizce rafa kaldırıldı” (s.150). “Böylece, Sovyet devletinin dünya sistemi karşısında başlıca talebinin, büyük bir güç olarak dünya sistemine entegrasyon ve hızlı sanayileşme vasıtasıyla ekonomik kalkınma olduğu bir yola girdiler” (s. 225) “Bu, genellikle sosyalist kalkınma etiketi altında, ulusal (ekonomik) kalkınma programıydı. Ulusal düzeyde liberal sosyalizmin büyük muhalifi olan Leninizm, dünya düzeyinde kuşku uyandırıcı bir biçimde liberal sosyalizme benzemeye başlamıştı” (s. 226).

Leninizmin, ulusların kaderlerini tayin programına bağlı olarak dünyayı nüfuz bölgelerine ayırma programının sonuçlarından biri de SSCB’nin, ABD’nin bir alt-emperyalist gücü rolünü oynaması olmuştu.

“Çünkü SSCB bölgesinde düzen ve istikrarı garanti etmeye çabalarken, aslında ABD’nin dünya çapındaki hegemonyasını sürdürme becerisini geliştiren koşullarda çalışmıştır. Son kertede pek de anlamlı olmayan ideolojik mücadelenin sertliği, ABD için (kuşkusuz SSCB’nin önderliği içinde olduğu gibi) büyük bir siyasî kazanımdı. SSCB’nin ABD için, Üçüncü Dünya’da bir ideolojik kalkan olarak hizmet ettiğini ileride göreceğiz” (s.22).

“ABD, 1945-1970 arasında tüm dünyada muzaffer gibiydi. Liberalizmin dünya sözcüsü ABD hegemonik güçtü. Tek teorik rakibi olan SSCB, halkların hakları açısından esasta farklı olmayan taktik bir program izliyordu. Yani aslında bu suretle dünya sisteminin tehlikeli sınıflarını uysallaştırmada ABD’ye yardım etmekteydi... Ulusal bağımsızlık hareketleri, tüm Üçüncü Dünya’da iktidara gelmiş ya da geliyorlardı. Ve görünüşe göre sadece Sovyet blokundaki Komünist rejimler vasıtasıyla değil, sosyal demokrat partilerin Batı Avrupa ve Beyaz Commonwealth uluslarındaki güçlü rolüyle, başka yerlerde de iktidara... ulaşmışlardı” (s. 151).

Ne var ki, “bağımsız devletlerin siyasî egemenliği”, askeri açıdan oldukça güçlü olanlar için bile, büyük ölçüde kurguydu; hele hele “ekonomik özerklik” kavramı tümden hayret vericiydi (s.160). Öte yandan, Marksizm-Leninizmin 1989’daki çöküşü, devlet eliyle reformun kapitalist dünya ekonomisinin çevresel ve yarı-çevresel bölgelerinde önemli ölçüde ekonomik kalkınma sağlayabileceğine ilişkin son inancı da ortadan kaldırmıştı. “İşte bu yüzden, Komünizmler’in çöküşü denen şeyin aslında bir ideoloji olarak liberalizmin çöküşü olduğu” (s. 65-66) açıktı.

“Aynı şekilde çevre ve yarı çevre bölgelerde, bu rejimler arasında en ‘ilerici’ ve retorik açıdan militan olanları bile, açıkça, önemli bir derecede ulusal kalkınma gerçekleştiremedi; buna karşılık, her biri ulusal bağımsızlık mücadelesine ilişkin görkemli birer geçmişe sahip olan bu hareketler birbiri ardına popüler meşruiyetlerini kaybettiler. Bu sürecin doruğu Komünizmler’in çöküşüydü” (s.227). “Yirmi beş yıllık ekonomik mücadelenin net sonucu, küresel liberalizmin ikramlarında bir köşe taşı olan kalkınmacılık vaadinin dünya çapında hayal kırıklığı yaratmasıydı... özellikle eski sol açısından - ilkin ulusal bağımsızlık hareketleri, daha sonra (1989’da doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöküşüne götüren) komünist partiler ve son olarak sosyal demokrat partiler açısından - olumsuzdu. Bu çöküşler liberaller tarafından kendi zaferleri olarak kutlandı. Aksine bu onların mezarlarıydı.” (s. 247).

1968 DÜNYA DEVRİMİ

I. Wallerstein, liberalizmin yüz yılı aşkın süre devam eden hegemonyasına son verdiğini düşündüğü 1968 “dünya devrimi”ne büyük önem atfetmektedir. Ona göre, 1968, dünya egemen katmanlarının 1848’den beri büyük bir özenle yaratmakta ve güçlendirmekte oldukları kültürel hegemonyalarının ters yüz oluşunun başlangıcını temsil etmekteydi (s. 227). “1968 dünya devrimi, dünya sistemini parçalamadı. Ancak liberalizmi dünya sisteminin belirleyici ideolojisi olarak işgal etmekte olduğu yerden indirdi” (s.152). “Ve 1968 dünya devrimi, ABD’nin oluşturduğu bütün ideolojik konsensüsü, son kozu olan Sovyet kalkanı da dahil olmak üzere zayıflattı” (s.24). 1968 dünya devriminin temaları şunlardı: a) ABD hegemonyasına ve ABD-Sovyetler koalisyonuna düşmanlık; b) “Eski Sol”un başlıca üç varyantı olan Batı’daki Sosyal Demokrat Partiler, Komünist Partiler ve”Üçüncü Dünyada”daki ulusal bağımsızlık hareketlerinin yarattığı hayal kırıklığı. 1968 devrimcileri “Eski Sol”u sistem karşıtlığı konusunda yetersiz ve etkisiz görüyorlardı (s. 58). 1968 devrimcilerinin, “ ‘Eski Sol” siyasî hareketlere söylemiş oldukları şey, örgütsel faaliyetlerinin tarihsel olarak kendilerini adadıkları biçimsel hedeflerine -en önemlisi devlet iktidarı- ulaşmış, fakat devlet iktidarını elde etmenin gerekçesi sayılan daha büyük ölçüde insan eşitliğini kesinlikle gerçekleştirememiş olduklarıdır” (s. 117). “1968’in getirdiği gerçeklik işareti neydi? Bu tamamen burada tartıştığımız tema, yani dünya sisteminin tarihinin bir yüzyıldan uzun bir süredir liberal ideolojinin zaferinin tarihi olduğu ve Eski Sol sistem karşıtı hareketlerin benim deyimimle ‘liberal-sosyalistler’ haline geldiğidir. 1968 devrimcileri, öğütlenenin tek başına liberalizm olduğunda ve ‘sorun’un liberalizm olduğunda ısrar etmek suretiyle üç tarzlı ideoloji modeline -muhafazakâr, liberal ve sosyalist - ilk ciddi entellektüel meydan okumanın temsilcileri oldular” (s. 105). “1968’in önemi, daha çok, kalkınmacı ideolojinin aslında kalıcı öneme sahip herhangi bir şey gerçekleştirip gerçekleştirmediğini sorgulamak suretiyle Wilsonculuk-Leninizm etrafındaki konsensusu delmiş olmasıdır. İdeolojik kuşku tohumları ekmiş ve imanı aşındırmıştır” (s. 117). Wallerstein’e göre, 1968 dünya devrimi yirmi yıl sürmüş ve 1989’da Komünizmlerin çöküşüyle doruğuna ulaşmıştı. Dünya tarih sahnesinde 1968 ve 1989 tek bir büyük olayın bileşenleriydi (s. 105).

1968’in “Eski Sol”un devrim stratejilerine getirdiği sorgulamalar, Wallerstein’a göre, aşağıdaki noktalarda yeni bakış açılarının gelişmesini getirmişti: 1. İki adımlı strateji -önce devlet iktidarını ele geçir, sonra toplumu dönüştür - tartışmasız hakikat statüsünden, kuşkulu önerme statüsüne kaymıştı; 2. Her bir devletteki siyasî faaliyetin, tek bir birleştirici parti aracılığıyla yönlendirildiği taktirde etkin olacağı yolundaki örgütsel varsayım artık artık geniş kabul görmemekteydi; 3. Kapitalizm içinde temel olan tek çatışmanın sermaye ve emek arasındaki çatışma olduğu - ve cins, ırk, etniklik, cinsiyet vb.’ne dayalı çatışmaların tümünün ikincil olduğu - anlayışı artık yaygın bir itibara sahip değildi; 4. Demokrasinin devrimci faaliyeti engelleyen bir burjuva kavramı olduğu fikri, yerini demokrasinin derin biçimde kapitalizm karşıtı ve devrimci bir düşünce olduğu fikrine bırakmaktaydı; 5. Bir üretkenlik artışının, sosyalist yapılanmanın temel önkoşulu olduğu fikrinin yerini, üretimciliğin, ekoloji, yaşam kalitesi ve her şeyin bunu izleyen metalaştırılması açısından sonuçlarına dair bir kaygı almıştı; 6. Ütopya inşasının temel taşı olarak bilime olan inanç, yerini determinizm ve irade, düzen ve kaos arasında daha karmaşık bir ilişki hakkında düşünme isteğine, klasik bilim ve popüler bilimcilik hakkında bir kuşkuculuğa bırakmıştı. İlerleme artık tartışmasız değildi (s. 203).

Wallerstein, 1970’li yıllardaki Maoculuğu, 1968 devriminin sönüşünün belirtisi olarak görmektedir. “Siyasî bir olay olarak 1968 dünya devrimi çabucak alevlendi ve söndü. 1970’de geride sadece közler kalmıştı - çoğunluk itibariyle Maocu sektler biçiminde” (s. 58). Ancak bu közler, 1970’lerin sonlarında belirsiz tarihsel dipnotlar haline gelmişti (s. 246). “1968 devrimi, başarıları ve başarısızlıkları vasıtasıyla liberal konsensüsü bozdu. 1968 devrimcileri bu konsensusa ve her şeyden öte sosyalizmin, hattâ Leninist sosyalizmin tarihsel olarak liberal sosyalizme dönüşümüne karşı soldan bir protesto başlatmıştı. Bu protesto muhtelif anarşist temaların, ama belki de hepsinden öte Maoculuğun yeniden yükselmesi biçimini almıştı” (s. 226).

“Öte yandan bu dönemde Maoculuğun dünya çapındaki cazibesi, bu iki itirazı mümkün olan en şiddetli biçimde ifade etmiş olmasına bağlıdır: ABD hegemonyasına (ve örtülü Sovyet işbirliğine) ve genel olarak ‘Eski Sol’ hareketlerin yetersizliğine. Ancak Maoculuk, hatanın Maocu terminolojide ‘kapitalist yolcular’ olan ‘Eski Sol’ hareketlerin kötü önderliğinde yattığı iddiasını temsil etmekteydi. Dolayısıyla hareketler artık ‘kapitalist yolcuları’ reddederler ve bir ‘kültür devrimi’ yaparlarsa, sonunda ulusal kalkınma hedefine gerçekten ulaşılacağı ima edilmekteydi.” (s. 117).

Wallerstein’a göre, 1968 devriminden doğan yeni sistem karşıtı hareketler, ‘Eski Sol’a dayanak olan öncüllere saldırılarında oldukça başarılı olmuşlardı, ancak alternatif bir strateji arayışında bocaladılar. Örneğin devlet iktidarı konusunda ‘Eski Sol’un yanıtlarından temelde farklı yanıtlar ortaya koyamadılar (s. 204). 1968’de liberal konsensustan hayal kırıklığına uğrayanlar anarşizm ve/veya Maoculuk adına liberal sosyalist ideolojinin aleyhine dönmüşlerdi. 1989’da, komünist rejimlerin çöküşünden sonra, liberal konsensustan hayal kırıklığına uğrayanlar, serbest piyasa adına liberal sosyalist ideolojinin simgesel temsilcileri olan Sovyet tarzı rejimlerin aleyhine döndüler. Wallerstein’e göre, her iki durumda da önerilen alternatifler ciddiye alınacak şeyler değildi. 1968’in alternatifi, anlamsızlığını çabucak kanıtlamıştı, 1989’un alternatifi de aynı süreçteydi (s. 228).

KRİZ VE SEÇENEK

Wallerstein, 1990’lardan beri içinde yaşadığımız derin krizin en önemli ögelerinden birinin, dünyanın ucuz emek havuzundaki ciddi erime olduğunu düşünmektedir.

“Dört yüzyıldır kentli ücretli emekçiler, emeklerine karşılık alıkoyabilecekleri artı değer miktarını arttırmak üzere pazarlık güçlerini tekrar tekrar kullanabilmişlerdir. Bununla birlikte kapitalistler, emek havuzunu tekrar tekrar genişletmek ve bu suretle ücretli emek pazarına başlangıçta çok düşük ücretleri kabul etmeye hazır olan eski ücretsiz emekçi grupları getirmek suretiyle bunun kâr oranındaki olumsuz etkisini giderebilmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında kapitalist dünya ekonomisinin tüm küreyi içine alan son coğrafi genişlemesi, oldukça ilerlemiş ve yakın gelecekte esas itibariyle tamamlanabilecek bir süreç olan dünya emek gücünün kentselleşmesi sürecinde bir hızlanmayı dayatmıştı” (s. 137).

Bunun kadar önemli bir diğer yapısal sorun orta katmanların kapitalist sistem içindeki gelir kaybıdır. “Eğitimli, konfora alışık ve sınıfsızlaşma tehdidi altındaki orta katmanlar, statü ve gelirlerindeki bu tür bir gerilemeyi pasif biçimde kabullenmeyeceklerdir. Onlar daha dünya çapındaki 1968 devrimi sırasında dişlerini göstermişlerdi. Bunları pasifize etmek için 1970’ten 1985’e dek ekonomik ödünler verildi... Her halükârda kapitalist dünya ekonomisi, doğrudan doğruya, sermaye birikimini sınırlama ya da eski orta katmanların siyasî-ekonomik isyanını göğüsleme açmazıyla karşı karşıya kalacaktır” (43). “Kargaşayı yaratan yüksek yerlerdeki çürüme değil, 1945-1970 arasındaki dönemde orta katmanların dünya çapında genişlemesinden fayda sağlayanların çok büyük bir yüzdesinin 1970 sonrası dönemde dönme dolabın aşağı inen tarafına düşmesi olgusuydu. Toplumsal ve ekonomik açıdan yükselen ve sonra (diğerleri yerlerinde kalırken) düşen bu grup, derin kırgınlıklar barındıran ve kişisel güvenliklerini sağlamak, öfkelerini ifade etmek için her tür devlet karşıtı, ahlakçı ve ahlaki harekete yönelen, siyasî açıdan ciddi, istikrar bozucu bir güçtür” (s. 69). Üçüncü yapısal sorun ise, dünya sistemi açısından ağır bir ekonomik sorun yaratan ekolojik çatırtıdır. “Bugün temizlemeye büyük yatırım yapmamız gerektiğini ve sorunun yinelenmesini engellemek için kullanımı kısmak zorunda kalacağımızı görüyoruz. Ancak şirketlerce yüksek sesle telaffuz edildiği gibi, bu tür faaliyetlerin küresel kâr oranını azaltacağı da aynı derecede doğrudur” (s. 138). Krizin dördüncü önemli unsuru da, güneyden kuzeye nüfus göçüdür. Artan engellere rağmen yasadışı göç, tıpkı kör kalabalık hareketleri gibi, Kuzey’in her yerinde artacaktır. Kuzey’deki devletlerin iç nüfus dengeleri kökten değişecektir, ayrıca şiddetli toplumsal çatışmalar da beklenebilir” (s.138).

Wallerstein’e göre, 1960’lı ve 1970’li yıllardaki anti-emperyalist çıkışların sönüşe gitmesinden sonra, ortada, sisteme “zarar” veren üç “alternatif” kalmıştır. “Bunların her biri dünya sisteminin egemen katmanlarına devasa anlık güçlükler yaratmıştır. Ancak bunların hiçbiri temel bir ideolojik meydan okumada bulunacak gibi görünmüyor. Bunlardan biri, benim deyimimle yeni-Bismarkçı meydan okumadır ki, Saddam Hüseyin’in hamlesi buna örnekti. İkincisi, Aydınlanma Weltanschauung’unun kökten reddidir; bunu, Ayetullah Humeyni’nin önderlik ettiği güçlerde gördük. Üçüncüsü, başlıca ifadesi Güney’den Kuzey’e yoğun, yasa dışı, süregiden göç olan sosyal-coğrafi akışkanlıktaki bireysel teşebbüsler yoludur” (s. 230). “Humeyni seçeneği, öncelikle, modern dünya sisteminin kötülüklerine yönelik öfkenin son haddine ulaşmasıdır ve bu seçenek öfkesini sistemin başlıca lehtarlarına ve teşvikçilerine, kapitalist dünya ekonomisinin batılı merkezine odaklamaktadır” (s. 29). “ABD’nin açıkça hesaplayamamış olduğu şey, Ayetullah Humeyni’nin önderlik ettiği hareketin savaş sonrası dönemde Üçüncü Dünya’nın bildiği ulusal bağımsızlık hareketlerinden tamamen farklı bir tür olduğuydu. Çin Komünist Partisi ve Viet Minh, Nasırcılar ve Cezayir’deki FLN, Küba’nın 26 Temmuz Hareketi ve Angola’nın MPLA’sı - bunların tümü de ABD hegemonyasına ve mevcut dünya sistemine karşıydı, fakat bununla birlikte 18. yüzyıl Aydınlanma Weltanschauung’u çerçevesinde faaliyet gösterdiler. Sisteme karşıydılar, fakat aynı zamanda sisteme aittiler. Sonunda tümünün de iktidara gelince çok fazla güçlük çekmeksizin sistemin süregiden yapılarıyla bütünleşebilmeleri bu yüzdendir. Humeyni’de bunların hiçbiri yoktu. Şeytan’ı görür görmez tanıyordu. Bir numaralı Şeytan ABD, iki numaralısı ise SSCB’ydi. Humeyni bunların çıkarlarına hizmet eden oyunun kurallarıyla oynamayacaktı” (s. 180). Saddam “seçeneği” modern dünya düzeni değerlerinin topyekun reddi değildi. Baas, tipik bir ulusal bağımsızlık hareketiydi ve tepeden tırnağa sekülerdi... Saddam Hüseyin muharebeyi tümüyle kaybedebilir ve yok edilebilir, fakat o yeni bir seçeneğin yolunu göstermiştir: büyük devletlerin yaratılması, bu devletlerin ikinci düzeyde değil, en üst düzeyde silahlandırılması, gerçek savaş riskini göze almaya isteklilik” (s.29-30). Wallerstein, üçüncü “seçenek” olarak gördüğü Güney’den Kuzey’e göç hakkında da şunları belirtmektedir: “2025’te Kuzeyin içindeki Güney, pekâlâ toplam nüfusa oranla yüzde otuz ile elli düzeyine ulaşabilir. Ve Kuzey’de yaşayan Güneyliler’i siyasî haklardan yoksun kılma çabasıyla pekâlâ karşılaşılabilir. Bu, Kuzey’de, çalışan sınıfların toplumsal entegrasyonunun iki yüz yılının ardından , ondokuzuncu yüzyıl başlarındaki duruma - alt meslek katmanlarının büyük kısmının oy hakkından yoksun bırakılması - geri dönecek olduğumuz anlamına gelir” (s.30-31).

Wallerstein, krizin sonucunda, devletler aleyhinde, gruplar lehinde bir gelişme olduğunu saptamaktadır. “Devletler ve (ve devletlerarası sistem) etkinlik kaybediyor diye görülmeye başlanırsa, insanlar korunmak için nereye yönelecekler? Yanıt şimdiden belli: ‘Gruplar’. Gruplar çok çeşitli etiketlere sahip olabilir - etnik/dinsel/dilsel gruplar, cins ya da cinsel tercih grupları, çeşitli nitelendirmelere bağlı ‘azınlıklar’ “ (s. 49). “Dolayısıyla bu gruplar sadece yoğunlaşmış korku ve hayal kırıklıklarının değil, aynı zamanda eşitlikçi bilinç artışının da ürünüdürler ve bu nedenle çok güçlü bir çekim noktasıdırlar” (s. 49).

Diğer yandan, devletin ve devletçiliğin yarattığı hayal kırıklığı, geçici de olsa bir “piyasacılık” eğiliminin yükselmesini getirmiştir. “ ‘Piyasa’nın düzenleyici bir nakarat olarak popülerliği, düzenleyici bir nakarat olarak ‘devlet’in yarattığı hayal kırıklığının karşılığıdır... Fakat çoğu insan için ‘piyasa’ya yöneliş hiçbir surette hedefte herhangi bir değişikliğe delalet etmez. Son on yılda Afrika’daki (ve başka yerlerdeki) insanlar, daha önce ‘devlet’e yönelme nedenleriyle tam da aynı nedenden, ‘piyasa’ya yönelmişlerdi. Elde etmeyi umdukları şey tünelin ucundaki altın küpü, yani ‘kalkınma’dır... Fakat bu çok büyük bir hayal. Ne ‘devlet’ ne de ‘piyasa’, rehber ilkeleri olan kesintisiz sermaye birikiminin daima daha büyük gerçek gelir kutuplaşması gerektirdiği ve doğurduğu kapitalist bir dünya ekonomisinde eşitlikçi bir ‘kalkınma’ya ön ayak olabilir” (s. 66). “Zaten 1980’lerde piyasa sloganlarına sarılmış olan merkez-dışı devletlerin büyük çoğunluğu da oldukça başarısız olmuştur” (s. 116)

Wallerstein, bu tespitlerin sonucunda, artık “ölmüş” ve eski solun stratejisine ait olduğuna inandığı “devrim” stratejisine alternatif yeni bir stratejiye ilişkin öneriler getirmektedir:

“İlki, geleneksel bir taktiğe dönüştür. her yerde, her iş yerinde, daha fazlası için -yani artı değerin daha çoğunun işçi sınıfı tarafından tasarruf edilmesi - bastırmalıyız... Eşzamanlı olarak, her şirket tarafından maliyetlerin tam olarak içeriye aktarılması için baskı yapmalıyız. Bu tür içe aktarma ve daha fazlası için yerel düzeyde aralıksız baskı - Detroit’te, Gdansk’da, Sao Paulo’da, Fiji’de - sermaye birikimi şablonlarını derinden sarsabilir; İkincisi, her düzeydeki, her siyasî yapıdaki, her yerde, daha fazla demokrasi, yani daha fazla halk katılımı ve daha çok karar alma mekanizmaları...; Üçüncüsü, dünya solu tikelcilik-evrenselcilik açmazını kabullenmek zorundadır. Eski Sol tarafından değiştirilmiş Napolyoncu-emperyal evrencilik artık geçersizdir. Fakat gittikçe küçülen tikelciliklerin de sonsuz bir biçimde yüceltilmesinin yararı yoktur. Mitolojik atomik bireye değil, pek çok gruptan oluşan bir temele dayanan yeni bir evrenselcilik inşa etmenin bir yolunu aramalıyız...; Dördüncüsü, devlet iktidarını bir taktik olarak düşünmeliyiz; ona yatırım yapmadan ve onu güçlendirmeden, yapabildiğimizde ve acil ihtiyaçlar için ondan yararlanarak. Her şeyden öte, herhangi bir düzeyde sistemi idare etmekten kaçınmalıyız. Sistemin siyasî yıkımından korkmayı bırakmalıyız” (s. 206).

Wallerstein, bu önerilerin ardından, bunlar”sistemi dönüştürecek mi?” diye sormakta ve şöyle devam etmektedir: “Bilmiyorum. Ben bunu, liberalizmin sloganlarını ciddi biçimde benimsemek suretiyle -liberaller tarafından hiçbir zaman kalkışılmamış bir şeydir bu - sisteme ‘fazla yüklenme’ stratejisi olarak görüyorum” (s. 206). Yazar, bu önerilerinin yanısıra, yeni döneme ilişkin şu örgütlenme önerisini de getirmektedir:

“Sistem karşıtı güçlerin üzerine yoğunlaşması gereken, gerçek toplumsal grupların her tür ve çeşitten topluluk düzeylerinde genişletilmesi ve birleşmemiş bir biçimde daha üst düzeylerde gruplaşmalarıdır (ve sürekli yeniden gruplaşmalarıdır). Önceki dönemde sistem karşıtı hareketlerin temel hatası, yapı ne kadar birleşirse o kadar etkili olacağı inancıydı. Kuşkusuz devlet iktidarını fethetmenin önceliğine ilişkin bir strateji göz önüne alındığında bu politika mantıklı ve görünüş itibariyle yararlıydı. Sosyalist ideolojiyi liberal sosyalist ideolojiye dönüştüren de budur. Demokratik merkeziyetçilik ihtiyaç duyulan şeyin tam zıddıdır. Muhtelif gerçek grupların daha üst düzeylerde (devlet, din, dünya) dayanışmasının temeli daha ince, daha esnek ve daha organik olmalıdır” (s. 284).

“ÖLEN” VE “ÖLMEYEN” MARKSİZM

Wallerstein, her ne kadar “Eski Sol” idolojiyi eleştiriyor ve Marksizme, buna katkıda bulunduğu noktalarda önemli eleştiriler yöneltiyorsa da, Marksizmin bütünüyle öldüğü fikrine net bir şekilde karşı çıkmakta ve Marksizmde “ölen”le “ölmeyen”i ayırdeden bir tutum takınmaktadır. Ona göre,

“Ölmüş olan, modernlik teorisiyle, liberal modernlik teorisiyle yan yana gelişmiş, hattâ ondan büyük ölçüde esinlenmiş bir teori olarak Marksizmdir. Henüz ölmemiş olan, modernliğin ve onun tarihsel tezahürü olan kapitalist dünya ekonomisinin bir eleştirisi olarak Marksizmdir. Ölmüş olan, reformcu bir strateji olarak Marksizm-Leninizm’dir. Henüz ölmemiş olan, gerçek toplumsal güçlere ilham veren sistem karşıtı itkidir” (s. 208).

Bundan sonra Wallerstein, Marksist teorinin yıkılmış ve yıkılmamış yanlarını ayrı ayrı belirtmektedir. Yıkılanlar şunlardır: insanlığın nihai hedefi olan komünist bir topluma ulaşmak için gerekli bir adım olarak devlet iktidarının mümkün olduğunca çabuk ele geçirilmesi; devlet iktidarını elde etmek ve korumak için, ilerici denen güçlerin ve/veya işçi sınıfının örgütlü, evrensel bir parti kurması zorunluluğu; kapitalizmden komünizme geçmek için proletarya diktatörlüğü adı verilen bir safhadan geçmek gerekliliği; sosyalist devletin, komünist ütopyaya giden evrensel, doğru ilerleme rotasında gerekli bir aşamayı teşkil ettiği; partinin iktidarda olduğu sosyalizm aşamasından komünizm aşamasına geçiş yapmak için “sosyalizmi inşa” etmenin, yani ulusal kalkınma aşamasının tamamlanması gerektiği. Marksizmin hâlâ sağlamca ayakta duran ve gelecekteki mücadeleye yol gösteren saptamaları işe şunlardı: sınıf mücadelesi teorisi; dünya çapında zenginle fakir arasındaki kutuplaşma teorisi; fikirlerin toplumsal maddi temelden ürediği saptaması; yabancılaşma kuramı.

TARTIŞMA: LİBERALİZM VE DEMOKRASİ

Wallerstein’ın, merkezinde liberalizm bulunan, muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm üçlemesi gerçekten hayranlık vericidir ve kanımca yüzelli yıllık ideolojik gelişmeleri büyük ölçüde doğru bir şekilde özetlemektedir. Yazarın bu konuya ilişkin tahlilindeki en can alıcı nokta, bu üçlünün, hakim ideoloji olan liberalizmin üç ayrı görüntüsü olduğu ve muhafazakârlığın da, sosyalizmin de, sonuçta liberalizmin varyantlarına dönüştüğüdür. Bu bağlamda, yazarın, 1989’da çökenin, komünizm değil, doğrudan doğruya liberalizmin kendisi olduğuna ilişkin, ilk elde şaşırtıcı gelen tezi de son derece dikkat çekicidir ve bugün yaşadığımız olaylar dikkate alındığında (liberal ideoloji ile birlikte, başta ABD olmak üzere büyük kapitalist ülkelerin çöküş içine girmesi) önemli bir gerçeğe parmak bastığı son derece açıktır.

Ne var ki, bütün bu doğru tespitlere rağmen, yazarın, liberalizm ve demokrasi karşıtlığına ilişkin tezlerini tartışma ihtiyacı duyuyorum. Yukarda yaptığım özetlemede belirttiğim için buraya yeniden alıntı olarak getirmek istemiyorum, ancak yazarın katılmadığım tezleri özetle şunlardır: 1. Liberalizmle demokrasi birbirinin zıddıdır; 2. 1968 dünya devrimi, demokrasiyi bir burjuva kavramı olmaktan çıkartmıştır; 3. Çeşitli demokratik kurumlara mümkün olduğunca katılmak gerekir; 4. Liberalleri köşeye sıkıştırmak için liberallerin sloganını onlardan daha fazla benimseyip hayata geçmelerini talep etmek gerekir.

I. Wallerstein, kitabın bütününden anladığımız kadarıyla liberal değil, liberalizm karşıtı radikal bir yazardır. Böyle bir yaklaşım, onun sorunları temelde doğru bir şekilde çözümlemesine elvermiştir. Ne var ki, yukarda özetlediğimiz bazı temel noktalarda yazar, zaman zaman yalpalamakta ve radikalizmden liberalizme doğru kayabilmektedir. Liberalizm ile demokrasiyi birbirinin karşısına koyma çabası bunun en tipik örneklerindendir. Sanırım, yazarın bu yanılgısının en büyük nedeni, ilerde değineceğim gibi, devlet nosyonunu eleştirmekle birlikte tam anlamıyla reddetmemesi, hattâ zorunlu hallerde kullanılabilecek bir alet olarak görmesidir. Bilindiği gibi, demokrasi, temsile dayanan bir devlet sistemidir. Liberalizmden ne kadar farklı olduğu ileri sürülürse sürülsün, demokrasinin bir devlet sistemi olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Demokrasinin devlet sistemi olmakla bağdaşmayan tek türü vardır, o da doğrudan demokrasidir. Ne var ki, demokrasi dendiği zaman, akla doğrudan demokrasiden çok temsili demokrasi gelir. Nitekim Wallerstein de böyle bir ayrıma gitmeden salt demokrasiden söz etmekte, dolayısıyla onun demokrasi tanımının en azından temsili demokrasiyi dışladığına ilişkin bir işaret görülmemektedir. Öte yandan, Wallerstein, liberalizmle temsili demokrasinin farklılığına ya da zıtlığına ilişkin ikna edici kanıtlar getirmemektedir. Çıplak gözle de bakıldığı zaman görüleceği gibi, liberalizm, temsili demokrasinin ideolojisidir ya da bir başka deyişle, temsili demokrasi, liberalizmin ilkelerinin hayata geçmiş biçiminden başka bir şey değildir. Lafta temsili demokrasi de, liberalizm de, siyasî süreçte, “her düzeyde eşit söz hakkı ve ekonomik-sosyal mükafatlarda eşit paylaşım”dan söz ediyorlardı, ama bu, ancak temsili demokrasi koşullarında ne kadar “gerçekleşebilirse” o kadar gerçekleşebilmektedir. Eğer Wallerstein, gerçekleşmemiş, idealdeki demokrasiden değil de, reel demokrasiden söz ediyorsa, bu, reel demokrasinin sorununun, aynı liberalizm gibi, “tehlikeli sınıfların nasıl zapt-ü rapt altında tutulacağı” olduğu açıktır. Liberalizmle, bir devlet sistemi olarak uygulanan temsili demokrasi arasında gerçeklikte bir fark yoktur. Farklılık, aynı, hiçbir yerde uygulanamamış sosyalizmin ilkeleriyle, reel sosyalizm arasında olduğu gibi, liberalizmin ve demokrasinin ilkeleri ile, reel demokrasi arasındaki farktır. Liberalizm olsun, demokrasi olsun (kavram olarak farklılıkları bile kuşkuludur) ideal planında eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla ortaya çıkmışlar ve fiiliyatta, yönetici sınıfların tehlikeli sınıfları denetim altında tutmasının aracı olan bir temsili demokrasi biçiminde uygulanmışlardır ve halen de öyle uygulanmaktadırlar.

Buna bağlı olarak, 1968 dünya devriminin, demokrasiyi bir burjuva kavramı olmaktan çıkarttığı da doğru değildir. Wallerstein’ın, kanımca fazlasıyla idealleştirdiği 1968 dünya devrimi bu konuda bir ölçüde birbiriyle çelişen iki tavır geliştirmiştir. Bunlardan birisi ve olumlu olanı, reel dünyadaki temsilî demokrasinin ilüzyonlarına saldırmaktır. İkincisi ve olumsuz olanı ise, (ki, Wallerstein’ın da yaptığı budur) sınıflarüstü ve soyut bir demokrasi kavramının peşine takılmaktır. Özellikle Batı Avrupa’daki 1968 hareketi, ister istemez temsili demokrasi rejimleriyle karşı karşıya geldi ve kaçınılmaz olarak bu demokrasilerin yarattığı ilüzyonları esaslı bir şekilde sorguladı. Belki de bu, 1968’in en olumlu yanlarından biriydi. Ne var ki, 1968 hareketi, bu sorgulamayı yaparken, fiiliyattaki temsili demokrasiyle soyut demokrasi kavramını ilişkilendireceği yerde, tersine birbirinden koparttı (1968 hareketi aynı hatayı, sosyalizm ideali ile reel sosyalizmi ilişkilendirmek yerine, birbirinden ayırarak da yapmıştır). Böylece, fiilen uygulanan temsili demokrasilerin ötesinde demokrasi kavramını sorgulamak ve pratikteki demokrasiyle bağlantısını kurmak teorik görevi bugünkü kuşaklara kalmıştır.

Wallerstein, yukarda işaret ettiğimiz yanılgıdan hareketle, radikallerin demokratik kurumlara katılımında ısrar etmektedir. Evet ama, bu demokratik kurumlar, temsili demokrasinin, dolayısıyla tehlikeli sınıfları zapt-u rapt altına almak isteyen devlet sistemlerinin denetimindeki kurumlar değil midir? Bu demokratik kurumlara katılmak, Wallerstein’ın de karşı olduğu ve değiştirilmesini istediği kapitalist sisteme güç vermeyecek midir? Örneğin demokratik kurumların başında gelen siyasî partilere ve seçimlere katılmak, temsili demokrasinin seçimler ve parti değişiklikleri yoluyla bir şeylerin değiştirilebileceği aldatmacasına da katılmak anlamına gelmeyecek midir? Demokratik kurumlar denen şeylerin doğrudan demokrasinin çok uzağında, kitlelerin pasifleştirildiği ve bireylerin birbirinden tecrit edildiği, tepelerine ulaşılması bir hayli güç özgürlük düşmanı, egemenlerin hizmetinde kurumlar olduğu açık değil midir? Bugün batıda, demokratik kurumlardan sayılan bir sendika federasyonunun kapısından bile içeri giremez bir işçi. Her şey tepede, patronlarla tam bir konsensus içinde olan sendika bürokratları tarafından belirlenir. Bu sendikanın işyeri örgütünde katılımı savunmak, aslında tepedeki sendika bürokrasisinin meşruiyetini güçlendirmekten başka bir anlama gelir mi? Bu tür kurumlarda savunacağımız tek şey, katılım değil, tersine katılmamak, böylece egemenlerin oluşturduğu kurumların iyice içinin boşalmasını sağlamak, giderek bu içi boşalmış kurumları yıkmak ve yerlerine gerçekten tabandaki insanların katılımına dayanan, sistem dışı, doğrudan demokrasi organlarını oluşturmaktır.

Liberalleri köşeye sıkıştırmak için liberallerin sloganlarını ısrarla ileri sürmek de katılımı savunmak kadar hatalı bir taktiktir. Bu taktikle liberaller köşeye sıkışmazlar, tersine kendi ilkeleri için bedava propagandacılar bulmuş olurlar. Liberallerin, gerçekleşmemiş ilkeleri karşısında utanç duygusuna kapılacaklarını, dolayısıyla köşeye sıkışacaklarını düşünmek son derece naif bir düşüncedir. Eğer böyle bir şey gerçek olsaydı, liberallerin şimdiye kadar utançtan yerin yedi kat dibine geçmeleri gerekirdi ya da liberalizmin ilkelerinin gerçek hayatta tam bir sahtekârlık olduğunu zaten görmüş ve görmekte olan kitlelerin temsili demokrasileri çoktan yerle bir etmeleri gerekirdi. Ne var ki, gerçek hayatta durum hiç de böyle değildir. Liberaller, korkunç bir kaşarlanmışlıkla, ilkelerinin hayata geçmekte olduğunu ileri sürmekte ve kitleler de onların bu yalanlarını bile bile dinlemeye devam etmektedirler. Aslında karşılıklı bir oyun oynanmaktadır. Yalnızca yalan söyleyen değil, yalanı dinleyen de yalanın büyüklüğünün farkındadır. Ama her iki taraf da, ortada bir yalan yokmuş gibi davranmaktadır. Şimdi bu yalanları biz kitleler adına tekrarlarsak ne değişecektir? Yalana daha büyük bir kitle katılımının sağlanmasının ötesinde hiçbir şey. Aslına bakılacak olursa, bugün liberallerin “gerçekleşmemiş” ilkelerini bulmak da bir hayli zordur. “Eşitlik”, vatandaşların kanun önündeki eşitliği anlamında gerçekleşmiştir. En özgürlük düşmanı rejimlerde bile eşit oy hakkı vardır, seçim vardır, parlamento vardır. İnsan hakları, bütün devletlerin anayasalarında yazılıdır. Bunların fiilen ihlal edilmesi, rejimin sınırları içinde bakacak olursak bir hukuk sorunudur ki, dünyanın bütün devletlerinde böylesi bir hukukun ve yargının var olduğundan söz edilebilir. Söz özgürlüğü de, hiçbir devlet tarafından resmen yasaklanmamaktadır artık. Söz ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, liberalizmin ilkeleri açısından bir çelişme oluşturmaz, çünkü “genel güvenlik” türü gerekçeler her zaman liberalizmin savunduğu ilkelerdendir. Dolayısıyla, liberalizmi, onun ilkeleriyle bir köşeye sıkıştıracaksak, onun bu tür ilkelerini de savunmak zorunda kalabileceğimizi unutmamak gerekir. Akıldan çıkartılmaması gereken en önemli husus ise, hiçbir ideolojinin ya da siyasî gücün, onun kendi ilkelerine sahip çıkılarak yenilgiye uğratılamayacağıdır. Böyle bir “oyunda” alta düşecek olan, daima karşı taraf olacaktır. Liberalizmin, onun kendi ilkeleriyle yenilgiye uğratılabileceğini düşünmenin, liberalizmin bizzat kendisinin benimsenmesinden ileri geldiğini söylemeye ise, en azından I. Wallerstein söz konusu olduğunda dilim varmıyor.

KALKINMACILIĞIN İFLASI

Wallerstein’ı, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”na; bunu ortaya atan Wilsonculuğun, liberalizmin, “Üçüncü Dünya”ya ilişkin bir vaad haline getirilmesi anlamına geldiğine; Wilsonculukla Leninizmin esasta benzeyen ve kısmen farklılılaşan yanlarına; Sovyetler Birliği’nin dünya kapitalist sistemine hizmet eden rolüne; anti-emperyalizmin ve kalkınmacılığın vaadlerinin nasıl iflas ettiğine ilişkin tespitleri, aşağı yukarı tamamen katıldığım, dikkatle okunması gereken, son derece doğru ve ilginç görüşler.

Wallerstein, “dünün sosyalist ve anti-emperyalist doktrinlerinde somutlaşan ideolojik temaları kendilerini tükettiğinden başlıca üç mücadele tarzı doğdu” (s. 230) derken, bu üç mücadele tarzının “sistemin egemen katmanlarına devasa anlık güçlükler yarattığını”, ancak, hiçbirinin “temel bir ideolojik meydan okumada bulunacak gibi” görünmediğini belirtmektedir. Bu üç mücadele tarzı, “yeni-Bismarkcı”, bölgesel silahlanmaya dayanan Saddam Hüseyin; ikincisi, aydınlanmanın tamamen reddine dayanan dinci Ayetullah Humeyni; üçüncüsü de, Güney’den Kuzeye yoğun yasa dışı göçtür. Bu üç mücadelenin, sisteme anlık güçlükler yarattığını ve ciddi bir ideolojik alternatif oluşturmadığını kabul etmekle birlikte, bunları Wallerstein’ın ciddiye aldığı ölçüde ciddiye almanın ve sistemi sarsacaklarmış gibi görmenin doğru olmadığı kanısındayım.

Alalım Saddam Hüseyin’i. Wallerstein’ın da belirttiği gibi, Saddam örneği, klasik seküler seçkinlere dayanan ulus devletin silahlı güçlenmesi ve saldırganlığı yoluyla dünya sermaye birikiminden daha fazla pay alma girişimidir. Aslında bunun, geçmişteki “anti-emperyalist üçüncü dünya” yolunun, günümüzde, reaksiyonun kabardığı koşullara ayak uydurmuş biçiminden pek farklı olduğu söylenemez. Saddam’ın Irak devleti de, 1960’ların anti-emperyalist devletleri gibi, dünya kapitalist sisteminin içindedir; onların çoğu gibi sekülerdir; onların bütünü gibi, kapitalist devletlerle her türlü işbirliği içindedir; onlar gibi, büyük kapitalist ülkelerin pastanın büyük kısmına el koymasından rahatsızdır ve kendi payını arttırmak peşindedir; o da diğer ulus devletler gibi militarist, baskıcı ve gerektiğinde işgalcidir. Bu benzerlikler karşısında, Saddam’ın devletinin, 1960’lar ve 1970’lerde yaşamış ve 1980’lerde nesli tükenmeye yüz tutmuş bir türün, dünyada son kalmış örneklerinden olduğu pekâlâ düşünülebilir. Ancak farklılık şuradadır: 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin varlığı ve o zamanki umutlar, bu tür ulus devletlerin nispeden daha “aklı başında” ve “barışçı” politikalar yürütmelerine elveriyordu. Daha doğrusu, Sovyetler Birliği’nin varlığı, bu ulus-devletleri yatıştırıcı, hattâ dizginleyici bir rol oynuyordu. Öte yandan, dünya kapitalist sisteminin yarattığı kutuplaşma bugünkü ekstrem noktaya varmamıştı. Kaldı ki, Saddam’ın girişimlerinin, anlık da olsa kapitalist sisteme zarar mı verdiği, yoksa kapitalist sistemin tepesinde yer alan ABD gibi devletlere, ihtiyacını duyduğu “düşman”ı yaratmakta yardımcı mı olduğu sorusu ortada durmaktadır. Ben, ikincisinin daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Humeyni konusunda ise daha da önemli çekincelerim var. “Humeyni seçeneği” de, aynı diğer ulus devletler gibi, “sisteme karşıdır, ama aynı zamanda sisteme ait”tir. Çünkü sonuç olarak, Humeyni seçeneği de, kocaman bir ulus-devletin üzerinde inşa edilmişti ve ne kadar dinci bir reaksiyonu temsil ederse etsin, modernizasyonun kaçınılmaz ürünü olan modern bir ulus devletin kurallarına uymak zorundaydı. Nitekim, Wallerstein’ın Humeyni ile ilgili satırları yazdığı günlerden bu yana geçen zaman bunu kanıtlamıştır. Bugünkü Hatemi’nin önderliği altındaki mollalar yönetimi, bir modern ulus devletin gerektirdiği kurallara ayak uydurmuş bulunmaktadır. Onlar, şeytanı görünce ne kadar tanırlarsa tanısınlar, şeytan dışarda değil, içerde, bizzat ulus devletin kendisidir ve kendilerini yok etmeyi göze almadıkları sürece bu şeytanı yok edemezler.

Güneyden kuzeye göç olgusunun sisteme zarar veren yanının da fazla abartıldığı kanısındayım. Wallerstein’ın işaret ettiği noktalar önemli olmakla birlikte, bu göç olgusu, batılı ulus devletlerin tamamen kontrolü dışına çıkmadığı sürece (ki, bugün böyle bir durum yoktur), bu olayın, sisteme zarar veren etkileriyle birlikte, sisteme yararlı yanlarını da görmek gerekir. Birincisi, güneydeki insanların kuzeyde “kurtuluş” aramaları, güneydeki ulus devletleri rahatlatan bir sübap görevi görmektedir. Çeşitli sıkıntılar altında bunalan insanlar, bunalımlarını ve öfkelerini, ulus devletlerin yapılarına yönelik devrimci bir kalkışmaya yöneltmek yerine, kuzeye kaçma gibi sahte umutlara kanalize etmekte ve bu da devrimci bir potansiyeli köreltmektedir. Daha önemlisi, güneyden kuzeye gelen insanlar, kuzeyin ucuz işgücü gereksinmesini karşılamakta ve kuzeydeki işçilerin yapmak istemedikleri ağır işleri omuzlamaktadırlar. Kuzeyli yöneticiler elbette göç eden nüfusun belli bir seviyeyi aşmasını istememektedirler, ancak diğer yandan, çok önemli bir açığı kapattıkları için bu ucuz işgücü kaynağı nüfus akınına da göz yummaktadırlar. Bu göçün tamamen durduğunu farzedelim. Bu, kuzey için önemli bir ucuz işgücü eksikliğine yol açacak, kapitalist üretimdeki düşüş, kaçınılmaz olarak reel ücretlere yansıyacak ve kuzeydeki işçi sınıfının hoşnutsuzluğunu arttıracaktır. Öte yandan bu dinamik nüfus, demokrasi ilüzyonuyla, sistemin ideolojik hegemonyasına önemli bir destektir. Kuzeyli çalışan nüfus, demokrasiden gittikçe umudunu keserken, güneyli göçmenler, “demokrasiye katılmaya” son derece heveslidir. Bu yüzden kuzeyli yöneticilerin göçmen nüfusu demokratik haklardan yoksun bırakması söz konusu değildir. Tersine, kuzeyli yöneticiler, bu kitlenin sistem yanlısı potansiyelini çok iyi bildiklerinden onların demokrasiye katılımlarını ellerinden geldikçe teşvik etmektedirler. Bir başka gerçek de, kuzey ülkelerindeki en yoksul kesimi, bu göçmen işiçilerin değil, doğrudan kuzeyli ülkelerin vatandaşlarının oluşturduğudur. İngiltere’yi örnek alacak olursak, sokaklarda dilenen “homeless”ler arasında tek bir göçmen işçi bile bulamazsınız. Bunların hemen hemen tamamı Britanya’da doğmuş gençlerdir. İstatistiklerde, göçmen nüfusunun önemli bir kesimi işsiz gözükmektedir, ama bu da gerçeği yansıtmıyor. Çünkü göçmenlerin çoğu kaçak işlerde çalışmakta, hattâ “işsiz” gözüktükleri halde, manav dükkanı vb açarak orta katmanlara doğru tırmanmaktadırlar. Gerçekten iş bulamayan ve işsizlik parasına gerçekten muhtaç olanların çoğu, yine Britanya kökenli işsizlerdir. Zaman zaman, dükkanlarının önündeki genç İngiliz dilencilerini kovalayan bizim “göçmen işçilerimizi” gözlemlediğimiz zaman, gerçeği çok daha çıplak bir şekilde görme olanağını elde ediyoruz.

1968’İN İLÜZYONLARI VE ALTERNATİFLER

Wallerstein’ın 1968 devrimi ile ilgili saptamalarına genel olarak katılmakla birlikte, bazı noktalarda çekincelerim var. En önemli itiraz noktam, 1968’in, “üçüncü dünya”daki bağımsızlık hareketlerinin yarattığı hayal kırıklığının ürünü olduğu tezidir. Bırakalım, Türkiye gibi “üçüncü dünya” ülkelerini, bu, batı ülkelerinin 1968’i bakımından bile doğru değildir. Bu ilüzyon bizzat 1968’e ve bu konudaki hayal kırıklığı, daha sonraki döneme aittir. Nitekim, Batı’daki Maoculuk da bu ilüzyonun ürünüdür, yoksa 1968’in hayal kırıklığının değil. Batı’da Maoculuk, 1970’lerde değil, 1960’larda yükselmiştir ve 1970’lerin en azından ilk yarısında bütün canlılığı ile sürmüştür. 1970’lerin ikinci yarısında, “üçüncü dünya” ilüzyonunun sönmesine paralel olarak, Maoculuk da inişe geçmiştir. Wallerstein’ın bir diğer hatası da, Maoculukla anarşizimi aynı negatif potaya koymasıdır. Oysa, anarşizm, 1968’in, gereğince büyüyemeyen olumlu yanı, Maoculuk ise, bir ur gibi gereğinden fazla büyüyen olumsuz yanıdır.

Wallerstein, kitabının sonlarında, bazı alternatif öneriler geliştirmektedir, ne var ki, önerileri, kitabı boyunca geliştirdiği devrimci ve radikal saptamaların tersine, oldukça reformcudur. Sendikalar aracılığıyla artı-değeri mümkün olduğu kadar çalışan sınıfların lehine sınırlama önerisi olsun, devlet iktidarını acil ihtiyaçlar için kullanma önerisi olsun, bunun örnekleridir. Geçmiş yüzelli yıllık mücadele, sendikaların da, devletin de, sonuçta sömürücü sınıfların aletlerini olduklarını ve ezilenler lehine kullanılamayacağını gösteren sayısız örnekle doludur.