AB Sarmalında Yeni Mevzilenmeler

Bir süredir bize bir şeyler oluyor. Alıştığımız, benimsediğimiz, beşikten mezara kadar taşıyacağımıza inandığımız, taşıyamayanları “dönek” ilân ettiğimiz siyasal-ideolojik kimliklerimizde zaman zaman kendimizi bile huzursuz eden dönüşümler var. Kimileri ise kaya gibi sapasağlam, mermer gibi yekpare duruyorlar; ne tarih, ne zaman, ne de dünyanın geçirmekte olduğu altüstlük onları yerlerinden bir milim oynatabiliyor. Ama böyleleri de -ve asıl böyleleri- son zamanlarda büyük bir huzursuzluk, en azından şaşkınlık yaşıyorlar: Pek çok konuda kendilerini, eski can düşmanlarıyla yan yana, kol kola; kadim dostları, müttefikleriyle de düşman cephelerde buluveriyorlar. Türkiye’de toplumsal kesimler, sınıflar, güç odakları, çıkar grupları, sağlı sollu entelijansiya, 1920’lerden bu yana en şiddetli yeniden mevzilenme (konuşlanma) sarsıntılarından birini yaşıyor.

Aslında son yirmi yıldır adım adım ilerleyen, son on yıldır hızlanan bir süreç bu. Sosyalist sistemin yıkılışı, tarihin sonunun ilânı, tek kutuplu kalan dünya ile birlikte kapitalizmin/sermayenin küreselleşmesinin sadece ekonomik değil, siyasal ve kültürel boyutlarda da gemlenemez bir ivme kazanması; ve bütün bu olguların temelinde bilimsel-teknolojik gelişmeler, özellikle bilişim-iletişim ve genetik alanlarında insanlık tarihinin belki de en derin ve sarsıcı devrimlerinden birinin yaşanmakta olması, 21. yüzyılın bugünden hayal bile edemeyeceğimiz nitel değişimlere gebe olduğunu haber veriyor. Olup bitenlerin esintilerinin Türkiye’ye ulaşmaması, dalgaların Türkiye’yi de yalamaması mümkün değil. O Türkiye ki, 16. yüzyılın ortalarından bu yana, Batı dünya sisteminin her zaman içinde ve Batı’nın çeperinde olmuş, toplumsal-ekonomik yapısı her dönemde bu sistemle ilişki ve çelişkiler içinde biçimlenmiştir.

AB ÜYELİĞİ TARTIŞMASININ YARATTIĞI SAFLAŞMA

Bir süre önce, Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik görüşmelerinin başlayabilmesi için acilen atılması gereken; idamın kaldırılması ve anadilde eğitim hakkı gibi adımlar tartışılırken toplumda gözlenen saflaşma, önce bu gibi durumlarda başvurulan bildik ayak oyunları, komplolar, andıç’lar, medyanın kızıştırması ile; sonra karşılıklı demeç, açıklama, bildiri salvosuyla; hemen ardından da taraftarların alkış veya yuhalarıyla iyiden iyiye belirginleşti; kısa süre içinde de cepheleşti.

AB’cilerin, daha doğrusu Türkiye’nin AB üyeliği yandaşlarının başını büyük sermaye, neo-liberal çevreler, serbest pazar ekonomisinden yana sosyal demokrat eğilimli Batıcı kesimler çekiyor. Ancak, AB yandaşları bunlarla sınırlı değil; Kürtler, azınlıklar, şimdilik düzen içinde siyaset yapmayı seçmiş İslâmcılar, özgürlükçü-demokrat sağ ve sol aydınlar, küreselleşen dünyada yeni arayışlar içindeki Marksistlerin, sosyalistlerin bir bölümü, Alevi cemaatinin yönlendiricileri, -ve farklı bir düzlemde- bu düzenden umudunu kesmiş halkın, kamuoyu yoklamalarına göre yüzde 65 ile yüzde 75 arasında değişen çoğunluğu, her biri kendi çıkarları, özlemleri ve dünya görüşleri doğrultusunda, AB’ye üyelikten yana tavır alıyor.

AB karşıtları saflarında buluşanların bileşimi ise, ilk bakışta çok daha hayret verici. Birbirlerinin tam karşıtı olarak tanınan, kendilerini de öyle tanıtan güçler yeminli AB düşmanlığında buluşuyorlar. Cephenin başını MHP, MHP’nin Ülkücü militan tabanı, Türk-İslâm sentezcileri, devletçi-ulusalcı Kemalistler/Atatürkçüler, 1960-70’lerin Maocuları İşçi Partililer çekiyor. Düzen dışı radikal İslâmcılar, 1960’ların geleneksel Türk solunun uzantıları, müdahaleci-orducu laikler, nostaljik “Kuvva”cılar, 1920’lere 30’lara geri dönmek özlemindeki sosyalist/komünist sol, Batı karşıtı Sultan Galiyevci bağımsızlıkçılar, bu cephenin diğer önemli bileşenlerini oluşturuyor.

AB karşıtları cephesinde yer alanların, tümü olmasa da önemli bölümü aslında AB’ye karşı değil. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmadıklarını da ifade ediyorlar zaten. Onlar AB’ye “ulusal onur” korunarak girilmesinden yanalar. Çağdaş demokratik toplumlarda “insan onuru”nun korunması için olmazsa olmaz koşul sayılan yasal düzenlemeler ve haklar onların ulusal onuruna dokunuyor. AB’ye katılalım, ama böylece, olduğumuz gibi: Darağaçlarımız, işkencelerimiz, çetelerimizle; gelişeceğine kısıtlanan, uygulamada ise yok sayılan demokratik hak ve özgürlüklerimiz, hikmetinden sual olmayan kutsal devletimiz, asker vesayetindeki güdümlü siyasal hayatımızla; “Ne mozayığı ulan, mermer!”, “Ya sev ya terk et!” özdeyişlerimiz, “Farklı düşünen vatan hainidir”, “Batı bizi bölmek istiyor”, “İç ve dış düşmanlarla çevriliyiz” fobilerimizin kalkanı yasaklarımızla; düşüncelerimizden ve uygulamalarımızdan milim sapmadan (onlar taviz diyorlar) katılalım diyorlar. Yani itiraz ettikleri AB’nin kendisi değil, Türkiye’nin toplumsal-siyasal yapısının daha uygar, daha çağdaş, daha özgür bir gelişme çizgisine girmesi; dayatma, sindirme, çatışma ve düşmanlık ortamının yerini, yurttaşların kendilerini daha rahat ve özgürce ifade edebilecekleri, kişiliklerini ve kimliklerini üst kimlik dayatmaları dışında özgürce geliştirebilecekleri, devlete hizmet eden tebaa değil devletten hizmet alan yurttaşlar olacakları bir toplumsal-kültürel-siyasal ortamın alması: Kısaca, değişim... Son günlerin tartışmaları ve bugüne kadar alışılmadık yeni güçler mevzilenmesi de, işte tam bu noktada ortaya çıkıyor.

Toplumun farklı kesimleri ve onların çeşitli düzeylerdeki temsilcileri (siyasal örgütler, kurumlar, kişiler) arasında siyasal-toplumsal olaylar karşısında zaman zaman, alışılmadık, hattâ yadırgatıcı ittifaklar, değişken siyasal konuşlanmalar görüldüğü olur. Siyasetin açık ve net sınıfsal konumlar üzerinden değil, çoğu durumda sınıflar üstü görünen güçler tarafından yönlendirildiği bir yapıda bu türden geçici ittifaklar, çoğu durumda temelden gelen, temele inen büyük bir değişimin habercisi değildir. Oysa Türkiye’de, son on yıldır belirtileri görülen, 28 Şubat müdahalesinden sonra belirginleşen, AB’ye üyelik tartışmaları sırasında patlama noktasına varan yeni güçler mevzilenmesi, çok daha derin bir yapısal değişme dürtüsünü, dipten gelen farklı bir dalgayı haber veriyor. Ana çizgileri ve özüyle 1920’lerden 1990’lara kadar gelen toplumsal saflaşma/cepheleşme, yerini içindekilerin kendilerini bile şaşırtan yeni bir saflaşma/cepheleşmeye bırakıyor. Sınıfsal ve ideolojik bileşiminin çeşitliliği yüzünden geçici ve konjonktürel görünse de, bu yeni saflaşma rastlantısal bir buluşmadan, sadece taktik bir birliktelikten ibaret değil. AB üyeliği yandaşları cephesi ile AB üyeliği karşıtları cephesinin bileşenleri, bugüne kadar bilinen sol, sağ, ilerici, tutucu, Atatürkçü, Marksist, sosyalist, İslâmcı, laik, milliyetçi, Türkçü, faşist, devletçi, neo-liberal, küreselleşmeci, kapitalist, anti-kapitalist, Batıcı, anti-Batı, vb. ayrışmalarını, başka bir deyişle alışık olduğumuz ideolojik ezberi yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor.

SAFLARINDA EĞRETİ VE ŞAŞKIN DURANLAR

Elimde, AB karşıtlarının bir süre önce Cumhuriyet gazetesinde tam sayfa yayımlanan bildirileri de dahil olmak üzere, konuyla ilgili seçme yazılar; biri MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin, diğer ikisi ordunun en üst kademelerinin olmak üzere üç adet de demeç/görüş var. Yazıların ikisi en hakiki Atatürkçülerin kendileri olduğunu iddia eden bir kanadın yayınlarından; bir diğer yazı, sistem ve yasadışı radikal dinci örgütlenmelerden birinin yarı legal yayınından, biri Aydınlık dergisinden, biri AB’nin terörist örgüt ilân ettiği THKP-C’nin Türkiye’deki uzantılarının dergilerinden, biri devrimci Marksist sol bir dergiden, biri de kendilerine komünist ünvanını yakıştıran, bunun legalite mücadelesini oldukça da başarılı biçimde vermeye çalışan bir grubun yayınından... Kişilerle veya gruplarla polemik yapmak gibi bir niyetim olmadığından, bunu yararlı da bulmadığımdan, yayınların ve yazarların adlarını vermeye gerek görmüyorum. Önemli olan temsil ettikleri grupların görüşleri.

Sözünü ettiğim görüşlerin ve yazıların biçimsel ortak özelliği, doğrunun ve vatanseverliğin tekelini ellerinde bulundurdukları ve bir misyonla donanmış oldukları inancına dayalı ürkütücü, tehditkâr, kavgacı üslûpları. Siyasal-ideolojik meşreplerine göre “vatan haini”, “Atatürk düşmanı”, “işçi sınıfı haini”, “devrim düşmanı”, “emperyalizmin ajanı”, “bölücü”, “dönek”, “cahil”, “gafil” gibi sıfatlar, siyasal veya ideolojik düşmanları nitelemek için eşdeğer anlamda kullanılıyor. Bu yayınlardan, Kemalizme sahip çıkarak söz konusu üslûp ve gözü karalıkta en ileri gideninde “Salla bayrağı düşman üstüne” denilerek, “Misak-ı milli ile çizilen sınırları korumakla görevli” orduya, Türk bayrağını sadece sınırlarda korumanın yetmeyeceği, AB’ye üyeliği savunan bölücülere karşı da korumak gerektiği hatırlatılıyor.

Bu cephede, “Girelim ama taviz vermeyelim, ulusal onuru koruyalım (yani kuyruğu dik tutalım)cılarla, sağlı sollu radikal redciler arasında farklılıklar varsa da, bu fark üslûba fazla yansımıyor. Saldırgan, slogancı, şabloncu, hamasi bir söylem tümüne egemen.

AB karşıtı Marksist-sosyalist grupların, aslında saflarına katıldıkları cephenin diğer güçlerinden haklı olarak rahatsızlık duydukları, MHP ile veya geleneksel devletçi-orducu, cuntacı, Sultan Galiyevci kanatlarla aynı safta bulunmayı kendilerinin de yadırgadıkları, bir süredir AB’ye üyeliğe neden karşı olduklarını açıklayabilmek için pek telaşlı bir gayret sarf etmelerinden anlaşılıyor. Bunların ağırlıklı bölümü, baskıcı ve buyurgan devleti, militarist yapıyı, geleneksel düzeni savunmadıklarını açıklayabilmek için, 1920’lerin klasik metinlerini ve 1970’lerin dergi yazılarını aynen tekrarlayan, totolojik cümlelerden ileri geçemeyen polemik yazılarına hız vermiş görünüyor.

AB yandaşı cephede de, kendisini Marksist olarak tanımlayan, sosyalist soldan gelmiş ve orada duran, “Başka bir dünya mümkün” diyerek kapitalizmin pervasız ve vahşi küreselleşmesine karşı çıkan, sınıfların değişim geçirseler de varlıklarını tüm gücüyle korudukları bir dünyada, tarihe ve gelişmelere sınıfsal açıdan bakmayı sürdüren ve yerini emeğin ve ezilenin yanında alan sol aydınların da TÜSİAD’la aynı saflarda buluşmaktan pek hoşnut oldukları söylenemez. Onlar da kendilerine yönelen, “devrimden vazgeçmiş sermaye sosyalisti” veya “emperyalizmin işbirlikçisi” suçlamalarını göğüslemeye çalışıyorlar.

Özetle, her iki cephede de, AB’ye üyelik özelinde ortaya çıkan yeni saflaşmadaki yerinden memnun olmayanların, daha doğrusu orada nasıl bulunduğuna kendisi de şaşanların ve kendini tanımlamakta güçlük çekenlerin sayısı bir hayli fazla. Bildiğimiz, alıştığımız içerikleriyle solun, sağın; devrimcinin, tutucunun; ilericiliğin, gericiliğin; vatanseverliğin, vatan hainliğinin pusulası şaşmış, hangi solun elinin hangi sağın cebinde olduğu karışmış durumda. Bir süredir dilimizin teklediğini fark ettiğimiz ideolojik ezberler, AB konusunda iyiden iyiye bozuluyor. Solum diyen, sol diye bilinen, hattâ Marksizmden esinlendiklerini iddia edenlerin bir bölümü ordu darbesinden, en azından kılıçların gölgesinden medet umuyor; Kürt sorunu, Ermeni sorunu gibi, resmî bakış ve söylemin “sözde” saydığı tüm sorunlarda, Kıbrıs veya benzeri “millî dava”larda, barış hareketi konusunda, MHP’den ne özde ne söylemde fark etmeyen tutumlar alıyor; enternasyonalizmin gericilik, ulusalcılığın ilericilik olduğunu iddia ediyor. Kimileri ise, işçi sınıfı ideolojisinin ayrılmaz parçası enternasyonalizmi savunurken kapitalizm ve emperyalizmin haklı reddiyesi adına Batı işçi sınıfıyla buluşma ve birleşmenin tüm yollarını tıkayan bir Batı -özellikle de Avrupa- düşmanlığına varıyor.

İDEOLOJİK EZBERİMİZİ BOZAN NE?

Ezberimizi, daha doğrusu tanıdık bildik siyasal-ideolojik mevzilenmemizi bozan nedir peki? Bu sorunun cevabını ararken, AB konusunda karşıt cephelerde yer alan çok değişik güçlerin ortak özelliklerine bakmak yol gösterici olabilir.

AB’ye üyelik yandaşı cephenin farklı toplumsal-sınıfsal güçlerinin ve çıkar gruplarının birleştikleri ana nokta; burjuvazisiyle, işçi sınıfıyla, aydınıyla, farklı etnik-kültürel gruplarıyla, 21. yüzyıl Türkiye toplumuna dar gelen baskıcı, buyurgan, militarist, farklılıklara kapalı yekpare devlet geleneğinin değişmesi; beka’sı için kurbanlara ve hizmetkârlara ihtiyaç duyan kutsal devletin yerini, yurttaşlarının hizmetinde sivil ve düzenleyici çağdaş devletin alması isteği ve umudu.

AB karşıtları cephesinin yönlendirici güçleri ise, -farklı neden ve amaçlarla bu cephede mevzilenen kimi Marksist sosyalist unsurlar bir yana- tam da askerî vesayete ve güce dayalı bu devlet yapısının, böyle bir devlet geleneğinin ve ideolojisinin devamını savunuyor. Bunu ulusalcılık adına, ulusal onur ve bağımsızlıkçılık söylemiyle yapıyor. AB içinde yer alan tüm devletlerin henüz ulus-devletler olmaktan çıkmadıkları gerçeğini bilerek veya bilmeyerek gözardı edip, mevcut devlet yapısını, ulus-devletin mümkün tek biçimi olarak görüyor ve gösteriyor. MHP’lilerle Kemalistleri, Ülkücülerle ulusal bağımsızlıkçı ve kalkınmacı 1960 solunu aynı cephede buluşturan işte bu söylem. Hareket noktaları ve dayanakları tümüyle farklı da olsa, Leninist düşünceye bağlanan Marksist-sosyalist solun kimi kesimlerinin de aynı cephede yer almalarının temelinde, yine, Sovyet deneyiminden ve proletarya diktatörlüğü öğretisinden kaynaklanan devlet ve iktidar anlayışı var. Bu devlet ve iktidar anlayışının günümüzde sosyalizmi yaşatmaya ve geliştirmeye elverişli olmadığı tarihin pratiğiyle sınanmış olduğu halde, hâlâ devrimciliğin ölçütü sayılıyor. Öte yandan, dünyanın küresel köye dönüştüğü bir çağda, 20. yüzyılın ilk yarısının klasik anti-emperyalist ve ulusal bağımsızlıkçı duruşu devrimciliğin ayrılmaz etik değeri olarak kavranıyor.

Ezberimizi bozan yeni saflaşmaların en temelinde, dünya ölçeğinde yaşanmakta olan devrim niteliğindeki büyük değişim karşısında, 20. yüzyılın ilk yarısının çözümlemelerinin ve çözümlerinin aynen kullanılmasının olanaksızlığı var. Türkiye ölçeğinde de, bu devlet yapısı ve ideolojisinin artık 21. yüzyıl Türkiye’sinin ihtiyacına cevap veremez hale gelmesi; sarsılmakta ve değişmekte olması, sadece silâhlara değil yüzlerce yıllık bir tarihsel-toplumsal mirasa da dayanarak sürdürülmekte/süründürülmekte olan bu yapının artık dikiş tutmaz olması yatıyor. Yaşanmakta olan siyasal bunalım da, özünde bu devletin bunalımından başka bir şey değil zaten

1920’lerde Türk ulus-devleti kurulurken ihtiyaca cevap veren ve sosyolojik karşılığı bulunan bu devlet yapısı, 80 yıldır değişime direnerek (askerî ve sivil darbeleri, sıkıyönetim dönemlerini, olağanüstü halleri, vb. hatırlayalım) vardığı noktada artık, isteyelim istemeyelim Batı yörüngesinde gelişmiş; yandaş olalım olmayalım, ekonomisi ve büyük burjuvazisi uluslararası sermaye ile bütünleşmiş 21. yüzyıl Türkiye toplumunun ihtiyacı olan bir yapıya dönüşmek zorunda. Kimse korkmasın, yine bir ulus-devlettir söz konusu olan, tıpkı AB üyesi ülkelerin ulus-devletleri gibi. Ama giderek daha büyük birliklere uyum sağlayabilecek, giderek -çok uzun zaman giderek- uluslarüstü bir düzenleyici mekanizma haline gelecek bir devlet...

21. yüzyıl başlarının dünyasında ve Türkiye’sinde, kendilerini 1920’lerin devletine veya 1920’lerin sosyalist deneyine gönderme yaparak tanımlayanların nostaljilerinin aynı cephede buluşmasını yadırgamamak gerek. Tıpkı, kapitalizmin küreselleşme evresinde bu trene binmek için çırpınan Türkiye büyük sermayesi ile, küreselleşme çağında başka bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğini araştıran, ölmekte olanı görüp doğmakta olanı anlamaya ve sosyalist ütopyalarını geleceğin dünyasına taşımaya çalışanların şu dönemde aynı cephede buluşmalarını yadırgamamak gerektiği gibi.

Kısaca, ezberimizi bozan, değişimin ta kendisi. Dünyanın, insanların önüne açtığı sonsuz olanaklarla muhteşem; insanlık o olanakları tüm insanların refahı, özgürlüğü, kardeşliği için kullanabilecek etik düzeye ulaşamadığı için ürkütücü bir geleceğe doğru yürüdüğünü seziyorsak, bu değişimin derinliğini kavrıyorsak, tek kutuplu dünyada küreselleşmenin getirdiklerini ve götürdüklerini, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını, ama ütopyamızın yöneldiği başka bir dünyanın mümkün olabileceğini görüyor ve mümkünü gerçek kılabilecek güç ve inancı içimizde hâlâ barındırıyorsak, ezberlerin bozulmasından da korkmamamız gerekiyor.

Marksizmin aşılamamış bir yanı kapitalizm çözümlemesi ise, özü, temeli değişim teorisidir. O bize, toplumsal değişimin kaçınılmazlığını, değişimi yönlendiren güçleri, insan iradesiyle birleşen teknolojik gelişmenin devrimci gücünü, ve küçücük dünyalarımızı, daracık zamanlarımızı aşarak evrensel boyutlarda ve çağlarla düşünmeyi öğretir. 2002 yılı dünyasında, Türkiye’nin AB’ye üyeliği tartışılırken, ister AB karşıtı ister AB yandaşı cephede yer alsın, Marksist solun, içi boş bir devrimcilik edebiyatı veya “AB aştır, iştir” sloganında ifadesini bulan ekonomist ve teslimiyetçi hayallerle oyalanmak yerine, 21. yüzyıl Marksizminin sorunlarını tartışması gerekiyor. AB’nin ne olup ne olmadığı, Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekte ne anlama geldiği o zaman daha iyi ortaya çıkacak. Örneğin sermayenin Avrupa’sına karşı çıkarken emeğin Avrupa’sı, sermayenin küreselleşmesine karşı çıkarken, tüm dünya insanlarının refah ve özgürlüklerinin küreselleşmesi nasıl sağlanır? Soyut ve içi dolmamış bir vizyon olan emeğin Avrupa’sını gerçekçi değil diye reddetmek yerine, onu gerçek kılmak için ulusal ve yerel planda neler yapılabilir? Günümüz koşullarında enternasyonalizmin taşıyıcı sınıfları/güçleri hangileri olabilir? Küreselleşme süreci Doğu ve Batı, Kuzey ve Güney, ezilen halklar ve emperyalist ülkelerin/birliklerin emekçi halkları arasındaki bağları ve birleşme umutlarını arttırıyor mu, azaltıyor mu, arttırması için hangi koşullar gerekli? Kendi içine kapanmış kalmış ve dünyanın bugünkü somut koşulları gereği yine de küresel güçler tarafından güdülmekte ve sömürülmekte olan bir Türkiye yerine, ne menem bir emperyalist birlik olduğunu hepimizin bildiği Avrupa’yla, onun kurumları ve toplumsal güçleriyle bütünleşmiş bir Türkiye mi tercih edilmeli? Hayır diyenlerin, lafazanlık, şabloncu aktarmacılık ve hamasi söylemler dışında somut bir planları, gerçek bir vizyonları var mı? Bütün bunları devrimciliğimize halel gelir kaygısına kapılmadan tartışmalıyız. O zaman safların gerçekten belirginleştiğini ve bulunduğumuz yerlerde huzur ve uyumla tutunduğumuzu göreceğiz.

Kapitalizmin küresel saldırısı veri olduğuna göre, “Başka bir dünya mümkün” diyenler bu küresel saldırıya karşı küresel direnişin ve küresel yeniden inşa’nın olanaklarını, taşıyıcı güçlerini, biçimlerini, yollarını, araçlarını, vizyonunu, giderek ideolojisini oluşturmak zorunda değiller mi?