Hizayı Bozan Muhalefet

Sokağa çıkıyorsunuz. Elinizde sarı-kırmızı pankartlar: İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız; faşizme karşı omuz omuza; vur vur inlesin, Ankara dinlesin diyorsunuz. Nedense dünyanın geri kalanının aksine, solcusunuz diye illâ ki sol elinizi dirseğinden kırıp, sıkılı yumruğunuzu omuz hizasında kaldırıyor, düzgün adımlarla ilerliyorsunuz. Oldukça düzenli bir kortej oluşturmuş, kortej hizasını bozmamaya büyük hassasiyet gösteriyorsunuz. Kollarında “görevli” yazılı yoldaşlarınız beşerli sıraların bozulmaması için sizi zaten düzenli olarak uyarıyor, “hizayı bozmayalım, hizayı bozmayalım” diye. Siz bu hiza işine hiç bozulmuyorsunuz, iktidara bak hizaya gel diye yola çıkmışsınız bir kere, kendi haliniz pek o kadar da önemli değil artık: Kazanacaksınız! İktidarı alaşağı edip emek eksenli bir düzen kuracak, indirdiklerinizin yerine yoldaşlarınızı oturtacaksınız. Üslûp aynı üslûp, hizayı bozmayalım: Yurttaşı kaale almayan oldukça hizalı, otoriter bir iktidara karşı, topyekûn iktidara talip hizalı muhalefet.

Hizayı bozmayan muhalefete alışan Türkiye, yeni bir muhalif üslûpla tanıştı. Anti-Eurogold hareket, bir dakika karanlıkçı muhalefet, memur eylemlerinin kuklalı, davullu zurnalı karnavalımsı eylemleriyle ’90’lı yıllarda tanış olduk. Katılmayanlar bile, fiilî yer alamayışı telafi eden bir tebessümle izliyorlar en azından; kaşlar çatılıp, “bak bak bak, yine karıştıracaklar ortalığı” demeye yarar malzeme yok çünkü. Malzeme yokluğu, Türk devletine sıkıntı veriyor; kaos ve terör ortamına, “kardeşin kardeşi öldürdüğü Türkiye” manzaralarına atıf yapıp, eylemlerin toplumsal meşruiyeti erozyona uğratılamıyor. Bu, birtakım sıkıntılara sebep oluyor, normal olarak.

Otobüs sürücüleri saçlarının yarısını kazıtıp şehir içi azami hızı, 30 km/s’i ihlal etmeyerek sosyal ve ekonomik taleplerinin sonuçsuz kalmasını protesto ediyor, taksi sürücüleri öldürülen meslektaşlarının ardından kornalarını devreye sokup konvoylarla kent trafiğini aksatarak seslerini duyurmaya çalışıyor, Susurluk vesilesiyle bir dakika ışık kapatılıyor, anneler tencere kapaklarını kaşıklarla dövüyor... Cumartesi Anneleri Beyoğlu’nda oturuyor. Anti-YÖK harekette yer alan öğrencisi, düşünmeyi becerdiğinden ceberrut devleti karşısında bulan “Türkiye’nin kelaynakları”, dostları, familyagildaşları ve daha nice mağrur mağdurlar, cumartesi günleri Galatasaray Lisesi önüne “takılıyor”, kırmızı karanfillerle muhalefet yapıyor, Cumartesi Anneleri’yle dayanışıyordu. Yaygınlaşmasa da oldukça önemli bir “çıkış” niteliğine sahip Tayfun Gönül ve Osman Murat Ülke’nin vicdani ret haklarını kullanarak askere gitmeyi kabul etmemesi; Akkuyu ve Gökova santrallarına çevreci karşı duruşlar; Barış İçin Bir Milyon İmza Kampanyası; Arkadaşıma Dokunma girişimi; Zonguldak madencilerinin Ankara’ya eremeyen, ama amacına erişen uzun yürüyüşü ve niceleri de dahil tüm bu örneklerin, Türkiye siyasal hayatında hiç de alışılageldik olmayan bir şeyi başararak dayanışabilmesi,1 ne anlatıyor, yeni açılımlara işaret mi ediyor? 12 Eylül balyozunu yiyen bu insanlar,2 nasıl oluyor da pikniğe gider gibi eyleme çıkabilecek cesareti bulabiliyor? Bu ne cüret?

Bir tespit: Sıkıntıların dile getirildiği eylemliliklerin hareket noktası, gündelik hayatla doğrudan ilişkili vaziyetler. Hakkında eylem yapılan mevzular, insanların gündelik, sıradan yaşantılarında karşı karşıya kaldıkları somut durumlara ilişkin. Hal böyle olunca cüret göstermek, hiç de zor olmuyor.

ÖZGÜRLEŞMEYİ ERTELE...

Bir kere hava iyi koklanmış, olup bitenden dersler çıkarılıp, tarihin boşuna yaşanmış bir deneyim olmadığı teslim edilmiş. En önemlisi her şeyi devrim ertesine erteleme, bugünün çilekeşi, devrimcisi olarak yaşayıp, o “kutsal gün”den sonra cennetin/devrimin tüm nimetlerinden yararlanmayı uman mürit/mümin/militan olmanın, pek de sağlıklı bir sol tercih olmadığı teşhisi yapılmış.

Birbirine eklemlenmeye müsait, temel gailesi özgürleşme, demokratikleşme ve insanileşme olan, hayatın kıyısında köşesinde kalmış, görmezden gelinmiş o kadar çok “mikro mesele” var ki... Ama hizayı bozmayan muhalefet, “Bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşama” mısrasını dillendirip dururken, icraat ve üslûbuyla bu eklemlenme, dayanışma, bugünden özgürleşme olanaklarına hiç itibar etmedi. Bunlara itibar etmedikçe otoriterleşti, otoriterleştikçe de unufak oldu, bağrından yüzlerce fraksiyon çıkardı; hem devrimden hem de özgürleşmeden uzaklaştı bu inancı sayesinde. Unufak olup parçalanma, muhalif hareket için tek başına olumsuz bir değer değil elbet. Ama parçalanma, yine bu bütüncü muhalif anlayışa göre “fena bir durum” olduğundan ve parçalanma da “en sol, en sağlam özgürlükçülük bizim yöntemlerimiz ekseninde olasıdır” inancından kaynaklandığından, ortaya sakat bir durum çıktı, haliyle. Her fraksiyon, mesaisini diğerlerini kendine benzetmeye harcamaktan, sistem ve gidişatla neredeyse âlâkadar olamadı.

Türkiye’nin kendi içinde parçalanmış, fraksiyonlara bölünüp kendi kendiyle didişmekten sistemle âlâkadar olamayacak hale gelen sistem-karşıtı hareketleri, ilk bakışta “zaten Türkiye’de tekil hareketten çoğulluğa geçilmişti” yanılgısına düşülmesine neden olabilir; her parçanın tekil bir strateji benimsemiş olması, tüm grupların çıkarlarını ilerleten ögeler olmadıkları tespit edilmezse eğer.

Bir kıyas: Avrupa’da önce devlet iktidarının fethini, sonra da toplumsal dönüşümü amaçlayan tekil hareket, uzun bir mücadeleyi göze almış, sağlam örgütlenmelere gitmişti. 1968’e değin bu böyle devam etti. Bu tarihe değin tekil hareketlerin devlet iktidarını fethine ilişkin hedefler saptama yeteneğine sahip sağlam örgütlenmeleri iyice oturmuş olmasına karşın, yine de bir yenilgiyle karşılaşıldı.3 Sistem-karşıtı tekil hareketlerin 1945 sonrasında iktidara gelmesine karşın, başlangıçta güçlü bir halk desteğiyle birtakım önemli reformların gerçekleştirilmesine olanak verdiyse de Wallerstein, zamanla hemen hemen bütün dünyada, toplumsal eşitlik, siyasal özgürlük ve uluslararası dayanışma alanlarında derin bir düş kırıklığına yol açtıklarını belirtir. Wallerstein’a göre düş kırıklığı, 1968 başkaldırılarına, yeni hareketlere, hareketlerde çoğullaşmaya yol açtı. Yeni hareketler, tekil sistem-karşıtı hareketlerin devlet iktidarını ele geçirmeyi hedefleyen orta vadeli stratejisinden kopuşu ifade eder. 1945 sonrası iktidara gelen sosyal demokrat hegemonyaya karşı, o güne değin örgütsel birime sahip olmayan bir dizi hareketin yönelimini Wallerstein şöyle tarifliyor: “Daha geniş, belki bir parça şekilsiz bir bütünün, her bir grubun öz çıkarlarını savunurken tüm grupların çıkarlarını ilerlettiği bir ‘yeni toplumsal hareket’in ögeleri olduklarını kabul etmişe benziyorlar, artık bugünü yarına feda etmek istemiyorlardı. Devlet iktidarının fethinin tek başına her şeyin anahtarı olamayacağı anlaşılmış, devletinkinden başka iktidar yerleri ve mekânlarının var olduğu kabul edilmişti.”

DURUM DEVLETE ACI VERİYOR

Hizayı bozmayan muhalif üslûbu çok iyi tanıyan Türk polisi ve dolayısıyla devleti, bu üslûbu iyi hazmetmiş, ne yapacağını çok iyi biliyor. Ancak, muhalefet hizayı bozduğu, üslûbunu değiştirdiği an, tam bir bilmeme hali vuku buluyor: Şen şakrak yürüyen bu rengârenk, eğlenceli kalabalığı copla dağıtmanın tadı olur mu? Hani nerede benim polisimin “komünist bunlar, devletin düşmanı” teşhisini hemencecik yapıvermesini sağlayan orak-çekiçli, sarı kırmızı pankartlar;4 nerede ha, nerede bu Pavlof’un zilleri? Şu pikniğe gider kılıklı güruha, dört ayaklı cinsinden eğitimli köpekleri saldırtmaktan haz almak ne mümkün? Muhalif üslûbun çivisi çıkmıştı bir kere. Artık devletin işi de kolay değil... Bilmemek eminiz devlete bile acı veriyordur. Sağolsun İbrahim Çiftçi, MHP kongresinin ikinci yarısı öncesinde polisle ülkücü arkadaşları arasında itiş kakış olunca polisi uyarıp, “Bakın, biz solculara benzemeyiz; devlete karşı gelmeyiz, pasif direniş yapmayız, gerekirse dişe diş, göze göz girişiriz” diyerek yarayı kaşıdı. ’90’ların solcusunu da tanımladı böylelikle: Pasif (!) direnişçiler.

Başlarda, hattâ ara ara şenlikli muhalif eylemliliklere karşı devlet dişini gösterdi. Coplar, köpekler, panzerler, tazyikli sular, robokop polisler hep birlikte devletin itibarını, yüksek menfaatlerini korumak için taarruza geçti. Bir dakika karanlık eylemine şöyle bir baktı diye kafasına cop vurulup kalp krizi geçirerek ölen yurttaş, hafızalarda derin bir iz bırakıyor. Böyle durumlarda devletin itibarı, polisin şerefi lekeleniyor. Yurttaş eylemlerinde ortalık karışıyor; ama akşama medya mensupları ellerini ovuşturarak programlar sunuyor. Bir yandan ruhsal dengemizi tehdit eden bu “muhtariyet ekolü”, öte yandan da devletin itibarını zedeliyor, polisin şerefine leke sürüyor; hiç hoş olmuyor.5

Devletin, polisin bu bilmeme hali bir anda “bunlar hep aynı, eskiden de böyleydiler” sendromuna dönüşebiliyor, ortalık karışıyor, dayak yeniyor, ortam müsaitse kurşun sıkılıyor, şan şeref olayı, devlet için yani... Muhalefetin şenlikli üslûbunun içerdiği potansiyel, bu sendromu uyandıran etmenlerden biri. Üslûbuyla yaygın bir toplumsal meşrûiyet temeli bulan eylemler, ne kadar sevimli olursa olsun, yine de muhalif. Bu muhaliflik durumu da, bilindiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından pek sıcak karşılanmamakta.

Topluma üstten bakan, biçimlendirici modernist/pozitivist bir anlayış ekseninde yürütülen devlet işlerine tebanın burnunu sokması, hazmedilecek gibi değil! Başına giyeceği şapkaya, dans edeceği müziğe, eğleneceği mekâna, arkadaşıyla karşılaştığında selamlaşırken hangi kelimeyi kullanacağına devlet tarafından karar verilenleri teba olarak görmekten vazgeçmek çok zor. Hep biçimlendirilen toplumun aniden, sadece birtakım hakların devlet tarafından bahşedilmesiyle yetinmeyip, talepte bulunan yurttaşlardan oluştuğunu kabullenmek çok zor: Devletlü devletin, devlet-i âlinin sade devletliği hazmetmesi ne mümkün; hem de durduk yerde, birkaç “mumsöndücü”, birkaç “kendini bilmez”, birkaç da “baldırı çıplak gulu gulucu” hatırına...6 Toplumun talepte bulunan yurttaşlardan oluştuğunu aniden kabullenmek “devlet için bile” çok zor; devlet zamanla, yavaş yavaş, sindire sindire toplumun tebalardan değil, yurttaşlardan teşekkül bir gerçeklik olduğuna alışır.

ŞENLİKLİ MUHALEFET, NASIL BİR MUHALEFET?

Avrupa solunun yeni sağ dalga ile karşı karşıya kaldığı ’80’li yıllarda yaşadığı ve aşmak üzere kafa yorduğu bir mesele, Türkiye’de de Özallı yıllara denk düştü. Liberal bireyciliğin tavana vurduğu bir dönemde, sosyalist sol ne yapmalıydı? Yaşamın tüm yönleri için daha çok sorumluluk alan bir halk savunulmaya, “halk, sonucunu belirleyerek belli bir duruma şekil vermek üzere nasıl daha çok sorumluluk alabilir” sorusu temel argüman olarak idrak edilmeye başlandı.

Sosyalist bireycilik anlayışının, yeni sağın tüketimci birey anlayışından çok farklı bir çerçevede, yurttaş birey kültürüne dayanan alternatif bir birey anlayışı olduğu, sosyalist sol tarafından ortaya konuldu. Hayatın her alanında sıradan insanın karşı karşıya kaldığı sorunların çözümü, öncelikle bireysel sorumluluk alanının genişletilmesini, bir sonraki adımda da kollektif eylemi gerektirir. Bu noktada, sıkıntıların gündelik yaşantılarla doğrudan ilişkili olmasının önemi ortaya çıkıyor; bireysel gibi duran meselelerin siyasal alana taşınması ve kollektif eylemliliklerle sonuçlanması, sosyalist solun ertelemecilik açmazının aşılmasına katkı sağlamaya başlıyor. Topyekûnculuğunun bedelini ciddi bir tökezleme ile ödeyen sosyalist sol, yeni sağın vurduğu tokattan sonra, ütopyadan değil heterotopyadan, gelecek güzel günlerden değil, bugünü güzel yapmaya çalışmanın öncelikli olduğunu kabulün, hiç yoktan sosyalist solun totaliterleşmesi trendini kıracak bir tavır olduğunu kavradı.

Türkiye’nin ’90’lı yıllarda tanış olduğu şen şakrak, şenlikli muhalefet nasıl bir muhalefet anlayışına dayanıyor? “Kenarda köşede” kalmış meselelere el atan, bu çerçevede, sınıfsal mücadeleyi gözardı ettiği söylenen muhalif üslûbun yaygınlık ve meşrûiyet kazanmasının temelini hangi etmenler oluşturuyor? Böylesi bir üslûp ve mücadele yöntemi, bugünün Türkiye’sinde başarılı olabilir mi? Bir de, başarılı muhalefet ne demek?

Muhalif hareket ya dönüştürücüdür, ya da sisteme tâbi kılınmıştır. Dönüştürücü muhalefet anlayışı, sıkıntıların aşılması yönünde harekete geçer, talepkârdır ve karşı gelir. Var olan düzenin, işleyişin değişmesini talep eder. Bu talepte bulunurken iki seçeneği vardır. Bunlardan ilki, her şeyin alaşağı edilmesi, toplumun yeniden kurulması, düzenin değişmesidir; devrimci anlayıştır. Kaba hatlarıyla, sınıfsız bir toplum özlemi, ezenler ve ezilenler ekseninde tahlil edilen sistem, ezenlerin ve ezilenlerin sadece birer yekvücut kategori olarak ele alınması, bu anlayışın temel taşlarını oluşturur.

Bu taşlarla girişilen mücadele sonuçta, şimdinin ezenlerinin ortadan kaldırılmasını önerir: Bugünün ezenleri, yarının ezilenleri konumuna getirilebilirler. Bu yer değiştirme, emek eksenli bir hareketin nihayetinde olacağından ve emek en yüce değer olduğundan, kendi içinde bir anlaşılırlık ve tutarlılık barındırmaktadır. Ancak sonuçta, değişecek olanın düzen değil, düzenin aktörleri olmasından kaçınılmalıdır.

Devrimci anlayışın topyeküncü olmayan türevinin mücadele ve muhalefetinde ise, bazı farklı noktalar var. Bunlar eşitlikçi bir toplum özlemini, ezen ve ezilenlerin sadece yekvücut birer kategori olarak değil, hayatın içinde ve her anında var olan sayısız kategoriler olarak kabul eder. Sadece emek/sermaye eksenli değil, toplumsal cinsiyetten tutun da gidebileceğiniz her yere kadar varan boyutlarda somut olarak yaşantılanan iktidarın, hayatın her alanında görünür kılınması ve dönüştürülmesini hedefler. Bu yüzden, indirgemeci ekonomist analizi, tek başına yeterli bulmaz. Toplumsalın temelini tartışma konuları arasında öncelikli bir yere oturtur. Bu, özellikle sosyalist solun toplumsalı ekonomik temelde kategorileştirme geleneğini sarsmakla birlikte, sosyalist sola bir saldırı değil, aksine sosyalist solu 20. yüzyıl sonu toplumlarındaki kimliklerin siyasallaşması olgusunu dikkate alma yönünde dürten bir kavramsal çerçeveye davet etmektir. Davete icabet etmek, illa ki liberal bireyciliğe hapsolmak demek değildir elbette. Toplumsalın temeli ne denli çok tartışma konusu yapılırsa, tortulaşmış, vazgeçilmez ve ezeli görülmeye başlanan toplumsal pratiklerin yeniden üretimi de o denli azalır, zorlaşır; böylelikle yeni siyasal müdahale ve özdeşleşme hareketleri o denli çok “gerekli” olur. Yeni siyasal müdahale ve özdeşleşme hareketleri, nihayetinde demokratik devrimin derinleşmesi meselesinin anahtarını teşkil eder. Ancak bu anahtar ikinci bir kapıyı açmada, toplumsalın içe patlayarak otoriter çözümler üretilmesine meşrû dayanaklar barındıran bir zemine doğru kayılmasında da iş görebilir. Cümlede otorite kelimesi yer alıyorsa, Türkiye’ye dair bir şeyler söyleme gayreti gösterenler için, bir durup düşünmek, hattâ bir durup iki düşünmek zorunluluktur: Malzeme müsait. “Her kafadan bir ses çıkıyor, gidişat iyi değil” deyip durumdan vazife çıkarmaya teşne üniformalı ve üniformasız zihniyet teyakkuzda, malûmunuz.

Yurttaşın gündelik yaşamıyla doğrudan ilintili meseleler karşısında kendiliğinden inisyatif geliştirmesi, meşrû; meşrû olduğu kadar da olası sonuçları bakımından ise kaygan zeminde ilerleyen bir tavır. Özellikle hâkim medyasının durumu hatırdan çıkarılmaması gereken TC, yurttaş inisyatifini yine resmî siyasal partileri dolayımıyla, rahatlıkla kendine eklemleme imkânına sahip. Devleti siyasilerden, bürokratlardan, kısacası insanlardan, kişilerden, aktörlerden bağımsız bir kendiliğindenlik olarak kabul eden yaygın anlayış, bir anda işi “devlet iyi, devlet güzel; birkaç kendini bilmezin yaptığı terbiyesizlik/ahlâksızlık/utanmazlık yüzünden devlete laf söylenmez” noktasına çekebiliyor. Oysa ki, devlet denen mekanizma, tam da Susurluk ertesinde iyice görünür hale geldiği gibi bir şey: Zaman zaman çeteler koalisyonu, zaman zaman da kendiliğinden bir hukuksuzluk organizasyonu, organize suç işbirlikçileri bütünlüğü. Yurttaşı yok sayan, ne yaptıysa, ne yapmaktaysa devlet için yapan ve yapagelenler bütünlüğü. Birkaç emniyet müdürü, bir özel harekat daire başkan vekili, kurşun sıkma çalışmalarında TC’yi temsilen rol alan devletini çok seven “birkaç devlet çocuğu” ile devleti birbirinden ayırmaya kalkışmak, en başta en hafif tabiriyle devletin, kendini çok seven çocuklarına ihaneti, sonra da devleti hiç de olmadığı bir kılıfla yurttaşa satmaya kalkışmaktır. İşte bu noktada, şenlikli muhalefetin baştan çıkarılması tehlikesi ortaya çıkar: Yurttaş, devletin çocuklarına ihanetini, bir ihanet olarak değil, devletin kendi dışında girişilen hukuksuz eylemlilikleri cezalandırma yönünde bir tavrı oldu diye anlar ve devletin kılıflı halini satın alırsa, inisyatifi, muhalifliği sisteme, daha da acısı devlete eklemlenmiş demektir.

Muhalif üslûbun özellikle 12 Eylül’den ders alınarak köklü bir değişime uğramasının, sosyalist solun yeni açılımlar kazanması yönündeki bir gidişata denk düşmesi madalyonun olumlu; üslûbun sisteme/devlete eklemlenme riskini barındırması ise madalyonun insanı dehşete sürükleyen yüzünü oluşturuyor. (Bir parantez: Bir mesele ne zaman iki yüzlü madalyon örneğiyle anlatılmaya kalkışılsa ciddi bir açmazla yüz yüze kalınıyor. Tamam, meselenin gidişatı her zaman/mutlaka önceden belli olumlu ve olumsuz kutuplara mahkûm değil; hattâ nihayetinde söz konusu adreslerden birine ulaşmış olsa bile, varılan adresi içine sindiremeyen, varılamayana da bayılmayan, bunlar dışında çözümler arayan mutsuz bir azınlık her zaman olacaktır. Madalyon örneği maalesef, bu mutsuz azınlığı ihmal edilebilir buluyor; tıpkı madalyonun iki yüzünden başka bir ihtimal olmadığına inanan çoğunluğun ihmal ettiği gibi.) İkinci durum, Türkiye için uzun süre hâkimiyetini sürdürebilecek bir “yenildik” halet-i ruhiyesini “Edirne”den Ardahan’a, Ardahan’dan Edirne’ye kadar” çökertecek potansiyeli içeriyor.

Gönlümüz ilk durumdan yana, insanlık hali işte, ne yap’can! Devlet kusurumuza bakmasın.

[1] Aslında “dayanışma” yerine kullanılabilecek bir başka kelime var mı diye durup düşünmek gerek. Ama dayanışmanın minimal düzeydeki versiyonu, gönüller aracılığıyla gerçekleşeni de var; “dayanışma” bu anlamda iyimserlik içeren “yerinde” bir tercih, diye düşünüyorum: En başta birbirine miras kalarak gelenek yaratma yönünde bir temayüle denk düşmeleri anlamında.

[2] “12 Eylül balyozu” tabiri, aklı ’80’li yılların sonunda baliğ olmuş benim gibilerce kullanıldığında, “geç çocuğum, geç artık bu klişeleri, sana ne ola ki!” deniyor, genellikle. Tamam, askerin yumruğunu yemedim, sıkıyönetim günlerinde gözaltına alınmadım, işkence tezgâhlarından geçmedim, haklısınız. Üzgünüm, afedersiniz mi demeliyim? Burada bir nebze öz savunmaya kalkışıp, savunma merciine yakışır bir üslûpla şunu diyebilirim: Kuşağım 12 Eylül’ün balyozunu bizatihi yememiş olabilir, ancak sürekli “bak, balyoz yiyebilirsin, ayağını denk al” mantığıyla yetiştirilmek, ya da toplumun düzeninde, değerlerinde ciddi bir kırılma noktası olan tarihî bir olayın sırf “geçmişte kaldı” diye önemsenmemesi gerektiğini düşünmek, tam da 12 Eylül’ün galibiyetini ilân etmek demek olmuyor mu?

[3] Immanuel Wallerstein’in “Sistem-karşıtı hareketlerin tarihi ve iklimleri” başlıklı çalışması konuyu “eskide kaldı, geç bunları” çerçevesi dışında ele alıyor: Amin. S. (ed.) vd. (1993) Büyük Kargaşa, Alan, İstanbul.

[4] Meydanlarda sarı-kırmızı pankartların yerini yavaş yavaş rengârenk afiş ve pankartlar alıyor. Bu sembolik düzeyde, tekilden çoğula geçişin veya böylesi bir temayülün bir tezahürü anlamını taşıyor, kanaatindeyim. Bir yandan da, Türk bayraklı, Atatürk posterli eylemlerin de yaygınlaşmaya başlaması dikkatlerden kaçmamalı. İkinci, bayraklı cinsten olan durum, sisteme içkinliğini net bir şekilde ortaya koymanın görüngüsü olarak değerlendirilebilir.

[5] Bu arada, hâkim medyanın 8 yıl kesintisiz eğitim karşıtı Cuma namazı ertesi gösteriler karşısındaki duruşuna atıf yapmalı. Devlet dişini niye göstermiyor, niye dövmüyor, niye ısırmıyor, niye... diye sorup durdu hâkim medya. Devlet terörüne davetiye çıkardı. Hâkim medya safını seçmiş bir kere: Resmi Gazete’nin renkli ve büyük boy versiyonu, Meclis TV’nin reklamlı kardeşi olmak. Basın hürdür ve sansür edilemez, medya dördüncü güçtür; yurttaşın (Kemalizmin ucu kırılmayan oklarının gölgesinde bulunan yurttaşların elbette) devlet katındaki gözü-kulağıdır. Tabiî, tabiî!

[6] Bir Dakika Karanlık Eylemi boyunca iktidar partilerinin girişimi “çocukça” bulması, ti’ye alması, yer yer elektrik kesintilerine neden olması, iktidarda olmayan iktidar partilerinin de eyleme karşıt cephede yer alışı önemli bir nokta. Bülent Somay Akıntıya Karşı dergisinin 1985’te yayımlanan 1. sayısında yer alan “Muhalif Söylemin Şenlikleşmesi” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Otorite şenliğe düşmandır, zaman zaman kendi çizdiği sınırlar içinde göz yumabilir yalnızca. Ama şenlik kalkıp bir de radikalleşirse, kendine çizilen oyun sahasının dışına, egemen söylemin ve kurumların alanına girmeye kalkarsa o zaman başı ezilmelidir. Ciddi, asık yüzlü muhalefet otoriterdir. Muhalefeti otoriteyi kimin uygulayacağı konusundadır yalnızca. Yönetenlerin ve yönetilenlerin olmaması durumuna değil, yönetenlerin kimliğine itirazı vardır, yöneten kendisi ve yönetim mekanizması da kendisinin istediği biçimde olduğunda muhalefet artık sona ermelidir. İşte bu yüzden ‘şenlikli’ bir muhalefete egemen kurum ve söylemler kadar düşmandır.” Şimdi bu uzun alıntıyı yaptıktan sonra kalkıp, aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi’ne iktidardayken böyle, iktidardan gönderilince şöyle tavır alan partilerin halleriyle ilgili daha bir şey söylemeye gerek kalmıyor.