22 Temmuz Aynasında AKP ve Sol

Büyük sermaye çevreleriyle uyumlu, neo-liberal iktisat politikaların sadık uygulayıcısı ve sosyal politikası büyük oranda “hayırseverlik” ile sınırlı bir parti olan AKP asıl oyunu emekçilerden/yoksullardan/tutunamayanlardan alırken, kendini “devletin bekasına” hasretmiş CHP ile emekçilerle ilişkisi kelamın ötesine geçmeyen sosyalist/radikal sol toplam oy açısından tarihinin en düşük seviyelerini bir kez daha teyit etti. 22 Temmuz 2007 seçimleri solun sosyal desteklerini büyük oranda kaybettiğini tekrar gösterdi; sol istisnai durumlar dışında tutunmuşlardan ve seçkinlerden oy alırken, yoksulların ve emekçilerin oyu esas olarak AKP’ye gitti.

22 Temmuz seçimleri bir kez daha gösterdi ki; ülkemizde emekçiler, yoksullar türdeş bir siyasal tutuma sahip olmasalar da büyük bir bölümü sağ ve muhafazakâr partilere oy vermektedir. Üstelik bu yeni de değildir. DP ve AP’nin önemli oranda işçilerin, yoksulların desteğini alması gibi AKP de işçilerin ve yoksulların desteğini alıyor. Üstelik kelimenin bilinen anlamıyla bir sosyal politikası olmamasına; devletin sosyal yükümlülüklerini bir kenara bırakıp sosyal soruna büyük ölçüde neo-liberal “hayırseverlik” tarzıyla ve “hayır kurumları” temelinde yaklaşmasına rağmen.

İthal ikameciliğin, kapalı ekonominin ve iç pazarı geliştirme yaklaşımın sonucu ortaya çıkan genişlemeci iktisadî politikalar DP-AP’ye verilen emekçi desteğini nispeten açıklanabilir hale getiriyordu. Kamu kaynaklarının yaygın bir biçimde kullanılmasıyla köylünün ve kamu işçilerinin desteklenmesi DP ve AP’ye oy olarak geriye dönüyordu. Bu durum 24 Ocak 1980 kararlarıyla değişmeye başladı ve ANAP iktidarı döneminde de durma noktasına geldi. 1983 seçimlerinde asker vesayetine tepkinin de etkisiyle yüzde 45 oy alan ANAP uyguladığı iktisadî politikalar sonucunda ciddi bir oy kaybına uğrayarak 1991 seçimlerinde yüzde 24’e geriledi. Pür neo-liberal politikalar toplumdan tepki gördü. Bu politikaları durdurma vaadinde olan partilerden DYP oyunu yüzde 27’ye yükseltti ve sosyal demokratlarla ortak koalisyon kurdu; Toplumun piyasaya karşı kendini koruma refleksi ortaya çıkmıştı. DP-AP çizgisinin popülist iktisat politikaları günümüzde geçerli olmasa da AKP bir yandan “hayırseverlik” ve “yardım” mekanizmalarıyla öte yandan kullanabildiği sınırlı kamu kaynakları aracılığıyla da yoksulların ve en alttakilerin ferahlamasını sağlamaktadır.

Öte yandan ülkemize özgü yapısal ve tarihsel etkenler de solun seçmen tabanını daraltıyor. Ülkemizde klasik Batı modeline paralel; emekçi yığınlara dayalı ve sosyal mücadelelerinin ürünü güçlü bir sol/sosyalist/sosyal demokrat parti olmadı. Siyasetin şekillenmesinde sosyal çelişki ve mücadeleler başat rol oynamadı. Devletçi-seçkinci geleneğin sosyalleşme çabası ile “sosyal demokrasi” yaratılmaya çalışıldı. Sağ-sol dikotomisi ülkemizde emek-sermaye farklılığına karşılık gelmedi. Kültürel ve dinsel etkenler, toplum-devlet ilişkisinin kendine özgü yanları siyasetin ve sağ-sol tanımlarının şekillenmesinde etkin bir rol oynadı.

Bunların yanında 1980-90’lı yıllarda neo-liberal itikadın yarattığı hegemonya sosyal demokratları da etkisi altına altı ve siyasetin merkezi sağa kaydı; iktisadî açıdan liberal, kültürel, ideolojik açıdan ise muhafazakâr bir merkez oluştu. Bu ideolojik hegemonya toplumun siyasal davranışlarını değiştirdi. Toplumun örgütlü yapıları çökertildi ve neredeyse toplumun hücre yapısı değiştirildi. Bu süreç sonucunda siyasal partiler birbirine benzeşti. Bir çekim merkezi olamayan ve çalışanların ve yoksulların siyasal temsili iddiasından vazgeçen CHP geleneksel tabanını adeta sağa itti. Sosyal demokrasinin ve solun potansiyel seçmen kitlesi neo-liberal partileri desteklemeye başladı. Hatta neo-liberal tahribatın yaratığı tepki, soldaki şekilsizlik ve soldan beklentisizlik kitleleri radikal sağ akımlara yöneltti.

22 Temmuz seçimleri solun dibe vurmasının tescili olsa da, solun dirilişine yönelik kimi ipuçları da içeriyor. CHP’nin irice bir CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi) haline gelmesi soldaki boşluğu büyütmektedir. AKP’nin izlediği neo-liberal politikaların acısı şimdilik “hayırseverlik” yoluyla azaltılsa da piyasa ile toplum arasında, emek ile sermaye arasındaki gerilim giderek yoğunlaşacak. AKP’nin demokrasiye ilişkin birikmiş sorunları çözme kapasitesine bağlı olarak solun kendi meselelerine daha fazla yönelme imkanı olacaktır. AKP’nin galibiyeti ona devlet ve büyük sermaye ile yeni bir düzeyde uzlaşma olanağı sağlamış, manevra alanını genişletmiştir. Bu durum siyasal demokrasiye ilişkin temel sorunların (laiklik ve Kürt sorunu) çözümü için imkan yaratabilir. Eğer bu olursa solun, sosyalistlerin asıl gündemlerine dönme imkanları arttırabilir.

AKP’nin galibiyeti ve CHP’nin dramı Türkiye’de bir sol seçeneğin yaratılmasını kuvvetle gerektirse de bunun için koşullarının elverişli olduğunu söylemek zordur. Ufuk Uras ve Baskın Oran kampanyaları dayanışmacı, özgürlükçü, sosyal ve enternasyonalist bir sol tutumun tutunabilme ihtimalinin olduğunu gösterdi. Ancak öte yandan sosyalist solun etkisinin zayıflığını da gösterdi. Bütün kelamını emekçiler, işçi sınıfı ve sendikal hareket üzerine kuran sosyalistlerin aslında emekçi sınıflardan ne kadar da uzak oldukları bir kez daha ortaya çıktı.

AKP: NEO-LİBERAL VE “HAYIRSEVER”

AKP’nin 22 Temmuz 2007 seçimlerinde aldığı sonuç; uzun bir hükümet dönemi ardından oylarını arttırması ve yoksullar ile emekçilerden gelen yoğun destek açılarından özellikle önem taşıyor. Piyasaperest iktisat politikalarının savunucusu ve uygulayıcısı bir hükümetin emekçilerden yoğun biçimde destek alması ilk bakışta izahı zor bir durum. Burada AKP’nin sosyal politikasına bakmak gerek. AKP’nin bir sosyal politikası var mı veya AKP’ye has sosyal politikanın özellikleri nelerdir? Hemen başta şunu vurgulamalı: Piyasa, yarattığı tahribatın acılarını dindirecek önlemlere, müdahalelere -bunların boyutları ve özneleri zamana ve zemine göre değişmekle birlikte- her zaman ihtiyaç duydu. Speenhamland Yasası’ndan, Bismark’ın sosyal güvenlik yasalarına, New Deal’dan Beverigde Planı’na kadar kapitalist piyasanın tarihi aynı zamanda onun yarattığı tahribatı giderme ve onu sınırlama tarihidir.

Sosyal politika, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan tehlike, zorluk ve tehditlere karşı, tek başlarına bunlardan korunma olanakları olmayan işçileri korumayı amaçlayan önlemler ve bu sorunlar temelinde işçi sınıfı ile sermaye arasındaki sınıf çatışmasını engellemeyi öngören politikalar bütünü olarak da değerlendirilebilir. Devlet bir yandan sermaye birikimini, öte yandan meşruiyeti sağlamak zorundadır. Sadece sermaye biriktiren bir sınıfı koruyup kollayan bir devlet meşruluğunu kaybeder. Diğer bir deyişle sosyal politika önlemleri sermaye birikim sürecinin bir maliyeti olarak tanımlanır. Bu ikili karakter, AKP’nin temsil ettiği yeni sermaye katmanlarının biriktirme sürecinde de tezahür ediyor. Piyasanın sınırlanmasına ve sosyal adalete karşı çıkan neo-liberaller de piyasanın birtakım eşitsizlikler yarattığını kabul ediyor; ancak bunların devletin değil gönüllü kuruluşların, yardım kuruluşlarının sorunu olduğunu ileri sürerek, ve bir tür hayırseverlik faaliyeti öneriyorlar. AKP’nin sosyal politikası bu eksene yakındır.

AKP’nin sosyal politika yaklaşımının esasları parti programında, “Muhafazakâr Demokrasi” belgesinde ve 59. hükümet programında görülebilir. Programına göre AKP, “Tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır”. 59. Hükümetin programında da en önemli hedeflerden biri “demokratik piyasa toplumu yaratmak” olarak ifade ediliyor. AKP’nin iktisadî politikalarının piyasaperest olduğuna şüphe yok. Bu yaklaşım doğal olarak sosyal politikanın sınırlarını da çizmekte. Programda AKP’nin sosyal politikası bir hak anlayışına değil yardım anlayışına dayalı olarak anlatılmaktadır:

“Yoksullar, bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizler için özel programlar oluşturulacak, zor durumdaki vatandaşlara, terk edilmiş ve kimsesiz oldukları duygusu yaşatılmayacaktır. İşsizleri, fakirleri, düşkünleri, hastaları, özürlüleri gözeten, onların insan onuruna yakışacak şekilde yaşamalarını sağlayacak bir sosyal devlet anlayışının kaçınılmaz olduğu ortadadır. Partimiz, merkezi devletin yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve özel sektör ile işbirliği yapmasını sağlayarak sosyal devlet hizmetlerinde verimliliği, sürati ve kaynak kapasitesini arttıracaktır.”

Muhafazakâr Demokrasi belgesinde ise yukarıdaki ifade daha da netleşmekte: “Devletin özellikle mağdur ve muhtaç kesimler üzerinde sosyal politikalar sürdürmesi gerekliliğine inanılmakla birlikte, özel sektör, gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşları önplana çıkartılmaktadır.” Özel sektör, gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum AKP’nin sosyal politikasında kilit unsurlardır.

AKP sosyal politikayı bir kamusal yükümlülük olarak zayıflatırken piyasa mağdurlarını, yoksulları ve en alttakileri “ferahlatacak” yeni yan mekanizmalar devreye soktu. Bu mekanizmaları başarıyla işlettiği için de, AKP “nefes alan” yoksul ve emekçi kesimin desteğini aldı. Bu politikalar sosyal devlet yerine hayırseverlik yaklaşımına dayalıdır, düzensizdir, önemli bir bölümü kayıt dışıdır ve parti mekanizması önemli ölçüde etkindir. Bütün bunlar nedeniyle de klientalist bir özellik taşımaktadır. Yurttaş bir müşteri olarak görülmekte, ferahlayan “müşteri” hükümete minnettarlık hissetmektedir. Bu süreç seçmenin oyunu kömür karşılığında satması değil, bilinçli bir sosyal politika tercihinin ürünüdür. CHP, -elbette başka nedenler yanında- bu meseleyi küçümsediği ve ferahlatıcı yönünü anlamadığı için yoksullardan yüz bulamadı.

Bu “hayırsever” sosyal politikanın en önemli araçları belediyeler, Fak-Fuk-Fon olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu ile özel sektör, gönüllü kuruluşlar, vakıflar ve derneklerdir. Bu saydıklarımız önemli bir dayanışma ağı oluşturmakta ve milyonlarca yoksul ile emekçinin imdadına yetişmektedir. Hemen hemen AKP’li tüm belediyelerde “muhtaçların” başvurusu durumunda gıda, yakacak, barınma ve giyim yardımı yapan birimler vardır. Örneğin Bağcılar Belediyesi 2006 yılında yaklaşık 20 bin aileye gıda, yakacak, barınma va sağlık yardımı yaparken, Gaziosmanpaşa Belediyesi ise 50 bine yakın aileye yakacak, gıda, okul ve benzeri yardımlar ulaştırmıştır. Büyükşehir belediyelerinin de benzeri yardımları sistemli olarak yaptıkları bilinmektedir. Bu yardımların kaynaklarının belediye bütçelerinde yer almadığı daha çok belediye ile iş yapan ihale alan özel sektörden alınan bağış/yardım havuzlarından sağlandığı bilinmektedir. Bu durum bir yanıyla muhafazakâr sermaye çevreleri açısından bir tür zekat işlevi görmekte ve sermaye birikim sürecinde onları vicdan azabından azade kılmaktadır!

AKP’nin “hayırsever sosyal politika” için etkin bir biçimde kullandığı diğer araç ise Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonudur. İl ve İlçelerde mülki amirlerinin yönetimlerinde olduğu vakıflar aracılığıyla örgütlenen fon hem ulaştığı insan sayısı hem de dağıttığı yardım tutarı açısından çok önemli bir araçtır. Örneğin 2006 yılında fon, 1.8 milyon aileye yakacak yardımı ulaştırmış, sağlık, eğitim, sosyal yardım, ramazan ve kurban yardımı olarak yaklaşık 585 milyon YTL dağıtmıştır. Bütçe dışında olması vakıf olarak örgütlenmesi, hak değil yardım anlayışına dayalı olması nedeniyle fon da ciddi bir klientalizm kaynağıdır.

Hayırsever sosyal politika” yaklaşımının üçüncü ayağını ise özel sektör ve “gönüllü kuruluşlar” oluşturmaktadır. Deniz Feneri, Kimse Yok mu ve İHH bunların ilk akla gelenleridir. Örneğin sadece Deniz Feneri 250 binden fazla aileye aileye 150 Milyon YTL civarında yardım yapmıştır. Bu bir kaç örnek bile AKP etrafında yardımseverlik/himmet esasına dayalı bir sistem oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Muhafazakâr-İslamcı kesimdeki güçlü vakıf örgütlenmesi ve cemaatlerin de bir sosyal dayanışma işlevi gördüğü dikkate alındığında resmin bütünü daha iyi görülebilir.

Öte yandan AKP’nin sınırlı kamu kaynaklarını da toplumu ferahlatacak girişimlerde kullandığı görülmektedir. Köylerin Altyapısının Desteklenmesi Projesi (KÖYDES) ve nüfusu 10.000 altındaki belediyelerin içme suyu ve yol ihtiyaçlarını gidermeyi amaçlayan Belediye Altyapısının Desteklenmesi Projesi (BELDES) ile binlerce köy ve beldenin suya ve yola kavuşması AKP’nin aldığı desteğin izahı açısından önem taşımaktadır.

Ancak yoksul ve en alttakileri ferahlatmaya yönelik bu mekanizmalar AKP döneminde sermaye birikimini örten bir şal gibidir. AKP döneminde yaşanan ekonomik büyümeye ve bu büyümeden emekçilerin aldığı paya bakıldığında sosyal adaletsizliğin derinleştiği görülüyor. TÜİK verileri, AKP döneminde gerçekleşen yüzde 25 civarındaki büyümeden çalışanların pay alması bir yana ücretlerin enflasyon altında kaldığını gösteriyor. TÜİK’in Dönemler İtibariyle İmalat Sanayi Üretimde Çalışan Kişi Başına Reel Kazanç Endeksine göre 1997 yılında 100 olan gerçek ücret endeksi 2002 yılında (AKP iktidarının başladığı yıl) 88 idi; 2006 yılı sonu itibariyle ise endeks 86’ya geriledi. Çalışanların enflasyon karşısında ezilmeleri AKP döneminde devam etti. 2002 yılını 100 kabul edersek gerçek ücretler, işçinin alım gücü yüzde 2.3 oranında geriledi. Ancak bu oran çalışanların gelirlerindeki gerçek gerilemeyi ortaya koymaktan uzaktır. Ücretlerin gerilemesinin boyutları ancak büyüme ve kişi başına millî gelir artışı ile birlikte ele alınırsa anlamlı olacaktır.

AKP döneminde kişi başına Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) artışı 2003’te % 4.2, 2004’te % 7.3, 2005’te %7 ve 2006’da %4.8 olarak gerçekleşti. Dört yıllık kişi başına GSYİH artışı % 25’in üzerindedir. İşte bu büyüme oranları ile birlikte ele alındığında ücretlerdeki aşınmanın, göreli gerilemenin gerçek boyutları ortaya çıkıyor. Ekonomi büyümüş ama bu büyüme ücretlere hiçbir şekilde yansımamıştır. Bölüşüm ilişkileri emekçiler aleyhine daha da bozulmuştur. Büyüme dikkate alındığında AKP döneminde ücret geliri elde edenlerin alım gücü göreli olarak yüzde 22 oranında düşmüştür (Tablo). AKP “hayırsever” sosyal politika modeli ile yaşamından bezmiş olanlara nefes aldırmış ancak uyguladığı neo-liberal politikalar sonucu sosyal eşitsizliği arttırmıştır.

Tutunamayan, yoksul ve en alttaki seçmen günlük yaşamını doğrudan etkileyen, ona nefes aldıran uygulamalara oy verdi. “Eldeki bir kuşun daima daldaki iki kuştan iyi olduğu” inancından hareket etti. Yoksul ve emekçi seçmen AKP’nin kurumsal sosyal politika düzenlemelerini zayıflattığı, sınırlı sosyal devlet uygulamalarını dahi tasfiye ettiği, kamuyu küçülttüğü ve özelleştirdiği, kendisine çok lazım olan kollektif hakları görmezden geldiği gibi olgularla fazlaca ilgilenmedi. Bunu belki de “ihtiyaçlar hiyerarşisi” ile açıklayabiliriz.

Piyasanın yarattığı tahribat ve tahakküm emekçilerin yoksulların, toplumun hücre yapısını değiştiriyor. Yoksulluğun ve eşitsizliğin derinleşmesi, güvencesizliğin artması emekçilerin, yoksulların acil-ferahlatıcı uygulamalara olan ihtiyacını ve bağımlılığını daha da arttırıyor. AKP’nin “hayırsever sosyal politika” yaklaşımı sol açısından derslerle doludur. Sol kuşkusuz yardım değil sosyal hak eksenli yaklaşımını sürdürmeli. Ama siyasal/bireysel hak yoğunluklu politikaların emekçilerde yankı bulmadığı gerçeğini görerek; siyasal/bireysel hak savunuculuğunu terk etmeden ama sosyal hak savunuculuğunu baş köşeye yerleştiren bir hatta yönelmelidir.

Öte yandan AKP’nin “hayırsever” sosyal politika uygulamaları, solun dayanışmacı geleneklerini yeniden hatırlamasına da vesile olabilir. Kuşkusuz sol sosyal politikanın esasen bir kamusal yükümlülük olmasını savunmalı ama toplumun katılımına ve inisyatifine dayalı dayanışma ve paylaşma modelleri de geliştirmelidir. Solun toplumsal dayanışma anlayışı ihsan ve himmet eksenli değil eşitlik ve katılım eksenli olabilir. Ülkemizde 1980 öncesinde örnekleri görülen Köy-Koop’lar, Latin Amerika’daki mülksüzler ve topraksızlar hareketi hayırseverliği aşan, dayanışma modeli örnekleri olarak görülebilir.

CHP: “ETATİST-ELİTİST” SOLUN DRAMI

22 Temmuz seçimleri, Siyasî Partiler Yasası çerçevesinde CHP’nin formel siyasî sözcülüğünü yaptığı, CHP’de cisimleşen “etatist-elitist”/“devletçi-seçkinci” solun dramıdır. Etatist-elitist partinin CHP’yi aşan bir siyasî varlık olduğunu vurgulayalım. Etatist-elitizmin solcukla ilişkisi tartışmalı olsa da seçmenin kayda değer bir bölümü indinde CHP’nin sola dair bir parti muamelesi gördüğü aşikardır. Seçimler, sosyal demokrat olarak nitelen ve sosyal demokrasiyi temsil ettiği varsayılan ama “sosyal” olana yabancı bir CHP ile toplumsal ilişkileri ve etkinliği ihmal edilebilir bir düzeye inen bir sosyalist solu resmetti.

CHP, uzun zaman olduğu gibi bu seçimde de dayanacağı/savunacağı güçleri emekçiler, yoksullar ve dışlanmışlar olarak tanımlamadı; AKP ve İslamcılık karşısında “yaşam tarzı” savunuculuğuna sarıldı. Oysa yaşam tarzı savunuculuğu tutunabilen ve tutunma ihtimali olan sınıf ve kesimler için anlamlıydı. Cumhuriyet mitinglerini yaratanlar yaşam tarzı kaygısından hareket edenlerdi. Cumhuriyet mitingleri tahsilli, istikrarlı ve tutunabilmiş orta katmanların tepkisiydi. Yaşam tarzı solculuğuna savunulacak “kale” olarak da Kadıköy, Nişantaşı, Çankaya ve Karşıyaka kaldı.

2007 seçimleri CHP’nin bir sol/sosyal demokrat partiye dönüştürülmesi imkanının olmadığının yeni bir kanıtı olarak da okunabilir. Devlet kurucu parti olan CHP kendini cumhuriyeti tehdit ettiğini düşündüğü üç tehlike karşısında şekillendirmişti. Bunlar sol/komünizm, İslamcılık ve Kürtçülüktü. CHP’nin siyasal genetiğini bu üç akıma karşı verilen mücadele yarattı. İroniktir sosyal demokrat bir parti olarak varsayılan ve Sosyalist Enternasyonal’e üye olan CHP Türkiye’de solun ve örgütlü işçi hareketinin gelişmesini, yeşermesini engelleyen partidir. Üstelik bu sadece tek parti dönemine özgü bir tutum değildir. Çok partili yaşama geçilen 1946 sonrasında da CHP solu ve örgütlü işçi hareketini şiddetle bastırmıştır.

İşçi hareketinden, sınıf mücadelesinden doğan ve Marksist gelenekten beslenen Batılı sosyal demokrat partilerin aksine CHP 1938’de sınıf esaslı cemiyet (parti, dernek, sendika) kurulmasını yasaklamış. 1946’da bu yasağı kaldırmış ama yasağın kalkmasının ardından kurulan iki sosyalist partiyi ve bunlar tarafından örgütlenen sendikaları kapatmış ve büyük bir tevkifata girişmiştir. CHP’nin işçi hareketiyle ilişkisi kendi denetimi altında sendikalar kurmak, sendikaları ve işçi hareketini sınıf bilincinden, sol düşünceden uzak tutmak için çaba harcamak olmuştur. Daha sonra bu geleneği DP devralmış CHP’nin gerçekleştirdiği 1946/47 komünist tevkifatını 1951 tevkifatı izlemiş ve sol 1960’ların ortalarına kadar başını kaldıramamıştır.

TİP’in 1965 seçim başarısı ve yükselen işçi hareketi CHP içinde sol arayışları gündeme getirmiş ve 1970’li yıllar boyunca CHP bir devlet partisinden sol/sosyal demokrat partiye dönüşüp/dönüşememenin gerilimini yaşamıştır. 1965 sonrasında “ortanın solu” açılımı ile başlayan bu sürece devletçi bir tepki olarak CGP doğmuştu. 1970’lerde CHP’nin yükselişine parçalı ve birbiriyle didişen yapısıyla sosyalist sol da eşlik ediyordu. Bu bir geç sol dalgaydı. CHP açısından ise geleneğinde ve genlerinde olmayan bir yönelim arayışı idi. 1965 seçimlerinde oyu yüzde 28 olan CHP 1973’te yüzde 33 ve 1977’de ise yüzde 41.5 oya ulaşırken, 1965 seçimlerinde yüzde 53 oy alan AP ise yüzde 37’ye gerilemişti. CHP’nin yüzünü emekçi kitlere dönmeye çalıştığı, sol, sosyal politikaları öne çıkardığı bu dönem CHP’nin etatist-elitist bir partiden sosyal demokrat bir partiye dönüşme sancılarının yaşandığı yıllardı.

Bu geç sol dalga 12 Eylül darbesi ile durduruldu, sindirildi. CHP geleneğinin solculaşma ve emek hareketine ikinci yönelimi SODEP ve SHP ile yaşandı. Demokratikleşme ve çalışanların haklarına vurgu yapan bu çıkış da önemli bir destek aldı. SHP 1987 seçimlerinde Ecevit olmadan yüzde 25 oy aldı. Ecevit’in DSP’si ise yüzde 8.5’ta kaldı. Bu yıllarda Refah Partisi’nin oyu ise sadece yüzde 7.2 idi. Refah Partisi 1995 seçimlerinde oylarını yüzde 21.5’a yükseltti. 1995 seçimlerinde SHP’nin katıldığı yeniden açılan CHP yüzde 10.7, DSP ise yüzde 14.6 oy aldı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde ise CHP’nin (DSP ile birlikte), Cumhuriyet mitinglerinin havasıyla, alay-ı valayla aldığı oy yüzde 20.8 oldu. Diğer bir ifadeyle CHP geleneği 1983 seçimlerinde yüzde 30,5 oy almış bu oyunu 1987’de yüzde 33.3’e çıkarmış 1991’de yüzde 31.6’ya ve 1995’te yüzde 25.3’e gerilemiş 2002 ve 2007 seçimlerinde ise neredeyse aynı oranda kalmıştır: yüzde 20.6 ve 20.8.

Bu sonuçlar CHP’nin biraz irice bir CGP’ye dönüştüğünün tescilidir. CGP’nin de yüzde 7’ye yaklaşan oylar aldığı, CHP’nin aldığı oylarda seçim barajının ve AKP “heyulasının” çok çok kritik bir rol oynadığı düşünülecek olursa barajın düştüğü koşullarda bugünkü CHP’nin CGP’ye dönüşmesi tamamlanacaktır. Oy oranları açısından olmasa da politikaları itibariyle CHP, Turhan Feyzioğlu’nun CGP’sinin de çok gerisinde devletçi-seçkinci ve tutucu bir parti haline gelmiştir. Bir emekçi hareketin ürünü olmamasının yaratığı zorluklara ek olarak, CHP özellikle AKP iktidarını takiben kendini bilerek kurulu düzene/devlete “iliştirdi” ve “sosyal” sorunu; işsizliği, yoksulluğu ve daha fazla özgürlüğü temel politika yapmak bir yana, devletçi, milliyetçi ve tutucu bir parti haline geldi ve seçmenini AKP’ye kaptırdı.

SOSYALİST SOL: MIZRAK ÇUVALA SIĞMIYOR

22 Temmuz seçimleri sosyalist/radikal sol açısından da Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarının görece etkileri ve simgesel başarıları dışında bir dibe vuruşa işaret ediyor. Sosyal demokrasisi olmayan bir ülkede sosyalist solun güçsüzlüğü daha da vahim bir tablo yaratıyor. 1965 ve 1969 seçimlerinde TİP ile kayda değer bir başarı elde eden sosyalist sol, 1977 seçimlerine yansımasa da 1970’lerin ikinci yarısında toplumsal etkinliğini ciddi biçimde arttırdı. Ancak dağınık, parçalı ve birbiri ile kıyasa rekabet ve kavga içinde olması ve dahası parlamenter yöntemleri küçümsemesi nedeniyle sosyalist sol parlamenter düzeyde bir varlık gösteremedi.

TİP 1965 seçimlerinde yüzde 3 ve 1969 seçimlerinde yüzde 2.7 oy almıştı. (1969 seçimlerinde MHP’nin oyu yüzde 3’tü, 1973 seçimlerinde ise hafif bir artışla 3.4’tü. Bugün yüzde 14). TİP’in 1965’te başlayan yükselişinin ardından, sol kısa sürede içe döndü ve TİP hızla küçüldü ve 12 Mart’ın ardından ise kapatıldı. Fatma Hikmet İşmen sosyalist kimliğiyle seçilmiş senatör olarak 1975 yılına kadar parlamentoda sosyalistlerin sesini duyurdu. Daha sonraki yıllarda CHP, SHP gibi partilerden seçilen sosyalizan vekiller olsa da 22 Temmuz seçimlerinde sosyalist kimliği ile seçilen Ufuk Uras’a kadar sosyalistler parlamentoya giremedi.

12 Eylül sonrasında büyük bir baskı dalgasına maruz kalan sosyalist solda 1990’lı yıllara doğru yeniden yasal partileşme ve birlik arayışları başladı. Önce TİP ve TKP, TBKP adıyla birleşti. Ardından sosyalist solun hemen hemen tüm çevrelerini kapsayan “birlik tartışmaları” yapıldı. Ancak bu tartışmalar “aynılar aynı, ayrılar ayrı” sonucunu doğurdu. 1991’de TBKP, TSİP ve çeşitli sol çevrelerin katılımıyla SBP kuruldu. Ancak SBP, SSCB’nin dağılışının altında kaldı ve ideolojik farklılaşmalar, kadroları arasındaki bitmeyen geçmiş hesaplaşmaları nedeniyle güçten düştü. Parti geleneği tabir edilen SBP ile bir dizi sosyalist sol grubun katılımıyla 1994’te bu kez BSP kuruldu ancak BSP de bir varlık gösteremedi. Bir tür çatı partisi, farklı grup hukuklarına dayalı “gruplar arası” bir parti olarak kaldı. Sosyalist solun 12 Eylül sonrası en önemli adımı ve atılımı 1996 başlarında ÖDP’nin kurulması oldu. ÖDP bir yandan 1980 öncesinin parti ve hareket geleneklerini aynı çatı altında topluyor öte yandan bunların çok ötesinde geniş destek alıyor ve bir sempati halesi yaratıyordu. Ancak ÖDP’nin zarfı ile mazrufu arasındaki uyumsuzluk kısa sürede ortaya çıktı ve 1999 seçimleri sonrasında ÖDP’nin yarattığı etki giderek zayıfladı.

1999 seçimleri sosyalist solun seçim zeminine ilk ciddi çıkışı olarak nitelenebilir. Bu seçimlerde ÖDP 248 bin oy (yüzde 0.8), SİP 38 bin oy (yüzde 0.1), Emeğin Partisi 52 bin oy (yüzde 0.2) olmak üzere 338 bin (yüzde 1.1) oy aldılar. Özellikle ÖDP’nin aldığı oyun beklentilerin çok altında kalması diğer iç sorunlarla birleşince hayal kırıklığı yarattı ve çözülme başladı. 2002 seçimlerinde ÖDP’nin oyu hızlı bir düşüşle 106 bine (0.3) geriledi. 2007 seçimlerinde ise İstanbulda seçime girmeyen ÖDP 52 bin oy (0.15), artık TKP adını kullanmaya başlayan SİP 79 bin (0.23) ve İstanbul, İzmir, Ankara gibi bağımsız adayların olduğu bölgelerde seçime girmeyen Emek Partisi ise 26 bin (0.08) oy aldı. Üç partinin oy toplamı 150 binin biraz üzerinde kaldı. Ufuk Uras, Baskın Oran ve Levent Tüzel’e verilen oyların önemli bir bölümünün sol/sosyalist oylar olduğunu kabul etsek dahi sosyalist oyların 250 bini bulmayacağı açık. Üstelik sosyalist oylar olarak nitelenen bu oyların verildiği parti ve adaylar arasında sol ve sosyalizm konusundaki ihmal edilemeyecek farkları da not etmek gerek. Sadece ÖDP deneyinden hareket edecek olursak ortada ciddi bir başarısızlık olduğu açıktır. Sosyalistler seçim yarışına dezavantajlı konumda başlasalar da, seçim yasaları anti-demokratik olsa da sadece bu faktörler sosyalist solun başarısızlığının izahı için yeterli değildir.

ÖDP söylemindeki bütün çarpıcılığa ve biriktirdiği önemli deneyime rağmen kitlesel bir sosyalist parti haline gelememiş, sosyalizm ve parti anlayışını yenileyememiş; arafta kalmıştır. Bunun sonucundadır ki, kuruluşunda ÖDP çevresinde biriken ve büyük bir sinerji yaratan kitle kenara çekilmiş, ÖDP içine kapanmıştır. Ancak bütün bu gerilemeye rağmen ÖDP’nin ve ÖDP’nin etrafındaki geniş halkanın sosyalist solda önemli bir birikime karşılık geldiğini söylemek mümkündür. Bu birikimin tekrar harekete geçirilmesinin mümkün olduğu ve harekete geçtiğinde önemli işler yapabildiği ve daha da genişleme imkanı olduğu Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarında hissedildi. Türkiye’de kadroları ve sürekliliği olmayan siyasal hareketlerin etkin olamadığı malum. Bu açıdan ÖDP’nin kadro ve deneyim birikimi pek çok geleneksel sol hastalıkla malul olsa da önemli bir imkan olarak solun yeniden dirilişinde rol oynayabilir.

Bağımsız sol/sosyalist adayların kampanyası 22 Temmuz seçimlerinin ayırt edici yanlarından biriydi. Sosyalist solun genel başarısızlığı ve etkisizliği yanında bağımsız aday kampanyası sınırlı da olsa iyimser bir etki yarattı. Kampanyanın seçim sonuçları ötesinde bir etki yarattığını söylemek mümkün. Yüzde 10 barajının yıkılabilirliğini göstermesi açısından da önemli bir etkisi oldu. Bir seçim taktiği olarak kullanılabilir olduğu görüldü. Bağımsız sol/sosyalist aday sürecinin iyi yönetilmediği ve önemli sorunlar içerdiği doğrudur. Ancak bu süreci bir seçim taktiği ötesinde esaslı bir politik, ideolojik ayrışma noktası olarak algılamak önemli bir zaaf yaratmıştır. Özellikle ÖDP içinde ortaya çıkan gerilim bağımsız adaylık tartışmasında makulün bulunamadığını ve tartışmanın birikmiş parti içi sorunların ve müktesebatın gölgesinde kaldığı izlenimini veriyor. ÖDP’nin bağımsız aday sürecinde adeta iki parçalı hale gelmesi ileride sosyalist sola özgü tuhaflıklardan biri olarak anılacaktır. Bir seçim taktiği ve tekniğinin bir siyasal partide varlık/yokluk sorununa dönüşmesi eşine az rastlanır örneklerdendir. Umulur ki ÖDP seçim sürecinde yaşadığı “abartılı” gerilimi, ruh halini atlatır, makule yaklaşır ve solun yeniden dirilişinde etkin bir rol oynayabilir.

Bağımsız sol/sosyalist aday sürecinin yarattığı heyecan ve elde ettiği kısmî başarı, Ufuk Uras’ın milletvekili seçilmesi ve CHP’nin vaziyeti solda “ne yapmalı” sorusunu bir kez daha gündeme getiriyor. Solun birliği, çatı partisi gibi hususlar üzerinde tartışılıyor. Ancak sorun, solun birliği ve çatı partisi ile aşılabilecek gibi gözükmüyor. Tersine bu yöntem solun rekabetçi ruh halinin depreşmesinden öte bir işe yaramaz. Öte yandan sol, sosyalist parti ve gruplar arasında biraraya gelemeyecek, geldiğinde de bir anlam ifade etmeyecek farklar olduğunu kabul etmek gerekir.

Özellikle Ufuk Uras ve Baskın Oran kampanyaları kendiliğinden biraraya gelen doğal bir sol zemin yarattı. Her iki kampanyaya katılan sol, sosyalist birey ve çevrelerin ortaklaştırdığı noktaların büyütülmesi mümkün. Her iki kampanya da solun bir “genelkurmay”a değil, toplumsal muhalefeti, sosyal tepkiyi, örgütlenmeleri koordine edecek, kendisi dikte etmeyen ve koordine ettiği güçlerden öğrenen bir siyasal özneye, ÖDP’nin sözünü ettiği ama yapamadığı “parti olmayan partiye” ihtiyaç olduğunu göstermiştir.

Sosyal politikalar, iktisat politikaları açısından sol taleplere sahip emekçiler siyasal olarak, dünya görüşü açısından hızla muhafazakârlaşmış durumdalar. Tarımsal istihdamın yüzde 27’lere gerilediği (kentsel istihdamın yüzde 73’e ulaştığı), ücretle çalışanların yüzde 58’e yükseldiği bu büyük karmaşa ve kaos döneminde emekçiler piyasanın yarattığı tahribatın sonuçlarını son derece yoğun yaşıyorlar. Piyasanın tek başlarına ve savunmasız bıraktığı emekçiler ve yoksullar “muhafazakâr” hayırsever politikaların etkisine hızla giriyor. Sosyalist sol kelam düzeyinde sınıfa çok aşina olmasına rağmen, sınıfın örgütlü kesimi olan sendikalarla ilişkisi tarihinin dip noktasındadır. Sosyalist solun emek hareketiyle ilişkisi organik olmaktan ziyade sentetiktir. Sendikal harekete araçsal yaklaşımı, emekçilerin kendi deneyimlerinin rolünün küçümsenmesi ve onlara basitçe dışarıdan bilinç taşınabileceği yanılgısı yüzünden sosyalist solun emek hareketiyle anlamlı bir bağından söz etmek mümkün değildir.

Piyasaya karşı toplum, sermayeye karşı emek, iktidara karşı birey, otoritarizme karşı özgürlük ve milliyetçiliğe karşı enternasyalizm diyen solcuğun önemli bir damarı olduğu, bunun bir siyasal güce dönüşme imkanının olduğu açık. Ancak dayanışmacı ve özgürlükçü bir solun sadece bu sözlerle yaratılamayacağını, bu sözleri binlerce kez tekrarlayan ÖDP’nin hali de işçi sınıfı vurgusunu dilinde düşürmeyen sosyalist adayların sadece yüz kırk oy alması da kanıtlıyor. Doğru söze ve programa sahip olmak siyasette gerek koşul olmakla birlikte yeter koşul değil. Solun seçenek haline gelmesi, emekçileri dünyevi gerçeklerle ve bu gerçeklerin mantıksal siyasal uzantısıyla tanıştırması hayli zor, meşakkatli ve uzun bir yol gibi gözüküyor. Hele sosyalist solun kendi içine kapanık, en yakınını en tehlikeli gören, neo-liberal politikalara karşı mücadele eden sosyalistlerin yine sosyalist arkadaşlarınca “burjuva liberal” olarak nitelenebildiği zihniyet dünyası var olmaya devam ediyorsa.

TABLO

TABLO

AKP Döneminde Gerçek Ücretler ve Büyüme

Çalışan başına Kişi başına

gerçek ücret sabit fiyatlarla Göreli gerçek

Yıl endeksi GSYİH endeksi ücret endeksi

2002 100.0 100.0 100.0

2003 93.2 104.2 89.4

2004 94.3 111.8 84.4

2005 96.6 119.6 80.7

2006 97.7 125.4 77.9

Kaynak: TUİK İstihdam ve Ücret İstatistikleri ile Ulusal Hesaplar veri tabanlarından hesaplanmıştır.