Yeni Bir Yorum Denemesi ve Otoriter Dünya Görüşü

METİN HEPER

İsmet İnönü

Tarih Vakfı Yurt Yayınları

İstanbul 1999

Yeni bir yorum denemesi

ve otoriter dünya görüşü

AYKUT KANSU

Metin Heper’in Hollanda’daki E. J. Brill yayınevi tarafından İngilizce olarak 1998 yılı sonlarında yayımlanan İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman adlı çalışması geçtiğimiz Eylül ayı ortasında da İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi adı altında Tarih Vakfı tarafından Türkçe olarak piyasaya sunuldu. Gerek İngilizce, gerekse de Türkçe olarak çıkmış olan bu metne bitmiş bir kitap olarak bakmak şöyle dursun ciddi bir kitap taslağı olarak ele almak bile oldukça zor. Dahası, yayımlanmış olan bu metne bir sosyal bilimcinin bilimsel bir yayını olarak bakmak ise aşağıda sayılacak nedenlerden dolayı sanırım mümkün olmayacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı ve ikinci cumhurbaşkanı olan ve Türk siyasal hayatında gerek iktidarda ve gerekse muhalefette yarım yüzyılı aşkın bir süre etkin rol oynamış birini övmek için mi yoksa ve İnönü’yü, siyasal hayatının eleştirilebilecek pek çok noktası olmasına karşın, hiç de hak etmediği bir şekilde yermek için mi yazılmış olduğu kolay kolay anlaşılamayan bu metni ancak ideolojik bir metin olarak ele almak mümkün. Dolayısıyla, Heper’in bu metindeki temelsiz iddialarını, Türk siyasal tarihindeki temel dönüm noktaları hakkındaki sığ bilgilerini, basmakalıp sayılabilecek ve Türk siyasal tarihi okuyan her üniversite öğrencisinin bile neredeyse hatasız bilebileceği bazı önemli noktalarda yaptığı vahim hatalarını ve belki de en önemlisi, iddialarına kanıt olarak gönderme yaptığı kaynaklarda iddialarını destekleyecek noktaların olmamasını, olan noktaların iddialarını desteklemek şöyle dursun çürütmeye daha elverişli olmasını ve hatta bazı durumlarda dipnotların hayali sayfalara ve hayali metinlere dayanmasını, ancak Heper’in profesyonel ‘akademik’ hayat içinde yıllardır savunmaya çalıştığı liberal demokratik rejim aleyhtarı ideolojik pozisyonunu temellendirmede yeni bir araç olarak gördüğümüzde ve incelediğimizde anlamlandırabiliriz.

Heper’in İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi adlı metni kamuoyu önüne sunma amacının ne Türk siyasal tarihini anlamak ve açıklamak ne de İsmet İnönü’nün ‘bilimsel açıdan henüz yazılmamış’ biyografisini yazmak için değil, liberal demokrasinin kötülüklerini sayıp dökmek, 20. yüzyıl Türk siyasal tarihindeki sorunların hemen hepsinin demokratikleşme çabalarından kaynaklandığını ve yalnızca Türkiye’de değil başka ülkelerde de klâsik olarak ‘liberal demokratik’ olarak adlandırılan rejim tipinin ne kadar sorunlu olduğunu ‘göstermek’ ve liberal demokrasi ‘tehlikesi’nden uzak bir modern ve çağdaş siyasal rejim tipinin -yani, adına bir şekilde ‘demokratik’ sıfatı eklense de özünde otoriter olan bir yönetimin- hangi temellere dayanması gerektiği hakkında Türk kamuoyunu etkilemek için yazdığını düşündürten önemli kanıtlar kelimenin tam anlamıyla ideolojik olan bu metinde, Heper’in diğer çalışmalarında da olduğu gibi, fazlasıyla mevcuttur. Bu değerlendirme kapsamında aşağıda sunulacak olan noktalar, ne yazık ki metindeki tüm eksiklikler, hatalar ve desteksiz ideolojik pozisyonları bir bir sayıp dökemeyecektir. Eğer bu metin, birinin akademik bir ‘eleştiri’ çerçevesinde kitaba atfettiği ‘olağanüstü’ sıfatına lâyıksa, o da bu olağanüstülüğün metinde herhangi bir akademik yayında kolay kolay rastlanamayacak, rastlandığı zaman da hoşgörülemeyecek, kadar olağanüstü sayıda hata içermesine borçlu olmasındandır.[1]

Metnin ilk anda dikkati çeken en önemli yetersizliklerinden biri yazımda rastlanan ‘çalakalem’ havadır. Bu çalakalem hava yalnızca “İnönüler dört çocuk üretmeye devam ettiler” olarak Türkçe’ye çevrilebilecek “The İnönüs went on to produce four children” gibi noktalarda görülmüyor.[2] “İnönü bir pozisyonun savunmasını savunurken aşırı direnç sergiledi” olarak çevrilebilecek “İnönü displayed an extreme tenacity while defending in the defence of a position” gibi Heper’in ne demek istediğini ancak metindeki yanlış seçilmiş kelimeleri doğrularıyla değiştirdikten sonra anlayabileceğimiz birçok ifade bozukluğu metnin başından sonuna kadar İngilizce bilen birini son derece rahatsız edecek boyutlarda sürüp gidiyor.[3]

“Devletin ciddiyetini korumak için ...” diye çevrilebilecek “In order to maintain the seriousness of the state,” İngilizce sözcük seçimindeki dikkatsizlik, özensizlik ve sonuç itibariyle de, yanlışlığı sergiliyor. Bazen yazarın kategoriler arasında denklik ilişkilerini hiçe saydığını da görmek mümkün: “İnönü kalıtım ile seçimi kimin yöneteceğini belirlemede [birbirine] alternatif metodlar olarak karşılaştırmaya başladı.” Özgün İngilizce yazımıyla: “... İnönü began to compare heredity and election as alternative methods of determining who should rule ..”[4]

Türkçe düşünülüp İngilizce yazılmış gibi görünen metinde ancak İngilizce’yi bilen bir Türk’ün anlayabileceği ve geri çevirebileceği hatalar bolca mevcut: ‘Köylü vatandaşlar’ ‘villager citizens,’[5] ‘daha yeni evlenmişti’ ‘he had recently become married,’[6] ‘genel kültür’ ‘general culture,’[7] ‘başbakanlığı sona erdiğinde’ ‘when his prime ministry came to an end,’[8] ‘1937’de Başbakanlıktan zorunlu ayrılmasını müteakip’ ‘Following his forced departure from the prime ministry,’[9] ‘İnönü’nün yeni şeyler öğrenme ve kendine yeni pencereler açma hevesi’ ‘İnönü’s enthusiasm to learn new things and open new windows for himself’[10] gibi İngilizce’de mevcut olmayan veyahut da ‘Following his forced departure from the prime ministry’ den anlaşılanın aslında ‘Başbakanlık [Binası’n] dan [fiziki] zor kullanma [sonucu] ayrılması’ gibi gerçekle bağdaşmayan ifadeler herhalde Türkçe bilmeyen yabancı bir okuyucuya anlaşılmaz kelimeler silsilesi ve kafa karıştırıcı anlatımlar olarak gözükecektir.

Özgün İngilizce metinde bulunan bu anlatım hataları dışında bir de İngilizce gramer hatalarını listemize ekleyecek olursak ortalama olarak neredeyse her iki sayfaya bir hata düştüğünü tespit etmek, metnin ne kadar özensiz kaleme alındığı hakkında insana kaba bir fikir vermeye yetiyor. ‘Milieu’ kelimesinin çoğulu olarak normalde ‘milieus’[11] değil de ‘milieux’ kelimesinin kullanılması gerektiği gibi ufak ayrıntılar dışında kalan ciddi gramer hatalarının neler olabileceğini okuyucuların hayal gücüne bıraktıktan sonra söylenebilecek tek söz bu anlaşılmaz metni bu tip gramer hatalarını düzelten çevirmene teşekkür etmek gerekiyor. Çevirmen ayrıca bazı yerlerdeki Türkçe’den İngilizce’ye yanlış bir şekilde çevrilen alıntıları olduğu gibi çevirmeyerek gerçek Türkçe metinlere ulaşmış ve böylece Tarih Vakfı tarafından basılan Türkçe metnin İngilizce aslında olduğundan daha az hatalı ve daha derli-toplu bir hale getirilmesine yardımcı olmuştur.[12] Fakat, çevirmenin özel bir teşekkürü hak etmesinin asıl nedeni İngilizce metindeki diğer tüm anlatım ve mantık bozukluklarını aynen muhafaza ederek Türkçe metne aktarmada gösterdiği aşırı özen ve maharet. Heper’in de Türkçe metnin başında söylediği gibi, “kitabın Türkçeye çevirisini büyük bir ehliyet ve titizlikle yapan Sermet Yalçın’a” teşekkür etmemek gerçekten büyük bir haksızlık olur.

Dil kullanımında gördüğümüz bu dikkatsizlik ve yapılan bunca hataya ek olarak metinde teknik anlamda çok daha ciddi sorunlar var. Bu sorunlara, yapıldığı söylenen ve beş yıl sürdüğü iddia edilen araştırmanın aslında çok rastgele yapıldığı izlenimi veren kısımlarıyla başlamakta fayda var.[13]

Getirilebilecek eleştirilerden belki ilki elli küsur yıl boyunca Türkiye’nin kaderinde böylesine önemli rol oynamış tarihi bir şahsiyetin otobiyografisinde kullanılan kaynakların sığlığı ve sıradanlığı. Gerçi yazar daha metnin önsözünde tercihini İnönü’nün kitaplaştırılmış Meclis içi ve dışı konuşmalarıyla İnönü’nün anıları ve onun hakkında başkalarının söyleyip yazdıklarıyla sınırlı tutma eğiliminde olduğunu ve İnönü’nün özel evrağına ulaşamadığını söylüyor. Bu sınırlamayı anlayışla karşılamaya çabalasak bile niye yalnızca İnönü yanlısı anıların kullanıldığını, ama örneğin İnönü ve uyguladığı politikaları eleştirel yönden değerlendiren Niyazi Berkes’in Unutulan Yıllar adlı anılarına hiç yer verilmediğini anlamak biraz zor.[14] Anlaşılması daha da zor olan bir nokta da, Heper’in Erdal İnönü’nün Anılar ve Düşünceler’inde İnönü’nün 1946’da yaptığı bir konuşmasından alınan ve “öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım; bunlardan biri köy okulları, diğeri de müteaddit partilerdir,” sözünde adı geçen Köy Enstitüleri’ni kuran İsmail Hakkı Tonguç’un ne kendisinin Köy Enstitüleri ve bu kurumun kurulmasında İnönü’nün rolü hakkında yazdıkları, ne de oğlu Engin Tonguç’un dönemi oldukça etraflı bir şekilde anlatan kitaplarından bir tanesinin bile anı ve anekdot ağırlıklı bir metinde hiç mi hiç yer almamış olmasıdır.[15]

Gerçekte, böylesi kapsamlı bir konuda yalnızca İnönü’nün TBMM’de yaptığı ve toplam üç cilt olarak derlenen metinler ile İnönü iktidarda iken derlenen konuşmalarını içeren dört cilt ile muhalefette yaptığı konuşma ve demeçlerini içeren yine dört ciltlik derleme dışında yayımlanmasında mahzur görmediği anıları, eşi Mevhibe İnönü’nün torunu tarafından kaleme alınan biyografisi, oğlu Erdal İnönü’nün hatırladıkları ve damadı Metin Toker’in gerçekten başarılı bir gazetecilik örneği sergilediği Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, 1944-1973 adlı toplam yedi ciltlik eseri dışında Heper’in metninde dönemle ilgili ciddi akademik çalışmalardan bazılarına hiç başvurulmamış, bazıları da -örneğin Mete Tunçay’ın Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931 ya da Cemil Koçak’ın Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 1938-1945 adlı kitapları- bir ansiklopedi maddesinde bile bulunabilecek bilgilere ulaşma amacı dışında kullanılmamıştır.

Kullanılan kaynaklar o kadar gelişigüzel seçilmiş ki, örneğin Kurtuluş Kayalı’nın Ordu ve Siyaset: 27 Mayıs-12 Mart (İstanbul: İletişim Yayınevi, 1994) adlı çalışması kullanılırken yine hemen hemen aynı konu üzerine Heper’in Bilkent’teki meslekdaşı Ümit Cizre Sakallıoğlu tarafından yazılan AP-Ordu İlişkileri: Bir İkilemin Anatomisi (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993) adlı çalışması gözardı edilmiş. Ya da, Walter F. Weiker’in The Turkish Revolution, 1960-1961: Aspects of Military Politics (Washington, D. C.: The Brookings Institution, 1963) adlı kitabı kullanılmış da, Metin Heper’in üzerinde bir miktar durduğu ‘Talât Aydemir Hadisesi’ hakkında yine Weiker’in yazdığı bir diğer önemli makaleden hiç bahsedilmemiş.[16] Aynı şekilde, 1960’lı yıllarda Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nde görevli olan, 1980’li yıllarda ise Amerikan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Güney Asya Masası Şefliği yapan George S. Harris’in çok daha genel bir bakış açısından yazdığı Turkey: Coping with Crisis (Boulder: Westview Press, 1985) adlı kitabına gönderme yapılırken aynı yazarın doğrudan 27 Mayıs’ı irdelediği makaleleriyle bu dönemi de içeren Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective, 1945-1971 (Washington, D.C.: American Enterprise Institute for Public Policy Research/Stanford: Stanford University Press, 1972) adlı kitabı unutulmuş.[17] Bu durumda, Harris’in konumuzla doğrudan ilgili ve büyük bir titizlikle hazırlamış olduğu ‘A Political History of Turkey, 1945-1950’ adlı doktora tezinin niye kullanılmamış olduğunu sormak belki de Heper’den çok şey beklemek olacak.[18] Heper, Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Milliye Ankarası adıyla Milliyet Yayınları tarafından 1973 yılında Türkçe’ye de çevrilerek yayımlanan gazeteci Grace Ellison’ın 1923 yılında çıkan anılarını (An Englishwoman in Angora) İngilizce özgün baskısından kullanmış da, bundan çok daha önemli olan ve hem Lausanne Barış Konferansı sırasında Amerikan delegasyonunda bulunmuş ve hem de sonradan ABD’nin Ankara Büyükelçiliğini yapmış Joseph C. Grew’un iki ciltte toplam 1560 sayfa tutan anılarının Ankara’daki kütüphanelerde de bulunan orijinali yerine bu anıların yalnızca 138 sayfa tutan kısaltılmış bir çevirisini kullanmayı tercih etmiş.[19]

İnönü’nün hem taraftarları hem de muhalifleri tarafından son derece büyük bir başarı olarak gösterilen ve ‘büyük devlet adamlığı’ vasfının kendisine teslim edilmesinde son derece önemli katkıları olan olaylar dizgesi -İkinci Dünya Savaşı sırasında İnönü’nün dış politikası- Heper’in metninde hiç yeralmamış. Dolayısıyla da, İnönü’nün Savaş sırasındaki politikasını irdeleyen onlarca akademik kitap ve makale bu anlaşılması mümkün olmayan tercih sonucu hiç kullanılmamış. Halbuki, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün bizzat belirleyip izlediği söylenen politikadan verilecek isabetli ve yerinde örnekler, özellikle İnönü’nün ‘devlet adamlığı’ vasfı üzerinde önemle duran Heper açısından İnönü’nün öne çıkarmak istediği bu yönünü çok daha rahat vurgulayabilmesine yardımcı olabilirdi. Acaba bu, Edward Weisband’ın Turkish Foreign Policy, 1943-1945: Small State Diplomacy and Great Power Politics adlı kitabından bile bu konuda gerektiği gibi yararlanamayan bir yazara, örneğin Selim Deringil’in Denge Oyunu: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994) adlı kitabını niçin kullanmadığını sormayı lüzumsuz hale mi getiriyor?

Metin Heper’in kullanmamamayı tercih ettiği ve kullanmaktan özenle kaçındığı kaynakları başlı başına önemli bir sorun olarak ortaya koyduktan sonra bu konuyu bir kenara bırakır da kullandığı kaynakları ne kadar iyi ve doğru kullandığı konusuna geldiğimizde, ‘Türkiye ve ABD’de beş yıl boyunca yürütülen bu büyük ve titiz çalışmada’ adı geçen kaynakların hiç de doğru dürüst kullanılmamış olduğunu görüyoruz.

Benzer nedenlerden kaynaklandığını düşündüğüm son derece vahim birkaç sorundan ilki Heper’in anlatmak istediği olaylar ve bunların önemini vurgulamak için verdiği -ya da bulabildiği- örneklerin gerçekten konuyla ilgili bir kanıt teşkil etmediği. Bu konuda metin son derece ‘zengin’ örneklerle dolu. Bu örneklerden benim özellikle ön plâna çıkartmak istediklerim Heper’in de üzerinde önemle durduğu konular hakkında verebildiği örnekler. Heper’in böyle bir metinde İnönü’nün önemli bir şahsiyet olduğunu ön plâna çıkartmasını ve vurgu üstüne vurgu yapmasını doğal karşılamak gerekiyor. İnönü’nün önemli bir şahsiyet olması ise Heper’e göre birçok vasfın İnönü’de bir arada bulunmasından kaynaklanıyor.

Ne yazık ki, Heper’in verdiği örnekler ciddi bir metinde ciddi bir konudan bahsedilirken verilebilecek örnekler değil. Her biri bir mizah kitabından alınmışa benzeyen örnekler Heper’in bu metni hangi amaçla yazdığı konusunda insanı neredeyse şüpheye bile sevkediyor.

Örneğin, İnönü’de bulunduğunu savunduğu en önemli liderlik vasıflarından biri olarak cesareti ele alan Heper bu konuda bize şunu söylüyor: “İnönü, gerektiğinde kelimenin tam anlamıyla cesur bir kişiydi. ... Yazar Sabahattin Selek, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç aşamalarında, Çerkez Ethem’in isyancı milis kuvvetlerine karşı bir harekete girişmenin işgalci Yunan kuvvetlerine karşı savaşmaktan daha tehlikeli olduğu bir dönemde, İnönü’nün, Çerkez Ethem’le savaşma kararı alınmasında ve Ethem’in yenilgiye uğratılmasında kritik bir rolü olduğunu savunur.”[20]

Liderlik vasıflarından biri olarak gördüğü ‘inisyatif sahibi olma’ konusunda ise Heper, İnönü’de şunları ‘gözlemliyor’: “Atatürk’ün daha tez canlı, İnönü’nünse ağırkanlı olduğu doğrudur. Bununla birlikte, İnönü için inisiyatif sahibi değildi denilemez; biraz önce ifade edildiği üzere, zaman zaman Atatürk’e yönelttiği itirazlar, onun sadece bir ‘yardımcı,’ bir ‘gölge’den ibaret olmadığını gösterir. İnönü Atatürk üzerinde ılımlaştırıcı bir etkide bulunarak yararlı bir işlev görmüştür.”[21] Ya da: “İnönü inisyatif de alırdı. Daha önce söylendiği gibi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmaya karar vermişti.”[22]

Bir liderde olmasını gerekli gördüğü ‘sebat’ ise İnönü’de, Heper’e göre, şöyle tezahür ediyor: “Yemen’de yaşanan ve İnönü’nün sık sık anımsadığı ... ikinci bir olay ise sebat etmekle ilintilidir: “Yemen’de inşaat yapmaya gelmiş, sonra işini bitirmeden memleketine dönmüş bir Fransız şirketinin bıraktığı bir gramofonu ve pek çok plâğı karagâhta buldum. ... Böyle, böyle, bilmiyorum kaç akşam biraz dinleyip bırakarak yavaş yavaş alıştık ve bu müziği ... anlamaya, sevmeye başladık. ... Batı müziğini bizim insanlarımızın ancak çok dinleyerek sevebileceklerini orada öğrendim. Bu kitabın çeşitli yerlerinde değindiğim gibi, Yemen’de yaşadığı bu ikinci olay, İnönü’nün Türkiye’de demokrasiyi yerleştirme çabasında sergilediği ısrara katkıda bulunmuş olmalı.”[23]

Tabiî Heper, İnönü’de olduğunu savunduğu ‘zor zamanlarda görevden kaçmama’ gibi başka bir meziyetten şöyle alçaltıcı bir biçimde bahsedebiliyor: “İnönü yeni görevlerine vakit geçirmeksizin giderdi. Mondros Mütarekesi’nin ... hemen ardından hastalanan İnönü hastaneye kaldırılmıştı. Hastanedeyken ona, Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın kendisini görmek istediğini söylediler. İnönü derhal, onu nezaret müsteşarı atamak isteyen Ahmet İzzet Paşa’nın huzuruna çıktı. Henüz iyileşmemesine ve mütarekenin imzalanmasından beri ailesini görmemiş olmasına rağmen, ertesi sabah tam vaktinde işinin başındaydı.”[24]

Heper’in İnönü’nün devlet adamlığı vasıfları arasında saydığı bir diğer önemli konu da ‘sır tutmasını bilmesi.’ Fakat az sonraki alıntıda görüleceği gibi, Heper burada bilerek -veya bilmeyerek- İnönü’yü ‘şantajcı’ olarak okurlara tanıtma çabası içinde: “İnönü, güvelinilir bir kişi olarak, sır tutardı. Siyasi avantaj sağlayabileceği zamanlarda bile başkalarının sırlarını açığa vurmazdı. Bir keresinde Celal Bayar kendisine, ‘Bizim aslımız Kuvayı Milliyedir. Milli egemenlik tehlikeye girdiği zaman biz İstanbul’da oturup yatmadık’ diye laf attığında şöyle karşılık vermişti: ‘Kuvayı Milliye zamanlarını Celal Bayar yaşamıştır. Faydalı zannederse, o zamanlar herkesin ne rol ve ne yol takip ettiğini tafsilatıyla söyleyebiliriz.’ Bununla birlikte, İnönü, kafasındakileri söylemek bir yana, ne olduklarına dair bir imada bile bulunmadı.”[25]

Benzer bir şekilde, Heper, İnönü’de gözlemlediği bir diğer önemli kişilik özelliğini -doğruculuğunu- İnönü’yü şöyle küçük düşürücü bir biçimde anlatıyor: “Doğruyu söylemenin olağanüstü önemli olduğuna inanan İnönü görüşlerini çekinmeden açıklardı. Bu yüzdendir ki, daha önce belirtildiği gibi, anılarını kendi yazmayı düşünmedi.[26]

Heper’in iyi bir liderde bulunması gerekli vasıflar arasında saydığı uyumlu çalışma ve kurallara uyma konusunda İnönü özelinde verdiği örnek şu: “İnönü’nün başından geçen ve sık sık anlattığı bir olay da, uyumlu bir birlikteliği gerçekleştirmek için kurallara uymanın taşıdığı önemle ilintilidir: “Bundan seneler önce ben de futbol oynadım. ... Birbirimize girerdik tabiatile. ... Hepimiz birbirimizin üzerine atılırdık; top ise ortadan kaybolur giderdi. ... Derken bir gün bir bahriye subayı gördü halimizi. ‘Yahu siz ne yapıyorsunuz?’ dedi bize. ‘Vallahi futbol oynuyoruz’ dedik. ‘Öyle futbol mu olurmuş dedi. ‘Bunun bir yolu yordamı vardır; öyle önüne gelen akıntıya kürek koşamaz. Herkesi yeri, duracak mevkii vardır.’ Böylece bir müddet ders görüp, usul erkânın kıymetini öğrendik.’”[27]

Her ne kadar Heper konuyu bu niteliğiyle ortaya koymasa da, aklından geçtiği gibi, özellikle azgelişmiş bir ülke seçkininin Batı’dan etkilenmesi, Batı’yı anlayıp özümsemesi gibi konulara değinmeden edemiyor. İnönü’nün Batı’dan ve Batı kültüründen nasıl etkilenmiş olduğu hakkında kısa da olsa bahsetmek istiyor. Fakat ne yazık ki, verdiği örnekler birer mizah harikası olmaktan başka bir değer taşımıyor: “Daha önce de belirtildiği gibi, çevresindeki her şeyi dikkatle gözleyen İnönü’nün İnönü olmasında, Batı’yla gerek Lozan Barış Konferansı’nda, gerekse daha önce temasa gelmesi de kritik rol oynamış gibidir. ... Barış Konferansı sırasında, İnönü uzun süre Lozan’da kaldı. Bu ülkelerde gördükleri İnönü üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Örneğin, bu ülkelerde kadınların ev dışında çalışmasından etkilenmiştir. Münih’te, yağmurlu bir günde otobüs durağında bekleyen kadınların, kuyrukta öne geçmeye çalışan adamları başarıyla engelleyişini büyük bir ilgiyle izlemiştir.”[28]

Heper, İnönü’nün hem doğa bilimlerine hem de sosyal bilimlere ilgi duyup bilimsel konularda eserler okuyup kendini daimi olarak yetiştirmeye çalışmasından da bahsetmemezlik etmiyor. İnönü’nün bilime olan ilgisine Heper’in Türkiye ve Amerika’da yaptığı beş yıllık uzun bir bilimsel araştırma sonunda bulduğu kanıt ise şu: “İnönü ... doğa bilimleri ve sosyal bilimlerdeki çalışmalara da ilgi duydu. Örneğin bir ara, Birleşik Devletler’in önde gelen haftalık dergisi Time’da, Rusların atom bombası yaptıklarına dair bir makale okumuştu. ... Sosyal bilimler alanına gelince, İnönü, başka şeylerin yanı sıra, The British General Election of 1945’i okudu ve ‘Günün meseleleri üzerine bizim için istifadeli olacak,’ diye düşündü.”[29]

Heper, İnönü’nün askerî kariyerinde başarılı olduğunu, bunun da İnönü’de kendine güven duygusu yarattığını yazıyor. Heper’in bu noktayı bilimsel bir şekilde bize anlatma başarısızlığı ise çok çarpıcı: “İnönü askeri kariyerinde başarılıydı. Büyük olasılıkla, kendine güvenini sağlayan da buydu. Örneğin, üstlerine aklındakileri söylemekten çekinmezdi. ... Kurtuluş Savaşı’nda, Türk birliklerinin Yunan kuvvetlerine karşı nihai taarruzu arifesinde, İnönü Atatürk’e ordunun henüz böyle bir taarruza hazır olmadığını açıkça söyleyebiliyordu. Böylesine büyük bir kendine güven duygusuna sahip olduğundan, İnönü kendisini alaya almakta da zorluk çekmezdi. İstanbul’da genç bir subay olarak geçirdiği yıllarını anımsarken şöyle diyordu: ‘Hafta sonları şehirde yemek yedikten, Rumeli [Rumelihisarı] kahvesinde subaylarla bilardo oynadıktan sonra çalımla evime giderdim.’”[30]

Heper, yaklaşık bir on sayfa sonra ‘kendine güven’ konusuna tekrar döndüğünde ise bu sefer pot üzerine pot kırarak şöyle diyor: “Daima madalyonun iki tarafını da gördüğünden ve aynı zamanda kendine olan büyük güveninden dolayı, İnönü hasımlarını rahatlıkla övebilirdi. Lord Curzon’un Lozan Barış Konferansı başkanı olarak büyük bir beceri gösterdiğini açıklamıştı. Aynı zamanda, Yunanistan’da çapı büyük birçok devlet adamı bulunduğunu ve Yunan ordusunun iyi savaştığını da söylüyordu. İnönü’nün Atatürk’e duyduğu büyük saygının nedenlerinden biri de, Aya Sofya Kilisesi’ni bir camiye değil, müzeye dönüştürmesiydi.”[31]

Heper’in “İnönü’yü övüyorum,” derken Atatürk’e teklifsizce uzattığı dil ise şu örnekte çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor: “İnönüler mazbut bir aileydi. En düşman karşıtları bile İnönü’nün aile yaşamında hiçbir kusur bulamamışlardı. Daha önce belirttiğim gibi, kesinlikle gerekli olmadıkça İnönü Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ndeki gece toplantılarına gitmekten kaçınır, akşamlarını evde geçirmeyi tercih ederdi.”[32]

Heper, İnönü’nün yüksek liderlik ve devlet adamlığı vasıflarını benzerine hiçbir kitapta kolay kolay rastlanamayacak bir beceriksizlikle anlatmaya çalıştıktan sonra dikkatini İnönü’nün siyasete bakış açısı üzerine ‘yoğunlaştırıyor.’ Türkiye’de uzun zamandan beri varolan siyaset ve ordu ilişkisi üzerine İnönü’nün daha 1910’lu yıllardan beri kafa yorduğunu bize anlatmaya çalışan Heper’in bu konu üzerine verdiği örneğin analizini okuyucuya bırakıyorum: “İnönü [İttihad ve Terakki] Cemiyet[i] tarafından üyeliğe alınmasının ardından, baştan itibaren askeri görevlerini Cemiyet içindeki saygınlığından daha önemli görmesine karşın, örgütün Edirne’deki etkinliklerinde büyük bir rol oynadı. Daha sonra, Atatürk’le birlikte, ordunun siyaset dışında kalmasında ısrar ettiler ve bu konudaki görüşleri kabul edilmeyince, Cemiyet’in 1909 Kongresi’nin peşinden Cemiyet’ten ayrıldılar.”[33]

Atatürk ve İnönü’nün İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden ayrılma gerekçesini Heper daha sonra şöyle ‘açıklığa kavuşturuyor’: “İnönü’nün uzmanlığa verdiği önem onu, her biri ayrı bir işlev göreceği ve farklı işlevler de farklı uzmanlıklar gerektirdiği için her kurumun kendi özerkliğine sahip olması gerektiği sonucuna götürdü. İnönü’ye göre, eğer bir kurum diğer(ler)inin işine karışırsa, bir taraftan kendi görevlerini yerine getirmek için ihtiyaç duyduğu uzmanlık düzeyini sürdürmeyi ihmal eder, diğer taraftan işine karışılan kurumun fonksiyonları gerekli birikime sahip kişilerce yerine getirilmezdi. İnönü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden, cemiyet boğazına kadar siyasete daldığı ve bu yüzden savaşın sorunlarına ve ordu içindeki disipline gereken önemi vermediği için istifa etmişti.”[34] Heper’in hem siyasetten hem de ordunun siyasetteki rolünden ne anladığı konusunda bize biraz ipucu vermesi dışında bu alıntının konuyla bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum.

İnönü’nün ilkgençlik yıllarından beri ‘katılımcı demokrasi’ ve ‘cumhuriyet’ rejimi yanlısı olduğuna kanıt olarak Heper’in bize verdiği örnek ise tamamen yüzkızartıcı nitelikte: “İnönü’nün ... hemen hemen sadece yüksek politikaya olan ilgisi ve günlük politikayla uğraşmaktaki gönülsüzlüğü, onun katılımcı demokrasiyi onaylamadığı anlamına gelmez. Her zaman dikkatli bir kişi olan İnönü, ordudaki ilk görevlerinden itibaren, kimin yöneteceğini belirleyen alternatif yöntemler olan olan babadan oğula geçmeyle seçimi ve farklı rejim seçenekleri olan padişahlıkla cumhuriyeti karşılaştırmaya başlamış ve seçim ve cumhuriyetin babadan oğula geçme ve padişahlığa tercih edilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Edirne’deyken, padişahlıkla karşılaştırıldığında cumhuriyetin ‘insanlık şeref ve haysiyeti’ne daha uygun olduğu değerlendirmesini yapıyor ve açıkça soruyordu: ‘Mesela ben neden devlet reisi olmayayım?’”[35]

Heper’e göre, İnönü’nün “Demokrasinin erdemlerine olan inancı, sadece eskiden okuduklarından değil, aynı zamanda, ki bu şaşırtıcı olmasa gerek, geçmiş deneyimlerinden de kaynaklanıyordu. Bir keresinde şöyle diyordu: ‘Ben demokratik rejimin dışındaki rejimlerin hiçbirini nazari olarak keşfetmiyorum. Hepsini salahiyetsiz küçük memur olarak içinde yaşamış, görmüşümdür. Salahiyetli olarak o devrin demokratik olmayan rejimlerinin bütün kuvetlerini kullanmış, evet, kullanmış, tatbik etmiş, neticelerini görmüşümdür. Demokratik rejim içinde biz bu memleketi ilerletiriz veyahut ecdadımıza layık olmayan insanlar olarak sürünür, mahvoluruz.’”[36]

İnönü’nün cumhuriyet rejimine inancı ise Heper’e göre şu örnekte kendini kanıtlıyor: “Belirtildiği üzere, İnönü Cumhuriyet rejimine hararetle inanıyor, onu, halkın uzun vadeli çıkarlarının yine halk tarafından korunması olarak görüyordu: bu ‘gerçeği’ halka benimsetme ve halkı kendi uzun vadeli çıkarlarının muhafızlığını yapabilecek hale getirme çabaları bu yüzdendi. Örneğin, 1930’da, liranın değerinin düşmesinin büyük ölçüde ülkede de üretilebilen malların ithalinden ileri geldiğini belirtiyor ve toplumun bütün kesimlerinden, sadece yerli kumaş kullanmalarını istiyordu.”[37]

Cumhuriyet yönetimde parlamentonun önemi ve parlamenterlerin konuşma özgürlükleri konusunda İnönü’nün son derece duyarlı olduğunu yazan Heper’in buna kanıt olarak ileri sürdüğü şu örnek ise insana şaşkınlık verecek düzeyde yakışıksız: “İnönü toplumun uzun vadeli çıkarlarına hizmet eden kurumların en büyük saygıyı görmesi gerektiğine inanıyordu; bu açıdan önde gelen kurum ulusal iradenin simgesi olarak gördüğü Meclisti. 1930’ların başlarında, ‘Büyük Millet Meclisi kürsüsü mübâlaatsızlığa [saygısızlığa] asla gelmez. Ben bu kürsüye her çıkışımda onun mehabetini [yüceliğini], Meclisin büyüklüğünü ve ehemmiyetini duyarım,’ diyordu. İnönü kürsüye düğmelerini iliklemeden asla çıkmazdı.”[38]

Heper’in anlatımına bakacak olursak, İnönü yıllarca hayata geçirmek istediği liberal demokratik rejim ya da çok partili hayat projesini ancak Atatürk öldükten sonra yürürlüğe koyabilecek ortamı yakaladığını sandı: “Atatürk’ün ölümünü ve 1938’de kendisinin cumhurbaşkanı oluşunu takiben İnönü, tek parti rejimine geri dönmemek üzere son vermeyi ve Cumhuriyet reformlarını daha da sağlamlaştırmayı hedef aldı. Artık bu güç görevlerin ikisinin de birden ve Atatürk’ün karizmatik otoritesinin desteği olmaksızın altından kalkmak zorundaydı. İnönü, yönetimin kendisine geçtiği bu nazik dönemde, otoritesini Milli Şef ve CHP’nin Değişmez Başkanı unvanlarıyla güçlendirmeye ihtiyacı olduğunu düşündü.”[39]

Heper’in bu konuyla ilgili ‘merakımızı kamçılamak’ için bu metinde daha önce söyledikleri de aynı minval üzerineydi: “Atatürk’ün 11 Kasım 1938’de [yanlışlık Türkçe metinde] ölümü üzerine, İnönü Meclis tarafından, neredeyse oybirliğiyle, cumhurbaşkanı seçildi. Aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin de başkanı oldu. 26 Aralık 1938’de toplanan CHP Olağanüstü Kongresi, İnönü’ye Milli Şef ve partinin Değişmez Başkanı unvanlarını verdi. İnönü, göreve gelir gelmez, amacının rejimi adım adım liberalize etmek olduğunu açıkladı. Kısa bir süre sonra, Meclis’te bazı CHP üyelerinden oluşan Müstakil Grubu kurdu. Müstakil Grubun görevi, hükümetin politikalarını yapıcı bir biçimde eleştirmek olacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, İnönü liberalleşme projesini erteledi; bunun yerine Türkiye’yi bir yandan savaşın dışında, öte yandan de ne olur ne olmaz diye savaşa hazır bir durumda tutmaya çalıştı. Aynı yıllarda Köy Enstitüleri projesini başlattı.”[40]

Heper’in anlatımına göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kalan demokratikleşme projesi Savaş biter bitmez büyük bir ivme kazanmışken, bu projenin bu sefer başarıyla sonuçlanmasını isteyen İnönü tabiî ki bunu baltalamak isteyenlere müsamaha gösteremezdi. Heper’e göre, İnönü açısından çok partili hayat ve seçimler gerekliydi: İnönü’nün demokrasiye geçmesinin nedenleri olarak şunlar da dile getirilir: “Dış dünyaya Türkiye’nin liberal ve demokratik bir ülke olduğunu kanıtlama çabası,” “savaş yıllarının devletçi politikasının savaş sonrasında daha az başarı kaydetmeye başlaması,” “Birleşmiş Milletler’in bir üyesi olarak demokratik rejimi benimseme zorunluluğu.”[41]

Dolayısıyla, Heper’in anlatımında demokratikleşmenin nedeni İnönü’yü küçük düşürecek kadar basit hesaplar üzerine dönüyormuş gibi gösteriliyor: “İnönü için seçimlere katılmak ulusal bir görevdi. Nisan 1947’de, Demokrat Parti oy emniyetinin tartışmaya açık olduğu gerekçesiyle seçimleri boykot etmeye karar verince, hem kaygılandı, hem de çok kızdı; çünkü ona göre, ülke dış ilişkilerinde kritik bir dönemden geçiyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Güneydoğu Avrupa’da ve Ortadoğu’da aktif bir rol üstlenme kararı vermişti. Truman Doktrini yeni ilan edilmişti. ABD başkanı, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün Ortadoğu’daki denge açısından çok önemli olduğunu belirtmişti. ... Ek olarak, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ve Yunanistan’a yaptığı ekonomik ve askeri yardımı artırmaya hazırlanıyordu. Türkiye’nin hem ekonomik, hem de askeri alanda yardıma çok ihtiyacı vardı. ... İnönü, böyle bir dönemde seçimleri boykot etmenin, ‘memleketi ve rejimi dışarıya jurnal etmek’le eş olduğunu düşünüyordu.”[42]

İnönü’nün iktidardayken ülkeyi nasıl yönettiğini, yönetirken kanunlara ve eşitliğe ne kadar riayet ettiğini, Türkiye’nin yasalarla yönetilen bir ülke olması için İnönü’nün nasıl gayret gösterdiğini eğer Heper’in örneklerinden öğrenecek olsaydık işimiz gerçekten zor olurdu. Heper’in bu konuda verdiği örnekler kanımca İnönü’nün değil Heper’in hukuk düzeninden ne anladığını sergilemesi açışından önemli; ve sırf bu yüzden bu konudaki alıntıları aktarmak gerekli hale geliyor.

Heper, İnönü’nün yasaların egemen olmasına ve düzenin sağlanmasına verdiği önemi şu alıntıyla somuta indirgiyor: “Hükümete saygısız davranılması, yasa egemenliğini ve düzeni zedelerdi. Saygısız davranışlar, hükümetin gücünü zaafa uğratırdı. Ağustos 1941’de, İnönü, askeri birlikleri denetlemek ve yerel sorunları birinci elden öğrenmek üzere Kayseri’ye gitti. Kayseri’de olanlar ve İnönü’nün tepkisi, onun, halkın hükümetin otoritesine karşı olumsuz tavrı konusundaki duyarlılığını göstermektedir: ‘Otomobili bir köyden geçerken, bir grup köylü arabanın etrafını sardı, camları yumruklayarak ‘açız, açız’ diye bağırdı. [Ankara’ya dönüşte] İnönü bu gelişmeye, iş iyice kızışmadan olaya hakim olma çabasıyla karşılık verdi. ... İnönü Recep Peker’i Dahiliye vekilliğine atadı. ... Peker sıkı merkezi otoriteden yana oluşuyla tanınıyordu.’”[43]

Fakat Heper’e göre, bundan İnönü’nün ‘kalpsiz’ ya da ‘katı yürekli’ bir adam olduğu sonucu çıkmamalı: “İnönü ... katı yürekli değildi. 1940’ların ortalarında, ülkenin batı bölgelerine yaptığı bir gezi sırasında, bir köylüye ne kadar toprağı olduğunu sordu. Köylü, ‘Paşam sen ne diyon? Geçen gün oğlum öldü, gömecek toprak bulamadım,’ diye yanıtladı. Ankara dönüşünde, istasyonda kendisini karşılamaya gelenlerin bazılarına, köylüyle aralarında geçen konuşmayı aktardı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.”[44]

İnönü’nün ne kadar ‘eşitlikçi’ olduğuna dair kanıt ise Atatürk’ün sahibi olduğu bira fabrikası ile ‘rekabet’ halinde olan Türkiye’deki öteki bira fabrikası sahibinin İnönü’den gördüğü ‘hukuki destek’: “[İnönü] yönetimde eşitlik ilkesine önem verirdi. İşte İnönü’nün, azınlık mensubu bir vatandaşa ait olan bir fabrika meselesi hakkında söyledikleri: ‘Bomonti [Bira] Fabrikası, imtiyaz müddetinin bitmesi üzerine devlete intikal ediyor. Bomonti Fabrikası buna itiraz ediyor. ... [B]ir toplantımızda Atatürk Bomonti Fabrikasının haksız olduğunu, bu muameleyi bir an evvel neticelendirmek lazım geldiğini söylüyordu. Adam Danıştaya müracaat etmiş, dava etmiş. Adam haksızdır, muamelesini durdurmak lazım, bir an evvel bitirmek lazımdır mülahazasına [düşüncesine] karşı ben dedim ki, ne yapıyor adam? Böyle bir muameleye marz kalmıştır. Bir Türk şirketidir. Türk mahkemesine müracaat ediyor. Yabancılık diye iddiası yok adamın. Mahkemeye gitmeyin mi diyeceğiz? Olmaz böyle şey. Gitsin dedim, bakalım mahkeme ne hüküm verecek. Bu meseleyi böyle kapattım ben.’”[45]

Heper’e göre, İnönü yalnızca eşitlikçi değil, aynı zamanda ölçülü davranan biriydi: “İnönü, sadece yasal sınırlar içinde ve eşitlikçi davranmaya dikkat etmekle kalmadı, bunun yanı sıra, yasalar arkasında olduğunda da ölçülü hareket etmeye çalıştı. 25 Eylül 1937’de, Kürt isyanlarının son döneminde, hükümet kuvvetlerine Dersim (şimdiki Tunceli) kenti çevresini temizlemelerini emrettiğinde, aynı zamanda, harekâtın sınırlı tutulması direktifini de verdi.”[46]

Heper’in anlatımından ‘anlıyoruz ki,’ böylesine ‘eşitlikçi’ ve ‘ölçülü’ davranan biri diktatör olamazdı: “... İnönü’nün özellikle Kürt isyanı karşısındaki kararlı tavrı ve batılılaşma reformlarının yerleştirilmesindeki azimli tutumu, karşıtlarını onu bir diktatör olarak tanımlamaya götürdü. İşaret edildiği gibi, İnönü bir diktatör olmadı; o, kendi çıkarları için keyfi hareket etmedi. İnönü, sadece koşullar öyle gerektirdiği zaman otoriter davrandı. Otoriter davrandığında da, bunu daima belirli bir düzeyde tutmaya çalıştı ve ne olursa olsun, her zaman yasal çerçeve içinde kaldı.”[47]

Yukarıdaki alıntılardan anlaşılabileceği üzere, Heper’in İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi adlı metni, değil İsmet İnönü üzerine yeni bir yorum denemesi olarak, İsmet İnönü üzerine yazılmış bir biyografi denemesi olarak bile okunamayacak kadar hata ve çarpıklıklarla dolu bir metin.

Dipnotlamada da kendini gösteren özensizlik bazen hayali atıflar biçiminde kendini gösteriyor.[48] Sıkça da, tıpkı metin içinde iddia edilenlerle bunlara kanıt oluşturacak örneklerdeki ilişkisizlik gibi, metindeki anlatılanlarla bunlara gönderilen atıflar da birbirini tutmayabiliyor.[49] Bazen de İngilizce metinde bulunan ve Türkçe’den yapılmış olan çeviriler bu metinlerin Türkçe asıllarına uymuyor.[50]

20. yüzyıl Türk siyasal tarihi ile ilgili konularda bazı basit noktalarda bile maddi hatalar yapılmış olması ise insanı üzen bir durum. Örneğin Akis ve Kim dergilerinin Heper tarafından ısrarla haftalık değil de onbeş günde bir çıkan dergiler kategorisinde değerlendirilmesi ve metinde tek bir haftalık siyasî dergi veya günlük gazeteye atıfta bulunulmamış olması çalışmanın eksikliklerini bir kere daha gözler önüne seriyor.[51]

Göze çarpan olgusal yanlışlardan birkaç tanesi bizde, anlatılmak istenilenin doğru olgular üzerine inşa edilmemiş olduğu yönünde şüpheler uyandırıyor: 1923 Kasım’ında Halk Fırkası’nın grup toplantısında Rauf Orbay’ın Cumhuriyet’in ilânı dolayısıyla İstanbul gazetelerine verdiği demeç üzerine yapılan özel toplantı ve Orbay’ın Halk Fırkası’ndan ihraç edilmesi istemiyle açılan tartışma Heper’in metninde 1924 yılında Terakkiperver Fırka kurulduktan sonra yapılmış bir konuşma gibi aktarılmış.[52] Konuşmanın bağlamı da konuşma metni kadar önemli olduğu zaman, kronolojik hataların varlığı daha da önem kazanıyor.

Bir başka önemli olgusal yanlışlık da ‘Talât Aydemir Hadisesi’nde görülmekte. Heper, Aydemir’in 22 Şubat 1962’deki birinci başarısız darbe girişiminden hemen sonra İnönü’nün kendisi ve arkadaşlarını onları emekliye sevketmek koşuluyla affettiğini, 22 Nisan 1962 tarihinde de Meclis’te çıkartılan bir başka af kanunuyla Aydemir ve arkadaşlarının tekrar askerliğe geri dönmelerini sağladığını iddia ediyor.[53] Eğer olay gerçekten bu şekilde gerçekleşmiş olsaydı İnönü’nün ‘devlet adam’lığı hakkında şüpheye düşebilir ve İnönü’nün hiç de kendisinden beklenmeyecek bir iş yapmış olduğunu sanabilirdik. Halbuki, olayın aslı kendilerine 22 Şubat 1962’de af sözü verilen bu kişilerin verilen vaad icabınca hukuki işlemlerinin -22 Nisan değil- 30 Nisan 1962’de tamamlanması ve darbeci albayların emekliye sevkedilmeleri şeklindedir.[54]

İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi İnönü ile doğrudan ilgili gibi gözükmesine rağmen, aslında Heper’in son yıllarda üzerinde önemle durduğu başka bir sorunsalın tekrar gündeme getirilmesi için bir araç olarak kullanılmakta. Bu sorunsal, otoriter bir rejimin liberal demokratik bir yönetim geleneğinin 20. yüzyılın sonuna yaklaşıldığında tüm dünyaca norm olarak kabul edildiği bir ortamda nasıl muhafaza ve müdafaa edilebileceği olarak özetlenebilir.

Heper’in diğer yazdıklarında olduğu gibi bu metinde de bolca kullandığı terimler ve bunların ne anlama geldiği üzerinde bir miktar düşünmek gerekiyor. Ancak bu kavramlar üzerinde düşündüğümüzde ve bu kavramları birbirleriyle ilişkilendirdiğimizde, Heper’in otoritaryen rejim projesinin temeltaşlarını ortaya çıkarabiliriz. Bu metindeki anlatımı ve ideolojik pozisyonu Heper’in diğer çalışmaları ile bütünleştirdiğimizde, aslında İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi’nin kendisi açısından hiç de anlamsız olmadığını görebiliriz.

Heper’in otoritaryen siyasal kuramında en önemli olan öge ‘devlet’ olduğundan bu kavram ile işe başlayabiliriz: Heper için aslolan devlet ve devletin uzun vadeli çıkarları. Devletin çıkarlarının ön plânda tutulması Heper açısından bütün bir siyasal düzenin olmazsa olmaz başlangıç noktası. Hangi konudan bahsederse etsin, Heper daima sözü dönüp dolaşıp devletin uzun vadeli çıkarlarında bitiriyor. Ortada varolan sorun ise, devletin dışında ve belki de karşısında devletin çıkarlarıyla kendi çıkarları örtüşmeyen bir sivil toplumun bulunması. Bu da, devletin kendi kontrolü dışında ve belki de karşısında olan bir sivil toplumla uğraşmak zorunda kalması sonucunu doğuruyor. Heper’in çalışmalarının büyük bir kısmını da zaten bu sorun oluşturuyor: Bir devlet, gayrimeşrû hale düşmeden, bir sivil toplumla nasıl uğraşır ve onu nasıl kontrol eder?

Heper bu noktada devreye ‘güçlü devlet’ kavramını sokuyor. ‘Güçlü devlet’in karşıtı doğal olarak ‘güçsüz devlet,’ yani, sivil toplumun siyasete egemen olduğu bir toplumsal oluşum.[55] ‘Güçlü devlet’ ise sivil toplumdan özerk, onu denetim altında tutabilen ve ona hükmedebilen bir devlet:[56] “İnönü, sivil toplum gruplarından özerkliğini sürdürebilmesi için, devletin gerektiğinde otoritesini kayıtlara tabi olmadan uygulayabilmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.”[57] Bir diğer örnek de: “İnönü’nün istediği, gerektiğinde sivil toplumdan bağımsız hareket edebilecek ve toplumun uzun vadeli çıkarlarını koruyacak güçlü bir devletti.”[58] Heper’in ‘güçlü devlet’ olarak adlandırdığı devlet tiplerini liberal demokratik devlet olarak adlandırmak doğal olarak mümkün değil. Zaten Heper de ‘güçlü devlet’ olarak İngiltere’yi ya da ABD’yi örnek olarak göstermiyor. Heper için ‘güçlü devlet’e güzel bir örnek Almanya. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, Heper’in Almanya’nın en liberal zamanı olan Weimar Cumhuriyeti dönemini kastetmiyor olması.[59]

Heper’in ‘güçlü devlet’inin liberal devlet modeliyle yakından uzaktan bir bağlantısı olmadığı kesin. Yalnız dikkati çeken nokta, Heper’in ‘güçlü devlet’ modelinin kendi iddiasınca otoriter devlet ve diktatörlük modeline de uymaması.[60] Heper’e göre, otoriter devlet ile ‘güçlü devlet’ arasındaki önemli fark otoriter devlette -ya da, diktatörlükte- yönetimin kişiselleşmesi ya da devletin en basit anlamıyla kanun devleti olmaktan çıkması.[61] Heper açısından, ayırdedici noktanın şekilci olduğunu burada belirtmek gerekiyor. Şöyle ki, üzerinde önemle durduğu ‘Rechtstaat’ -ya da ‘l’état de droit’- kavramı, özünde işlerin kanuni düzenleme ile yapılıyor olmasından öteye bir anlam taşımıyor.[62] Bu anlamıyla da, düzenini oturtmuş bir devletin -herhangi bir devletin- ‘kanun devleti’ olmadığını iddia etmek çok zor. Bu nedenle, kanunlarla yönetilen bir devletin ‘otoriter‘ değil de ‘güçlü’ olduğunu kanıtlayabilmek tamamen mümkün değilse de çok zor bir durum. Özellikle de, Heper’in kategorileri ve örnekleriyle bu işi başarmak mümkün değil.

Kanun devletinden günlük konuşmada -ve, işin özünde- anlaşılması gereken ise, ‘anayasal devlet’ diye adlandırabileceğimiz bir durumun gözlemlenmesi. Yani, yapılan kanunlarla, bu kanunlara dayanılarak yapılan işlerin hem çağdaş -yani, liberal- bir anayasaya uygun olması, hem de kamuoyu nezdinde yapılan bu kanuni işlerin ‘meşrû’ gözükmesi. Sonuç olarak da, ‘anayasal devlet’ten anlaşılması gereken, vatandaşların hukukunun devletin hukukundan üstün görüldüğü ve üstün kabul edildiği bir devlet. Eğer vatandaşlar birey olarak devlete karşı kendi hukuklarını koruyabiliyorlarsa bu devlet ‘anayasal devlet’ olarak adlandırılabilir. Heper’in kavramsallaştırmasında ise, tam tersine, vatandaşın değil devletin çıkarı ön plânda tutuluyor. Dolayısıyla, Heper’in ‘hukuk devleti’nden anladığının ‘anayasal devlet’ kavramı ile herhangi bir ilintisi yok.

Heper için sorun, bu ‘güçlü devlet’i yönetecek olan yönetici seçkinlerin seçim yöntemi ve bu seçkinlerin kendi aralarındaki ilişki biçimi. Tamamıyla mutlakiyetçi bir düzene dönülemeyeceğini kabul etmek zorunda kalan Heper için bu konuya tutarlı bir çözüm bulmak gerçekten çok zor. Daha açık konuşmak istersek, seçimsiz bir yönetim tarzı şu an için Heper tarafından önerilebilecek bir yöntem değil. Yani, Heper rekabetçi seçimlerin hiç olmayacağı bir siyasal modeli bize önerebilecek kadar cesur değil. Dünyanın bugünkü koşulları altında, rekabetçi siyasal modele katlanmak zorunda kaldığı bir ortamda Heper kendi modelinin iç tutarlılığını muhafaza edebilmek için oldukça zorlanıyor.

İlk sorun, bu rekabetçi modelin iki-partili mi, yoksa çok partili mi olursa ‘güçlü devlet’e daha az zarar getireceği ve ‘güçlü devlet’i daha az tahrip edeceği sorunu. Aslında her ikisini de ideal durumda istemediği için, Heper bu konuda kesin bir karar vermekte zorlanıyor. Bazen çoğunluk usulüyle yapılan seçimler ve bunun sonucu olarak ortaya çıkması kuvvetle muhtemel iki-partili bir meclis aritmetiğini tercih eder gibi görünüyor, bazen de nısbi temsil usulüyle yapılan seçimler sonucu oluşacak çok partili bir meclisi daha az zararlı görüyor.[63]

Seçimlerin kaçınılmazlığını ve rekabetçi bir düzeni istemeyerek kabullenmek zorunda kalan Heper açısından devlet çıkarını ön plânda tutmak için başvurabileceği başka bir çare var. O da, seçimlerle oluşan meclisteki siyasetçilerin ve bu siyasetçilerin arasından seçilecek hükümetin mümkün olduğu kadar devlet yönetimine ve karar mekanizmasına katılmasının sınırlandırılması ya da bu konuları salt siyasetçilerin belirlemesinin önüne geçilmesi.

Heper, liberal demokratik kuramın temeltaşı olan bireysel veya örgütlü ‘çıkar’ kavramını kendi modelinden tamamıyla dışlamaya çalışıyor. ‘Çıkar’ üzerine örgütlenen bireyler ya da partilerin devlet açısından ve devletin -ve milletin- uzun vadeli çıkarı açısından çok tehlikeli olduğunu her fırsatta yineleyen Heper, bu ‘tehlike’nin önüne geçmek için birtakım öneriler getirmeye çalışıyor. Yalnız, burada hemen belirtmek gerekiyor ki, Heper’in hatası, özlediği bu otoriter -ya da, adını koymasa da, korporatist ya da neo-korporatist- model için aradığı desteği aşırı muhafazakâr olsa da doğrudan korporatist olacak kadar liberalizmi reddetmemiş siyaset bilimcilerin çalışmalarında araması. Dolayısıyla, Heper’in bulduğunu sandığı akademik ve ideolojik destek kendi otoriter ya da korporatist dünya görüşü için yeterli olmuyor.

Heper, adını koymadığı, ya da koymaktan çekindiği, korporatist modelde siyasetin örgütlenmesini şu temellere dayandırmak istiyor: siyasetçilerden etkilenmeyecek, özerkliği olan bir bürokrasi; bu bürokraside görev alacak olan bir ‘bureaucratic intelligentsia’; hükümette görev alacak -yani, iktidarı bürokrasi ile ortak olarak paylaşacak- olan siyasetçilerin, kendilerini, hiç olmazsa göreve geldiklerinde, ‘siyasal seçkin’ olmaktan kurtarıp ‘devlet seçkini’ olarak görmelerinin sağlanması; ve, bütün bunlar gerçekleştikten sonra da, her ihtimale karşı, kendini ‘devlet seçkini’ olarak gören ve ‘devlet adamı’ sıfatına ‘hak kazanan’ eski ‘siyasal seçkin’lerin baskı altında kalıp da devletin uzun vadeli çıkarları yerine kendilerine oy veren seçmenlerin -ya da, sivil toplumun- özel ve kısa vadeli çıkarlarına esir düşmelerinin kökten önüne geçmek için bir ‘ekonomik ve sosyal konsey’ ile hükümet tasarruflarının siyasal bir çerçeveden çıkarılarak ‘objektif’ ve ‘bilimsel’ kriterlerle çalışan ve tabii ‘tarafsız’ davranan bir devlet kurumu aracılığıyla hem politikaların oluşumu aşamasında denetlenmesi, hem de nihai aşamada kontrol edilmesi.

Bürokrasi kavramından başlayacak olursak, Heper’in kendi görüşü çerçevesinde bürokrasiden beklediği, ‘devletin uzun vadeli çıkarları doğrultusunda alınmış olan kararları kusursuz uygulayacak bir bürokrasinin varlığı ve bu bürokratik yapının dışarıdan gelebilecek her türlü siyasal müdahale ve etkilere karşı korunaklı tutulması için tüm önlemlerin alınması’ olarak özetlenebilir. Bu bürokrasiyi fiilî olarak çalıştıracak olanlar da, doğal olarak, ‘bureaucratic intelligentsia’ denilen ‘seçkin devlet memurları.’ Devletin kurucu ideolojisini tüm kalbiyle özümsemiş -Türkiye Cumhuriyeti örneğinde, Atatürkçülüğünden şüphe edilmeyen- bir bürokratik kadro, bu bürokrasinin ‘demokratik’ bir yapıda devleti en az zararla muhafaza edebilmesi için, Heper açısından, elzem görülüyor.[64]

Yalnızca sağlam bir bürokrasinin, devleti korumada şekilci bir demokraside bile yeterli olamayacağını düşünen Heper, siyasal seçkinlerin -yani, seçimler sonucu Meclis’e giren milletvekillerinin- devlete ve onun uzun vadeli çıkarlarına zarar vermesinin önüne geçilebilmesi için bu ‘siyasal seçkin’lerin ister muhalefette, ister iktidarda olsun, kendilerini aynı zamanda ‘devlet seçkini’ olarak görmelerini istiyor. ‘Devlet seçkini’nin, kendini ‘siyasal seçkin’ dahil sivil toplumun tüm unsurlarından özerkleştirmesini şart koşuyor.[65] Heper’e göre, bu sorun sağ partiler ve onların Meclis’teki temsilcileri için aşılamayacak derecede büyük bir sorun değil; çünkü, sağ görüş kendini kurulu düzene ve dolayısıyla devlete daha yakın hissettiğinden ve ek olarak, sağdaki çıkarlar soldaki çıkarlara göre genel çıkara daha yakın olduğundan sağ siyasetçilerin kendilerini ‘devlet seçkini’ olarak görmesinde çok büyük bir zorluk yok.[66] Bu konuda başarılı örnek olarak Heper’in, İkinci Dünya Savaşı sonrasında anayasal düzeni ABD tarafından şekillendirilen Federal Alman Cumhuriyet’nin ilk şansölyesi olan aşırı muhafazakâr Konrad Adenauer’i, 1958’de askerî bir darbe sonucu kendini iktidara taşıyan General Charles de Gaulle’ü, ya da 1980 askeri darbesi sonucu iktidara önce doğrudan, sonra da dolaylı olarak ‘seçim’le getirilen Turgut Özal’ı sayması rastlantı olmasa gerek.[67]

Seçimler sonucu iktidara gelen, fakat, Heper’e göre, kendini, fırsat varken, ‘devlet seçkini’ haline getiremeyen ya da getirmemekte direnen ‘siyasal seçkin’lere Türkiye’den verilen örnekler ise çok çarpıcı: Celal Bayar, Adnan Menderes, ve bir ölçüde de, Süleyman Demirel ve Tansu Çiller.[68] Bu siyasetçiler için Heper’in getirdiği eleştiri seçmenlerin tercihlerini devlet çıkarlarının üzerinde tutmaları ve seçmen taleplerine cevap vermeleri. Bu tip ‘popülist’ politikalar yüzünden devletin geleceğinin tehlikeye düşmesi bir yana, bu ‘siyasal seçkin’ler devletle mücadeleye girerek, Heper’e göre, örneğin 1950’li yıllarda, Demokrat Parti iktidarı Türkiye’yi otoriter bir rejime doğru götürmek istemişti.[69] Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Heper’in sözlüğündeki ‘otoriter’ tanımına uygun düşmek için önşartın devlete ve katı devletçi ideolojiye karşı çıkmak olduğu anlaşılıyor.[70] Hem Atatürk ve hem de İnönü dönemleri için ‘otoriter rejim’ tanımını ısrarla, ama gerekçe göstermeden reddeden Heper’in, Demokrat Parti dönemini yine hiçbir bilimsel çözümlemeye dayandırmadan ‘otoriter rejime’ örnek olarak göstermesi, kendi siyasal kuramındaki çarpıklığa işaret etmesi dışında bir anlam taşımıyor.

Heper açısından, bir siyasal yapının ‘demokratikleşmesi’ ya da başarılı bir şekilde modernleşmesi için, ‘siyasal seçkin’lerin kendilerini ‘devlet seçkini’ olarak görmesi elzem gözüküyor. Adenauer örneği, bu bakımdan, Heper’e oldukça cazip görünüyor.[71] Tıpkı Turgut Özal’ın da Heper’e bu bakımdan cazip görünmesi gibi.[72] Fakat Heper’deki tutarsızlık şu ki, Özal’ın devlet ideolojisinin bazı önemli parçalarını tahrip etmesini ve dolayısıyla ‘güçlü devlet’ kavramına getirdiği zararı gözardı ediyor. Belki de Heper’e göre Özal’ın başarısı, askeri ve otoriter bir rejimi sanki demokratikmiş gibi gösterebilmesinde yatıyor?[73]

Heper’in kuramında özel çıkarların ne kadar ‘kötü’ ve siyasetin, temelde, ne kadar ‘ahmakça’ olduğunu hem İsmet İnönü: Bir Yorum Denemesi adlı metinden, hem de şimdiye kadar yazmış olduğu diğer makalelerden anlamış bulunuyoruz.[74] Heper’in modelinde aslen siyaset kötü bir şey. Siyaset hakkındaki olumsuz görüşünü İsmet İnönü’nün ağzından pekiştirmeye çabalaması da bu anlamda boşuna değil. İnönü’nün siyasetçileri ‘ahmak’ olarak nitelemesi Heper’in bu metinde birkaç kez övgüyle tekrarladığı bir tavır. Siyasetin ve siyasetçinin kötülenmesine sebep ise, Heper’e göre, siyasetçinin devletten ziyade kendini borçlu hissettiği seçmene olan sorumluluğunu yerine getirme çabası. Yani, devletten çok halkı düşünmek bir siyasetçi için affedilmez suç. Heper bu nedenle, ‘siyasetçi’ ile ‘devlet adamı’ arasında, kendi kuramsal çerçevesince önemli bir ayrım yapıyor: “Devlet adamı gelecek kuşakları düşünen, politikacı ise gelecek seçimleri düşünen kişi olarak tarif edilir.”[75] Heper’e göre, bu tanıma İnönü tıpatıp uyuyor: “İnönü siyasette de daima, bir politikacı gibi değil, bir devlet adamı olarak kaldı; zihni hep gelecek kuşaklarla meşguldü, gelecek seçimlerle değil.”[76] Ya da, siyasetçi, özel ve kısa vadeli çıkarlar için, ‘devlet adamı’ genel ve uzun vadeli ‘devlet’ çıkarı için savaşır.

Genel ve özel çıkar ayrımına önem atfeden Heper, her ne kadar ‘özel’ çıkarı kötülese de, her özel çıkarı eşit derecede ‘özel çıkar’ kategorisine sokmuyor. Heper’e göre, sol görüşe sahip partiler, özel çıkarları savunmaya sağ partilerden çok daha eğilimli.[77] Dolayısıyla da, solcu siyasetçi ‘devlet adamı’ olma vasfını daha kazanamadan kaybetmiş oluyor. Her ne kadar özenle ‘sınıf’ kavramını yazılarında solcuları kötülerken bile anmamasına rağmen, Heper’in dünya görüşüne göre, sol partiler ‘birtakım gruplar’ın -yani, emekçilerin- özel çıkarlarını savundukları için devlet ve onun uzun vadeli genel çıkarlarını zedeleyebilir. Ama, devletin, özel teşebbüsü desteklemesi uzun vadeli genel çıkara hizmet ettiği için, Heper özel teşebbüsü destekleyen sağ partileri bu konuda daha güvenilir buluyor: Dolayısıyla, sağ partilerin özel çıkar peşinde koşması, Heper’e göre, daha az rastlanan bir durum.

Son olarak, Heper’in ‘ekonomik ve sosyal konsey’ adıyla ortaya attığı korporatist ya da neo-korporatist yapıdan biraz bahsetmek gerekiyor. Bilindiği gibi, korporatist bir toplumsal oluşumun özelliği, özel mülkiyeti ve buna bağlı ilişkileri reddetmeden özel çıkarların temsilini ve özel teşebbüsün ve sivil toplumun liberal bir çerçeve içinde devleti arka plânda bırakacak şekilde örgütlenmesinin önüne geçilmesidir. Bu da, daha bu projenin ortaya atıldığı 19. yüzyılın son yıllarından itibaren, hem seçimlerin varolan temsili sistemde olduğundan daha başka bir şekilde yapılması gereği, hem de meslek gruplarının birbirlerinin çıkarlarını zedelemeyecek, tam tersine -Heper’in kuramında da çok sıkça geçen- ‘uyum’ içinde çalışmalarını sağlayacak bir kurum aracılığıyla yapılması fikrinin ısrarlı bir biçimde tartışmaya açılması. Sonuçta, bu tip yapılar, liberal rejimleri reddetmeye ve kapitalizmin aşırılıklarını törpülemeye meyilli bazı Avrupa ülkelerinde kurum olarak yaratıldı. Örneğin bir ‘Reichswirtschaftsrat’ Weimar Anayasası ile Almanya’da ortaya çıktı, fakat liberal demokratik bir rejimle bağdaşmadığı için fazla başarılı olamadı. Yalnızca Almanya’da değil, liberal rejimden uzaklaştıkları ölçüde, hemen hemen tüm ülkelerde iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde bu tip korporatist meclisler kuruldu.[78] Türkiye’de de 1920’li yıllarda kurulan ve başarılı olamayan ‘Âli İktisat Meclisi’ buna benzer bir kurumdu. Faşist rejimlerin egemen olduğu İtalya, İspanya ve Portekiz’de de her ne kadar bu kurumların kurulacağı ve işleyeceği vaad edildiyse de bu kurumlar, İtalya’da olduğu gibi, ya göstermelik kaldılar ya da, Portekiz’de olduğu gibi, vaad edildikleri halde hiç kurulmadılar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise bu tip korporatist kurumlar, işlevleri değişmiş bir biçimde -kapitalizmin düzenli ve dengeli bir şekilde gelişmesi amacıyla- yeniden yapılandılar. Bu kurumlara da daha çok ‘plânlama’ işlevi verildi ve bazı ülkelerde de, tıpkı 1960 darbesi sonucu Türkiye’de olduğu gibi, adına ‘Devlet Plânlama Teşkilâtı’ denildi.[79]

Heper’in ‘Türkiye demokrasisi’ için eksikliğinden bahsettiği de böyle bir ‘sosyal ve ekonomik bir konsey’ olsa gerek. Fakat, varolan Devlet Plânlama Teşkilâtı’ndan ve onun halihazırdaki işlevinden yeterince memnun olmamış olsa gerek ki, sanki böyle bir kurum yokmuş gibi orta ve uzun vadeli proje ve siyasal tercihleri tamamen belirleyici, siyasal iktidarlara tercih şansı tanımayan bir kurumun özlemini dile getiriyor.[80] Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın Türkiye’deki pek çok tutucu çevre tarafından ‘solcu’ bir kurum olarak değerlendirilegeldiğini düşunürsek Heper’in bu soğuk tavrını daha kolay anlayabiliriz.

Heper’in siyasal partilerin -ve dolayısıyla, siyasal tercihlerin ve sivil toplumun- iktidar üzerinde etkisinin en az olduğu dönemleri Türkiye’nin altın çağı olarak nitelendirmesi de bağlı olduğu otoritaryen dünya görüşü çerçevesinde son derece normal karşılanacak bir durum. 1998 yılında Fuat Keyman ile birlikte kaleme aldığı bir makalede Heper, 1923-1945, 1961-1965 ve 1983-1987 dönemlerini Türkiye açısından en iyi dönemler olarak nitelerken, bunun nedeninin devlet işlerine siyasetin en az bulaştığı dönemler olmasından kaynaklandığını açıkça ifade ediyor.[81]

Dünya çapında, liberal demokrasinin tartışmasız hegemonyası sürerken Heper’in bu akıntıya kürek çekmesini belki de yürekli bir davranış olarak görenler olabilir. Fakat, şurasını unutmamak gerekir ki, böyle bir dünya görüşünün savunulması cesaret isteyen bir iştir. Heper’in bu konuda cesur olduğunu söylemek biraz zor; çünkü, kendi tercihi olan otoriter rejim özlemini okuyucuya demokratik rejim özlemi gibi sunmaya çalışıyor. Keşke, özlemi kadar cesareti de olsaydı da, neo-korporatist bir otoriter rejimden yana olduğunu açıkça ifade edebilseydi. Tahammül etmek zorunda kaldığı liberal demokratik rejim kendisine ifade özgürlüğü konusunda bir sınırlama getirmiyor. Bu nedenle, ideolojik söylemini ‘bilimsel’ bir paravana arkasına saklamasına hiç de gerek yoktu. Böylesi bir tutum onu, söylediklerinde şimdi olduğundan daha tutarlı bir hale getirebilirdi. Şu anki haliyle, Heper’in görüşündeki tutarsızlık ve çelişkilerinin büyük bir bölümü bu ideolojik tercihin gizlenmesi çabası sonucu ortaya çıkan durumun yarattığı terslikten kaynaklanıyor.

Buna ek olarak, Heper otoriter rejimin kuramsal çerçevesini çizmeye çalışırken sanki bu konuda işine yarayacak muazzam bir korporatist literatür yokmuş gibi yalnızca aşırı muhafazakâr Amerikan siyaset bilimcilerinden yararlanma yoluna gidiyor. Halbuki, ‘güçlü devlet,’ ‘devlet seçkini,’ ‘uzun vadeli genel devlet çıkarı,’ ‘toplumsal uyum’ ve ‘ekonomik ve sosyal konsey’ gibi kavramlar korporatist ve faşist devlet ideoloji ve kuramlarının ayrılmaz parçası. Bu kuramları, kulağa hoş gelmediğini düşünerek kullanmamayı tercih ediyorsa, belki kendine daha yakın bulabileceği ve adı Yirminci Yüzyıl’ın büyük siyasal düşünürleri arasında geçen Carl Schmitt’i gönül rahatlığıyla kullanabilirdi. Carl Schmitt de tıpkı Metin Heper gibi liberal demokratik rejime tahammül etmek zorunda kalmış bir akademisyendi. Gönlüne uygun rejime ancak Hitler iktidara gelince kavuşmuş ve Hitler’in diğer siyasal partileri kapatması kararı hakkında ilk ve tek olumlu anayasal görüşü vermesi üzerine, Üçüncü Reich’ın baş hukuk danışmanlığına getirilmişti.82 Ama, liberal demokratik bir rejimde anayasa hukuku profesörlüğü yaptığı yıllarda bile, yazdığı anayasa hukuku ders kitabında ve siyasal kuram üzerine yazdıklarında son derece tutarlı bir biçimde liberal demokrasiyi eleştirmiş ve bunu olabildiğince açık bir biçimde ortaya koymayı başarmıştı.[83]1 Metin Heper’in İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman adlı çalışmasını Hakan Tunç (University of Pennsylvania, Department of Political Science) adlı biri ‘remarkable’ sıfatıyla nitelendirdikten sonra bu kitabın İnönü’nün yaşamı ile ilgili olan tarihsel tartışmaya önemli bir katkı olduğunu iddia edebilmektedir (New Perspectives on Turkey, s. 20 (Bahar 1999), s.162-164).

[2] Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s.14.

[3] A.g.e., s.82.

[4] A.g.e., s.97.

[5] A.g.e., s.188n.

[6] A.g.e., s.14.

[7] A.g.e., s.142.

[8] A.g.e., s.31.

[9] A.g.e., s.69.

[10] A.g.e., s.148.

[11] A.g.e., s.147.

[12] Örneğin, Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s. 41 ve Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.38’de olduğu gibi.

[13] Metin Heper daha metin İngilizce olarak basılmadan yaklaşık bir yıl önce Milliyet’te, Şahin Alpay’ın ‘Entellektüel Bakış’ adlı köşesinde, çalışmasının “beş yıllık bir araştırma sonucu” ortaya çıktığını söylüyor (Şahin Alpay, “‘Demokraside geç kaldık’: İsmet İnönü’nün kitabını yazan Prof. Dr. Metin Heper’e göre İnönü’nün görüşü,” Milliyet, 15 Eylül 1997).

[14] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar [yayına hazırlayan Ruşen Sezer] (İstanbul: İletişim Yayınevi, 1997).

[15] Heper’in bu alıntısı için bkz, s.141 (İngilizce metin) ve s.128 (Türkçe metin). İsmail Hakkı Tonguç’un bu konu ile ilgili kitaplarından en önemlisi için bkz., İsmail Hakkı Tonguç, Eğitim Yolu ile Canlandırılacak Köy, İkinci Baskı (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1947). Engin Tonguç’un babası ve Köy Enstitüleri hakkındaki görüşleri ve İnönü’nün Köy Enstitüleri’nin kurulmasındaki rolü için bkz., Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi: İsmail Hakkı Tonguç - Yaşamı, Öğretisi, Eylemi, 2 Cilt (Ankara: Güldikeni Yayınları, 1997). İsmail Hakkı Tonguç ve Köy Enstitüleri konusunda yeni bir araştırma için bkz., Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Enstitüleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997).

[16] Sözü geçen makale için bkz., Walter F. Weiker, “The Aydemir Case and Turkey’s Political Dilemma,” Middle Eastern Affairs, 14 (1963), ss.258-271.

[17] Harris’in bu konuyla ilgili makaleleri için bkz., George S. Harris, “The Causes of the 1960 Revolution in Turkey,” The Middle East Journal, 24 (1970), s.438-454; “The Role of the Military in Turkish Politics: Part I,” The Middle East Journal, 19 (1965), s.54-66; ve “The Role of the Military in Turkish Politics: Part II,” The Middle East Journal, 19 (1965), ss.169-176. Harris’in Türkiye’deki askerî darbelerle ilgili olarak editörlüklerinden birini bizzat Heper’in yaptığı bir kitaptaki makalesine de bakılabilir: George S. Harris, “The Role of the Military in Turkey: Guardians or Decision-Makers?” Metin Heper ve Ahmet Evin (Der.), State, Democracy and the Military: Turkey in the 1980s (Berlin ve New York: Wlater de Gruyter, 1988) içinde, s.177-200.

[18] George S. Harris, A Political History of Turkey, 1945-1950 (Doktora Tezi, Harvard University, 1956).

[19] Büyükelçinin anıları için bkz., Joseph C. Grew, Turbulent Era: A Diplomatic Record of Forty Years, 1904-1945, 2 Cilt [Derleyen Walter Johnson; derlemeye yardım eden Nancy Harvison Hooker] (Boston: Houghton Mifflin, 1952). Bu kitaptan yapılan ve Heper’in kullanmayı tercih ettiği seçilerek kısaltılmış çeviri için bkz., Joseph C. Grew, Atatürk ve İnönü: Bir Amerikan Elçisinin Hatıraları [Çeviren Muzaffer Aşkın] (İstanbul: Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları, 1966).

[20] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.76.

[21] A.g.e., s.11.

[22] A.g.e., s.75.

[23] A.g.e., s.41-42.

[24] A.g.e., s.52.

[25] A.g.e., s.54. Heper İnönü’nün ‘şantajcılığa’ ve “gammazlığa’ askerlik mesleğinin ilk yıllarında alışmış olduğunu bizzat İnönü’nün ağzından anlatıyor: “‘22 yaşında yüzbaşı rütbesiyle orduya girdim. O zamanlar alaylı subaylar orduda çoğunlukta idi. Çoğu sakallı, iriyarı, çatkın bakışlı insanlar. Ben ufak tefek olduğum için, kimse beni ciddiye almağa hevesli değildi. Bi zaman dişimi sıktım, çevremde olup bitenleri anlamağa çalıştım. Bu alaylı subayların her birinin kendisine göre bir zaafı vardı. Kimi er kazanından çalıyor, kimi depodan öteberi satıyor, kimi kendi hallerince zevk ü sefaya düşkün. Bilgiler elimde tamamlanınca, her birine ayrı ayrı gidiyor, bir başkasının yaptığını anlatıyordum. Kısa bir sürede herkes beni el üstünde tutmağa başladı.’” (a.g.e., ss. 80-81)

[26] A.g.e., s.74.

[27] A.g.e., s.45.

[28] A.g.e., s.49.

[29] A.g.e., s.32.

[30] A.g.e., s.59.

[31] A.g.e., s.69.

[32] A.g.e., s.70.

[33] A.g.e., s.12-13.

[34] A.g.e., s.114.

[35] A.g.e., s.88.

[36] A.g.e., s.46.

[37] A.g.e., s.101.

[38] A.g.e., s.98.

[39] A.g.e., s.163.

[40] A.g.e., s.17.

[41] A.g.e., s.170n.

[42] A.g.e., s.167-168.

[43] A.g.e., s.108.

[44] A.g.e., s.87n.

[45] A.g.e., s.158.

[46] A.g.e., s.158.

[47] A.g.e., s.157.

[48] Örneğin, sayfa 137’da 110 numaralı atıftaki kitapta sayfa 519 ve sayfa 525’e gönderilen atıflar hayali, çünkü bahsi geçen kitap toplam 518 sayfa tutuyor ([İsmet İnönü], İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, Cilt 3: 1961-1973 [Derleyen Ali Rıza Cihan] (Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayını, 1993). Heper’in, Kurtuluş Kayalı’nın Ordu ve Siyaset: 27 Mayıs-12 Mart (İstanbul: İletişim Yayınları, 1994) adlı kitabında sayfa 88-90 arasına gönderme yaptığı 34 numaralı dipnotta metinde geçen bilgilere tekabül eden hiçbir şey yok (Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.205).

[49] Örneğin konu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun Tasarısı nedeniyle İnönü’nün 27 Haziran 1956 tarihinde yaptığı bir konuşma olmasına rağmen, Heper sanki bu konuşmanın özü azınlık hak ve hukukuymuş gibi anlatıyor (Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.178).

[50] Örneğin, İnönü’nün 1 Kasım 1949’da Meclis’te yaptığı konuşmanın aslı ile İngilizce metindeki çeviri birbirini tutmuyor (Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s.183). Keza, yine İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihindeki konuşması da yanlış çevrilmiş (Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s.206-207). Benzer biçimde başka bir örnek için bkz., Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s.195.

[51] Akis dergisinin onbeş günde bir çıkan bir yayın olduğu yanlışı için bkz., Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.188. Kim dergisinin onbeş günde bir çıkan bir yayın olduğu yanlışı için bkz., Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, s.157 ve s.219. Heper CHP’nin resmî yayın organı Ulus gazetesinden de “CHP yanlısı Ulus gazetesi” diye söz edebiliyor (Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.72).

[52] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.104.

[53] A.g.e., ss.203-204.

[54] “22 Şubat Olayı,” Yurt Ansiklopedisi, 11 (İstanbul: Anadolu Yayıncılık A. Ş., 1984), s.8285.

[55] Metin Heper, “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy: Turkey and Germany Compared,” Comparative Political Studies, 25 (Nisan 1992-Ocak 1993), s.189n.

[56] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.93, 101, 103 ve 104.

[57] A.g.e., s.102.

[58] A.g.e., s.103.

[59] Metin Heper, “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy: Turkey and Germany Compared,” Comparative Political Studies, 25 (Nisan 1992-Ocak 1993), ss.177-189.

[60] Metin Heper, “The State and Interest Group with Special Reference to Turkey,” Metin Heper (Der.), Strong State and Economic Interest Groups: The Post-1980 Turkish Experience (Berlin ve New York: Walter de Gruyter, 1991) içinde, s.19.

[61] Heper, İnönü bağlamında, bu noktayı şöyle açıklıyor: “İnönü bir devlet adamıydı, bir diktatör değildi; o, kişisel çıkarları ve/veya kendi ütopik ya da hayalci tasarılarını gerçekleştirmeye çalışmıyor, keyfi bir şekilde hareket etmiyordu” (Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.89); “İnönü bir diktatör olmadı; o, kendi çıkarları için keyfi hareket etmedi” (a.g.e.., s.157); ya da: “Daha önce de belirtildiği gibi, İnönü’nün Milli Şef unvanını benimsemesinin ardında diktatörlük, yani keyfi, baskıcı bir yönetim aracılığıyla kişisel çıkarını geliştirme hevesi yatmıyordu” (a.g.e., s.163).

[62] Metin Heper, The State Tradition in Turkey (Walkington: The Eothen Press, 1985), s.87.

[63] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.97 ve 224. İki partili meclis aritmetiğinden bahsettiği bir kaynak için bkz., Metin Heper, “The ‘Strong State’ and Democracy: The Turkish Case in Comparative and Historical Perspective,” S. N. Eisenstadt (Der.), Democracy and Modernity: International Colloquium on the Centenary of David Ben-Gurion (Leiden, New York, Kopenhag ve Köln: E. J. Brill/Kudüs: The Israel Academy of Sciences and Humanities, 1992) içinde, ss.160-161.

[64] Metin Heper, The State Tradition in Turkey (Walkington: The Eothen Press, 1985), s.108.

[65] Metin Heper, “Transition to Democracy in Turkey: Toward a New Pattern,” Metin Heper ve Ahmet Evin (Der.), Politics in the Third Turkish Republic (Boulder: Westview Press, 1994) içinde, s.17; ve, Metin Heper ve E. Fuat Keyman, “Double-Faced State: Political Patronage and the Consolidation of Democracy in Turkey,” Middle Eastern Studies, 34 (1998), s.259.

[66] Metin Heper, “Conclusion,” Metin Heper ve Ahmet Evin (Der.), State, Democracy and the Military: Turkey in the 1980s (Berlin ve New York: Walter de Gruyter, 1988) içinde, ss.256-257.

[67] Metin Heper, “State, Democracy, and Bureaucracy in Turkey,” Metin Heper (Der.), The State and Public Bureaucracies: A Comparative Perspective (New York, Westport ve Londra: Greenwood Press, 1987) içinde, s.139; ve, Metin Heper, “The ‘Strong State’ and Democracy: The Turkish Case in Comparative and Historical Perspective,” S. N. Eisenstadt (Der.), Democracy and Modernity: International Colloquium on the Centenary of David Ben-Gurion (Leiden, New York, Kopenhag ve Köln: E. J. Brill/Kudüs: The Israel Academy of Sciences and Humanities, 1992) içinde, s.145 ve 162-163.

[68] Bayar ve Menderes dönemi eleştirisi için bkz., Metin Heper, “State, Democracy, and Bureaucracy in Turkey,” Metin Heper (Der.), The State and Public Bureaucracies: A Comparative Perspective (New York, Westport ve Londra: Greenwood Press, 1987) içinde, s.136; Metin Heper, “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy: Turkey and Germany Compared,” Comparative Political Studies, 25 (Nisan 1992-Ocak 1993), s.183; ve, Metin Heper, “Introduction,” Metin Heper ve Jacob M. Landau (Der.), Political Parties and Democracy in Turkey (Londra ve New York: I. B. Tauris and Co., Ltd., 1991) içinde, s.2. Demirel dönemi eleştirisi için bkz., Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği (Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Yayını, 1974), s.77; Metin Heper ve E. Fuat Keyman, “Double-Faced State: Political Patronage and the Consolidation of Democracy in Turkey,” Middle Eastern Studies, 34 (1998), s.261, 264 ve 267; ve, Metin Heper, “The ‘Strong State’ and Democracy: The Turkish Case in Comparative and Historical Perspective,” S. N. Eisenstadt (Der.), Democracy and Modernity: International Colloquium on the Centenary of David Ben-Gurion (Leiden, New York, Kopenhag ve Köln: E. J. Brill/Kudüs: The Israel Academy of Sciences and Humanities, 1992) içinde, s.143.

[69] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.132, 227 ve 228.

[70] Metin Heper, The State Tradition in Turkey (Walkington: The Eothen Press, 1985), s.108 ve 111; Metin Heper, “The ‘Strong State’ and Democracy: The Turkish Case in Comparative and Historical Perspective,” S. N. Eisenstadt (Der.), Democracy and Modernity: International Colloquium on the Centenary of David Ben-Gurion (Leiden, New York, Kopenhag ve Köln: E. J. Brill/Kudüs: The Israel Academy of Sciences and Humanities, 1992) içinde, s.158.

[71] Metin Heper, “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy: Turkey and Germany Compared,” Comparative Political Studies, 25 (Nisan 1992-Ocak 1993), ss.182-183.

[72] Metin Heper ve E. Fuat Keyman, “Double-Faced State: Political Patronage and the Consolidation of Democracy in Turkey,” Middle Eastern Studies, 34 (1998), s.267.

[73] A.g.e., ss.265-267.

[74] Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.224.

[75] A.g.e., s.90.

[76] A.g.e., s.81.

[77] Heper’in, CHP içinde İnönü ve Ecevit ayrımı yapmasının, Ecevit’in ortanın solu politikasının halkçı renkler taşıdığı için İnönü’nün devletçi halkçılığından farklı olduğunu vurgulamasının ve Ecevit’i hizipçilikle suçlamasının belki de en önemli nedeni Ecevit’in siyasetini ‘solcu’ olarak değerlendirmesi olabilir (Metin Heper, İsmet İnönü: Yeni bir Yorum Denemesi, s.216).

[78] Bu konuda Türkiye dahil tüm dünya ülkelerini kapsayan bir çalışma için bkz., Elli Lindner, Review of the Economic Councils in the Different Countries of the World (Geneva: League of Nations, Section of Economic Relations, 1932).

[79] Heper, 1961 Anayasası’nın liberalden çok korporatist bir mantıkla hazırlanmış olduğunu, belki kendi de tam farkına varmadan, doğru bir şekilde saptıyor. (Metin Heper, “The Strong State as a Problem for the Consolidation of Democracy: Turkey and Germany Compared,” Comparative Political Studies, 25 (Nisan 1992-Ocak 1993), s.180; ve, Metin Heper, The State Tradition in Turkey (Walkington: The Eothen Press, 1985), s.89).

[80] Metin Heper ve E. Fuat Keyman, “Double-Faced State: Political Patronage and the Consolidation of Democracy in Turkey,” Middle Eastern Studies, 34 (1998), ss.262-264.

[81] A.g.e., s.259 ve 272-273.

[82] Carl Schmitt’in kapsamlı bir biyografisi için bkz., Joseph W. Bendersky, Carl Schmitt: Theorist for the Reich (Princeton: Princeton University Press, 1983).

[83] Carl Schmitt’in siyasal kuramla ilgili en önemli eserleri şunlardır: Carl Schmitt, The Crisis of Parliamentary Democarcy [Çeviren Ellen Kennedy] (Cambridge: The MIT Press, 1985); Carl Schmitt, The Idea of Representation: A Discussion [Çeviren E. M. Codd] (Washington, D. C.: Plutarch Press, 1988); Carl Schmitt, The Concept of the Political [Çeviren George Schwab] (New Brunswick: Rutgers University Press, 1976); Carl Schmitt, Political Theology: Four Chapters on the Concept of Sovereignty [Çeviren George Schwab] (Cambridge: The MIT Press, 1985); ve, Carl Schmitt, Verfassungslehre, Sekizinci Baskı (Berlin: Duncker und Humblot, 1993).