Örgüt ve Totalite

Birikim’in 124. sayısında (Ağustos 1999) Şükrü Argın’ın şu tanımlamasına tamamen katılıyorum: “Mutlak iktidar talep eden bir rejim, bunu asla elde edemez. Çünkü tanımı gereği, hiçbir iktidar, bu arzusunu mutlak biçimde tatmin edemez. Ancak böylesi bir talepten, böylesi bir arzudan vazgeçen, daha doğrusu vazgeçebilen bir iktidar elde edebilir bu gücü... totaliter rejimlerde, iktidar, hiçbir zaman mutlak olmadığı, olamayacağı için, muhalif sözü ciddiye alır. Liberal demokratik rejimlerde ise, aslında ‘mutlak’ bir iktidar; daha doğrusu, mutlak iktidar talep etmeyecek kadar kendine güvenen bir iktidar vardır. Bu tür rejimlerde, iktidar, Foucault’un da söylediği gibi, hiçbir yerde yoğunlaşmamış, ancak her yere nüfuz etmiştir. Gücünden öylesine emindir ki, kendisine yöneltilmiş hiçbir sözü ciddiye almaz.”

Bu satırları okur okumaz, Birikim’in Ağustos sayısı gelmeden birkaç gün önce başımdan geçen bir olayı anımsadım. Tony Blair’in Labour Hükümeti işbaşına geçtiğinden beri, işsizler kitlesinin, ucuz emek pazarında işe koşulması amacıyla hazırlanmış “New Deal” programının ağlarına yakalanmış bir işsiz olarak, Tottenham’daki Kızılhaç binasında bir “bakıcı” yetiştirme kursuna gönderilmiştim. Kurstan önce, seviyemizi ölçmek için, oldukça basit sayılabilecek bir dil ve matematik sınavından geçirildik. Sınavı yapan görevli kadın bizi kendi halimize bırakıp çıkıp gitmişti. Sınav sırasında “dil” sözcüğünün İngilizcesi olan “tongue” sözcüğünün yazılışını unuttum ve yanımdaki İngiliz kıza, bu sözcüğün yazılışının nasıl olduğunu sordum. İngiliz kız, sanki ona uygunsuz bir teklifte bulunmuşum gibi bana kınayarak baktı ve ardından da, bu yardımı yapamayacağını, çünkü bunun kurallara aykırı olduğunu söyledi. Üstelik görevli kadın, sınavdan önce böyle bir kuraldan falan da söz etmemişti. Eminim, görevli kadın o sırada orada olsa ve bunu ona sorsaydım, o sözcüğün doğru yazılışını seve seve gösterirdi.

Birden otuz yedi yıl geriye, Kabataş Lisesi’nin sıralarına götürdü bu olay beni. Cebirci “Mayk”ın sinek uçurmayan atmaca bakışları altında, yakalansak yiyeceğimiz o esaslı “nakavt” tokatının yanısıra, idareye de sevkedileceğimiz kesin olduğu halde, en olmadık numaraları yapıp, nice atraksiyonlarla birbirimize ne kopyalar verirdik. İşte şu karşımdaki İngiliz kızı, Batı’nın, iktidarı içselleştirmiş, bireysel irade ve iktidarını yitirdiği ölçüde üst iktidarların bir robotu haline gelmiş “birey”inin bir aynasıydı. Mutlak iktidarların en korkuncu buydu işte. Gönüllü kulluğa dayanan iktidar.

Bu durumda, Şükrü Argın’ın kullandığı “totaliter rejim” ve “liberal demokrasi” deyimleri de anlamlarını yitirmektedir. Bizzat onun anlattıklarının ışığında, hangi rejimin daha totaliter olduğu konusunda büyük bir kuşku çıkmaktadır ortaya. Üstelik, klasik anlamdaki “totaliter” rejimlerin sayısının giderek azaldığı ve en baskıcı rejimlerin bile üzerlerine, “liberal, demokratik, parlamenter” şalı attıkları günümüzde, kanımca, artık iktidar biçimlerini sınıflandırırken, “totaliter” ve “demokratik” sınıflandırması, bugünün hegemonik iktidar yapılarının ideolojik gözbağcılığına yardımcı olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bu bakımdan ben, iktidar yapılarının bazı yönlerini çok daha mikro planda ele almaya çalıştığım bu kısa yazımda, makro ya da mikro plandaki bütün iktidarların hegemonik ve totaliter olduğu önkabulünden hareketle yaklaşacağım konuma.

ÖRGÜT VE İDEOLOJİ

Devlet iktidarları, irili ufaklı milyonlarca iktidar odağının üzerinde yükselirler. Büyük ya da küçük her örgüt, kendi çapında bir iktidar odağıdır. Her iktidar odağının, varlığını sürdürebilmesi için, dayandığı bir ideolojiye ihtiyacı vardır. Genellikle iktidar odakları ya da örgütler, yaşamaları için gerekli olan ideolojilerinden önce doğarlar ve ideolojilerini sonradan adım adım oluştururlar. Örgüt ya da iktidar odağı, zaman içinde ideolojisinde önemli değişiklikler yapmak zorunda kalabilir. Hattâ örgütün ilk ortaya çıkışında kendisi için oluşturduğu ideolojiyle daha sonraki yıllarda meydana gelen değişmeler sonucunda ideolojisinin aldığı biçim arasında neredeyse hiçbir benzerlik kalmayabilir. Ama örgüt yine aynı örgüttür. Bu duruma, Türkiye sol hareketinin tarihinden verebileceğim en iyi örnek, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurduğu THKO’nun ideolojik yapısıyla, bu gelenekten doğan bugünkü partinin ideolojik yapısı arasında nerdeyse hiçbir benzerlik kalmamış olmasıdır. İdeolojideki bu büyük değişime ve benzemezlik haline rağmen, örgütsel gelenek, kadrolarıyla ve ritüelleriyle nerdeyse aynıdır ya da çok az değişime uğramıştır. Bu da, örgütün ideolojisinin aslında bir kılıf olduğunu, esas olanın bir iktidar odağı olarak örgütün yaşaması olduğunu gösterir.

Yine Türkiye sol hareketine bakacak olursak, yukarıdaki, “örgüt ideolojiden önce gelir” iddiamı kanıtlayacak çok sayıda örnek verebilirim. Bugünlerde anılarımı kaleme aldığımdan, 1968-71 yılları arasında meydana gelen bölünmelere sık sık dönme ve onları yeni baştan ve yakından inceleme fırsatı bulabildim. Ve bu yakından inceleme sırasında şunu gördüm ki, önce örgütlerin rüşeymleri oluşmakta ve bu rüşeymler, kendi var oluşlarına haklılık temeli oluşturabilmek için zaman içinde ideolojilerini kurmaktadırlar. Örneğin, alalım MDD-Sosyalist devrim ayrılığını. Sosyalist devrimciler, ilk başta sosyalist devrimci falan değildiler ya da öyle olduklarının kendileri de farkında değillerdi. Ne var ki, TİP ve FKF içindeki MDD dayatması karşısında, kendi varlıklarını savunmak için, ister istemez bir karşı ideoloji yaratmaları gerekiyordu ve sosyalist devrim tezini ortaya atarak bu ideolojiyi yarattılar. Hattâ, ideolojik iddiaları pek ön planda gözüken MDD’cilerin bile başlangıçta, sonradan formüle ettikleri kadar MDD’ci olmadıklarını iddia edebilirim. MDD’cilerin ilk ortaya çıkışları, MDD’ci tezlerle değil, daha çok TİP’in parlamentarist tezlerinin eleştirisi noktasında olmuştur. TIP içindeki MDD’ci muhalefetin ilk kez ortaya çıktığı 1966 Malatya Kongresinde, öyle net bir MDD tanımı falan ortaya konmamıştır.

Daha sonraki yıllara geçelim. Kırmızı Aydınlık-PDA bölünmesinin ilk belirtilerinin yaşandığı 1969 yılında, önce arkadaş yakınlıklarına dayanan öbekler oluşmuştur. Bu öbeklere baktığımız zaman, aralarında önemli bir ideolojik ayrılık olduğunu söylemek oldukça güçtür. İdeolojik refleksler o kadar birbirinin benzeridir ki, aralarında bir ayrım yapmak imkânsız gibidir. Her iki öbek de Sovyetler Birliği’nin karşısında Çin’e sempatiyle bakmaktadır. Her ikisi de “aktif” mücadeleden yanadır. Hattâ pratik mücadelede gösterilen refleksler de, birbirinin hemen hemen aynıdır. İmran Öktem yürüyüşünde, Kemal Kurdaş’ın Anıtkabir’e sokulmaması eyleminin başını çekenlerden ikisi, daha sonra PDA’cıların önde gelenleri arasında yer alacak olan Cengiz Çandar ve Atıl Ant’tı. Yani daha sonra PDA’cıların eleştirdiği bu eylemin içinde, daha sonraki PDA’nın önde gelenleri de yer almıştır. Bir başka örnek de, 1969 yılının sonlarında, SBF’de Ecevit’in yuhalanması olayıdır. Daha sonra PDA, bu eylemi, Kırmızı Aydınlık’çıların “maceracılığı”na örnek olarak göstermiştir, ama şu işe bakın ki, bu eylemin başında bulunanlardan biri de, daha sonraki PDA’nın lideri Doğu Perinçek’tir. Yani, olaylar yaşanırken, pratik reflekslerde bir aynılık, hattâ o eylemde kim daha önde olacak yarışı vardır, ama olaylar yaşandıktan sonra, örgütün ihtiyacı olan ideoloji oluşturulurken, tarih, bu ideolojinin gereklerine göre yeniden yazılmakta ve olaylar bu ideolojinin kalıbına dökülerek yeniden değerlendirilmektedir.

En belirgin örnek ise, PDA’nın Maoculuğudur. İşin aslına bakacak olursak, Kırmızı Aydınlık-PDA bölünmesi sırasında, hem, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan, PDA’cı öbeğe göre daha Maocu konumdaydılar, hem de daha sonra rakip kesimlerin lideri durumunda gözükecek Mihri Belli ile Doğu Perinçek, “asker sivil aydın zümre”ye biçtikleri değerle ve cunta beklentileriyle, birbirlerine en yakın konumda bulunuyorlardı. Kırmızı Aydınlık’ın, ayrılıktan hemen sonra, Ocak 1970’de çıkan 15. sayısında yer alan, Mahir Çayan’ın yazdığı, imzasız, uzun yazıyı açıp okuyalım. O yazı, tam anlamıyla Maocu bir metindir. Referansların büyük bölümü Mao’dandır. Ne var ki, bölünmeden hemen sonra, PDA, kendisine bir ideoloji arayışına girdi ve bunu Maoculukta buldu. PDA, Maoculukta karar kılıp Kırmızı Aydınlık’a bu argümanlarla saldırıya geçince, Kırmızı Aydınlık, önce, o zamanlar sol saflarda itibar sahibi olan Maoculuk argümanını PDA’ya kaptırmamak için “Kampüs Maocusu” terimini icat etti. Ancak zamanla PDA’nın Maoculuğu kabul edildi ve bunun kabul edilmesi oranında da Kırmızı Aydınlık kendine başka bir ideoloji oluşturmanın peşine düştü. Zaten kısa süre içinde Kırmızı Aydınlık da yeniden bölündü ve her bölüntü kendine yeni bir ideoloji arayışına girdi.

Bu örnekleri daha fazla uzatmayacağım. Ancak buradan, bu noktayla bağlantılı bir diğer noktaya geçmek istiyorum. İdeolojiler kaygan ve güvenilmez, kendi çaplarında birer iktidar olan ve gelecekte daha büyük iktidarlar vaadederek güç toplayan örgütsel yapılar ise durağan ve sağlamdır. Yani ideoloji değişir, zıddına dönüşür, tezlerini inkâr eder ya da pratikteki başarısızlığı oranında kendisine olan güvenini yitirebilir, ama buna rağmen, örgüt, bu ideolojide önemli değişikler yapmadığı, hattâ bu konuda muhafazakâr bir tutum takınmanın örgütün bekâsı açısından gerekli olduğunu düşünerek ona bağnazca sarıldığı halde, varlığını sürdürebilir. Örnek verecek olursak, TKP-ML’nin kurucusu Ibrahim Kaypakkaya, PDA’dan, halkın silahlı mücadeleye hazır olduğu ve bir kere gerilla savaşına başlanırsa, bunun çok kısa sürede bütün ülkeye yayılacağı teziyle ayrılmış ve bunu, örgütünün temel ideolojik tezlerinden biri olarak ortaya atmıştı. Ne var ki, TKP-ML’nin kurulmasının üzerinden otuz yıl geçtiği halde bu temel tez doğrulanmamış, tersine yanlışlanmıştır. Bütün silahlı mücadele girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve halkın silahlı mücadele için yanıp tutuşmadığı apaçık bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Bu durumda, eğer ideoloji belirleyici olsaydı, tezleri yanlışlanan bir hareketin kendini feshetmesi ya da sönüp gitmesi beklenirdi. Ama böyle olmamıştır. İdeoloji ölse ya da büyük yaralar alsa da, örgüt, hiçbir şey olmamış gibi yaşamını sürdürmektedir. Neden? Çünkü örgütsel yapı bir kez oluşmuş ve kendi iktidar ilişkilerini yaratmıştır. Bu yapının içine katılan insanlar, yirmi-otuz yıl boyunca kendi örgüt kariyerlerini inşâ etmiş, hayatlarını böylesi bir hiyerarşinin oluşturulmasına adamışlardır. Şimdi kimse onlardan, hayatlarını adadıkları bu yapıyı feshetmelerini ya da çekip gitmelerini bekleyemez. Üstelik bu eskilerin yanısıra, toplumsal merdivenlerde tırmanma şansı olmayan çok sayıda genç unsur örgüte akıp durmaktadır. Kimse, iş yapan bir dükkâna kilit vurmaz. Olsa olsa, dükkânın satışına zarar veren ismini değiştirir. Bunun en iyi örneği, Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist rejimlerin yıkılmasından sonra, komünist partilerinin, nerdeyse bir gün içinde “komünist partisi” tabelasını indirip, yerine “sosyal demokrat parti” tabelasını asarak, eski yapılarıyla işlerine devam etmeleridir.

ÖRGÜT, OTORİTE VE GÖREV

Eğer iktidar, devlet iktidarından ibaret olsaydı, kimse iktidara çok uzak bir konumda görünen, hattâ işkence, baskı, tehlike, yoksunluk, fedakârlık ve sıkıntıdan başka bir şey vadetmeyen muhalif sol örgütlerin uzağından bile geçmezdi. Ama bütün bu risklere rağmen, baskı altındaki muhalif devrimci örgütler, eski kadrolarından kalbur üstünde kalanları korudukları gibi, çok sayıda yeni üye devşirme becerisi gösterebilmektedirler. Bunun nedeni, her örgütün kendi çapında bir iktidar odağı olması ve kendi içinde yarattığı iktidar ilişkilerinin, özellikle genç insanlara çekici gelmesidir. Toplumsal basamaklarda hiçbir yükselme şansları, toplumda bir “hiç”ten başka bir şey olmayan bu genç insanlar, alt toplumsal kesimlerden gelmektedirler. Bu gençler bir işe de girseler, o işte en altta kalacaklarını ve sürekli ezileceklerini bilmektedirler. Ama devrimci bir örgüte girip orada fedakârlıklarıyla ve cesaretleriyle kendilerini gösterebilirlerse, bu “küçük toplum” içinde başarılı olma, o topluluğun içinde, iktidar basamaklarında yükselme, örneğin bir bölge komitesinin başına geçme ve orada otorite sahibi olma, birilerine emretme şansına sahip olabileceklerdir. İnsanların yalnızca maddi çıkar peşinde koştukları tezi, oldukça kaba materyalist bir tezdir. İnsanlar, belki maddi çıkardan da önce, prestij, saygınlık, otorite, üstünlük vb. gibi şeylere yönelirler. Hattâ, karşı cinsle ilişkilerde de bu tür şeyler çok önemlidir. Toplumsal itibarı olmayan bir genç, örgütsel itibara ve otoriteye kavuşarak, pekâlâ, normal koşullarda ulaşamayacağı karşı cinsten kızlarla ya da erkeklerle bağlantı kurabilir, küçük bir iktidar sayesinde, en azından o küçük yapı içinde toplumsal kastların duvarlarını yıkabilir.

Örgütsel yapıların, kendi iktidar yapıları içinde daha alt otorite odakları yaratmaları, bu otoriteye özlem duyan yeni unsurları çekmek ve onları heveslendirmek açısından önemlidir. Yoksa, baştaki bir karizmatik liderden ve onun dışındaki eşit üyelerden oluşan bir örgütsel yapı, bu hiyerarşi dışılığı ile çekici olamaz ve çevresinde kimseyi toplayamaz. Bu yüzden, küçük iktidar odakları, bir görevler ve görevliler hiyerarşisi yaratmak zorundadır. Bu bağlamda, örgüt içindeki görevlerin çoğu, bir ihtiyaçtan doğmaz da, kendini bir ihtiyaçmış gibi dayatır.

Iki yıl önce Londra’nın Islington semtinde başlayan 1 Mayıs yürüyüşünde bunu çok canlı olarak gözlemlemiştim. Örgütler, kendi aralarında kura çekerek belirledikleri sıralamalarına uygun olarak (İngiliz arkadaşlara bu kura olayını anlattığım zaman son derece yadırgadıklarını belirtmeliyim) yürüyüşe geçmişlerdi. Ortalıkta ne bir faşist saldırı tehlikesi vardı ne de polisin müdahale etmesi söz konusuydu. Tersine polis, yürüyüşçülere dışarıdan herhangi bir zarar gelmemesi için her türlü tedbiri almıştı ve bir polis arabası, en önde, yürüyüşçülere yol açıyordu. Bu sırada, bir sol örgütün saflarındaki “görevliler” dikkatimi çekti. Kollarına orak çekiçli pazubentler, başlarına örgütlerinin adını taşıyan bantlar takmış bu görevli gençler, bir şenlik havasında, çocuklarını yerleştirdikleri el arabalarını itekleyen örgütün kadın üyelerini “düzene” sokuyorlardı. “Sıraya girin arkadaşlar,” “Ayşe sen biraz öne doğru gel,” “Fatma, geride kalma,” türü uyarıların böyle bir yürüyüşte ne kadar lüzumlu olduğuna varın siz karar verin. Aslına bakılacak olursa, bu uyarılar kadar, o görevlilerin kendileri de gereksizdi. Onlar kendi gerekliliklerini kendileri yaratmışlardı. İnsan bu manzarayı görünce, görevlerin kendi gerekliliklerini yarattıklarını son derece ironik bir dille anlatan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını hatırlamadan edemiyordu.

ÖRGÜT VE HİZİP

Sol örgütlerin tüzüklerinde “hizip faaliyeti” şiddetle cezalandırılacak bir suç olarak nitelendirilir. Ne var ki, aslında hizip faaliyeti, bütün örgütlerin olduğu gibi, sol örgütlerin de temelidir. Çünkü hizip, hattâ hizip içinde hizip faaliyeti, bir iktidar odağı içindeki daha küçük otorite merkezlerini, giderek de, eğer koşullar elverirse o iktidar odağının zirvesini ele geçirmenin tek yoludur. Sanıldığının tersine, bir örgüt ne kadar totaliterse, o örgüt içindeki hizip faaliyeti o kadar yoğundur. Çünkü, totaliter yönetimler altında başarı kazanmanın, hizip faaliyetinden başka bir yolu yoktur. Öte yandan, hizip faaliyeti demek, illâ muhalefette bulunmak demek değildir. Totaliter iktidar merkezini destekleyen öbekler de hizip faaliyeti sürdürürler, bu hizip faaliyetleri sayesinde merkezden daha fazla otorite devşirmek için yaparlar bunu. Tarihte, hizip faaliyetlerinin en sert şekilde cezalandırıldığı parti, herhalde, Stalin’in yönetimindeki SBKP’ydi. Ne var ki, aynı zamanda, SBKP içindeki hizip faaliyetlerinin en yoğun olduğu dönem de Stalin dönemidir. Muhalif hizipleri bir yana koyalım. Esas hizip faaliyetini yürütenler, parti içinde Stalin’e en bağlı kesimlerdi. Bir parti “patron”u, bir görevden başka bir göreve atandığı zaman, o göreve kendi “maiyeti”, yani hizip elemanlarıyla birlikte giderdi. Bir “patron”un kendi hizip elemanlarından kopartılarak bir göreve atanması, onun için en korkulacak şeydi. Çünkü bu yeni görevde, “patron”un etrafı, o görevin çevresinde eskiden beri oluşmuş bir hizip tarafından sarılacak ve “patron”, işini yürütebilmek için iradesini, o görev etrafında oluşmuş hizbe teslim etmek zorunda kalacaktı.

Görüleceği gibi, hizip faaliyeti, temelde hepsi totaliter olan örgütlerin içinde yükselmenin ve otorite elde etmenin tek yoludur. Ne zaman bu hizip faaliyeti, örgütün alt merkezlerinde otorite elde etme gibi “meşrû” bir uğraşın sınırlarını aşıp, işbaşındaki yönetime kafa tutmaya ya da onun ideolojik hattını sorgulamaya girişir, işte ancak o zaman, yönetime hâkim olan hizip tarafından şiddetle cezalandırılır ve zor yoluyla ezilir. Partilerin tüzüklerindeki “hizip faaliyeti” suçu, bu durumda gündeme gelir.

ÖRGÜT VE HİYERARŞİ

Hiyerarşi, örgütün vazgeçilmez ürünüdür. Hiyerarşiye karşı alınan hiçbir önlem, bugüne kadar örgütlerde hiyerarşiyi önlemeyemiştir. Yönetimsiz örgütler kurmaya çalışan anarşistlerin bu tür örgütlerinde bile, “görünmez” (invisible) yönetimler ve hiyerarşiler vardır. Hele, Lenin’in rotasyonla işleri yürüten “ahçı kadın” örneği, bugün bakıldığında iyiden iyiye naif bir öneri olarak gözükmektedir.

Hiyerarşi oluşturmak yönündeki bilinçli bürokratik çabaları ya da tüzüklerle önceden oluşturulmuş hiyerarşik yönetim kademelerini bir yana bırakalım, en iyi niyetli deneylerde dahi hiyerarşinin yeniden ve yeniden ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biri, karar mekanizmalarının talep ettiği “aciliyet”tir. Her örgüt, görevlerini yerine getirebilmek için, acil kararlar almak ve bunları acilen yürürlüğe koymak zorundadır. Acil kararlar, örgütün bütün üyeleriyle birlikte alınamaz ve bütün üyeleriyle birlikte yürürlüğe konamaz. İster istemez örgütün işlerine en sıkı sarılan unsurlar alırlar kararları ve bunları daha sonra geri kalanlara da onaylatırlar. Kararların alınmasında bulunmayan üyeler bu kararları genellikle onaylamak zorunda kalırlar, karar anında orada bulunmama “gevşekliğinin” bedelidir bu. Böylece, daha “sıkı” üyelerin örgütün girdisine çıktısına ilişkin daha fazla söz sahibi olduğu bir durum çıkar ortaya. Örgüt herkesindir, ama daha çok da birilerinindir. Bu birileri zamanla aralarında, diğerlerine karşı bir dayanışma içine de girerler ve giderek bu dayanışmanın ürünü olarak kendi lehlerinde düzenlemeler yaparlar. Böylece, örgütün daha “sıkı” ve “gevşek” üyeleri arasında, bilgilenme, kararlara katılma, örgütün işlerinde daha fazla ya da daha az yetki sahibi olma vb. konularında bir hiyerarşi oluşmuş olur.

Artık burada, örgütün kararlarına uyma zorunluğunun bizatihi bir totalite unsuru olduğunun üzerinde durma gereği duymuyorum.

Sonuç olarak, bireylerden oluşan her grubun bir tür örgüt, ister istemez karar mekanizmalarına sahip olacak olan her örgütün bir iktidar odağı, her iktidar odağının, daha alt otorite merkezlerine sahip bir hiyerarşi, her hiyerarşinin, birey üzerinde, şu ya da bu ölçüde totaliter bir baskı çarkı olduğunu düşünüyorum.