Aşkla Yazmak

1

“Bütün yazılanlardan, yalnızca, kişinin kendi kanıyla yazdığını severim. Kanınla yaz: göreceksin ki kan, tindir.”

Nietzsche

İnsan, niçin yazar? Doğal olarak, bunu en az ilki kadar önemli bir başka soru izler: İnsan, yazdıklarını niçin yayımlar? Bu sorulara kısa ve net yanıtlar verebileceğimizi, vermemiz gerektiğini düşünüyorum. İnsan yazar; çünkü, bir sorunu, yanıtı değilse de bir sorusu vardır. İnsan yazdıklarını yayımlar; çünkü, bu sorunu paylaşmak, sorusunu -eğer varsa elbette yanıtını- birilerine iletmek ister. Kısacası, bir dert vardır ve bu dert paylaşılmak istenir ya da en azından belki birileri paylaşır diye ortaya konulmak istenir. Bu dert, örneğin bir şiirde dile getirilmiş olabileceği gibi, son derece mahrem bir dert de olabilir, yine örneğin bilimsel bir makalede dile getirilmiş olabileceği gibi, son derece kamusal bir dert de olabilir. Hiç fark etmez. Her iki halde de, insanı şu ya da bu şekilde kıvrandıran bir dert; her iki halde de, insanın içinde şu ya da bu şekilde kıvranan bir soru işareti vardır ve nihayetinde, işte bu dert, bu soru dile getirilir. Bir anlamda, dert dile gelir ve vücut bulur. Başka bir deyişle, dışa vurulur ve nesnelleştirilir. Dolayısıyla, en azından potansiyel olarak, sadece yazanın derdi olmaktan çıkar, kamusallaşır; dile getirilen dert muhatabını bulur ya da hiç değilse aramaya koyulur.

Muhatabını, yani okurunu bulamayan yazılar var mıdır? Elbette vardır; hem de yığınla. Peki ama, ya muhatabını aramayan, okunmak istemeyen, deyim yerindeyse “salt yazı” olarak kalmak isteyen yazılar var mıdır? Mutlaka vardır; fakat, yazılmış ama gönderilmemiş mektuplar gibi, mahremiyetin ağlarına takılıp kalmış yazılardır onlar. Yazılmış ama, şu ya da bu nedenle yayımlanmamıştır; yazan, bir bakıma içini dökmüş, ancak tekrar içine atmıştır her şeyi.

Peki, yayımlandığı halde muhatabını aramayan yazılar var mıdır? Eğer aranırsa, edebiyatın kuytu köşelerinde bu türden yazılar bulunabilir, sanıyorum. Yazanın, salt yazma hazzıyla ya da -ne bileyim, belki de bir Sait Faik gibi- yazmasa içine düşeceği boğucu sıkıntının acısıyla, yani can havliyle kaleme aldığı yazılar vardır elbet. Ancak, bu türden kendi içine kapalı yazılar bile, bir kez yayımlandığında -çoğu durumda aslında sadece kendi içine doğru da olsa- ister istemez bir yolculuğa çıkarlar. Yazar, yazdığını yayımlamakla, bir bakıma ıssız adasından bir şişe fırlatmıştır okyanusa. Çoğu kez şifresini tam anlamıyla çözmek mümkün olmasa da, bir mesajdır artık bu yazı. Fırlatılıp atıldığına göre, mutlaka birine, birilerine gönderilmiştir. Hedeflenen bu meçhul kişi, aslında bizzat yazarın kendisi bile olsa, hiç fark etmez, gönderilmiş bir metindir artık o; kaderi, yazarının olduğu kadar -belki de daha çok- okurunun alnına da yazılmıştır. Yazar, yazısını, belki derdini anlatmak için değil, anlamak için kaleme almıştır, bilemeyiz; ancak, bunu -şu ya da bu şekilde- bir yerlerde yayımladığına göre, kesin olan bir şey vardır: o, anlaşılmayı arzulamaktadır. Anlaşmanın, anlaşılmanın imkânsızlığını anlatmayı amaçlayan bir yazı da olsa, en azından bu konuda anlaşılmak gibi bir derdi vardır. Kuşkusuz, yazmak, bazen son derece kesif, hattâ marazi bir iç konuşma halini alabilir; ancak, yayımlamak, bu iç konuşmayı ister istemez bir konuşmaya çevirir ve her konuşmada -çok derinlerde gizlenmiş de olsa- mutlaka bir anlaşılma arzusu vardır.

2

“Koca dünya: Uzayda bir toz zerresi... İnsanların tüm bildikleri: sözcüklerden ibaret! Yığınlar, şaşkınlar yedi iklim çiçekleri: hayal hepsi... Ebedi düşüncenin özeti: hiçbir şey!...”

Ömer Hayyam

Jacques Ellul, sözün modern dönemdeki kaderini incelediği kitabında, modern kurumların, her şeyden önce medyanın sözü öğüten bir değirmen gibi çalıştığını vurgulamıştı. Ona göre, günümüzde, “Hiçbir şey söylemeksizin konuşma alışkanlığı, bir kanser gibi sözü yiyip bitirmiştir.”[1] Biz, Ellul’ün bu saptamasının yazı için de büyük ölçüde geçerli olduğunu söyleyebiliriz, sanıyorum. Zira, ortalıkta “hiçbir şey söylemeyen” bir yığın yazı var. Dolayısıyla, bugünlerde, yukarıda değinmiş olduğumuz dertleri taşımayan tuhaf bir yazı türüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle sosyal bilimler alanında, niçin kaleme alındığı pek anlaşılmayan bir yığın yazı ile karşılaşıyoruz. Herhangi bir derdi tasası olmayan bir yığın yazı dolaşıyor ortalıkta. Tanıl Bora’nın şu saptamasına katılmamak mümkün mü?

“Sosyal bilimsel metinlerde ender görülen bir vak’a olmayan içeriksel kısırlığın, çoğu kez sorunsuz yazmakla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Niçin yazıldığı belirsiz, herhangi bir kaygı yansıtmayan bir yazı türü, neredeyse ‘akademik yazı’nın numunesi olarak, hâkimiyetini arttırıyor. İllâ ölümcül bir siyasî veya insanî meseleyle ilgili kaygıdan bahsetmiyorum - sözünü ettiğim yazı türü herhangi bir merak dürtüsü içermiyor. Bir şey söyleme saikinin yerini ‘bu malzemeden bir makale (bir makale daha!) çıkarırım’ saiki almış görünüyor. Yazının/sözün sadece ‘yayın yapma’ performansına bir katkı olarak anlamlandığı, yazmanın/söylemenin -contingent/olumsal demek istemiyorum- occasional, yani fırsata ve vesileye bağlı olduğu bir mesleki moralin galebe çalmakta olduğunun göstergesidir bu.”[2]

Tanıl Bora’nın esas olarak “akademik yazılar” için dile getirdiği bu saptama, sanırım, tüm yazı türleri için geçerli. Hiçbir şey söylemeyen köşe yazıları, lafı eveleyip geveleyen makaleler, okurunu hiç ama hiç umursamayan kitaplar... bence, bunların tümü için geçerli bu saptama. Akademik yazıda, hiç değilse etkili olması gerekenler değilse de etkili olan saikler belli.[3] Beni asıl düşündüren diğerleri. Hadi, köşe yazarlarının çoğunun derdini de anladık diyelim. Hepimiz biliyoruz ki, onların çoğu yazmak için değil, “köşeyi dönmek” için oradalar. Yazılarının değilse de kendilerinin “dert”leri belli. Yazıyorlar ve kazanıyorlar, o kadar! İçlerinden bazıları, zaman zaman “içten”, “samimi” yazılar döktürerek vicdanlarını da aklıyor. Kendilerini, sadece kendi seslerini işitebilecek kadar yükseklerde hissettiklerinden, memleketin neredeyse tamamını “öteki”leştirip, zaman zaman onları da anımsadılar mı deyme gitsin, aldıkları parayı pürü pak bir vicdanla hak ediyorlar! Peki ama, ya diğerleri? Yani yazdıklarıyla esas olarak bir kurumda tutunmayı ya da para kazanmayı amaçlamayanlar... Kendileri için bir götürüsü-getirisi olmadığı halde, onlar niçin derdi tasası olmayan yazılar yazarlar? Sanırım asıl yanıtlanması gereken soru da bu. Başka bir deyişle, bu ülkede sadece akademisyenler ve köşe yazarları değil, neredeyse tüm yazarlar, neyi niçin yazdıkları konusunda pek net değil galiba. Ellul’ün sözünü ettiği “söz devalüasyonu” tüm yazın dünyasını etkisi altına almış gibi. Şiirden romana, denemeden incelemeye tüm yazın alanında sözün ve yazının değerini düşüren sıkı bir devalüasyon işbaşında. Her zaman olduğundan daha çok konuşuyoruz, her zaman yazdığımızdan daha çok yazıyoruz; ama, dinlemeye ve okumaya değer pek bir şey de yok ortada.

3

“...Frenk üstatlarının usulleri yayıldıkça herkes başkalarının masalını kendi hikâyesi gibi anlatmayı marifet sanacak.”

Benim Adım Kırmızı

Borges bir söyleşide, fazla kitap okumak yerine aynı kitapları tekrar tekrar okumayı tercih ettiğini söyler ve şunları ekler:

“Ortaçağ’da yaşayan insanların çok şanslı olduğunu düşünürüm hep; çok az kitapları vardı, fakat onların hepsi temel kitaplardı. Bugünlerde, kitaplar hakkında yazılmış o kadar yazı var ki, kitapların kendilerine erişmek bile güç.”[4]

Borges’in saptamasında bana özellikle ilginç görünen şey, son söylediği. Şu, kitapların üzerini örten yazılar yığını... Bu saptama, bana tartışma götürmez biçimde doğru görünüyor. Gerçekten de, bugünlerde -hem de giderek artan oranda- yazılar üzerine yazılmış yazılar, kitaplar üzerine yazılmış kitaplar okuyup duruyoruz. Çoğu durumda, kültürden çok, kültürel incelemeler üzerine yazılmış incelemeler; toplumdan çok, toplum incelemeleri üzerine yazılmış incelemelerdir okuduğumuz. Kültürün hemen her alanında, sadece ve sadece birbirine gönderen sıkı bir metinler zincirine vurulmuş gibiyiz. Ne yana baksak, başka bir metne işaret eden metinler var sadece. Tam bir “daire-i faside”. Galiba hiçbir çıkış da yok! Yok; zira, metnin dışında hayat yok! Elbette, hayatın kendisinin bir “metin” olduğunu iddia eden post-yapısalcı düşünürlere nazire olsun diye söylemiyorum bunu. Hayat metninin dokusunu çözmeyi, çözümlemeyi amaçlayan, bu dokunun ilmiklerini didikleyen metinlere hiçbir itirazım yok. Açıkçası, benim itirazım, metinlerin dışında hayat olmaması değil, tam tersine, metinlerin içinde hayat olmamasına yönelik. Hayatla her türlü temasını yitirmiş soyut değil -hangi yazı soyut değildir ki? - ama son derece soğuk bir yazı yığını içinde eşelenip duruyoruz. Aradığımız, azıcık da olsa bir sıcaklık, bize yaşanmışı ya da yaşananı gösterecek ya da en azından anımsatacak bir sıcaklık. Metnin içinde bir kıpırtı arıyoruz; bir canlılık belirtisi, bir ruh... Çaresiz eşelenip duruyoruz; ama, elimize geçen -ne yazık ki- sadece başka bir metin, üstelik çoğu durumda da daha soğuk bir metin oluyor, o kadar!

Neden? Sorunun, Tanıl Bora’nın yukarıda zikrettiğim kısa yazısında, tüm boyutlarıyla olmasa da ana hatlarıyla ortaya konmuş olduğunu düşünüyorum: sorunsuz ve dolayısıyla sorumsuz yazma. Başka bir deyişle, herhangi bir iletişim kaygısı gütmeden, sadece yazma. Görev olarak yazma! Refleks olarak yazma! Hiçbir iletişim kaygısı yok; zira, iletilecek bir dert, paylaşma arzusu ile yola çıkılan bir muhatap arayışı yok. Çoğu kez, zaten okunmayacağını bilerek yazıyoruz. Hattâ birçok yazının, bizzat kendi yazarınca bile bir kez olsun geri dönülüp okunmadığı ortada. Kısacası, diyalog bir yana, gerçek anlamda bir monologdan söz etmek bile neredeyse imkânsız. Çoğu yazıda, bu tür tuhaf bir iletişimsizliğin farkında olmaktan kaynaklanan kahredici bir rehavet var. Kendisini, en çok, yazanın kullandığı dildeki özensizlikte gösteren bir rehavet... Öznesiyle yüklemi arasındaki bağı koparacak, iletmek istediği anlamı unutacak ölçüde esneyen cümleler; kendi doğaları ve tarihleriyle uzaktan yakından ilişkili olmayan anlamları taşımak için görevlendirilmiş, dolayısıyla doğal olarak yazarına ayak direten sözcükler... Kısacası, ya açıkça, hiçbir şey söylemek istemeyen, ya da yazarın bütün samimi çabalarına rağmen, söylemek istediğini bir türlü söyleyemeyen; yazıya döküldüğü sanıldığı halde, ne yazık ki hâlâ yazarının kafasında kalmış olan dilsiz yazılar...

Tanıl Bora, sorunsuz ya da sorusuz yazmanın “refakatçisi”nin “ve belli başlı teknik göstergesi”nin, “uç vakalarda intihal sınırlarına” varan, “sıradan örneğiyse ‘falana göre... filana göre...’ diye suyunun suyu özetler sıralayan metinler” olan, bir tür “aktarımcılık” ya da “nakilcilik” olduğunu söylüyor. Ayşe Öncü’nün çok hoş bir şekilde “bavul ticareti” dediği durum.[5] Bora’ya göre, böyle bir “yazı/düşünce teknolojisinin” en önemli sonuçlarından biri, kullanılan dilin, sözüm ona nesnellik icabı son derece “gayri edebi hattâ anti-edebi” bir renge, daha doğrusu renksizliğe bürünmesidir. Elbette kaçınılmaz bir durumdur bu; çünkü, karşımızda yazdıklarının altını imzalayan ve böylece söylediklerinin sorumluluğunu üstlenen bir yazar değil, ne yazarsa yazsın, ne söylerse söylesin kendisine asla zeval gelmeyecek olan bir “elçi” var: Aktarıyor ve kayboluyor. Yine Tanıl Bora’nın son derece haklı olarak vurguladığı gibi, bu “aktarımcılık” ya da “nakilcilik”, ne yazık ki, sadece “fikir” aktarımı ya da “nakli”yle sınırlı kalmıyor. Belki sadece bundan ibaret kalsa ve bunu, sadece bunu layıkıyla başarsa, yani söz konusu fikri gerçekten Türkçeye taşısa, son derece yararlı bir iş olarak bile görülebilirdi. Ancak aktarımcılık, sadece fikirlerin değil, çoğu durumda o fikirlerin oluşturulduğu dilin de doğrudan buraya taşınmasına varıyor. Sonuç: İngilizce konuşmaya çalışan bir Türkçe!

Kuşkusuz, burada her yazı yazan kişinin, dili mükemmel bir biçimde sıfır hatayla ve ancak yetkin edebiyatçılarda ortaya çıkabilen özgün bir üslûpla kullanması gerektiğini söylemek istemiyorum. Söz konusu yetkin edebiyatçılar da dahil olmak üzere kim bunu başarabilir ki? Benim söylemek istediğim, sadece bir duyarlılık taşımak; dili doğru kullanma yetisine değilse de, en azından niyetine sahip olmak. Dile önem vermek, onu sadece düşünceyi taşıyan değil, aynı zamanda kuran bir araç olarak görmek. Düşünce dediğimiz şeyin, sadece ve sadece dille ve dilde vücut bulabileceği gerçeğini kabul etmek. Düşünürü ya da yazarı ana diline bağlayan, hattâ bazı durumlarda bağımlı kılan işte bu gerçektir. Edward Said’in şu saptaması, bence yazarın dille ilişkisini mükemmel bir biçimde açıklıyor:

“Her entellektüel bir dilin içine doğar ve hayatının geri kalanını da çoğunlukla o dilin içinde geçirir ki, bu dil onun entellektüel faaliyetlerinin ana aracıdır. Diller elbette millidir -Yunanca, Fransızca, Arapça, İngilizce, Almanca vb.-, ama benim burada vurgulamak istediğim temel noktalardan biri, entellektüelin salt anlaşılırlık ve tanışıklık gibi bariz nedenlerden değil, aynı zamanda dile özel bir ses, kendine özgü bir vurgu ve nihayet kendisine ait bir perspektif getirmeyi umduğu için de millî bir dil kullanmak durumunda olduğudur.”[6]

Dilde “özel bir ses”, “kendine özgü bir vurgu” yaratmak, bir yazar için niçin özel bir önem taşır? Said’in bu soruya verdiği yanıt son derece önemli. O, bu soruyu, George Orwell’ın “Siyaset ve İngiliz Dili” adlı bir makalesinde dile getirmiş olduğu görüşlere dayanarak yanıtlamaya çalışır:

“Klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlar, der Orwell, ‘dilin çürümesi’nin örnekleridir. Sonuçta zihin uyuşup pasifleşirken bir süpermarketteki fon müziği etkisi yaratan dil, bilincin üzerini kaplayıp onu basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, edilgin bir biçimde kabul etmeye ayartır.”[7]

Orwell’ın, “dilin çürümesi”ne ya da donuklaşmasına yol açtığını düşündüğü şeyler, elbette sadece gündelik dilde ya da politik dilde etkili değildir. Aynı şey, örneğin akademik dil için de, entellektüellerin kullandığı “özel diller” için de geçerlidir. “Zihni uyuşturan” “klişeler, aşınmış metaforlar, bayat kullanımlar”, buralarda da bol miktarda faaliyettedir ve dili, dolayısıyla da bu dili kullanan kişilerin zihnini kemirip durur. İşte entellektüeller, her şeyden önce, dildeki bu doğal çürümeyi ya da donuklaşmayı önlemek için, bu dil içinde “kendilerine ait bir oda” açmak ve gerçekten yeni, gerçekten özgün, gerçekten dinlenmeye değer bir şeyler söyleyebilmek için, dildeki bu “çevre kirliliği”ni, kapılarının önlerinden başlayarak temizlemek, dile yeni bir soluk getirmek zorundadırlar.

Tanıl Bora, yukarıda değinmiş olduğumuz yazısında, yazılarda “dil duygusu” aramanın,

“aynı zamanda metinlerin/düşüncenin/bilginin paylaşılabilirliğini talep etmenin ve ‘sahiden’ önemsenen ve ‘sahicilik’ atfedilen bir bilgi olarak ortaya sürülüp sürülmediğini denetlemenin bir yolu”

olduğunu söylüyor ki, bence önemli noktalardan biri de bu. İster edebiyatçı ister sosyal bilimci olsun, bir yazar, ne zaman yazılarında kendine özgü bir üslûp sergileyebilir? Bu soruya, yine Bora’nın sözleriyle yanıt verilebileceğini düşünüyorum: “Özgün bir kurguya (kompozisyona) elverecek sahici soruların ve merakların” olması durumunda. Yazar, sadece ve sadece, ele aldığı konuyu, sorunu içselleştirmişse, yani gerçekten onu kendine dert edinmişse, ancak o zaman yazdıklarına -hattâ başkalarından yaptığı doğrudan alıntılara bile- kendi üslubunun gölgesini düşürebilir. Nietzsche, “kendi kanıyla yazmak”tan söz ettiğinde, sanırım, buna benzer bir durumdan söz ediyordu. Yani, yazdığına canını, ruhunu katmaktan...

4

“... bugün en yaygın olanı ise sosyal bilimciler olarak ‘krala’ danışman olmaktır. (...) Birey olarak sosyal bilimci, modern toplumun bireyi işlevsel olarak rasyonelleştirilmiş bürokrasinin bir parçası durumuna getiren etkilerine kendisini açmış; modern toplumun yapısıyla ilgilenmeksizin, kendi uzmanlık alanına hapsolmuş bulunmaktadır.”

C. Wright Mills

Edward Said, yukarıda zikrettiğimiz ve bir bakıma, yüzyılımızın entellektüel manifestosu olarak niteleyebileceğimiz kitabında şu saptamayı yapar:

“İster Batı’da olsun ister Batı dışında, entellektüele yönelik asıl tehdit ne akademiden ne varoşlardan ne de basının ve yayınevlerinin insanın kanını donduracak ölçüde ticarileşmiş olmasından gelir; ben asıl tehdidi profesyonelizm dediğim bir tutumda görüyorum.”[8]

Said’e göre, profesyonelizm denilen tutumun ya da konumun, entellektüeller üzerinde esas olarak üç temel baskısı vardır: uzmanlaşma, bilirkişilik kurumu ve bunların doğal bir sonucu olarak da, giderek artan oranda resmî ya da sivil güç odaklarına bağımlılık. Uzmanlaşma, entellektüeli dünyadan koparır ve onu kendi dar dünyasına hapseder; bilirkişilik kurumu ise, onun bu dar dünyadan “gerçek dünya”ya çıkış vizelerini onaylar. Kaçınılmaz sonuç, entellektüelin, giderek daha fazla devletin ya da piyasanın egemenliği altına girmesi ve giderek artan oranda “özerkliğini” ve özgürlüğünü yitirmesidir elbette. Said, işte bu karabasana karşı şu düşü önerir:

“...entellektüelin sorunu, modern profesyonelleşmenin saldırılarıyla onları yok sayarak ya da nüfuslarını yadsıyarak değil, farklı bir dizi değer ve önceliği temsil ederek baş etmeye çalışmaktır. Ben bu temsil edimine amatörizm diyorum, yani kârla ve bencil , dar uzmanlaşmayla değil, özenle ve sevgiyle beslenen bir etkinlik.”[9]

Kuşkusuz, Said’in karşı çıkışı, profesyonelizm denilen şeyin bizatihi kendisine değil, bunun belirli sosyo-kültürel şartlar içinde yarattığı ürkütücü zihniyete yöneliktir. Said, kişisel bir anısını aktarırken bunu olukça çarpıcı bir biçimde dile getirir. Said, Vietnam savaşında hava kuvvetlerinde görev almış olan bir kişi ile, kendisinden üniversitede ders almak için başvurduğunda aralarında geçen bir konuşmadan söz eder. Said, ısrarlı bir biçimde, “Hava kuvvetlerinde tam olarak ne yapıyordunuz?” diye sorar. Karşısındaki kişi soğuk bir biçimde, “Hedef iktisabı.” diye yanıtlar. Said şöyle devam eder:

“İşin aslının bombardıman pilotluğu olduğunu neden sonra anlayabildim, ama sıradan bir yabancının dolaysız sorularını bertaraf etmeyi amaçlayan profesyonel bir dil kullanarak örtbas ediyordu asıl işini.”[10]

Said’in, haklı olarak ürkütücü bulduğu ve karşı çıktığı işte bu zihniyettir ve ne yazık ki, sadece ordu gibi bilinçli olarak dehumanize edilmiş, insansızlaştırılmış mekanik/disipliner kurumlarda değil, söz konusu profesyonelliğin yaygınlaşması nedeniyle hemen her yerde karşımıza çıkmaya başlamış bir zihniyettir bu. Okulda da bulur bizi, hastanede de... Siyasette de çıkar karşımıza, eğitimde de...[11]

Amatörlük, hemen her alanda yitirdiğimiz bir tutum; ancak, en çok entellektüel alanda kendisini hissettiriyor. Ya da şöyle söyleyelim: Profesyonellik, en çok bu alanda sırıtıyor. Ünlü Yunan şairi Yannis Ritsos bir konuşmasında şunu söylemiş:

“Şiirden para kazanmayı hiç düşünmedim. Bana hep utanılması gereken bir şey gibi gelirdi. İnsan Tanrı’ya dua ediyor diye ödüllendirilmek isteyebilir mi? Ama 49 yaşımdan bu yana şiirlerimin geliriyle yaşıyorum.”[12]

Bir çelişki, bir tutarsızlık mı bu? Hiç sanmıyorum. Amatörlük, insanın yaptığı işin sonucunda para ya da başka bir ödül almaması değil ki. Sadece, işin başlangıcında böylesi bir güdünün, işin özüne ait olmayan bir güdünün devrede olmaması hali. Hattâ işin sonunda gelen para ya da ödül karşısında, bir tür irade dışı mahcubiyet duyma hali... amatörlüğün bundan daha güzel bir göstergesi olabilir mi?

Profesyonelliğe karşı çıkmak da, kuşkusuz belli, sınırlı bir alanda çalışmaya karşı çıkmak demek değildir. Unutmayalım, Said’in kendisi de bir profesyoneldir, uzmandır. Onun karşı çıktığı, entellektüelin kendini belirli, sınırlı bir disiplin içine hapsetmesi; kendini içinde yer aldığı bu alana, mesleğe indirgemesi; bulunduğu yeri, tüm dünyayı seyredebileceği ayrıcalıklı bir zirve olarak görmesi; kendi kişisel bakış açısını, içinde yer aldığı alanın perspektifiyle tam anlamıyla çakıştırdığı için kendisiyle temsil ettiği sosyal statü arasındaki -en başta özeleştiri olmak üzere her türlü eleştiriyi mümkün kılacak olan- mesafeyi görememesi. Profesyonelleşmenin belki de en kötü sonucu, entellektüelin, kendi yaşam tarzını bir “iş”, bir “meslek” olarak algılaması ve dolayısıyla, entellektüel faaliyetlerini bir “iş”in, bir “meslek”in rutin görevlerine indirgemesidir. Tanıl Bora’nın, “yazının/sözün sadece bir ‘yayın yapma’ performansına katkı olarak anlamlanması” hali olarak nitelediği “mesleki moral”in -daha doğrusu mesleki moralsizliğin- galebe çalması, bunun en iyi göstergesi olsa gerek.

Said’in asıl olarak profesyonelleşmeye değil de, “profesyonelizm” dediği şeye karşı çıktığı ortada. Yoksa, elbette uzmanlaşma, hattâ profesyonelleşme şart. Sadece merak, sadece bir sorunu içeriden hissetmek yeterli değil tek başına. O merakı, o hissi işleyecek birikim olmalı ve bu birikim de sadece uzmanlaşarak edinilebilir elbet. Bu nedenle ben, sadece, amatörlüğün anısının yitirilmemesine bile razıyım. Sadece bu anımsayış bile, yazdığımız yazının ruhunu kurtarmaya; ona can vermeye yetebilir, diye düşünüyorum. Sadece bu kadarının bile, ele aldığımız sorunlarla “sıcak temas” kurmaya yetebileceğini düşünüyorum.

5

“Okuyacağınızın ‘felsefe’ olup olmadığını anlamak için de, bakın, arada da olsa, görmeye çalışın; bu ‘yazan-özne’, bu yazdıklarını yazarken, ne kadar soyunmuş, aynanın karşısında çıplak durmak için; ve ne kadar acı çekmeyi göze almış, göreceklerinden...”

Oruç Aruoba

Platon’dan Jean-Jacques Rousseau’ya kadar birçok düşünür, yazının yabancılaştırıcı gücünden yakınmış; yazının, yazarı metinden ayırarak dili insansızlaştırdığını iddia etmiştir. Kuşkusuz, bir ölçüde doğru bir saptamadır bu. Karşımızda konuşan bir kişinin söyledikleri anlamaya çalışırken, sadece onun ağzından çıkan sözlere mahkûm değilizdir. Konuşanın varlığı karşımızdadır ve biz, onun söylediklerini bu somut varlıktan gelen bir yığın dilsel sinyali yorumlayarak tartar, değerlendiririz. Sadece ağzı değil, bir bütün olarak bedeni de konuşur onun; dahası, onu dinlerken, biz de ister istemez bütün bedenimizle konuşmaya katılırız. Yazı, bu bakımdan oldukça tenha bir alandır. Yazar, onu yazarken tek başınadır; biz de, okurken... Yazıda, bütün dilsel sinyaller, metin üzerinde yoğunlaşmıştır. Sadece metnin sesi, belki de sadece sessizliği vardır. Yazı, potansiyel olarak, yazanı bir “mutlak konuşan”, okuyanı da bir “mutlak dinleyen” konumuna sıkıştırır. Ancak, elbette sadece potansiyel olarak... Yazının bu özelliği, yukarıda anılan düşünürler tarafından bir olumsuzluk olarak görülür. Bu nedenle onlar, konuşmanın yazıya göre daha doğal, daha sahici, dolayısıyla daha insanî bir etkinlik olduğunu düşündüler. Yazı, onlara göre bir tür yabancılaşma idi.

Kuşkusuz, daha önce de söylendiği gibi, bir ölçüde doğruluk payı içeren görüşlerdir bunlar. Ancak, tabiî ki bir ölçüde... Yazının, elbette potansiyel olarak yabancılaştırıcı bir gücü ya da etkisi vardır; ancak, konuşmanın da, bu bakımdan yazıdan hiçbir farkı yoktur. İnsan, yazarken de, konuşurken de aldatabilir; tabiî ki, aynı şekilde, okurken de, dinlerken de aldanabilir. Konuşurken de, tıpkı yazarken olduğumuz gibi, kendimizden tamamen farklı biri olabiliriz. Kalemimizden dökülen sözler, bize ait olmayabileceği gibi; aynı şekilde, ağzımızdan çıkan sözler de bize ait olmayabilir. Ve daha da önemlisi, her iki halde de, biz bütün bunların hiç ama hiç farkında olmayabiliriz. Ancak, konuşmada olduğu gibi yazıda da, yazanın gerçek kimliğini görme, gerçek sesini işitme olanağımız vardır. Zira insan, konuşurken olduğu kadar yazarken de kendini ele verebilir.

Bu nedenle biz, -nadiren de olsa- şu tür yargılar verme olanağına sahibiz: Ağzından çıkan sözlere ya da kaleminden dökülen yazılara yakışmayan kişiler, yazarlar vardır. Elbette bazen, kişilerden, yazarlardan kendilerine yakışmayan sözler ya da yazılar çıktığı da olur.

Konuşan, genelde bizim yakın yaşam çevremiz içinde olduğundan ve dolayısıyla, onun hakkında birçok kaynaktan veri toplama şansına sahip olduğumuzdan, yukarıda verilen türden yargılara ulaşmamız göreceli olarak daha kolaydır. Ancak, yazanı yargılama bakımından işimiz daha zor. Zordur; çünkü, çoğu durumda yazarın somut varlığından mahrûmuzdur. Zordur; çünkü, yine çoğu durumda, söz konusu yazıyı yazan kişi ile bizim karşımıza çıkan yazar arasında herhangi bir örtüşme yoktur. Bir okur olarak bizim metne uzaklığımız ile bir yazan olarak onun metne uzaklığı hemen hemen aynıdır.

Yazan ile yazarın aynı kişi olması, ideal bir durumdur, elbette; ancak, zorunlu da değildir. Bir okur olarak benim karşıma yazısıyla çıkan yazar ile bu yazıyı yazan kişi özdeş, hattâ ikiz bile olmayabilir. Çünkü, yazan kişinin tersine, yazar hayali bir kişidir. Sadece okur için değil, bizzat yazan kişinin kendisi için de böyledir bu. Bir okur olarak benim için önemli olan, yazar ile yazısı arasındaki ilişkinin sahiciliğidir. Yazma anında ortaya çıkan ve tüm yazıya sahihliğini ve sahiciliğini veren budur: Yazının ruhu, tini ya da daha doğrusu, üslubu.

7

“Niçin bu yazıları yazdığımı biliyorum; bunları yazıyorum, çünkü şiir yazamıyorum. Elbette bu ‘şiir’leri bana kimin esinlediğini de, onları kime gönderdiğimi de gayet iyi biliyorum.”

Georg Lukacs

Şimdi tekrar başa dönüp yeniden sorabiliriz: İnsan, niçin yazar ve niçin yayımlar bu yazdıklarını? Borges, her türlü yazının mutsuzluktan kaynaklandığını yazmıştı. İnsanın, mutsuzluk hakkında, hayal kırıklığı ve karamsarlık hakkında yazarken daha samimi olabildiğini; mutluluğun ise, sadece, zaman zaman yazar ile yazı arasına giren uçucu bir his olduğunu söylemişti.[13] Hemen hemen aynı doğrultuda olmak üzere, Ellul de, sadece arzunun konuştuğunu, tatminin sükût olduğunu söyler.[14] Hem Borges hem de Ellul bize, sanki, yazmanın özel bir “yeryüzü duruşu”ndan kaynaklandığını söyler gibidir; yeryüzünde özel bir duruştan... Kesinlikle huzursuz, rahatsız bir duruştur bu. Dünyanın ve hayatın hali, gidişatı içinde/karşısında duyulan keskin bir rahatsızlık, açık bir huzursuzluk... Bir tür kendini “evinde hissedememe” hali; mutlak yabancılık...

Yıllar önce Lukacs’ın denemelerini okurken, bu yazıların yazarının melankolik bir kişiliğe sahip olduğunu sezmiştim. Ancak, kuşkusuz sadece bir sezgiydi bu; çünkü, Lukacs hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Tanımıyordum onu. Ne tüm yazılarını okumuştum ne de hayat hikâyesini biliyordum. Sadece denemelerinde sorunları ele alış biçiminden, kullandığı hüzünlü üslûptan ulaşıyordum bu sonuca. “Bütünlük” kavramının, onun denemelerinde salt estetik ya da ontolojik bir terim olmadığını, aynı zamanda bir arzunun adı olduğunu seziyordum, o kadar! Yıllar sonra, bir makalede, adı bilinmeyen bir kadının, bir arkadaşına, Lukacs’ın tam da bu denemeleri için şunları yazmış olduğunu okudum:

“Lukacs’ın denemelerini ve çığlığını okuyorum. Niçin? Çünkü o, benim hayatımda karşılaştığım, felsefesi yara ve kan içinde olan ilk eleştirmendir. O, yaratıcı bir sanatçı gibi hisseder ve görür; sorularını acılarından türetir. Onun eleştirileri, kendi felsefesine uymayan şeyler hakkında acı çektiği, sıkıntıya düştüğü yerlerde bilinçli yaratıcı bir sürece denk düşer. Onun eserleri, kısmen, felsefesinin hislere karşılık olması nedeniyle, kısmen de dış dünyanın böyle kanlı ve fırtınalı, böyle umutsuzluk verici olması nedeniyle, böyle hüzünlü bir tınıya sahiptir.”[15]

Lukacs’ın Ruh ve Biçimler’deki denemelerine, onun Irma Seidler adlı bir kadına duyduğu aşkın gölgesinin vurduğunu, hattâ Lukacs’ın bu denemelerden bazılarına “Irma denemeleri” adını verip, böylece onlara şahsi alegorik bir nitelik kazandırdığını öğrendiğimde, okur olarak -ne saklayayım- çok sevindim. Okuduğum yazılarda dile getirilen sorunların ve bu sorunları dile getirişte kullanılan dilin sahiciliğinin bir temeli olduğunu gördüm ve Lukacs’ın yazılarına duyduğum yakınlık daha da arttı. Tıpkı Althusser’in, Gelecek Uzun Sürer adlı kitabında, tüm entellektüel hayatının ardında gizlediği “sahtekârlık”ları acımasızca itiraf edişinin; örneğin, tüm felsefi hesaplaşmalarının ardında gizil olarak annesiyle hesaplaşmasının gölgesinin olduğunu söyleyişinin, onun entellektüel ürünlerinin değerini -bir okur olarak benim gözümde- düşürmek yerine, tam tersine, bin kat arttırmış olması gibi...

Lukacs ve Althusser örnekleri de gösteriyor ki, bir yazarın yazdıklarına “sahicilik” denilen rengi veren, onun ele aldığı sorunu kendi hayatının içine çekmesi, el attığı her soruyu kendi hayatının sorusu haline getirebilmesidir. Bütün kat ettikleri kariyerlerine rağmen, profesyonel değil, bir amatördür onlar. Yazılarını bir görev olarak değil, -bazen mecazi, bazen de gerçekten- aşkla yazmışlardır. Dünyaya ve hayata, işlenecek bir “malzeme” olarak değil, dert edinilecek bir sorun olarak bakmışlardır. Kısacası, kendi kanlarıyla yazmışlardır.

[1] Sözün Düşüşü, Çev. H.Arslan, Paradigma Yayınları, 1998, s.190.

[2] “Dergicilik Deneyimi: Sosyal Bilimler Pratiğinde Bir Anlam Arayışı”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, 1998 içinde, s.248.

[3] Akademik yazıda cari saiklerin daha ayrıntılı ve çarpıcı bir dökümü için şu makaleye bakılabilir: Burak Onaran, “Bir Akademisyen Niçin Yazar?”, Birikim, sayı 142-143.

[4] Richard Burgin, Borges ile Söyleşi, Çev. A. Sabanoğlu, Mitos Yayınları, 1994, s.106.

[5] Öncü bu hoş deyimle, yabancı dilde üç-beş kitap okuyup Türkçe “eser” vermeyi kastediyor. “Sosyal Bilimlerde Yeni Meşruiyet Zemini Arayışları”, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek içinde, s.50.

[6] Entellektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, Çev. T Birkan, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.39.

[7] A.g.e., s.39.

[8] A.g.e., s.74.

[9] A.g.e., s.80-81.

[10] A.g.e., s.83.

[11] Hiç unutmam, yıllar önce yurt dışında, sosyolog ünvanı taşıyan bir arkadaşıma, laf arasında Türkiye’deki sokak çocuklarının içler acısı durumu anlattığımda, “Bundan iyi bir makale çıkar.” demişti ve ben, hatırlıyorum, tıpkı Said gibi, donup kalmıştım bu profesyonel soğukluk karşısında. Sokak çocuklarının halini, bir sorun olarak değil, bir “malzeme” olarak gördükten sonra, yazdığın sorunu kendine gerçekten dert edinmedikten sonra o konuda yazsan kaç yazar! diye düşünmüştüm.

[12] Yannis Ritsos’la Konuşmalar, Çev. Ö. İnce, Varlık Yayınları, 1993, s.97.

[13] A.g.e., s.140.

[14] A.g.e., s.75.

[15] Aktaran: Levee Blanc, “Georg Lukacs: The Antinomies of Melancholy”, Other Voices, c.1, s.1, Mart 1997.