Çin-Amerika Krizi: Papaza Kızıp İmamı Tutmak

‘Malûmunuz, 1 Nisan sabahı Çin Denizi üzerinde ‘olağan’ uçuşlarından birini gerçekleştiren ABD casus uçağı kendisini denetlemek üzere yakınına sokulan Çin’e ait iki jetten biriyle çarpışıp 24 kişilik mürettebatıyla birlikte Hainan adasına acil iniş yapmak zorunda kalınca ABD ile Çin arasında zaten pek dostane olmayan ilişkiler hepten gerildi.

Yeni kuşak kaçırmış olduğu Soğuk Savaş döneminden tadımlık bir kesit yaşarken eskiler aynı filmi daha önce görmüş olmanın verdiği ihtiyatlı bir bezginlikle gelişmeleri takip ettiler. Ekran ve gazetelerde günlerce boy gösteren EP-3 tipi casus uçağının hasar görmüş ihtişamlı gövdesiyse ABD’nin yaralanmış özgüveninin resmiydi adeta.

Yine malumunuz, söz konusu vakada olan Çinli bir pilota oldu. Ama Bush hükümeti onbir gün boyunca allem etti kallem etti, Çin’den özür dilemedi. ABD’yi aklamak için ipe sapa gelmez hipotezler üretti, incir çekirdeğini doldurmaz mevzularla kamuoyunu meşgul etti.

Örneğin, çarpışmanın Çin’in hava sahasının dışında cereyan etmiş olmasının ABD’yi her türlü yükümlülükten muaf kıldığı savı televizyonda o denli sık tekrarlandı ki daha önce haritada Çin’in yerini doğru işaretleyebilecekleri şüpheli milyonlarca ABD vatandaşı Hainan adasını, karasularının sınırlarıyla birlikte çizebilecek kartografik uzmanlığa birkaç gün içinde erişiverdi. Olayın uluslararası sular üzerinde gerçekleştiğini ispatlamaya gelince kılı kırk yaran, 50-60 milin hesabını yapan ABD’liler, Çin’e ait askeri bir uçak kazara Hawai’ye, değil 50 mil, 500 mil yaklaşsa ne yapardı acaba?

Pentagon güdümlü medyanın ABD halkının bilgi dağarcığına yaptığı bir diğer değerli katkı da çeşitli uçaklar ve manevra kabiliyetleri üzerineydi. EP-3 tipi casus uçağının o ağır cüssesiyle kıvrak Çin jetleriyle aşık atmasının mümkün olmadığı iddia edilerek kazanın faturası mütecaviz Çin pilotlarına çıkarıldı. Zaten damarlarında kamikaze kanı dolaşan gözü kara Doğululardan da başka türlüsü beklenmezdi. Peki bundan birkaç sene önce İtalya’da bir teleferiğin kablolarını kopararak 20 kişinin ölümüne sebep olan savaş uçağı ya da daha geçtiğimiz Şubat ayı su yüzüne çıkma tatbikatı yaparken Japon bandıralı bir balıkçı teknesini batırıp 9 kişinin hayatına son veren denizaltı hangi ülkeye aitti acaba?

Tabii tüm bunlar Çin jetlerinin sütten çıkmış ak kaşık olduğu anlamına gelmiyor. Kaza sonrası sırra kadem basan genç Çinli pilotun maço bir cengaverlikle oldukça riskli bir manevraya kalkışmış olması oldukça muhtemeldir. Ama bu yine de ABD’nin, Çin’in burnunun dibinde istihbarat çalışmaları yürütürken ölümcül bir kazaya taraf olduğu gerçeğini bir nebze olsun değiştirmez. Zaten Çin’in tek talebi de dünya kamuoyu önünde ABD’nin bu gerçeği teslim etmesi ve kendisinden kuru da olsa bir özür dilemesiydi. Peki Bush hükümeti niye bu denli mütevazı bir diplomatik tavize dahi yanaşmadı? Niye onbir gün boyunca işleri hep yokuşa sürüp gerilimi tırmandırdı?

Aslında bu sorunun cevabını, ekranları başında uydu fotoğrafları ve uçuş rotaları üzerinden akıl yürütmeye çalışan meraklıların aksine, kazanın kendisinden başka her yerde bulmak mümkün.

Uçak krizi ABD-Çin ilişkilerindeki birçok hassas çelişkinin arızi bir dışavurumu, bir nevi semptomuydu ve aynen geçtiğimiz seçimlerde olduğu gibi ABD halkı yine semptomla büyülenip gerisine pek kulak asmadı.

Yine de yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim, olayların en naif takipçileri bile Taiwan sorunundan öyle ya da böyle haberdardı. ABD hükümetinin, Taiwan’a son model Aegis savunma sistemi satma planını Nisan ayında karara bağlayacak olması muhtemel bir diplomatik krizi de takvime bağlamıştı neredeyse. Clinton döneminin Taiwan’a yönelik ‘üç hayır’[1] politikasını rafa kaldırmış ve başa gelir gelmez Çin’i ‘stratejik rakip’ ilan etmiş Bush hükümetinin silah satışında ne tür bir tutum takınacağı da aşağı yukarı belliydi zaten. Diken üzerinde oturup neticeyi bekleyen Çinli yetkililer için bir anda patlak veren casus uçağı vakası bu bağlamda gökten EP-3’le inmiş bir fırsattı adeta.

Bir zamanların ünlü ‘Küba Füze Krizi’nin 2001’deki bu ironik rövanşında Çin’in sessiz sedasız casus uçak ve mürettabatını iade edip bu altın fırsatı tepmesi beklenemezdi herhalde. Bu ‘Küba Füze Krizi’ paralleliğini biraz açmakta fayda var çünkü söz konusu benzerlik sadece iki ülkenin oldukça kritik bir coğrafi konumdaki üçüncü bir ada ülkeye yerleştirilecek füze/füze- savarlar yüzünden restleşmesinden ibaret değil. Asıl önemli olan aynen 1962’de olduğu gibi 1 Nisan’daki olayda da tarafların birer ‘süper güç’ olması. “ABD’yi anladık da Çin’in süper güç olduğu nereden çıktı şimdi?” diye kafalarını kaşıyanlar için bu nitelemenin altını biraz doldurmak gerekebilir.

1978 yılında Deng Xiapong’un Çin Halk Cumhuriyeti’nin başına geçmesiyle birlikte ülke tedricen ama gayet kararlı adımlarla ekonomide dışa açılmaya başladı. 1997 yılında Deng’den başkanlığı devralan Jiang Zemin ise selefinin projesine şimdiden epey ivme kazandırmış durumda. Örneğin, ABD’nin gayri safi milli hasılada zar zor %2’lik bir büyüme tutturmayı beklediği 2001 yılı için Çin’in hedefi %7. Uzmanlar, bu gidişle önümüzdeki onbeş yirmi sene zarfında Çin’in ABD ile birlikte 10 küsur trilyon dolarlık gayri safi milli hasılaya muktedir sayılı zengin ülke arasında yerini alacağına neredeyse kesin gözüyle bakıyor. Keyfi bürokratik engeller, yasal boşluklar diye mızmızlananlara inat yabancı yatırımlar bu Asya devine gürül gürül akmaya devam ediyor. Kısacası, Çin Halk Cumhuriyeti bir zamanların Sovyetler Birliğini aratmayacak denli göz kamaştırıcı bir ekonomik atılım içerisinde ABD’nin içine korku salarak güçleniyor.

ABD’yi yakinen ilgilendiren bir diğer nahoş iktisadî gösterge de Çin’in ABD’yle ticaretten edindiği ve 2000 yılı itibariyle 70 milyar doları bulmuş olan ticaret fazlası. Clinton yönetimi hem ABD’nin bu endişe verici ticaret açığının önünü almak hem de 1.2 milyarlık nüfusuyla ağız sulandıran Çin piyasasına daha hızla yayılabilmek için Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dahil etmeye çalıştı ve bu yolda oldukça önemli bir mesafe kaydetmeyi de başardı. Bush hükümetineyse bu mega dönüşümü nihayete erdirmek kaldı.

Fakat bu son dönemeç bayağı zorlu geçeceğe benziyor. Çin’in, ABD ile pazarlık sürecinde şimdiye dek vermiş olduğu cömert tavizlere yenilerini eklemeye pek niyeti yok gibi. Mevcut haliyle bile yeterince ciddi toplumsal çalkantılara gebe görünen katılım koşullarını -‘kapitülasyonları’nı da diyebiliriz- sermayeyi cezbetmek uğruna daha fazla esnetmenin ateşle oynamak olduğunu gayet iyi bilen Çin yönetimi önümüzdeki günlerde ABD’ye mümkün mertebe zorluk çıkaracağa benziyor. Yakın bir gelecekte üst düzey yönetici kadrolarını baştan aşağı yenileyecek olan Çin Komünist Partisi, ekonomik liberalizasyondan halihazırda fazlasıyla muzdarip kitlelerin gözünde meşruiyetini kaybetmemek için oldukça ince bir ayar tutturmak zorunda.

Sam Amca ise tüm şaşasına rağmen en az Çin’inki kadar kaygan bir zeminde manevra yapmaya çabalıyor. Geçen sene, Çin’e ‘daimi normal ticaret statüsü’ tanınmasını protesto etmek için Washington meydanlarına dökülen binlerce sendikalı işçinin kararlılığına bakılırsa Bush ve stratejistleri Çin hususunda dış politikada olduğu kadar iç politika cephesinde de bayağı ter dökecek. ABD tarihinin belki de en şaibeli seçimlerinin ardından başa gelmiş olan Bush hükümeti işte bu yüzden, bir yandan DTÖ’ye girmekte nazlanan Çin’i dize getirmeye gayret ederken diğer yandan da bu ülkenin devasa ucuz emek ordusuna işlerini kaptırma korkusu içindeki örgütlü işçilerini ve küçük-orta ölçekli işletme sahiplerini serbest ticaretin erdemlerine iknaya çalışıyor. Bush junior’un bu aralar bir de babadan yadigâr NAFTA projesini tüm Amerika kıtasına yayma amaçlı bir girişime[2] soyunmuş olması iç muhalefet açısından işleri daha da kızıştıracak gibi.

Ve yazımızın çıkış noktasına geri dönersek, gayet vaka-i adiyeden sayılabilecek bir kazanın etrafında bu denli gürültü koparılması, yukarıda kaba hatlarıyla resmedilen konjonktürden soyutlanarak ele alındığında şovenist bir refleks ya da histeri krizi olarak geçiştirilebilecek bir gelişme belki. Halbuki bu türden askeri-diplomatik gövde gösterileri, ülkelerinin onurlarına halel gelmesin diye çırpınırmış gibi görünen liderlerin vermeye çalıştığı izlenimin aksine aslında vatanperverliği epey su götürür çıkar hesapları gözetilerek sahneleniyor. Ve nasıl güzel memleketimizde en ağır bedeli hep emekçi, memur, esnaf kesimin ödediği iktisadî ‘reform’lara her seferinde kof bir birlik beraberlik söylemi eşlik ediyorsa, EP-3 skandalı da bugünlerde ABD ve Çin için benzeri bir işlevi yerine getiriyor.

Bir zamanlar, bozuk insan hakları sicilini bahane ederek Çin’le alışverişe dudak büken ABD, kızıllarla son zamanlarda gittikçe sıkı fıkılaşan ekonomik münasebetlerini ‘insansever’ vatandaşlarına izah etmekte zorlanmaya başlayınca akıllara durgunluk veren şöyle bir kılıf uyduruverdi: Çin gibi otoriter, komünist, Batı medeniyetinden nasibini almamış rejimleri yola getirmenin tek çaresi Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi onları tecrit ederek cezalandırmak değil, tam tersine kucaklamak, dünya sistemine entegre etmektir. Serbest ticaret tam da bu nokta da devreye girer. Özel mülkiyet ve hür teşebbüsün nimetlerini bir kere tadan Çinliler bu kurumların doğal birer uzantısı olan demokrasiyi de hızla benimseyecektir nasılsa. Kısacası ABD’li yetkililere bakılırsa, aslında serbest ticaret falan bahane, maksat demokrasi olsun! Ve her ABD vatandaşı tanımı gereği birer demokrasi havarisi olduğundan, bu misyonu hayata geçirmekle doğuştan mükelleftir. Yani sonuç olarak, serbest ticarete karşı olanlar bu insanlık borcuna ve ABD’lilik ruhuna bilerek ya da bilmeyerek hıyanet içindedir.

Kulağa son derece absürd gelen ve fakat Bush’un NAFTA’nın kapsamını genişletme vesilesiyle yaptığı konuşmalarda aynen yukarıdaki kelimelerle ifade ettiği bu ‘mantık’ silsilesi ne yazık ki bugünlerde kendine kayda değer sayıda taraftar bulabilmektedir. Çin’in 24 kişilik mürettabatı tüm dünyanın gözleri önünde onbir gün boyunca ‘rehine’tutması işte bu tuhaf uslamlama lehine kullanılabilecek güzel bir kozdu. Tabii ya, koskoca ABD’nin üst düzey askeri personeline böyle muamele eden gözü dönmüş ‘çekik gözlüler’, kimbilir kendi vatandaşlarına nasıl zulüm ediyordur? Kalkıp koskoca Çin’i işgal edecek halleri de olmadığına göre insan haklarına son derece duyarlı ABD’lilere yapacak ne kalıyor o zaman? Doğru cevap: Ticaret yoluyla Çin’in en ücra köşelerine dek nüfuz edip bir nevi demokrasi ihracatı yapmak.

Şüphesiz bu vakayı ABD sermayesinin Çin üzerindeki emellerine indirgemek doğru olmaz. Örneğin, yukarıda yer yer üstün körü hiciv yollu değinilen oryantalist önyargılar başlıbaşına bir yazı konusudur. Bu satırlarda iktisada bu denli vurgu yapılmasının mazereti gündelik basında olayın bu boyutundan pek dem vurulmaması, kazara bahsedildiğinde ise taraf ülkelerin çıkarları kendi içlerinde türdeşmiş, ABD ve Çin yönetimleri kendi toplumları adına pastadan daha büyük bir pay kapmak için kıyasıya mücadele ediyormuş gibi bir tablo ortaya çıkması. Bu, ABD için olduğu kadar Çin için de alabildiğine yanlış bir saptama. ABD’nin evrenin hakimi pozlarında yabancı bir ülkenin burnunun dibinde fink atıp sonra da yavuz hırsız ev sahibini bastırır hesabı uçağını son vidasına kadar geri talep etmesi biraz vicdan sahibi her insanı çileden çıkarır. Ama bu neredeyse insiyaki anti-emperyalist duyarlılığın kör bir Çin tarafgirliğine savrulması da çok muhtemeldir. Yeni bir atasözü denemesine kalkışmak gerekirse, ‘papaza kızıp imamı tutmanın’ ise uzun vadede sol bir siyaset adına çok hayırlı olacağı söylenemez. Çünkü sol hafızada ne denli derin izler bırakmış olursa olsun günümüz Çin Komünist Partisi (ÇKP) geç kaldığı kapitalizm trenine yetişmeye çalışan bir yolcudur. Dünya Ticaret Örgütü eşiği, kazasız belasız atlatılıp tren bir kere yakalanınca bu yolcunun tek derdi hangi kompartmana düşeceği olacaktır: Ulusal burjuvazi mi komprador burjuvazi mi? Mecazın suyunu çıkarmak pahasına, ÇKP’nin derdi kendisine ikinci klasmana itmeye çalışan ABD’ye rağmen birinci klasmana kapağı atmaktır. EP-3 vakasında ÇKP’nin verdiği prestij mücadelesi onun bu konudaki kararlığının bir göstergesidir. Ama o kadar. Dolayısıyla Çin’in ABD’den söke söke aldığı ve bu satırların yazarının da içinin yağlarını eriten ‘özür mektubu’na biraz daha mesafeli durmakta fayda vardır. ÇKP’ye verilecek eleştirellikten yoksun, enine boyuna gerekçelendirilmemiş sempatizan bir desteğin Çin çiftçisi ve işçisinin geleceği hakkında alınmış oldukça iddialı ve de rizikolu bir tutum olacağı açıktır.

[1] Taiwan’ın bağımsızlığının, müstakil bir Taiwan hükümetinin varlığının ve Taiwan’ın uluslararası örgütlere üyeliğinin tanınması ve/veya desteklenmesine hayır.

[2] Söz konusu FTAA (Free Trade of Americas Agreement – Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) adlı girişimin ilk toplantısı Nisan ayında Kanada’nın Quebec kentinde muazzam güvenlik önlemleri altında gerçekleşecekti.