TSK Değişirken

Son yıllarda ülke içinde yaşanan gelişmeler ordunun tekrar ağırlıklı biçimde değerlendirmelerin merkezine oturmasına yol açtı. Dışsal birçok etken de bu konumun pekiştirilmesine neden oldu. Özellikle 11 Eylül’ün ardından Afganistan’da yaşananlar ve Ortadoğu’da patlak veren sıcak çatışma, militarist politikaların dışsal zeminini güçlendirdi. Ortaya çıkan durum TSK’nın konumunun yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. Fakat, bu çabalar salt dışsal etkenlerin dikkate alınması ile bir sonuca ulaştırılamayacağı gibi, buna siyasal alana müdahalelerin eklenmesi de yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda TSK’nın kendi varoluşuna dair değişimler de göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu yazının çerçevesini çizmek için kimi bilgilerimizi hatırlamakta ve bazı noktalara dikkat çekmekte fayda var. Avrupalı ordular karşısında başarısızlığa uğrayan Osmanlı ordusunun eski parlak günlerini tekrar yakalayabilmesi için askerî alanda yukarıdan bir süreç olarak başlatılan yenilenme -Avrupalı ordular gibi örgütlenmesi- çabası, zamanla devlet aygıtının da Batılı tarzda yeniden yapılandırılması anlayışını içerecek şekilde genişledi. Daha sonraki aşamada, toplumun yukarıdan dönüştürülmesi hedef haline geldi. Batılılaşma-modernleşme kavramları ile karşılanan süreçte temel kurumlardan biri -en önemlisi- olarak ordu öne çıktı. Geleneksel olanın çözülmesi sürecinin uzun bir zaman dilimine yayılması, ordunun etkin konumunu perçinlediği kadar düşünsel düzeyde de kurumun merkezî varoluşunu güçlendirdi. Bu durum ordunun sürekli gündemde yer almasını sağlasa da onun durağanlık içinde kavranılmasına neden oldu ve TSK’nın varoluşuna dair tablo eksik oluşturuldu. TSK’nın yaşadığı değişim 27 Mayıs ile 12 Mart, 12 Eylül arasındaki farka indirgendi. Oysa işlevleri ve yürüttüğü kapsamlı faaliyetler gözönünde bulundurulduğunda dönemleştirmelere elverişli ve durağanlıktan uzak devingen bir ordu tarihinin varlığından söz etmek olanaklı hale gelmektedir. TSK tarihini bu bakış açısıyla dönemleştirdiğim diğer metinleri[1] tekrarlamak yerine kısaca bu dönemlerin özelliklerini şu şekilde özetlemek daha anlamlı olacak: Birinci dönem olarak adlandırdığım ilk evrede ordu, yeni rejimin kuruluşuna aktif bir şekilde katıldığı gibi, resmî ideolojinin de inşâsına katkı yaptı. Daha sonraki dönemlerde TSK’nın eylemlerinin meşrûluğu bu zeminde kuruldu. İkinci dönemde ise, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından rejimin toplumsal tabanını oluşturmak için kurgulanan “yeni insanın yaratılması” projesinin hayata geçirilmesinde önemli görevler üstlendi ve bu konudaki çalışmaları (askere yönelik okuma-yazma kursları, meslek edindirme faaliyetleri,...) zaman içinde çok daha sistematik hale getirildi.[2] Üçüncü dönemde (DP iktidarı ile Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren oluşturulan sacayağının hükümet unsurunun dışarıda bırakılarak devlet-ordu bütünlüğünün kurulduğu ve bu bilincin öncelikle askerler arasında yayılıp topluma doğru taşındığı dönem) ise, rejimin ekonomik ayağını da güçlendirmek gerektiği şeklinde bir bilinç gelişirken somut adımlar da Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) kurulması ile atıldı. Dördüncü dönemin önü 12 Eylül 1980 ile açıldı. Krizi aşmak üzere gerçekleştirilen müdahale, birikim modelinin değişiminden kültürel alana varıncaya kadar bir dizi gelişmeye yol açtı. Çeşitli toplum katmanları -sınıflar, tabakalar- niceliksel ve niteliksel bir dönüşüm yaşadı. Bu durum çeşitli düzeylerde kimi zaman olumlanarak kimi zaman da olumsuzlanarak ele alındı. Fakat, bu sürecin TSK’ya etkileri üzerinde yeterince durulmadı. Çünkü, ordunun durağanlığı inancı o düzeyde içselleştirilmişti ki, bu kurumun da değişebileceği -bireysel yaklaşımları, değerlendirmeleri dışarıda tutarsak- düşünülemiyordu. Oysa ordu, gerçekleştirdiği müdahale ile ortaya çıkan gelişmeler neticesinde kendisi de değişim sürecine girdi. Fakat, dördüncü dönem olarak adlandırdığım bu süreç henüz tamamlanmadı.

1980’li yıllarda ekonomik, siyasal, kültürel ve ideolojik alanlarda bir dizi değişim yaşandı. Aynı dönemde ortaya çıkan hızlı göç dalgası ve uygulamaya konulan ekonomik politikalar sınıfların niceliğini dolayısıyla toplumsal ağırlıklarını önemli oranda değiştirdi. Değişim salt kırdan kente göç olgusuyla sınırlı değildi. Aynı yıllarda rejim eskisine göre çok daha çeşitli ve derinlikli bir ilişki tarzını kentler dışında yaşayanları da kapsayacak şekilde inşâ etmeye başladı. Örneğin; 1980’de okuma yazma bilmeyenlerin oranı %34.4 iken bu oran 1990’da 19.3’e geriledi. Yine sırasıyla aynı yıllarda okullaşma oranı % 46.9’dan % 66’ya yükseldi. Bin kişiye 79 TV alıcısı düşerken bu sayı on yıl sonra 172 oldu. Elektriği olan köy sayısı 18.345 iken, 1989’da 35.060 köye elektrik ulaştı, telefonu olan köy sayısı ise 7.795’den 37.664’e yükseldi, TV alıcılarının sayısı 4.150.000’den 10.474.000’e ulaşırken, telefon sayısı da 1.147.000’den 5.573.000’e çıktı.[3] Aktarılan bu sınırlı sayıda veri dahi göstermektedir ki rejim, özellikle 1980’li yıllarda, farklı düzeylere sahip ve yaygın bir iletişim ağı yaratarak milyonlarca insana ulaşmaya başladı. İdeolojik aygıtların ulaştığı gelişkinlik düzeyi ve kapsayıcılığı ile büyük bir kitlenin yaşam tarzında meydana gelen farklılaşma -konumuz özelinde ifade edersek- TSK’nın yürüttüğü köylü gençleri dönüştürmeye yönelik basitleştirilmiş bir tür halk eğitimi çalışmasını anlamsızlaştırmaya başladı. Bu tarz faaliyetlerin -TSK hâlâ benzer çalışmaları yürütüyorsa da-[4] eski önemi taşıması artık olanaksızlaştı. Dolayısıyla, uzun süreli ve niceliği öne çıkartan askerlik anlayışının terk edilmesi bir süredir zorunluluk haline geldi. Bunun yanı sıra aslında 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru kullanılan atom bombası ile dünyada önemli güç konumundaki ülkelerin ordularının varoluşunda köklü değişimler yaşanmış, askerî personel örgütlü yapı karşısında teknolojik gelişmeler neticesinde daha geri bir plana itilmiştir.[5] Bu türden dışsal faktörlerin de etkisiyle teknolojik yenilenmeyi önüne koyan TSK, ülke içinde de az önce anlatılan çerçevede gelişmeler yaşanması nedeniyle profesyonelleşme çalışmalarını başlattı.

TSK’da profesyonelleşme çabaları seksenli yılların ortalarına kadar uzanır. TSK,

“3269 sayılı yasayla 18 Mart 1986’dan itibaren orduda profesyonelleşme çalışmasını başlattı. Amaç TSK’nın erbaş kadrolarında devamlılık arzeden teknik ve kritik görevlerde yetişmiş personel ihtiyacını karşılamak için uzman erbaş, uzman onbaşı ve uzman çavuş temini ve bunların astsubaylığa geçirilme esaslarını belirlemekti. ... Profesyonel ordu projesinde ikinci adım 1 Haziran 2001’de yasalaşan Sözleşmeli Subay ve Astsubay Yasası ile atıldı.”[6]

TSK’nın nitelikli ve süreklilik gösteren personel açığını kapatmak için attığı diğer bir adım ise “Astsubay Meslek Yüksek Okulları”nın 2003-2004 öğretim yılında faaliyete geçmek üzere kurulmasıdır. Ordu bu okulların açılmasını şöyle gerekçelendirmektedir:

“21. yüzyılda bilgi toplumuna geçiş sürecinde insanlığın itici gücünü bilgi ile donanmış eğitimli insanın oluşturacağı gerçeğinden hareketle; Türk TSK’da subay eğitimine paralel olarak astsubayların da eğitim seviyelerinin yükseltilmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.”[7]

İhtiyaçların bu şekilde tanımlanması TSK’nın yerleşik örgütlenme biçiminde önemli değişimlere gittiğini ve bu sürecin devam edeceğini göstermektedir. Teknolojik yenilenme ve bilgi merkezli, sürekli istihdamı zorunlu kılan süreç kaçınılmaz olarak önemli yapısal dönüşümleri gündeme getirmektedir. Ordu tarihinin dördüncü dönemi olarak adlandırdığım evrede, gerek toplumsal altyapının farklılaşması gerekse Silahlı Kuvvetlerin teknolojik dönüşümle karşı karşıya kalması (dünya ordularının yaşadığı dönüşümün baskısı bu süreci kaçınılmaz kılmaktadır) TSK’yı kapsamlı bir değişime zorlamaktadır. Ordu eliyle yürütülen askere gelen gençleri eğitme uygulamasının başlangıçtaki gerekçelerini ve anlamını yitirmeye başladığı görüldü ve diğer gelişmeler dikkate alındığında, sayıca kalabalık ordu uygulamasının terki zorunluluk haline geldi. Fakat bu değişimin bir anda gerçekleşmesinden çok, zamana yayılarak yaşanacağı beklentisi daha gerçekçidir.

Yukarıda kısaca değindiğimiz çerçeve profesyonelleşmeyle yani, sürekli personelin geliştirilmesiyle/eğitimiyle ilgilidir. Fakat, personelin bu donanımı ordu adına yeni dönemin gereksinimlerini karşılamak için tek başına yeterli değildir. Artık birçok sorunun küresel etkenler ve aktörler dikkate alınmadan anlaşılmasının olanaksız olduğu gözönünde bulundurulduğunda, kollektif bilginin ve stratejilerin askerlik dışı alanların da dikkate alınarak üretildiği ve oluşturulduğu-tartışıldığı birimlere TSK bundan sonra çok daha fazla gereksinim duyacaktır. Nitekim, bir süre önce “Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde asker ve sivil akademisyenlerin katılımıyla Savunma Araştırmaları ve Etüt Merkezi (SAREM) isimli bir think tank kuruldu.” Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu, “20 yıl ilerideki güvenlik ortamının öngörülmesi gerektiğini belirterek,” devam eder;

“Biz bu ihtiyacı karşılamak için asker ve sivillerin birlikte çalışacakları bir düşünce platformu yarattık. Türkiye’de yeterli think tank yok. SAREM bu konuda asker ve sivil karar vericilere bilgi girdisi ve alternatif çözümler sağlayacak.”[8]

Görüldüğü gibi SAREM kollektif bilginin oluşturulacağı yer olarak planlanmaktadır. M. Ali Kışlalı, “SAREM’in kurulması TSK’nın bünyesinin, günün gereksinimlerine uygun olarak, yeniden düzenlenmesi gibi görünüyor”[9] tespitini yaparak, bu merkezin üstlendiği rolün TSK’nın yaşadığı dönüşüm süreciyle ilişkili olduğuna dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, genel olarak “kollama ve koruma” görevi nedeniyle içe yönelik uygulamalarıyla bilinçteki yerini alan TSK, bundan böyle dışsal etkenleri çok daha fazla dikkate alarak faaliyetlerini sürdüreceğini SAREM’le ilgili açıklamalarda dile getirmiştir. Genelkurmay Başkanı bu kurumun ilgi alanını şöyle ifade eder:

“İç politika ve iç konular bu kurumun faaliyet alanı dışında kalacaktır. Ancak irtica ve bölücü faaliyetlere ilişkin değerlendirmeler doğal olarak bu kurumun ilgi alanı içinde olacaktır.”[10]

TSK, sonuçları küresel ölçekte ortaya çıkan, Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyada yoğunlaşan yeni gerilim ve ilişkilerin farklı stratejilerin parçası olduğunu dikkate almaktadır. Z. Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” olarak tanımladığı coğrafyada önemli bir aktör olarak yer verdiği Türkiye’nin son derece baskın bir askerî boyuta sahip Avrasya merkezli stratejiye eklemlenmesi yönünde adımlar atıldığı evrede, TSK’nın de bölgedeki gelişmeleri gözeterek faaliyette bulunması dikkate değer bir gelişmedir. Özellikle 28 Şubat süreci olarak adlandırılan dönemde Türkiye’nin yoğun bir şekilde bölgesel dengelerle ilgilendiği ve “Avrasya stratejisi” ile uyumlu çalışmalar başlattığı gözlenmektedir.[11] 28 Şubat Kararları’nın ardından basında yer alan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde (MGSB), “Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik” çabanın gösterilmesi gerektiği belirtilip tamamlayıcı diğer amaçların sayılmasının yanı sıra, “Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır”[12] ifadesiyle de “Avrasya stratejisi”nin hedefi olan bölgeye yönelik ilgi açıkça ilân edilmektedir. Bu ilginin sonucunun salt duygusallık boyutundan hareketle geliştirilecek ilişkiler olmayacağı ve askerî alanı da kapsayacağı 28 Şubat sonrasının değişmez Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in şu sözlerinden kolaylıkla çıkartılabilir:

“Türkiye Avrupa’nın periferisinde yer alan periferik bir ülke olmakla yetinemez. ... Avrasya’nın merkez ülkesi olacağız. ... Bölgeselin ötesinde bir güç olacak Türkiye. Yani Türkiye’nin bir güç olması için bilince ihtiyacı var bana göre. ... Güç nelerden oluşur? Üç unsurdan oluşuyor güç. Yani uluslararası düzeyde konuşuyorum; Birincisi ekonomi. ... Gücün ikinci unsuru, askerî güç. ... Gücün üçüncü unsuruysa tarih, kültür, siyaset, bilinç.”[13]

TSK, dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeleri yakından takip ederek yükselen militarist politikalar karşısında kendini yeni duruma göre nasıl yapılandıracağı konusunda görüş beyanında bulunmakta ve sorunu şöyle ortaya koymaktadır:

“TSK yeniden yapılanma faaliyetlerini, soğuk savaş sonrası oluşan yeni politik-askerî stratejik ortam, Türkiye’nin güvenliğine yönelik iç ve dış tehdit, Anayasa ve yasaların kendisine verdiği görevler çerçevesinde sürdürmektedir.”[14]

Bu tanımlama ve çizilen görev çerçevesi somut karşılığını Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın sözlerinde bulmaktadır:

“Türkiye’nin; Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgenine coğrafi yakınlığı, bölgesel güç olma özelliği ve ekonomik potansiyelinin yanında, bu bölgedeki toplumlarla tarih, dil, din ve etnik köken gibi kültürel temeldeki ilişkileri; bölgeye yönelik politikalarda Türkiye’yi vazgeçilmez kılmaktadır.”[15]

Görüldüğü gibi İsmail Cem’in “Türkiye Avrasya’nın merkez ülkesi olacak” iddiası ile Orgeneral Büyükanıt’ın çizdiği çerçeve birbiriyle son derece uyumludur. Bu uyum, Cem’in uluslararası güç olabilmenin üç unsurundan biri olarak saydığı “askerî gücün” temsilcisi kurumun en yetkili ağızlarından birinin sözleri neticesinde ortaya çıkınca, “Avrasya stratejisi”nin gereği olarak askerî alanda ne türden tamamlayıcı adımların atıldığı/atılabileceği sorusu akıllara takılmaktadır. TSK yeniden yapılanmaya yönelik çok sayıda hedef koymakla birlikte “Silahlı Kuvvetlerin nicelikten çok niteliği esas alan, ileri teknoloji ürünü silah ve sistemleri ile teçhiz edilmesi”[16] gerektiği ifadesi, ortaya çıkan soruların cevabının verilebilmesini kolaylaştıracak ana çerçeveyi çizmektedir. Yukarıda sözü edilen profesyonelleşmenin yanı sıra teknolojik yenilenme de yeni dönemde merkezî bir yer tutmaktadır. Özellikle 11 Eylül’le ortaya çıkan tablo, bir süredir yürütülen teknolojik yenilenme sürecine ivme kazandıracak zemini güçlendirmiştir.

Gerek dünyadaki önemli orduların teknolojik gelişmeler neticesinde uzun zaman önce köklü dönüşümler yaşamış olmasının, gerekse içteki profesyonelleşmeyi zorunlu kılan diğer gelişmelerin baskısı sonucunda TSK, silah ve donanım bakımından yenilenme çabasını başlattı.[17] Türkiye’nin özellikle son dönemde çatışma ve gerilimlerin yoğunlaştığı coğrafyanın merkezinde yer alması ve 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan tablo TSK’nın teknolojik yenilenme yönündeki çalışmalarına güç kazandıran etkenlerdir.

Bölge merkezli stratejilerde etkin bir konum elde etmek için başlatılan silahların modernizasyonu çalışması, getireceği ek yüklere rağmen halledilmesi en kolay sorunlardan biri durumundadır. Fakat, bu sorunun çözülmesi bölgesel düzeyde etkinlik için tek başına yeterli değildir. Avrasya stratejisinin aslî gücü konumundaki ABD ile olduğu kadar bölge ülkeleriyle kurulacak ilişkiler de son derece büyük önem taşımaktadır. Bölge ülkeleri arasında yaratılacak bir çıkar birliği üzerinde yükselecek askerî ilişki ağının oluşumunda ve sürdürülmesinde bölgesel güç olma iddiası içindeki Türkiye’ye ayrıcalıklı bir rol düşmektedir. Bu rol, askerî teknolojiden iletişime, sorunları algılama tarzından ortak hareket etme yeteneğinin geliştirilmesine kadar bir dizi alan ve düzeyde bölgesel askerî uyumlulaştırma sürecinin yaşanmasını gerektirir. TSK tarafından verilen şu bilgiler bu konuda ciddi adımlar atıldığını göstermektedir: 2000-2001 öğretim yılında “25 dost ülkenin” (ABD, Almanya, Arnavutluk, Azerbaycan, Bangladeş, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Gambiya, G.Kore, Gürcistan, Hırvatistan, Kazakistan, Kırgızistan, KKTC, Macaristan, Makedonya, Mısır, Moğolistan, Pakistan, Singapur, Tunus, Türkmenistan, Ukrayna, Ürdün) askerî personeline Türkiye’de eğitim verilmiştir. Ayrıca,

“Askerî Eğitim İş Birliği Anlaşmaları çerçevesinde, bazı ülkelerin askerî personeli Türkiye’deki akademi ve okullarda ücretsiz olarak eğitilmektedir. 13 ülkenin (Arnavutluk, Azerbaycan, Bangladeş, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya, Özbekistan, Romanya, Türkmenistan, Ukrayna) Türkiye’de eğitim gören askerî personelinin eğitim-öğretim masrafları Türkiye tarafından sağlanmaktadır.”[18]

Yapılan askerî anlaşmalar gereği eğitim-öğretim giderleri Türkiye tarafından karşılanan ülkelerin Avrasya stratejisinin hedefi olan coğrafyada yer alması son derece anlamlıdır. Türkiye tarafından verilen bu eğitimin bölgesel düzeyde askerî uyumlulaştırma/işbirliği bakımından öneminin büyük olacağı son derece açık.[19]

YENİDEN YUKARIDAN DEĞİŞİM

Buraya kadar özetlenmeye çalışıldığı üzere TSK içsel etkenler tarafından bir değişime zorlanmakta, bir süredir bu ihtiyacı karşılayacak adımlar da kurum tarafından atılmaktadır. Özellikle SSCB’nin yıkılmasının ardından küresel ölçekte ortaya çıkan dengeler ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyanın çeşitli gerekçelerle önem kazanması nedeniyle TSK değişim yönünde dışsal etkenlerin baskısını gittikçe daha fazla hissetmeye başladı. Askerî boyutu ağır basan “Avrasya stratejisi” ordunun birçok şeyi yeniden tanımlamasını ve şekillendirmesini zorunluluk haline getirdi. Bu durum, askerî boyut dışında da birçok alanı ve sorunu doğrudan etkileyen sonuçların ortaya çıkmasına neden oldu. İktidarın etkin güçlerinden -özellikle askerî- bürokrasinin baskın konumunu sürdürmesinin koşullarını sunan “Avrasya stratejisi”nin gereklerini yerine getiren bürokrasi kapsamlı bir yeniden şekillendirme çabasını başlatmış ve önemli mevziler de elde etmeyi başarmıştır. Gelenekselleşmiş algılama biçimleri bir kenara bırakılarak ele alındığında özellikle 28 Şubat’ın rejimi korumaya yönelik basit bir refleksin sonucu olmadığı ve bu dönemde ülke içine ve dışına yönelik ortaya konulan amaçlar doğrultusunda şekillendirme girişiminin başlatıldığı görülecektir. 1997’den itibaren yaşanmaya başlanan ve hâlâ içinde bulunduğumuz süreçte, ordunun öne çıkan konumu dikkate alındığında dönüşüm süreci ve daha önce bahsedilen TSK’nın kendi bünyesine yönelik başlattığı yeniden yapılanma çalışmaları arasındaki bağlantılar çok daha kolay kurulabilecektir.

28 Şubat sürecinde ortaya konulan “Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesi” hedefi ve “Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır” şeklinde ifade edilen amaç dikkate alındığında, gerek siyasal alanda gerekse diğer -ideolojik, kültürel, ekonomik- alanlarda ortaya çıkan yeni dengeler ve ilişkiler daha anlaşılır hale gelmektedir. Aynı dönemde, Batılılaşma-modernleşme kavramlarıyla karşılanan süreçte bu zamana kadar iktidarda kader birliği yapan güçler arasındaki karşıtlıklar keskinleşti. Avrupa Birliği’ne üyelik tartışmaları esnasında ortaya çıkan iktidar güçleri arasındaki saflaşma derinleşen bu çatlağın en önemli göstergesidir. Algılama biçimi, iktidar ilişkileri, kültürü, kurumları, ... “Batılı gibi olma”ya göre şekillenmiş olan Türkiye’nin AB üyeliği ile “Batılı olma” durumuna geçmesini savunan kesimler, daha köklü dönüşümü öngören bir tercihi dillendirdiklerinden, iktidarın böylesi bir dönüşümden olumsuz etkilenecek kesimlerini -bürokrasi- karşılarına almaktadırlar. Buna karşın bürokrasi -özellikle askerî kanadı- ise, “Batılı gibi olma” evresinden kopuş yerine yeni hedefler doğrultusunda onun yukarıdan dönüşümünü öngörmektedir.[20]

28 Şubat yeniden yapılandırma süreci, iktidar ilişkilerinden resmî ideolojiye varıncaya kadar çok geniş bir alana müdahaleyi içermektedir. Bu müdahalelerin dışsal dinamiklerle bağlantılarının kurulması ise bir zorunluluktur. Daha önce belirttiğimiz üzere ordunun öne çıktığı bu süreçte “dünya ile bütünleşme” ve Avrasya coğrafyasındaki ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesi amaçlardan biri durumuna gelmiştir. Dolayısıyla belirlenen amaçlara ulaşılabilmesi için askerî alan dışına taşan müdahaleler de kaçınılmaz hale gelmektedir. Her şeyden önce, içe yönelik yapılanma ihtiyacı çerçevesinde uzun bir zaman diliminde şekillenen değerler, algılama biçimi ve duyarlılıkların değiştirilmesi gerekiyordu ve 28 Şubat sürecinde bu çerçevede adımlar atıldı.

“Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır... Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.”[21]

ifadesinden de çıkartılabileceği gibi, içselleştirilmiş olan milliyetçilik ve son zamanlardaki yükselen çekim merkezlerinin egemenliğine karşı bir müdahale kararlılığı MGSB’de yer almaktadır. Bu değişim Türkiye’nin “bölge gücü olma” iddiasının gerçeklik kazanabilmesi ile yakından ilgilidir. Avrasya coğrafyasında Türklük ögesinin işlevsellik kazanabilmesi için ulus-devletin kuruluş aşamasının ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmiş olan resmî milliyetçiliğin dönüşümü bir zorunluluk olarak durmaktadır. Diğer içsel gerekçeleri yok saymadan konumuz özelinde belirtecek olursak resmî milliyetçilik de yukarıdan dönüşüme uğratılmaktadır.

Yine MGSB’de “siyasal İslâm, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir” ifadesine yer verilmektedir. Bu zaten 28 Şubat’ın kamuoyu tarafından en net algılanan gerekçesidir. Buna karşın, 28 Şubat sonrasında dinsel alana yönelik gerçekleştirilen müdahale tek bir düzeyle sınırlı kalmadı. “Siyasal İslâm”a yönelik müdahaleler polisiye boyutu da içerecek şekilde gerçekleştirildi ve kamuoyuna yansıdı. Fakat, “siyasal İslâm”a müdahale olarak sunulan kimi uygulamalara bakıldığında dinsel alanın farklı bir boyutuna daha müdahale gerçekleştirildiği görülecektir. Özellikle dini eğitim veren okullara ve Diyanet İşleri teşkilatına yönelik uygulamalar resmî İslâm’a da müdahale başlatıldığını göstermektedir. “Siyasal İslâm”a yönelik müdahalenin bir parçası olarak sunulan bazı uygulamalar resmî İslâm’ın üretim merkezlerinin yeniden yapılandırılmasının yolunu açmıştır. Dinsel alana yönelik müdahalenin üçüncüsü ise “geleneksel İslâm”a yönelik olanıdır. Özellikle yerleşik hale gelmiş, gündelik yaşamın sıradanlığı içinde varolagelen kimi inançların ve ibadet tarzlarının (namaz, Cuma namazı, hac, oruç,...) yoğun bir şekilde tartışılması “geleneksel İslâm”a yönelik müdahale ile ilişkilidir. İsmail Cem, “Sovyet coğrafyasının çöküşü” ile “Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, yani Türkiye’nin tarihiyle kültürüyle, halkının inanç özelliğiyle, coğrafyasıyla bağlantılı olduğu bölgelerde, Türkiye’nin yakınında ülkeler oluştu”[22] derken inanç faktörünün kazandığı öneme dikkat çeker. Avrasya stratejisinin başarısı için önemli kanallardan birinin dinsel alan üzerinden açılabileceğinin öngörüldüğü dikkate alındığında bölgedeki farklı İslâmi yorumlar arasındaki ayrışma, çatışma gerekçelerinin aşılması yönündeki çalışmalar kaçınılmaz hale gelmektedir. Bölge gücü olma iddiasını taşıyan Türkiye, bu nedenle, gerek bu zamana kadar içsel gereksinimler çerçevesinde şekillenmiş olan resmî İslâmi yorumun dönüştürülmesi, gerekse sürece muhalefet etme potansiyele sahip “siyasal İslâmcı” güçlerin etkinliğinin kırılması anlamına gelen çalışmaları başlatma zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Resmî İslâm’a müdahale, kapsamlı bölge stratejisinin başarısı için ideolojik hegemonya kurma ihtiyacının sonucudur ve yeni bir resmî yorumun yaratılmasına yönelik çalışmaların başlatılması ile resmî din adamlarının dönüştürülmesi hedefini kapsar. Siyasal İslâm’a yönelik müdahale ise hem bu yeni yapılanmaya yönelik muhalefetin zeminini zayıflatmakta hem de ABD merkezli stratejiye muhalefet etme potansiyeline sahip güçlerin ülke içindeki hareket alanını daraltmaktadır. 28 Şubat sürecinde içsel ihtiyaçlar doğrultusunda dinsel alan yeniden şekillendirilmeye çalışılırken aynı zamanda ülke dışına yönelik yeni ilişkilerin inşâsını kolaylaştıracak bir zemin de kurulmaya çalışılmıştır.

2002 yılı baharında gazetelere yansıyan iki haber bölgesel politikalar ile dinsel alan arasındaki ilişkilere ışık tutması bakımından son derece anlamlıdır. Bu haberlerden ilkine göre, genç diplomat adaylarının iki ay olan eğitim süresi altı aya çıkartılırken programa, “Günümüz dünyasında İslâm dini” başlıklı bir ders eklenmiştir. Derslerde, “uluslararası ilişkiler bağlamında İslâmiyet”, “mezhepler (Alevilik, Sünnilik, Şia, Vahabilik,...) ve din anlayışları”, “Dinlerarası Diyalog” gibi dersler İlahiyat Fakültelerine bağlı akademisyenler tarafından anlatılmaktadır.[23] Yine aynı günlerde basına yansıyan ikinci habere göre; “Diyanet’e bağlı 1300 din görevlisi ile yurtdışında görev yapacak 143 müftü ve müftü yardımcısına” verilen kurs sonunda “birinci dönem kursu tamamlayan” katılımcılara “MGK Genel Sekreterliği tarafından sertifika” verilir. Bu kurs kapsamında yer alan dersler şunlardır; “Atatürk ilkeleri, İnkilap Tarihi ve Milli Güvenlik Bilgisi, Anayasa, Devlet Teşkilatı, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, İnsan Hakları, Yazışma ve Dosyalama, Devlet Malını Koruma ve tasarruf, Gizlilik ve Önemi, Haberleşme, Adabı Muhaşeret ve Halkla İlişkiler.”[24] Kısaca aktarılan her iki haber, Türkiye’nin yeni bölgesel yönelimleri dikkate alındığında, içeride başlatılan yukarıdan şekillendirme çabalarına ilişkin anlamlı örneklerdir.

SONUÇ

Türkiye bir süredir içsel gerekçelere dayanan bir değişim yaşamaktadır ve süreç dışsal etkenlerin gözardı edilemeyecek baskısı altında ilerlemektedir. Ekonomik, siyasal, ideolojik alanların yukarıdan dönüştürülmesine yönelik adımlar eşliğinde yürütülen değişimin merkezinde yer alan baskın kurumun TSK olduğunu, diğer kurumların ve dinamiklerin belirleyiciliğinin özellikle dışsal faktörlerin de etkisiyle ikincil kaldığını görmekteyiz. Zaten kısa sayılmayacak bir zamandan bu yana değişim çalışmalarını yürütmekte olan ordu, yeni dönemin ihtiyaçları doğrultusunda atmak zorunda kaldığı adımlar için zorlanmamaktadır. TSK, sadece kendini dönüştürmekle kalmayıp diğer dinamiklere ve kurumlara da müdahale ederek dönüşüm sürecinin yönünü belirlemektedir.

[1] Bu konuda daha geniş bilgi için şu çalışmalarıma bakılabilir; “Türkiye’yi anlamak ya da geçmişten geleceğe Silahlı Kuvvetler”, Birikim dergisi, Nisan 1997, Sayı:96, Geçmişten Geleceğe Ordu, Alan Yayıncılık, Mart-2000.

[2] Cumhuriyet Kültürünün Oluşum Sürecinde Bir İdeolojik Aygıt Olarak Silahlı Kuvvetler ve Modernizm (Sarmal Yayınları-1996) adlı kitabımda bu konu ayrıntılı bir şekilde ele alındı.

[3] Yaşadığımız Dünya 1992 Ekonomik ve Jeopolitik Yıllık, Metis Yayınları, Türkiye Dosyası

[4] Genelkurmay Başkanlığı’nca erbaş ve erlere yönelik yürütülen faaliyetler konusunda verilen bilgiler şöyledir; “1.Vatani görevlerini yapmakta olan erbaş ve erlerin sivil yaşamlarında istifade edebilecekleri bir el sanatı/meslek kazanabilmeleri için başlatılan çalışmalar sonucunda M.E.B.lığı ile Gnkur.Bşk.lığı arasında 8 Şubat 2000 tarihinde bir protokol yürürlüğe konulmuştur. 2. Bu kapsamda; 08 Şubat 2000 tarihinden itibaren erbaş ve erlerin sivil yaşantılarında faydalı olabilecek meslekleri için toplam 79 adet değişik el sanatı/mesleğe ait kurslara 44711 erbaş ve er katılmıştır. 31 Aralık 2000 itibarıyla kurslarda başarılı olan 24064 erbaş ve ere sertifikaları verilmiştir. ... 3. Açılan kurslardan bazıları şunlardır: Ayakkabı İmalat ve Onarımcılığı, Ağaç İşleri, Mobilya Döşemeciliği, Kuaförlük, Bilgisayar Kursu, Sıhhi Tesisatçılık, Elektrik Tesisatçılığı, Radyo Televizyon Tamirciliği, Oto Döşeme, Fotoğrafçılık, Hasır Bilezik Kursu, Vitray Kursu, Saat Tamirciliği, Deri Konfeksiyon, Terzilik, Yabancı Dil Kursu, Arıcılık, Garsonluk” 08 Şubat-31 Aralık 2000 tarihleri arasında tüm Kuvvet Komutanlıklarında açılan kurs miktarı; 1632, katılan erbaş/er miktarı; 44711, tamamlanan kurslarda başarılı erbaş/er miktarı;24064, devam eden erbaş/er miktarı; 8411. Aynı tarihler arasında okuma-yazma kurslarına katılan öğrenci sayısı 14465, tamamlanan kurslarda başarılı erbaş/er miktarı 7895, devam eden erbaş/er miktarı 5124’tür. http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/genel%20konular/egitim/erbaserlereyetenek.htm

[5] Hiroşima ve Nagazaki’den sonra “askerler, bakımından ve kullanımından sorumlu oldukları; fakat çoktandır bir bütün olarak kavrayamadıkları devasa imha aygıtının basit birer eklentisi haline gelmişlerdir.” Bröckling, Ulrich, Disiplin Askeri İtaat Üretiminin Sosyolojisi ve Tarihi, Ayrıntı Yayınları-2001, (çev. Veysel Atayman), s. 357

[6] (E) Tuğgeneral Bütün, M.Olcay, “Profesyonel ordu ve TSK”, Ulusal Strateji Dergisi, Eylül-Ekim/2001, sayı:19, s. 19-20

[7] http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/bashalk/bilginotu/g07.htm

[8] Milliyet, 9 Ocak 2002, s.17

[9] Kışlalı, Mehmet Ali, Radikal, 15 Ocak 2002, s.5.

[10] Milliyet, 9 Ocak 2002, s.17.

[11] 28 Şubat süreci ve Avrasya stratejisi arasındaki ilişkiye hem askerî hem de diğer boyutları kapsayacak şekilde Ulusal Devletten Bölgesel Güç Oyunlarına (Chivi Yazıları-2002) adlı kitabımda ayrıntılı olarak yer verdim.

[12] Hürriyet, 4 Kasım 1997, s.38.

[13] Önemli olduğunu düşündüğüm bu söyleşinin (29.07.1998’de Merdan Yanardağ’ın Kanal E’de İsmail Cem’le gerçekleştirdiği söyleşi) bant çözümünün tamamına Ulusal Devletten Bölgesel Güç Oyunlarına adlı kitabımda yer verdim.

[14] http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/genel%20konular/görevi.htm

[15] Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın “11 Eylül Olaylarından Sonra Meydana Gelen Gelişmeler ve Türkiye” konulu sempozyumda yaptığı açış konuşması (28 Mayıs 2002) http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/bashalk/duyuru/Sempozyum.htm

[16] http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/genel%20konular/görevi.htm

[17] TSK’nın bir süre önce basına yansıyan ihtiyaç listesine göre 20-25 yıl içinde yapmayı planladığı alımların tutarı 150 milyar dolardır. Radikal gazetesi, 11 Mayıs 1997, Akit gazetesi 30 Nisan 1997.

[18] http://www.tsk.mil.tr/genelkurmay/genel%20konular/egitim/askeriegisbirfaa/misafiraskeriper.htm

[19] Gerek Türkiye’de gerekse bölge ülkelerinde doğrudan yürütülen eğitim çalışmaları her ne kadar askerî içerikli olsa da kurulan ilişkiler askerlik dışı alanlara da etki edecek sonuçların ortaya çıkmasına yol açacaktır. Hasan Cemal’in 2002 Mart’ında Afganistan’a gittiğinde “Türk Eğitim Timi” tarafından yürütülen askerî eğitim sırasında yaşadığı şu olay anlamlı bir örnek oluşturmaktadır; “Hepsinin üstünde Türk birliğinin sağladığı üst baş. Ancak silahlarını kendileri getirmişler. Tercüman aracılığıyla teker teker soruyorum, hangisi Tacik, Peştun, Hazara, ya da Özbek diye. Biri elini kaldırıp ayağa kalkıyor. Konuşmak istiyormuş. “Ben Afganım!” diye bağırıyor. Şaşırıyorum. Çünkü, Kabile geldiğimden beri ilk defa kendini etnik kökenleriyle tarif etmeyen birine rastlamış oluyorum. ... Türk Eğitim Timi Komutanı Yüzbaşı Şah Murat Akgün’e bakıyorum. Omzunu sıvazlıyor eğitmekte olduğu Afgan askerinin... Anlaşılan o ki, eğitimin bir parçası da Afganlık bilincinin oluşturulmasına dönük... Birinci Afgan Milli Muhafız Taburu’nda askerî eğitimin yanı sıra bu konuya da el atılmaya başlanmış. Çünkü tabur, eğitim tamamlandıktan sonra Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı olarak görev yapacak. Devlet başkanını Kabil’de koruyacak askerlerin, etnik kökenlerinin üzerine çıkarak kendilerini Afgan olarak tanımlamalarının üzerinde duruluyor...” http://www.milliyet.com/2002/03/12/yazar/cemal.html

[20] Bu paragrafta yer verilen AB üyeliğine “evet” - “hayır” karşıtlığı -gerekçeler ve saflaşmalar bakımından- iktidar düzeyiyle sınırlandırılmıştır.

[21] Hürriyet gazetesi, 4 Kasım 1997, s.38.

[22] İsmail Cem’le Merdan Yanardağ’ın yaptığı TV söyleşisinden.

[23] http://www.zaman.com/2002/03/14

[24] http://www.yenisafak.com./arsiv/2002/mart/12/g2.html