Irak'ta Savaş Ortadoğu'da Şafak Vakti

ABD’nin Irak’a saldırısının 11. gününde durum özetle şuydu: Bağdat’ın 80-100 km yakınına sokulabilmiş olmasına rağmen, saldırganın birlikleri, güzergâhı üzerindeki şehir ve kasabalarda, nehir boylarında karşılaştıkları yoğun direniş nedeniyle duraklamak, durmak zorunda bırakılmışlardır.

Bağdat, Musul, Kerkük gibi stratejik hedefler füze ve uçaklarla, işgâl bölgesindeki kuşatılmış şehirler ağır topçu ve tank bombardımanları ile yakılıp yıkılırken, yüzlerce kurban vererek de olsa, Orta ve Güney Irak halkı, mücadele azmi ve güveni günden güne pekişen topyekûn bir ulusal direniş sergilemektedir.

Saldırganın sadece askerî harekat planlarını değil, bölgeye yönelik ekonomik-siyasal “yeni düzen” tasarılarını da daha şimdiden altüst etmiş olan bu direnme, ABD hegemonyasının merkezî organlarını acilen karar vermeleri gereken gayet kritik bir sorun ile karşı karşıya bırakmıştır. ABD, şu ana kadar uyguladığı güç politikasını sınırlandırılmış kuvvetlerle yürütme yöntemini mi devam ettirecek yoksa kendini sınırlamaktan tamamen vazgeçerek zedelenen “ABD gücünün karşı konulmazlığı” imajını bu kez hakikaten bir “şok ve dehşet” yaratarak zihinlere kazıma yolunu mu seçecek?

Güç mantığının kolay dönülemez vadisine girmiş olan ABD’nin, “Irak operasyonu”nun daha ilk haftasında geldiği yol ayrımı budur. Dolayısıyla, şu anda ABD’nin yeni takviye kara birlikleri getirerek Bağdat’a doğru saldırısını tekrarlasa da, Kuzey Irak’tan Kürtlerle birlikte taarruzla bir kıskaç harekatına girişse de “bir batağa saplanmış” olduğunu söyleyenler çok erken hüküm vermemelidirler. ABD’li “şahinler”in Irak’ta zorlanmaya başlar başlamaz, İran’a ve Rusya’ya tehdit dolu uyarılar yapmaya, Suriye’yi açıkça “düşman” diye nitelemeye başlamaları, bunların, gözlerini pekâlâ karartabileceklerinin işaretidir. Bu gözü karalık, ABD’nin taktik nükleer silah kullanımına kadar gitmese bile; şimdiye kadar uygulanan sivil halkın zayiatını asgaride tutma, şehirlerin tahribinden kaçınma gibi sınırlamaları kaldırarak, Amerikan savaş makinasının tüm terör ve imha kapasitesini seferber etmeye de götürebilir.

Halihazır ABD yönetiminde daha ağırlıklı ve ayrıca Bush’u da avuçlarında tutuyor görünmelerine rağmen, bu gözü kara “şahinler” kliğinin şok ve dehşet politikasının önünü tamamen açacak bir kararı kolay kolay yürürlüğe sokamayacaklarını söyleyebiliriz. Her ne kadar “karşı konulmazlık” imajının gölgelenmesinden rahatsız olan ABD kamuoyunu bu karar lehine manipüle etmek kolay gözüküyorsa da, ABD’yi kendi terör ve imha gücünün bağımlısı, mahkûmu haline getirecek bu yolun açılmasına şiddetle karşı çıkacak olanların böylesi bir kararı engelleyebilme gücü de hesaba katılmalıdır. O nedenle herhalde en azından bu yaza kadar ABD’nin askerî-siyasî çizgisi, yürürlükteki sınırlandırılmış saldırıyı araya gözdağı mahiyetindeki dizginsiz şiddet/yıkım/katliam patlamaları serpiştirerek yürütmek biçiminde dalgalı bir seyir izleyecektir. Öyle anlaşılıyor ki, eğer ABD tümenleri, Nisan ayı sonlarına kadar, ne denli yoğun bir direnişle karşılaşmış olsalar da, Bağdat’ı kuşatmış bir pozisyona gelebilirlerse kendilerini en azından zevahiri kurtarmış sayacaklar; aksi halde yani Bağdat kapılarında tıkanmış, püskürtülmüş bir Amerika, batağa saplanmış iri yırtıcıların çılgınca çırpınışından farksız bir tutumu benimsemekten başka çıkar yol göremeyecektir.

Sonuçları arasındaki fark kısa vade açısından şüphesiz çok önemli olmakla birlikte, bu ihtimallerden hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, aslında ABD’nin orta ve uzun vadenin ilk raundunda ağır bir yenilgiye uğradığı kesindir. ABD bundan sonra “karşı konulmaz güç” imajını çok daha ürkütücü biçimde “tazeleyebilir”, tehdit ve saldırganlık dozu daha da artmış bir güç politikası sürdürebilir ama bunlar onu -eğer imparatorluk terimleri ile konuşursak- bir Cengiz Han-Moğol imparatorluğu yapar; zihinlere nüfuz eden, gönüllü bir asimilasyon eğilimi yaratan, bir uygarlık halesi ile çevrili bir Roma, bir Çin bir İslâm ve 19.-20. yüzyılın Avrupalı imparatorlukları değil.

Bu nokta, ABD yönetici sınıflarının, soy “seçkinleri”nin ne kadar umurundadır bilemeyiz. Bay Bush ve ekibinin Irak’a saldırmaya kesin kararlı olduğu aylarca önceden belli iken, onu bu maceradan vazgeçirmek için etkin bir muhalefet yürütülmediği dikkate alınırsa ve ayrıca saldırının daha ilk günlerinde, Irak halkının ABD ordusuna kucak açacağı yolundaki varsayım ya da beklentinin çöküşü, Irak harekatının meşrûiyeti kılıfını yırtıp attığı halde, ABD “seçkinleri”nin “savaş halinde ordu ve yönetim etrafında kenetlenmeliyiz” tutumunu terk etmediklerine bakılırsa, orada gidişatın bu yönüne fazla aldırılmadığı sonucuna varabiliriz.

ABD, yaklaşık iki yüzyıldır “arka bahçesi” saydığı Orta ve Güney Amerika kıtası üzerindeki egemenliğinden edindiği alışkanlıklar doğrultusunda davranarak dünyaya da benzer bir ilişki ve egemenlik tarzı empoze edebileceğini düşünüyor olabilir. Orta ve Güney Amerika’da, üretim kültüründen pek az nasiplenmiş, vurgun ve gaspa teşne bir mülk sahipleri kliği ve bilhassa orduların işbirlikçiliğine dayalı, halk kitlelerinin gizlemedikleri nefretini her an ensesinde duyan bir ABD egemenliği düzeni şimdiye kadar sürebilmiş ise de, son zamanlarda iyice duyulur hale gelen çatırtı sesleri bir çöküşün habercisi de olabilir. Brezilya’daki seçim sonuçları, kaynayan bir kazana dönüşmüş Arjantin, ABD’nin açıkça kışkırttığı grevlere, sokak gösterilerine ve darbe girişimlerine rağmen Venezuella’da Chavez yönetiminin yıkılamayışı ve elbette Küba’nın varoluşu, hiç şüphesiz Meksika ve Şili gibi “ılımlı” yönetimlere sahip Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin ABD saldırganlığının safında yer almamalarının başat nedenidir. ABD egemenlik planlarının Irak’ta tökezlemesinin yankılarının sanırız en fazla duyulacağı yerlerden biri olacaktır Orta ve Güney Amerika.

Irak’ın şu ana kadar gösterdiği direnme, mücadele azim ve morali, elbette öncelikle Arap-Müslüman âleminde, bir dönüm noktası olacak kadar etkiyi daha şimdiden yaratmış gözükmektedir. ABD saldırısının bu seyri içinde Bağdat birkaç hafta sonra kuşatılsa hattâ düşse bile Arap ve belki de tüm Müslüman dünya için Irak, yüzlerce yıllık makus talihin kırıldığı, kırılabileceği duygusunun artık sönmeyecek bir meşalesi olmayı sürdürecektir. Atlantik kıyılarından Hint Okyanusu’na kadar Arap halklarının asırlardır hırpalanan gururunu yerle bir olmuş özgüvenini coşkuyla canlandırabilecek hemen her işareti taşımaktadır Irak direnişi etrafında örülecek efsane.

Tarihin böylesi anlarda ilginç rastlantılar oluşturmak gibi bir huyu vardır. Bağdat, İslâm uygarlığının zirvesine ulaştığı dönemin ve bu uygarlığın başlatıcısı olan Arap ulusunun başkentidir. Şimdi, bu Bağdat’ın etrafında övülesi bir ulusal kenetlenmeyle direnen Irak’ın Arap halkının önünde duraklayan malûm “koalisyon”un üç üyesi, ilginçtir ki, Batı -kapitalist- uygarlığının Avrasya’ya ve dünyaya egemen olma sürecinin üç dönemini sembolize eden devletlerdir. Kapitalizmin merkantil döneminin emperyal gücü İspanya, yükseliş döneminin hegemonik gücü İngiltere ve “en yüksek aşaması”nın süper gücü ABD’dir. Son İslâm imparatorluklarının (Osmanlı ve İran) Avrasya’daki egemen konumlarını sona erdiren, onları “geri”liğe iten Batı -kapitalist- uygarlığının emperyal pratiklerinin resmî geçidi gibi duran bu üçlü karşısında Irak’ın ve Bağdat’ın direnişi, asırlar sürmüş bir yenilgi ve gerileme tarihini durduran bir başkaldırı çağrışımı yapmayacak mıdır?

Irak direndikçe gücü ve etkisi daha da artacak bu çağrışım ABD-İngiltere-İspanya koalisyonunun umurunda bile olmayabilir, ama Arap ve hattâ tüm Müslüman halklar üzerinde kurulu rejimleri daha şimdiden titretmektedir. Bölgede ABD’ye bu “operasyon” için yataklık yapmış rejim ve yönetimlerin bundan böyle ABD’nin paçasına daha sıkı sarılmaktan başka seçenekleri kalmamıştır. ABD’ye göbekten bağlı ortaçağ kalıntısı Suudi Arabistan gibi rejimlerin ise, ABD’ye karşı daha Irak saldırısı öncesinde taşma düzeyine yaklaşan halk tepkisinden ürkerek aldıkları “nötr” tutumun ayakta kalmalarına yetip yetmeyeceğini göreceğiz. ABD Irak’ın Arap halkını ezip geçerek Bağdat’ı zaptetse bile, Irak’ta ve Ortadoğu’da kuracağı “yeni düzen” birtakım külahları oraya buraya koymaktan başka bir şey olmayacaktır. Ama saldırısı ile Ortadoğu’da gerçekten yeni bir düzene er-geç varacak ve bu kukla yönetimleri buruşturup atacak dinamiklere gayet güçlü bir ivme kazandırdığını görmemiz için fazla beklememiz gerekmeyecek.

Oysa biraz beklemesi gerekenler var ve bunların başında Irak Kürtleri geliyor. Tarihlerinde ABD tarafından iki kere yüzüstü bırakılmak varken, Irak Kürtleri bir kez daha ABD ile işbirliğine, hem de bu koşullarda ve şimdiye kadar gerçekleşmemiş bir “ulusal konsensus” ile girmektedirler. Irak Arap halkı, on yılı aşkındır katlandığı ağır ambargo koşullarının insafsız bekçisi konumundaki ABD’nin bir de saldırısına uğramışken ve topyekûn bir ulusal direniş veriyorken, Kürtlerin bu ABD’nin peşine takılarak üzerlerine saldırmalarını nasıl unutulmaz bir yara gibi ortak hafızalarına kaydedeceklerini tahmin etmek zor değildir. Irak Kürtleri onyıllardır süren bağımsızlık mücadelelerinde kendi ortak hafızalarının da -Halepçe gibi- yaralarla dolu olduğunu ileri sürebilir. Ve ayrıca kendilerinin de Irak Araplarında böyle bir yara oluşturmakla, iki halkı aynı devlet çatısı altında tutmaya dayalı “yeni düzen” formüllerinin işlerlik temeli ortadan kalkmış olacağından kapının bir Kürt millî devletine açılacağını da hesaplıyor olabilirler.

Ama eğer ABD’nin Irak’a saldırısı ve Irak halkının onurlu direnişi, bu yazıda ve Birikim’in daha önceki sayılarında bilhassa vurguladığımız gibi, benzersiz bir tarihsel eşikte, yüzyılların kültürel, toplumsal, siyasal, dinsel ve moral-etik mirasının, bir meydan okuma-direnme ve kimlik geriliminin ateşinde canlandığı bir arka plana sahipse, bölgenin tüm halkları için kader belirleyici olacak bir süreç söz konusu ise, halkların birer millet olarak değil, ortaklaşa oluşturdukları bir tarih ve kültür “birim”i gibi düşünüp davranmalarını gerektiren bir zamana nihayet girilmişse, Irak Kürtleri vahim bir yanılgıya düşmek üzere demektir.

Türkiye, ABD’ye verilen ilk tezkere ile adımını attığı bu eşikten, ikinci tezkereyi çıkarmayan Meclis’i sayesinde kıl payı dönmüş ama tamamen de uzaklaşmamıştır. AKP hükümetinin, “devlet”in yağlı bir bedel mukabilinde o eşikten atlamaya teşne olduğu bilinmektedir. TÜSİAD başkanı ve Bay Sabancı gibi “başımıza konan devlet kuşunu kaçırdık” diye hayıflanan büyük sermaye çevrelerinin ABD’den gelecek yeni bir yardakçılık teklifinin kabulü için bastırdıkları da sır değil. Gücün ve paranın ışıltısına çekildikçe sürüngen ruhlarının ve zihinlerinin yükseldiğini taslamaya başlayan “büyük medya” pervaneleri de ABD “yeni düzen”inden sırtlan payı kapmanın propagandası için çırpınmakta.

Ama Türkiye halkı, şu sıralarda dünyanın hemen tüm halkları gibi, tüm zaaf ve tereddütlerine rağmen, “halkın sağduyusu” denen şeyin kanıtını verircesine bir basiretle Amerikan saldırganlığına da, Türkiye’nin ABD yardakçılığına soyunmasına da karşı olduğunu gösterdi. Ve yine bütün halklar gibi, Irak’ın sıradan insanlarının, ABD’nin başdöndürücü teknolojisine, ultra modern silahlarla tepeden tırnağa donanmış orduları karşısında eğilmeyişlerini, akılları yürekleri ve güçleri yettiğince direnmelerini ve böylece onları durdurabilmelerini takdirle, acısını ve sevincini paylaşarak izliyor.

Bu paylaşma duygusunun sadece bir duygu olarak kalmaması, kalıcılaşması ve artık Irak’taki kan ve ateşle içine girdiğimiz Ortadoğu halklarının kaderle imtihanı sürecinde yaratıcı bir enerjiye, halkların bileşik iradesiyle oluşacak yepyeni bir gelecek için adımlar atmaya dönüşmesi hepimizin şevkle sarılması gereken bir görevdir artık.