İstanbul'dan Avrupalı Aktivistler Geçti

Üç gün boyunca 18 farklı ülkeden toplam 350 aktivistin katıldığı III. Avrupa Sosyal Forumu (ASF) Genel Hazırlık Toplantısı, İstanbul Sosyal Forumu’nun ev sahipliğinde, 16-18 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. Üç yıldır sürmekte olan ASF süreçleri içinde bu türden toplantılar rotasyonla her yıl üç dört kez değişik ülkelerde düzenleniyor olmasına karşın, ilk kez Avrupa Birliği sınırları dışında gerçekleşmiş oldu.

Toplantılara, yurtdışından katılanların sayısı 130’a ulaşırken, Türkiye’den katılan kurum sayısı 60’ın üzerinde oldu. Son yılların en renkli ve en katılımlı toplantısı gerçekleşti denilebilir. Birbirinden son derece farklı anlayışa, arkaplana ve geleneğe sahip olan kadın örgütleri, sakatlar, çevre örgütleri, çok sayıda sendika, Kürt sivil toplum kurumu, sosyalist parti, savaş karşıtı, sosyal demokrat, vb. çok sayıda çevreden katılımcı, Avrupa’dan gelen aktivistlerle buluşarak tartışma olanağı buldu. Deneyimler paylaşıldı ve her şeyden önemlisi, Avrupa toplumsal hareketlerinin aktivistleriyle birlikte eylem ve etkinliklerin ortak takvimleri oluşturuldu.

İstanbul Buluşması, Ekim ayında Londra’da gerçekleşecek olan III. Avrupa Sosyal Forumu süreçleri bakımından önemli bir duraktı. Londra’da vurgu yapılacak konular, forumlar ile seminer ve atölyeler arasındaki ilişki, katılımın artırılması, sürecin genişletilmesi gibi bir dizi önemli başlık tartışılarak netleştirildi. Böylece, sürecin ilerlemesi önündeki tıkanıklıklar büyük ölçüde aşılmış oldu.

Buluşma, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Genel Başkanı Sami Evren’in “Hoşgeldiniz” konuşmasıyla açıldı. Sami Evren konuşmasında, kapitalist küreselleşmeye karşı sosyal forumların ve barış hareketinin alternatif olduğu vurgusunu yaptı. Evren şöyle dedi: “Onların G8’leri, DTÖ’leri, Dünya Bankaları, IMF’leri, MAI’leri, NATO’ları varsa, bizim de sosyal forum süreçlerimiz var”.

Katılımcı sendikalar arasında Fransa’dan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CGT), Yunanistan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (Genel Başkan düzeyinde temsil edildi), İtalya’dan CGIL (İtalya Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Cobas (Sendikal Taban Örgütlenmeleri) ve FIOM (Metal İşçileri Sendikası), Makedonya Demiryolu İşçileri Sendikası, Kıbrıs’tan Dev-İş Sendikası gibi birçok önemli sendika da vardı. Türkiye’den de katılımcılar arasında KESK Genel Başkanı Sami Evren, Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer, Yol-iş 1 No’lu Şube Yöneticisi Ali Erarslan, DİSK İstanbul Bölge Temsilcisi Ali Cancı, KESK Örgütlenme Sekreteri Güven Gerçek, KESK Kadın Sekreteri Sevgi Göğçe’nin yanı sıra, KESK’e bağlı birçok sendikanın yöneticisi vardı. Sendikal hareketin sosyal forum süreçleri içindeki aktif rolünü gösteren bu tablo, “sürecin altının boş olduğu”, “Türkiye’nin sürecin dışında olduğu” gibi forum süreçlerine duyulan kuşku ve yargıları ortadan kaldıracak derecede netti.

Yurtdışından katılan hareketler arasında, İngiltere Nükleer Silahsızlanma Kampanyası (CND), Stop the War Coalition (Savaşı Durdurun Koalisyonu), Palestine Solidarity (Filistin’le Dayanışma); Almanya’dan PDS, Attac ve Almanya Sosyal Forumu; Fransa’da CRID, LCR, CGT ve Attac; İtalyan Sosyal Forumu; Yunanistan’dan Stop the War Coalition (Savaşı Durdurun Koalisyonu) ve Yunanistan Sosyal Forumu; Belçika Sosyal Forumu; Akdeniz Sosyal Forumu Sekreteryası; Romanya Sosyal Forumu; Bask’tan Askapena; İsveç’ten ve Danimarka’dan Attac gibi örgütler de bulunuyordu.

Toplantının resmî programının dışında birçok önemli buluşma da gerçekleşti.

Bunlar arasında: “Avrupa Kadın Network’u”, “Avrupa Anayasası”, “Doğu Avrupa Ülkeleri Koordinasyonu”, “Akdeniz Sosyal Forumu”, “Savaş Karşıtları”, “Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi” gibi buluşmaları sayabiliriz.

Özellikle Savaş Karşıtları Buluşması ve Avrupa Kadın Network’u toplantılarına yoğun bir ilgi vardı. Savaş karşıtları toplantısı, 20 Mart’ta gerçekleşen “Irak’ta İşgâle Karşı Uluslararası Eylem Günü” değerlendirmesiyle başladı. İtalya, Polonya, İspanya ve Türkiye’den savaş karşıtı aktivistler, ülkelerinde gerçekleşen eylemleri değerlendirdi. Türkiye’den de savaş karşıtları ayrıca Haziran ayında gerçekleşecek olan NATO kampanyasının önemini vurguladı. Bush’un İstanbul’a geliyor olmasının altı çizildi. Bush, Türkiye’ye gelmeden önce Avrupa’daki birçok ülkeyi de ziyaret edecek. Her gittiği ülkede savaş karşıtları tarafından karşılanacak. İtalyan Sosyal Forumu adına katılan temsilciler, yine Haziran ayında Irak’ta İşgâle karşı eylem yapacaklarını duyurdu. Bütün bu etkinliklerin uluslararası düzeyde koordine edilmesi ve ortaklaştırılması kararlaştırıldı. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (BAK) adına yapılan bir öneriyle, 26 Haziran ve haftası, uluslararası düzeyde “Bush, Nato ve İşgâl Karşıtı Eylem Günleri” olarak kabul edildi. Aynı toplantıda Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi adına Müge Sökmen, mahkeme süreci hakkında bilgi verdi.

Kadın toplantısına katılan çevreler, Ekim ayında Forum’da kadın buluşmasının nasıl yer alacağını tartıştı. Konunun Berlin’de bir dahaki hazırlık toplantısında daha ayrıntılı tartışılması kararı alındı.

Avrupa Sosyal Forumu’nun İstanbul Buluşması, Akdeniz Sosyal Forumu (AkSF) toplantısıyla sona erdi. Toplantıya Türkiye’den kurumlar da büyük ilgi gösterdi. Barselona’dan, AkSF Sekreteryası’ndan gelen temsilciler, Forum süreçleri hakkında geniş bilgi verdi ve Türkiye’den toplumsal hareketlere sürece katılmaları çağrısı yaptı.


ASF’nin İstanbul buluşmasında, Sosyal Forum’un iki temel özelliğinin altı bir kez daha çizildi. Bu özelliklerden birincisi, sosyal forumların bir süreç olarak katılıma açık olması. Sürecin herhangi bir anında, Dünya Sosyal Forumu’nun (DSF) İlkeleri’ni benimsemek ve bu süreçte artık benimsenmiş olan demokratik tarzları ve uygulayışı kabul etmek dışında başka bir önkoşul olmadan, sürece dahil olunarak, o andan itibaren sürecin içindeki tüm tartışma ve kararlara eşit bir şekilde katılınabiliyor. Nitekim, aralarında DSF İlkeleri’ni benimsemeyenler de (!) dahil, Türkiye’den ilk kez katılan birçok kurum ve kişi, çok önceden başlamış olan bu süreçle ilgili tüm tartışmalara ve alınan kararlara katılma olanağı elde etti.

İkincisi, sürecin demokratik yapısıyla ilgili. Süreç içinde tartışmaların bütünü tüm katılımcılara açık ve kararlar konsensus anlayışıyla alınıyor. Böylece sürece daha çok ağırlığını koyma şansı olan büyük kitle örgütleriyle, seslerini duyurmakta zorluk çekecek olan daha küçük çevreler ve bireysel katılımcılar arasındaki mesafe korunarak, sürece herkesin eşit ve demokratik bir şekilde katılmasının olanakları yaratılıyor.

ASF sürecinin bir başka önemli özelliği, yılda bir kez düzenlenen bir etkinlik olmayıp, uluslararası bir Avrupa süreci olması. Bu, sürecin yerel dinamikler üzerinden değil, tüm Avrupa’nın önemsediği ortak politik dinamikler üzerinden inşa edilmesi anlamına geliyor. İstanbul’da gerçekleşen toplantıda Türkiye’den bazı örgütlerin ve katılımcıların gözden kaçırdığı nokta bu oldu. Özellikle “Savaş Karşıtları Buluşması”nda yapılan tartışmalarda, Türkiye’den sol örgütler, sürecin uluslararası boyutunu görmek ve hareketin genel çıkarlarını gözetmekten uzak, kendi yerel ve öznel kaygılarını güçlü bir şekilde yansıttı. Bu durum, Türkiye’den sol hareketin küresel hareketle ilişkisindeki mesafeyi de çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Küresel hareketin genel çıkarlarının önüne kendi örgütsel kaygılarını ve yerel sorunları koyan bir anlayışın, hareket içinde etkin olması ve sürecin bütününe bir katkıda bulunması olanaksız.

Küresel hareket ve toplumsal değişim gibi konularda söz sahibi olduğu iddiasındaki birçok kişi ve çevreye ilişkin olarak ilginç bir manzara da ortaya çıktı. Bu çevrelerin, küresel hareketin Avrupa kıtasındaki en önemli aktivistlerinin katıldığı toplantıyı pek de önemsemeyip uzak durması şaşırtıcıydı.


İstanbul’da ASF toplantısı nedeniyle sosyal forum süreçlerine dair tartışmalar bir kez daha canlandı. Bu tartışmalardan bazılarının süreci zenginleştirecek ve ileriye çekecek olması nedeniyle, özellikle ele almakta yarar olduğu kanısındayım.

Tartışmalardan biri, sosyal forumun ne olduğuyla ilgili. İstanbul Sosyal Forumu’na yönelik olarak, “altı boş”, “İSF savaş karşıtı kampanyaların ortak zemini olmalı”; İSF “gerçek bir süreç değil”, vb. argümanlarla yürütülen eleştiri ve yorumlar, benim katılmadığım ve doğru bulmadığım bir tür sosyal forum anlayışıyla örtüşüyor. Bu yaklaşımların ortak yanı, İSF’ye bir tür misyon biçmeleri ve bir örgütsel format olarak algılama yanlışlığını taşıyor olmaları. Sosyal forumlar savaş karşıtlarının ya da sol örgütlerin bir araya geldiği bir ittifak platformu olmadığı gibi, ne bir güç birliği, ne de bir örgütler şemsiyesi. Bir cephe partisi veya herhangi bir platformun yerine ikame edilemezler. İSF’nin ‘gerçek’ olması, cisimleşmiş bir şekilde ortaya çıkıp elle tutulur olmasının süreci daraltacağı kanısındayım. İSF, çeşitli toplumsal hareketlerin buluşması için bir zemin oluşturmakta ve olanaklar yaratmaktadır. Bu tek başına anlamlıdır ve önemsenmesi gerekir. Burada mesele bu zeminin muhtevasıyla ilgilidir. Yaratılan bu olanakların tüketilişindeki tarz ve içerik önemlidir. Yoksa, mesele bir ‘yapı’ sorunu değildir. Politik bir olanak ve bir zemin olarak sosyal forumlar, içinde en geniş çeşitliliği barındırmakta ve bunu en demokratik tarzlarla gerçekleştirmektedir. Bunun politik muhtevasını ise neo–liberal politikalara, savaşlara ve her türden ayrımcılığa karşı olmak oluşturuyor. Durum böyle olunca, bu zeminde neo–liberal saldırıları yürüten azınlığın karşısında yer alan çok geniş bir cepheyi bir araya getirmek ve bunun da ötesinde tek tek mücadeleleri ortak bir zeminde buluşturmak olanaklı olabiliyor. Sürecin cisimleşmiş hali, sosyal forum zemininde yer alan toplumsal hareketlerin doğrudan kendi gövdelerinin matematik toplamından çok, bu hareketlerin mücadelelerinin deneyimlerinin bir araya geliyor ve ortak takvimlere bağlanıyor olması. Sosyal forumun ‘altı’ bir yandan 15 Şubat 2003’te “Irak’ta ve Filistin’de İşgâle Karşı Küresel Eylem”e katılan milyonlarca insanla, öte yandan Mumbai’de bir araya gelen 125.000 aktivistle, onların eylemleriyle ve etkinlikleriyle doluyor. ‘Gerçek’ olarak görülmesi gereken bu.

İSF’yi bir yapı meselesi olarak gören bir başka yaklaşım da, otonom veya yerel yönetimci anlayışa sahip çevreler. Bu yaklaşıma sahip çevreler, oluşturulan sosyal forum zeminini bir tarz kapitalizm-dışı ‘otonom alan’ ya da ideal bir ‘yerel yaşam alanı’ olarak kurguluyor. İçinde kapitalizmin her türden pisliklerinden arınmış bir ortam ve bu bilince ulaşmış insanlar olarak... Bu anlayışın sonuçta elitizme düşmesi veya ele geçirilen alanı gettolaştırması kaçınılmaz olacaktır. Her durumda zeminin daralması söz konusudur, çünkü sosyal forum hareketinin içinde yer alan geniş kitlelerin, henüz günlük yaşamlarında kapitalizmin ayrımcı ideolojilerinden (cinsiyetçilik, ırkçılık, vb.) bütünüyle arınması olanaklı değildir. Üstelik geniş kitleler açısından bu sorunun çözümünün, kapitalizm bütünüyle aşılmadan olanaklı olmayacağı da ortada. Marx’ın dediği gibi, “Tarihte her zaman egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleri olmuştur”. Bu durum ancak mülkiyet ilişkilerinin ortadan kalkmasıyla (‘devlet mülkiyeti’ adı altında kollektif bürokratik bir sınıfın eline geçmesinden söz etmiyorum) birlikte değişebilir. Dolayısıyla idealize edilmiş yaşam alanları ancak seçkin kişilerin içinde yer alabileceği gettolar olabilir.

Bugün sosyal forum zemininde ve savaş karşıtı hareket içinde geniş kitlelerin hâkim ruh hali, büyük oranda çokuluslu şirketlerin egemen olduğu düzenin adaletsizliği ve bu durumun sorgulanmasıyla ilgili. Ancak bu halin, kapitalizmin aşılması gerektiği ve bunun tüm mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı şeklinde bir bilinç düzeyine tekabül etmediği ortada. Zaten öyle olsaydı, siyasi partilere de pek iş kalmazdı. Buna rağmen sosyal forum zemininde yer alan ve geniş kitleleri harekete geçiren mücadeleler, bir karşı-hegemonya gücü oluşturuyor. Bu alanın hangi yöne doğru evrileceği, sosyal forum süreçleri içinde yer alan çeşitli kanatların arasında halihazırda sürmekte olan ideolojik mücadele ve neo–liberal saldırıları yürütenlere karşı verilmekte olan mücadelenin dinamikleri tarafından belirlenecek. Bu süreç henüz tamamlanmış değil. Sürece katılım meselesi esas olarak bu noktada düğümleniyor. Mesele basit bir platforma ya da bir ittifaka katılmanın ötesinde; bir yandan neo–liberal saldırılar ve savaşlara karşı küresel bir mücadelenin parçası olmak, öte yandan bu zeminde sürmekte olan ideolojik mücadelede taraf olmakla ilgili. Dünyayı şekillendiren dinamikler bunlar ve Türkiye’den toplumsal hareketlerin katılımı meselesi de doğrudan bununla ilgili. Sürece uzak durulması, süreç içinde yerelliklerin veya öznelliklerin öne çıkarılması bu nedenle önemli bir zaafa işaret ediyor.

Sürece dair yapılan eleştirilerden bir başkası da, küresel hareketin “beyaz bir hareket” olduğuna dair iddia. Sosyal forum ve savaş karşıtı harekete yöneltilen bu eleştiride açık ki, söz konusu olan bir renk tartışması değil, asıl olarak hareketin ‘Batı’ merkezli olduğu iddiası. Bu eleştirinin temelini oluşturan Üçüncü Dünyacı anlayış, küresel kapitalizmin dinamikleri tarafından bizzat çürütülüyor. Milyarlarca insan açısından açlık, yoksulluk ve sefalet anlamına gelen kapitalist küreselleşme, sadece Güney’de değil, Batı’da da ezilenler arasında derin izler bırakan bir olgu. Batı’da her yeni kuşak, bir öncekine göre çok daha kötü yaşam koşullarıyla karşı karşıya. Açlık ve yoksulluk artık sanayileşmiş ülkelerde sayıları hızla artan geniş bir kesimin de sorunu. Yıllar süren mücadeleler sonucu elde edilmiş olan işçi sınıfının bütün kazanımları son kuruşuna kadar geri alınmaya çalışılıyor.

Ancak sorun sadece ekonomik boyutla sınırlı değil. Çevre sorunlarından kültürel tek boyutluluğa, savaşlardan ekonomik krizlere kadar neo–liberal politikaların ortaya çıkardığı her boyuttaki soruna karşı sergilenen ortak duruş, aşağıdan küreselleşme hareketini var ediyor. Sorunlar küresel olduğu ölçüde, hareketin kendisi de küresel ve o ölçüde de çok renkli, çeşitli ve birlikte hareket edebiliyor. Filistin’de siyonizme karşı direnen bir Filistinli ile Irak’ta ABD işgâline karşı direnen Iraklı ve ABD’de ya da Avrupa’da Bush’un petrol savaşlarına başkaldıran milyonlar, aslında neo–liberalizmin askerî yüzüne karşı küresel ortak bir mücadelenin parçası. Aynı şekilde Bolivya’da içme sularının özelleştirilmesine karşı direnenlerle Tayland’da bir seks işçisi, Çin’de köle gibi çalıştırılan göçmen işçiler ya da Batı’da McDonalds’da çalışan bir işçi arasındaki ortak bağ, her şeyi çokuluslu şirketlerin çıkarlarına tâbi kılan bir dünya düzeninin kurbanı olmaları. Bu farklı dünyalardaki öznelerin aynı zamanda düşmanları ve sorunlarının çözümü de ortak. İşte bu objektif koşullar, kürenin neresinde olursak olalım, bizleri ortak bir sorunun ve o ölçüde de ortak bir mücadelenin parçası yapıyor.

Hareketin ‘beyaz’ olduğu iddiası aynı zamanda çok tehlikeli bir yanlışı da içeriyor. Bu anlayış ister istemez Batı’yı bir bütün olarak karşı cephede görüyor. Böylece Seattle’da DTÖ’ye karşı büyük direnişi gerçekleştirmiş on binleri, Cenova’da G8’lere karşı direnmiş, Londra’da, Floransa’da, Madrid’de, Barselona’da… AB politikalarına ve savaşlara karşı sokaklara dökülmüş olan milyonları, Avrupalı patronlarla aynı cephede görme eğilimine sahip. Oysa aşağıdan küreselleşme hareketi, Batı’da da Güney’de de aynı olguya karşı mücadelenin dinamikleri üzerinden yükselen bir bütünün parçalarından oluşuyor.

Gözden kaçırılan bir nokta daha var. O da aşağıdan küreselleşme hareketinin enternasyonalist yanı. Her ne kadar son derece önemli olsa da, bu sadece mücadelenin uluslararası örgütlenmesi boyutuyla ilgili bir mesele değil. Aynı zamanda dayanışmacı ve küresel politik bir perspektifle ilgili. Küresel hareketin Batı’daki aktivistleri doğrudan kendilerini ilgilendiren birçok konunun yanı sıra, kendi öznel yaşamlarında ikincil dereceden öneme sahip olan, ancak diğer ülkelerdeki ezilenler için son derece önemli olan birçok sorunda verilen mücadeleleri de sahiplenmektedir. Örneğin Nike’ın yoksul ülkelerde çocuk emeğini sömürmesine karşı ve Afrika’daki yoksul ülkelerin dış borçlarının silinmesi için yürütülen kampanyalar; göçmenlerin sorunlarını ele alan mücadeleler… vb. bu duruma örnek olarak verilebilir. “Küresel düşün, yerel davran” anlayışı, aşağıdan küreselleşme hareketinin önemli bir özelliğini ifade ediyor.

Son olarak, önemli bir diğer tartışma, Türkiye’den toplumsal hareketlerin sürecin dışında olduğuna dair ileri sürülen iddiayla ilgili. Sürecin ne olduğuna dair yukarıda değindiklerim konusunda anlaştığımız takdirde, Türkiye’deki toplumsal hareketlerin bu sürecin parçası olduğu açık bir şekilde ortaya çıkar.

Her şeyden öteye, bizleri küresel bir hareketin nesnesi yapan olgu, neo–liberal politikalar karşısındaki duruşumuz ve bununla ilişkili olarak verdiğimiz pratik mücadelemiz. Bu mücadeleyi uluslararası hareket olarak tanımladığımız dinamiklerle ilişkilendirdiğimiz ölçüde, bu yazıdaki anlamıyla hareketin parçası olacağız. Bu açıdan bakınca, Türkiye’ye özgü bir durum olmadığı açık. Aynı kriterler Batı’daki herhangi bir toplumsal hareket açısından geçerli olduğu kadar, bu coğrafya için de geçerli. Ne eksiği, ne fazlası. Yani, Türkiye coğrafyası içinde herhangi bir toplumsal hareketin süreçle ilişkisi noktasında yaşadığı her türden zaaf, uluslararası boyutuyla kürenin herhangi bir yerindeki toplumsal herhangi bir hareket için de geçerlidir.

Türkiye’deki toplumsal hareketlerin küresel hareketin içinde olmadığı şeklindeki eleştiriye sahip olan çevreler, asıl olarak ‘hareketin parçası olmak’ ve ‘küresel hareket’ gibi terimlere çok özel anlamlar yüklüyor. Yüklenen anlamların başında ‘yeni sol’ denilen ve büyük ölçüde yaşam tarzıyla ve dışa vurumla ilgili olarak biçimlere gönderme söz konusu. Oysa yukarıda belirttiğim gibi, küresel hareketten benim anladığım bu değil ve dolayısıyla katılmıyorum. Bu yaklaşımla doğrudan ilgili olarak, örneğin özelleştirmelere karşı verilen sendikal bir mücadele sıradan görülebiliyor, çünkü biçim ve içerik olarak ‘yeni’yi içermediği düşünülüyor. Oysa küresel olanın parçası olmak kriteri bu değil, daha önce de belirttiğim gibi, küresel hareketin en belirgin özelliği, neo–liberal politikalara karşı ortak duruş ve bu uğurda verilen mücadele.

İstanbul’da gerçekleşen Avrupa Sosyal Forumu buluşması bir yandan süreçle ilgili olarak eksikliklerimizi görmemize vesile olurken, aynı zamanda, sürece ilişkin dikkatlerimizin yoğunlaşmasına yol açtı. Günlük yaşamları içinde sürece dair hiçbir düşünceye sahip olmayan, küresel direniş hareketinin inşasına dair hiçbir şekilde kaygılara sahip olmayan çok sayıda çevre, olumlu ya da olumsuz görüşlerini ifade etmeye başladı. Bu bile tek başına İstanbul’da gerçekleşen toplantının başarısı olarak görülebilir. Ancak, küresel hareketin dinamiklerini kavramak ve bu sürecin ‘gerçek’ bir parçası olmak, tartışmaların ötesinde, pratik adımlarla olanaklı olacak. Bu doğrultuda Londra’da gerçekleşecek olan III. Avrupa Sosyal Forumu’nun örgütlenme sürecinin parçası olmak, olmazsa olmaz bir önkoşul.

Sürece ilişkin bilgi için:

www.sosyalforum.com

F. LEVENT ŞENSEVER