Siyasal Sınıf Karar Aşamasında

Türkiye’nin genel durumuyla ilgili Birikim’in 55. sayısında yapılan analizde 1994 ilkbaharıyla başlayacak dönemin bu ülke için kader belirleyici önemde olacağı vurgulanmıştı. Bu bakımdan 27 Mart Seçimleri ile sona erecek dönemin olayları ve seçim sonuçları sözkonusu hayatî dönemin başlıca aktörlerinin durumları, ne yön ve içerikte tavırlar almaya niyetli ve muktedir oldukları hakkında son verileri önümüze serebileceği için önem taşımaktaydı.

Ocak ayı başından seçimlere bir hafta kalıncaya kadarki dönem boyunca, güvenlik güçleri Güneydoğu’da özel birliklerle takviye edilmiş olarak kış harekatını sürdürdü, buna mukabil PKK’nın ülkenin batısında eylemlerini arttırdığı gözlendi. DEP genel merkezi bombalandı ve birkaç gün sonra parti seçimlere katılmayacağını ilân etti. Hükümet ve öteki partiler bu karardan hiç de memnun olmuş gözükmediler. Ardından altı DEP milletvekili ile Atatürk’e hakaret eden bir konuşmasının yeraldığı video bandı aylardır saklandığı yerden çıkarılıp yayımlatılan RP’li Hasan Mezarcı’nın dokunulmazlıklarının kaldırılması ve derdest edilmeleri olayı yaşandı. Hükümet ve merkez sağ ve soldaki partiler bu vesileyle hem “PKK Mecliste” diyen “halkoyu”nun talebini yerine getirmekle övündüler (sadece SHP sanki duyulmasını pek de istemiyormuş gibi alçak sesle muhalefet eder gözüktü) hem de tertiplenen “olağanüstü Atatürk haftası” gibi kampanyalarda kamuoyunu “RP tehlikesi”ne karşı birlikte uyardılar. Tam da bu sıralarda ekonomide çoktandır beklenen deprem ardarda sarsıntılarla kendini duyurdu. Mart ayı ortalarında fabrikaların üretimlerini durdurmaları, yoğun işçi çıkarımları ile kriz daha da yaygınlaştı.

Bir noktadan daha söz etmek gerekiyor. Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış hiçbir seçimde partiler ile gösterdikleri adaylar arasında bu seçimde gördüğümüz türden bir ilişki asla olmamıştı. Bu, seçimlerin kaderini belirleyecek üç büyük şehirde özellikle dikkat çekici idi. İddialı partilerden RP hariç hemen tümü de belediye başkanlıkları için kendi parti kimliklerini yansıtmayan, örgütlerinin dışından, hattâ uzağından kişileri aday gösterdiler. Partiler, bu kişiliklerin ardına adeta sığınıyormuş gibi bir görüntü çıktı ortaya. Partilerin örgüt, fikriyat ve program olarak varlıklarının neredeyse hissedilmez olduğu bu ortamda sadece RP parti gibi gözükmekte idi.

Seçim sonuçlarına gelince. Daha sonuçların belli olmasına bir haftadan fazla bir süre var ise de, burada yapacağımız analiz açısından gerekli olan üç önemli verinin yalnızca biri henüz meçhul. Bu da Güneydoğu kentlerinde ve yoğun Kürt yerleşiminin olduğu Adana, Mersin, Antalya gibi kentlerdeki seçime katılmayan, geçersiz oy kullanan ya da bağımsız (bazı) adaylara verilen oyların oranıdır. Öteki verilerden biri, MHP dahil DSP, SHP, DYP ve ANAP’ın, yani burada “merkez”de diye tanımlayacağımız partilerin toplam oy oranlarıdır. Edinilen izlenim bunun yüzde 70’ler civarında olacağı. RP’nin ise en çok oy alan üç partiden biri olacağı ve yüzde 20’ler civarında bir oy gücü ile seçimden çıkacağı tahmin edilebiliyor.

Bu durumda 1994 ilkbaharıyla başlayan en fazla iki yıllık dönemde işbaşında olacak hükümetlerin icraatı, Türkiye’deki siyasal-toplumsal düzenin geleceği açısından kader belirleyici bir önemde olacak ve belki de son bir sınav anlamına gelecektir. Bu bakımdan sözkonusu sınavın başarısında en önemli faktör olan hükümet icraatının kapsamlı bir durum muhakemesi ve buradan çıkarılacak veriler üzerine kurulu bir gelecek tasarımına dayandırılması kaçınılmazdır.

Seçim sonuçları bu noktada hayatî bir belirleyiciliğe sahiptir. Hükümet bu verilerin analizinden toplumdaki hangi kesimlerin ne yöndeki eğilimlerine dayanabileceğinin seçimini yapacak, özellikle “iktisadî önlemler paketi”ni buna göre tanzim edecektir.

Her ne kadar sonuçları 1994 Nisan’ından sonraki gidişat üzerinde birincil dereceden etkili olacak ise de sözkonusu “ekonomik önlemler” ötesinde fazla bir şey söylenemez.

Seçimler biter bitmez açılacağı kesin olan paketinin ülke ekonomisinde “yapısal” denilebilecek bir düzenlemeyi öngörme niteliği taşıması zayıftır. Şüphesiz ülke ekonomisinin en ciddi sorununun KİT’ler olduğu yolundaki yıllardır başarıyla yürütülen propagandanın, kamuoyu oluşturma gayretlerinin sonucu olarak, 1994 ilkbaharından itibaren işbaşındaki hükümetin “özelleştirme” çabalarına hız vermesi onun yapısal düzenlemelere kararlı olduğunun kanıtı olarak değerlendirilecektir.

Kârlı KİT’lerin satışıyla başlayacağı şimdiden bilinen bu özelleştirme operasyonunda sıra örneğin TKİ, DDY gibi KİT’lere geldiğinde işbaşındaki hükümetin nasıl davranacağı ve yine ünlü tarımı destekleme politikasında ne çapta bir “reform”u göze alabileceği meçhuldur.

Fakat öyle gözükmektedir ki yukarıda işaret edilen konulardan hükümet üyesi partiler, operasyonların kendi oy depoları ile doğrudan ilişkisinin bilincindedirler. Bu konularda radikal önlemlere başvurmak o partiler için geleneksel tabanlarını tehlikeye atmak anlamına gelebilecektir.

Buna cesaret edebilmeyi düşündüklerine dair işaretler yok değil. Ancak Türkiye’deki ekonomik durum ve gidişat açısından finans sektöründe bir “yapısal düzenleme” olmadıkça öteki düzenlemelerin pek bir anlamı olamayacağı da biliniyor. Hükümet(ler)in bu alanda bir “reform”a cesaret edip edemeyecekleri kilit sorundur. Türkiye’yi bir rant ve para üzerine spekülasyon cenneti haline gelmiş olmaktan çıkarmaya yetmese de görüntüyü azaltacak bazı önlemler herhalde alınacaktır. Ancak, orta vadede belirleyici olacak nokta finans kesimindeki önlemlerin ülkenin üretim sanayi yapısındaki tıkanmayı aşacak, bu alana ivme kazandıracak yönde sonuçlar verip veremeyeceğidir.

Eğer önümüzdeki en fazla iki yıl içinde özellikle ülke sanayiinde gözle görülür bir canlanma gerçekleşmez ise görünen odur ki şimdilik % 20’ler civarında seyreden RP çevresindeki “muhalefet” çok daha iddialı ve radikal bir toplumsal hareket olarak daha yaygın bir biçimde kendini gösterecektir.


Bununla birlikte önümüzdeki dönemin toplumca en fazla ilgiyle takip edilecek sorusu halihazır siyasal-toplumsal düzenin “Kürt sorunu” ve “RP’nin yükselişi” olgularının yarattığı sorunlara mevcut “demokrasi” içinde nasıl cevaplar verebileceği ya da cevap verip veremeyeceği konusudur.

TC devleti, teşekkül tarihinden itibaren ülkede yerleşmesini amaçladığı siyasal-toplumsal düzeni tehdit edebilecek üç tehlike tesbit etmiştir. Komünizm, “bölücülük”, “gericilik” diye isimlendirilmiştir bunlar. Sözkonusu tehlikeleri temsil eden hareket veya kuruluşları “yasadışı” saymak devlet ve hükümetlerin ana düzen koruma politikalarının esasını oluşturmuş ve bugünlere bu rotada ufak rötuşlar, yön ayarlamaları ile gelinmiştir. Ancak 1990’larda en büyük tehdit addedilen “komünizm”in tehlike olma vasfını yitirdiği biçiminde beliren uluslararası gelişmelerin yarattığı havada TC’nin “yönetici sınıfı”, bu “tehlikeler”e karşı “demokrasi”nin imkânlarının da etkili olduğu yolundaki Batı tecrübesini kullanma cesaretini buldu. Bu tecrübe, düzen için tehlikeli addedilen akımların yasal çerçeveye uyan hareketler olarak ortaya çıkmaları halinde zamanla “yumuşadıklarını”, düzene entegre olduklarını, hattâ kimi durumlarda düzeni güçlendirdiklerini göstermekteydi. 141, 142, 163. maddelerin kaldırılması, RP’nin daha özgür çalışma imkânlarına kavuşması, HEP’in ardından DEP’in kurulması bu eğilimin sonuçlarıydı. Ancak TC devletinin kuruluş mantığını bir muhafız kıtası yaklaşımıyla savunanlar, devlet aygıtının köklü bürokratik kuruluşlarında kolay ilişilemez bir iktidar gücü olarak yuvalanmış olan zümrenin çoğunluğu için bu eğilimin kendisi de ayrı bir tehlike olarak görüldü. O nedenle de hem HEP ya da DEP yasal olarak kurulabildi, hem de hemen ardından kapatılma davaları açıldı. RP’ye yapılan muamele elbette daha farklıydı ve bu farklılığın nedeni sırf HEP ve DEP ile birlikte PKK’nın da düşünülüyor olması değildi. RP ile benzer bir biçimde “bağlantılı” sayılabilecek “İslâmi terör örgütleri” ve kanlı eylemleri de vardı. RP ile bunların arasında ciddi bir mesafe olduğu varsayımı hep kabul edildi, ama buna mukabil HEP ve DEP, PKK ile bağlantılı oldukları varsayımından kurtulamadılar.

Sözünü etmek istediğimiz nokta, devlet aygıtında, siyasal iktidarı kullanan kurum ve kuruluşlarda, başlıca partileri de dahil edersek yöneticiler katı diyebileceğimiz düzeyde, halen iki eğilimin varolduğudur. Birincisi “tehlike”leri “temsilî demokrasi”nin mekanizmaları içinde -ya da bu kanalları açık tutarak- azaltmanın mümkün olduğunu savunmakta, ötekisi ise buna inanmadığı gibi bu eğilimin kendisini de “tehlike” değilse bile “zararlı” sayan TC devleti kadar eski eğilimdir.

“Kürt sorunu”nun PKK halinde dışa vuran “tehlikesi” ile düzen adına uğraşma inisyatifi ve yetkisi başından beri bu ikinci eğilimin “uhdesinde” olageldi. Ama hatırlanmalıdır ki; Türkiye’nin o ünlü “12 Eylül öncesi” döneminde günümüzün “olağanüstü hal bölgesi”nde radikal Kürt hareketleri her şeye rağmen ülke genelinde örgütlü partilerin yöredeki gücü, dayanakları karşısında görece zayıf idiler. Demokrasiyi “zararlı” saymaya amade eğilimin dizginsiz biçimde hüküm sürdüğü 12 Eylül döneminin bir meyvesi olarak PKK eylemlerine başladığında, dün yöredeki halkı öyle ya da böyle temsil edebilmiş o partilerin yöre insanına karşı ne “temsilcilik” iddiasında bulunabilmeye yüzü ve itibarı kalmıştı, ne de yöre insanının “temsil” eden parti kurumuna güveni. 12 Eylül rejimi, “tehlike”leri zorla, “yasa” marifetiyle ortadan kaldırmaktan başka yol tanımayan eğilim, gereken itibar ve güvenin köklerini silip süpürmüştü. Dolayısıyla PKK’nın yöre halkını “fiilen” temsil edecek tek hareket olmasının önündeki engeller bizzat “devlet” tarafından temizlenmişti.

Böylece “bir avuç eşkiya”, “devlet”in utana sıkıla beyan ettiği “10-20 bin arası gerillaya, bu sayının birkaç katı milise sahip bir hareket haline geldi. 1990’dan beri de aynı “devlet” her kış “eşkiyanın bahara kadar kökünün kazınacağı” vaadiyle operasyonlara kalkışmakta, bahar yaklaştığında ise güvenlik güçlerinin yaz harekatının hedeflerini açıklayan bilgiler verilmekte ve bu böyle sürüp gitmektedir.

Fakat öyle gözükmektedir ki; 1993 sonbaharında “birileri” -bunların içinde “dışarısı” da galiba vardır- bu çemberin artık daha fazla çevrilmesine sessiz kalamayacaklarını “usulünce” bildirdiler. 1994 kış harekatından sonra bir “durum değerlendirilmesi” yapılacaktı. O nedenle de “askerî çözüm”e arzu ettiği tüm koşullar sağlandı. PKK’nın “dış destekleri” olabildiğince engellendi ve galiba DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasındaki “zamanlama”nın önemli bir ögesi de buydu.

Mart ortasındaki duruma bakıldığında; görünenlerin ilk bakışta bir yanıyla “askerî çözüm” blokuna “büyük ilerleme kaydettik” dedirtebilecek türden olduğu söylenebilir. Gerçekten de PKK’nın daha önceki yıllarda gerçekleştirebildiği büyük çapta askerî eylemlerin bir benzeri şu son altı aylık sürede hemen hiç görülmedi. PKK’nın yöredeki askerî etkinliğinde gözle görülür bir azalma, gerileme olduğu bir vakıadır. Ayrıca daha önemlisi yöre halkının PKK’ya verdiği destekte belki sayısal bir azalma olmamıştır, ama bu desteğin gerisinde bir bıkkınlık, yorgunluk ve bezginlik duygusunun da büyümekte olduğu gözlemlenebilmektedir.

Başlıca bu gözlem verilerinden hareketle “askerî çözüm”cü eğilim, “tehlike”yi tamamen ortadan kaldıracak son darbenin, bu bahar yürütülecek askerî harekatın hazırlıklarını tamamlamıştır. Newruz vesilesiyle bölgeye gönderilen yeni takviye güçlerini de kullanarak, ordu ve özel birlikler nihai silip süpürme işini yapacaklardır.

Fakat bu arada sözünü bile etmek istemedikleri “ufak” bir ayrıntı vardır. PKK’nın Güneydoğu Anadolu’nun kırsal alanlarında askerî etkinliğinin azalmasına mukabil, Batı Anadolu’da, metropol kentlerdeki eylemleri de hissedilir ölçüde artmış, yaygınlaşmıştır. Buradan birbirine bağlı iki ihtimal çıkarılabilir. Birincisi PKK’nın on yılı aşkın ve “başarılı” addedilebilecek bir kır gerillası dönemiyle hem eğitimli, deneyli bir militan kadroya sahip olup hem de Kürt halkı içinde yeterli bir siyasal-toplumsal desteğe eriştikten sonra, stratejik alanını şimdi kentlere, Batı Anadolu’ya taşımaya yönelmekte oluşudur. Bu,PKK’nın bundan böyle şehir gerillası ağırlıklı bir askerî eylem politikası güdebileceği anlamına gelir. İkinci ve yukarıda söylenenlerle de ilişkili ihtimal ise, bu eylemlerin Güneydoğu Anadolu gibi etnik homojenliğe sahip denilebilecek bir yörede değil, aksine etnik “hassasiyetlerin” -açıkça karşılıklı milliyetçiliklerin- hayli nazik hale gelmiş olduğu bir alanda yürütülecek olmasının doğuracağı “gelişmeler”dir. PKK tarafından yürütülebilecek bir “şehir gerillası”nın sosyal sonuçları ne Dev-Sol türü bir hareketinkine ne de IRA veya ETA’nınkilere benzer. Şu son şehir gerillası türü eylemleriyle PKK, ETA veya IRA’nın gösterebildiği “titizlikler”in hiçbirine uymak niyetinde olmadığını, o tür eylemlerinin Batı Anadolu ve metropollerdeki “etnik hassasiyet” üzerindeki etki ve tepkilerini kaale almayacağını yeterince kanıtlamıştır.

“Kürt sorunu” “tehlikesi”ne tüm Cumhuriyet döneminde, özellikle de şu son on yıldaki egemen yaklaşımın bilançosu özetle böyledir. Şimdi Türkiye’deki en geniş anlamıyla “siyasal sınıf” karar vermek zorundadır. Ya “üniter devlet” tabusu gerisinde toplanmış -her şeyden önce bizzat kendisine- güvensizliklerin, ötekiyle ya “düşman” ya da ast-üst ilişkisi içinde yaşayabilme yeteneksizliğinin, dargörüşlülüğünün körüklediği eğilime şimdiye kadar olduğu gibi teslim olunacak, bu eğilime iştirak edilecek ve hiç değilse 1994 sonbaharına kadar sürecek “son” askerî harekatın da sonuçları alınıncaya kadar beklenecektir; ya da en uygunu 1994 ilkbaharında kurulacak yeni hükümetin ağzından Türkiye toplumu “yeni bir cumhuriyet” için her düzeyde düşünmeye çağrılacaktır.


TC devletini yönetenler, 1946 yılından bu yana şimdi RP ekseninde tarif edilen akımı, hareketi düzene entegre etmeye çalışmış ve 1970’lerin ortalarında bunu neredeyse başarmış gözükmekteydiler. Birikim’deki konuyla ilgili birçok yazıda bilhassa işaret edildiği üzere 1970’lerin ortalarına kadar gerek RP (o zamanlardaki adıyla MNP-MSP) bünyesinde gerekse onun dışındaki unsurlarıyla “dinî hareket” esas olarak savunmacı bir karakterdeydi, düzen içerisinde kendisine “doğal” ifade ve varlık kanalları açılmasının ötesine geçen taleplerin sadece hayalini kurabilecek bir yaklaşıma sahipti. Ve bu yüzdendir ki örneğin 1960’larda dönemin iktidarları, yani AP’li hükümetler, İslâmi grupları yükselen sol harekete karşı “sokak gücü” olarak kullanmakta beis görmediler ve böylece onlara “komünizm tehlikesi”ne duyarlı “devlet kadroları” nezdinde bir meşruiyet alanı imkânını da aralamaya çalıştılar.

DP-AP geleneğinin sabırla uyguladığı bu asimilasyon politikasına uzun süre “soğuk” bakan Atatürkçü “devlet çekirdeği” 12 Eylül döneminde o politikayı “Türk-İslâm sentezi” anlayışı doğrultusunda bizzat uygular hale “dönüştüğünde”, İslâmi hareketin kendisinde de ciddi bir “dönüşüm” yaşanmaktaydı. Böylece 12 Eylül rejiminin Müslümanlık enjekte edilerek ’80’li yıllar öncesinin uslu, sinik Müslüman gençlerinin o özelliklerini taşıyacak gençler “üretme” politikası sözü edilen o dönüşümün rüzgarı altında Türkiye’yi -İslâmi hareketlerin yine yükseldiği öteki ülkelerin hepsinden çok daha fazla- eğitimli genç kadrolara sahip bir İslâmi hareketin ortaya çıktığı ülke haline getirmekte önemli bir katkı sağladı. Ama az önce de işaret edildiği üzere dinî hareket, tüm öteki ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de artık ne geleneksel tez ve tutumunda olan ne de sadece geleneksel tabanından, yani “kırlardan” beslenen bir harekettir. Yeni tezleri ile artık “savunma psikozu” içinde değil, aksine atak, meydan okuyucu ve iddialıdır; yeni katılanları ile geleneksel kır (köy ve kasabalar) tabanının yanısıra büyüyen bir kentli tabana sahip bir harekettir.

Dikkatli gözlemciler RP’nin 1991 seçimlerinde barajı aşabilmek için Güneydoğu’daki hayli geniş geleneksel oy tabanını riske atmak bahasına MÇP (MHP) ve İDP ile seçim ittifakına girip yüzde 18’lik bir oy oranına erişmesi ile “RP’nin yükselişi”ni farketmiş oldular. Ardından RP tek başına girdiği bazı İstanbul ilçeleri belediye seçimlerinde iki zafer kazanıp, Bakırköy gibi bir ilçede ikinci parti olarak çıkınca “tehlike”nin çapı da gözler önüne serilmiş oldu. Şimdi ise karşıda duran İstanbul’da belediye başkanlığını kazanabilecek, buradan birinci parti olarak çıkabilecek, ülke genelinde ise birinci ya da ikinci değilse bile onlarla arasında pek az fark kalmış bir üçüncü parti olarak çıkması kesin bir harekettir.

Bu harekete karşı düzen güçlerinin dönüşümlü olarak uygulayageldikleri iki siyasal strateji de sonuç vermemiş gözükmektedir. Yasaklama/bastırma politikasının “etkili” dönemlerini şimdi hasretle hatırlayan soy Atatürkçülerle, “asimilasyoncu” geleneğin haldeki temsilcisi, sözcüsü konumundaki Tansu Çiller’in DYP’sini “olağanüstü Atatürk haftaları” tertibinde biraraya getiren de bu olgudur. RP’ye karşı açılan cephenin ilk salvo ateşlerini yapan Ecevit’in DSP’si ile ANAP ve MHP de şüphesiz aynı bloka dahildirler.

Her ne kadar 27 Mart seçimleri arefesinde bütün bu blok, yani vaktiyle RP’nin temsil ettiği hareket için kimi tarihsel uzlaşma (Ecevit) önermiş, kimi “Tanrı dağı kadar Türk” sloganının yanına “Hira dağı kadar Müslüman”lığı da ekleyip prim yapmaya kalkışmış (MHP) kimi “dört eğilimi birleştirme” derken ona da kucak açmış (ANAP), kimi o hareketi asimile etmekle uğraşagelmiş bir parti geleneğinin (DYP) başında başörtüsüyle ezana övgüler düzmüş bu takım, “tehlike” karşısında Atatürkçülük bayrağı altında kenetlenmiş gözükse bile, bu onların RP’ye karşı Atatürkçü politikaya -yani yasaklama ve bastırma uygulamasına- dönüş yapma eğiliminde birleştikleri anlamına gelmez. Bu eğilimde olanlar şüphesiz vardır, ama görünen odur ki yasaklama değil, bir tecrit etme tavrıdır egemen olan. Ama daha ayrıntılı bir politika geliştirmek ihtiyacını hepsi de duymaktadırlar.

Bu noktada Cumhuriyetçi, Atatürkçü köklerine müracaat etmekten başka bir yol göremeyen, ama bunu sonradan edindiği “demokrasi” parametresi ile birleştirip ana sloganı “laiklik” olan bir kampanya ile asıl olarak “çağdaş” yaşam tarzlarını “savunmak” isteyen çok çeşitli kesimleri etkilemeye çalışacak olan SHP, DSP ve CHP tarafı ile DYP, ANAP ve -herhalde- MHP’nin oluşturduğu çevre arasında belirtilmesi gereken bir yaklaşım farkı vardır.

DYP ve ANAP, gerek yakınlarda “kamuoyuna sunulan” ANAP’ın RP’ye ilişkin raporunda, gerekse Çiller’in demeçlerinde RP’nin “adil düzen” programını sosyalizan hattâ komünizan diye nitelemektedirler. RP’ye büyük kentlerin varoşlarından katılanların ait oldukları toplumsal sınıf ve tabakalar ile İslâmi harekete yetmişli yılların sonlarından itibaren katıldığı gözlemlenen “genç aydın”ların birçoğundaki İslâmi yorum tarzı dikkate alındığında, ANAP ve DYP’nin -MHP’nin hemen benimseyeceği- bu tesbitlerini neye dayandırdıkları ortaya çıkar. Şüphesiz bu tesbitlerle, RP’nin temsil ettiği gelenek üzerinde yıllardır oturmuş bir hegemonya tesis etmiş olan halihazır yönetici kadroların “İslâm dünyası”nın otokratik rejimleri ve zengin finans çevreleri ile ve ayrıca ülkemizde hatırı sayılır bir kesimi oluşturan “Müslüman sermaye” zümresi ile sıkı ilişkide oldukları gerçeği aynı mozaikte yeralmaktadır. Dolayısıyla DYP, ANAP ve MHP tarafının, RP etrafındaki oluşumun bu çatışabilir parçaları arasında bir gerilim, kopma yaratmayı amaçlayan bir kampanyaya ağırlık vermeyi tasarladıkları söylenebilir.

Ancak 1994 ilkbaharında bu partilerden birinin, belki de hepsinin içinde yeralacağı bir hükümetin, ekonomideki krizin aciliyeti nedeniyle topluma hayli “acı ilaç”lar içereceği bir “ekonomik önlemler paketi” açmak zorunda kalacağı dikkate alınırsa, bu kampanya ters tepmez mi? Bunu düşünüp RP’ye karşı daha da genişletilmiş bir kampanya açmayı şimdilik erteleyip, laik-Atatürkçü çevrelerin yürüteceği bir kampanyanın destekçisi konumuyla mı yetinilir?

Laik-Atatürkçü tezlerle RP’ye karşı zaten açılmış bulunan cephenin “çağdaş” yaşam tarzlarının tehdit altında olduğu endişesine kapılmış pek çok farklı kategoriden insanı ve çevreyi, bu arada sosyete dergilerinin müşterisi ve konusu olan “ultramodern” zevatı bile içine alabileceği kesindir. Ama bu cephenin metropol varoşlarında sadece Hafta Sonu okurları ile televizyonların paparazzi programlarını izleyenler üzerinde sempati yaratması, ötekilerde ise RP’ye doğru kaymayı tahrik ve teşvik edeceği de aynı kesinlikte söylenebilir. Ayrıca bu “savunmacı” cephe “devlet” tarafından korunmaya alışmış “tarihi”nin çekim gücüne kolayca kapılabilecektir.

RP’nin ülke genelinde yüzde 20’lerde bir oy oranı tuttursa bile, Güneydoğu Anadolu’da Şanlıurfa’dan Van’a kadar uzanan kuşağın kentlerinde seçim kazanması -ki mümkündür- “laik-çağdaş yaşam tarzı” cephesindeki otoriter, milliyetçi eğilimleri güçlendiren bir faktör olacaktır. Düzene karşı tüm “tehlike”lerin RP çevresinde toparlanıp birleştiği görüntüsünü verecek, daha doğrusu böyle bir propagandaya malzeme olabilecek bu manzara, “çağdaş yaşam tarzı” cephesini soy “devletçi” eğilimden medet uman bir yönelişe itebilecektir. Bu yöneliş bir “askerî müdahale” talebine kadar gitmese bile merkezdeki partileri ve hükümeti RP ve çevresine karşı yeni yasal ve polisiye önlemler alma yoluna itebilir. Böylesi bir sıkıştırma, genel İslâmi hareket içindeki şu anda marjinal olan silaha şiddete başvurma yanlısı gruplara hareket içinde daha geniş alan bulabilme imkânı sağladığı ölçüde spektaküler cinayetlere ya da Sıvas benzeri olaylara uygun bir ortam yaratır.

RP’nin temsilî demokraside mündemiç güç, çıkar ilişkilerini, denge hesaplarını gözetme pratiğinde yetişmiş, pragmatist, bu anlamda “ılımlı” yönetici eliti ile “RP yükselişi”nin en göze çarpan olgusu olan kentlileşmiş genç ve aydın kesimlerdeki yaygın sivil ve plüralist bir toplumu öngören İslâmi yorum taraftarlarının işini çok zorlaştıracak bir durumdur bu.

Kendilerini çağdaş, laik yaşam tarzı cephesi içinde tanımlamaya şimdilerde daha fazla önem vermeye başlayan düzen güçleri, onlarda bir Cezayir sendromu yaratabilecek böylesi bir gidişatta “demokrasi”nin bir kez daha “feda edilmesine” kolaylıkla teşne olabileceklerdir.

Geçmişte, şimdikinden daha az ağır koşullarda feda edilmesine direnemeyen Türkiye’deki demokrasi bugün çok daha dayanıksız gözükmektedir. Bu zayıflık, gerçekte 1983’ten beri gözlemlenebilen bir olgudur. Her ne kadar 1980’li yılların ortalarından beri herkes “demokrasi taraftarı” kesilmiştir, ama dikkatle bakıldığında bunun hiç de demokrasinin kurum ve kurallarına sahip çıkma kararlılığından, demokratik değerlere inanç canlılığından kaynaklanmadığı da görülebilmekteydi. Gerisinde kural ve kurumlara karşı bir lakaytlık, bunların bağlayıcılığından sıyrılma anlamında bir serbestlik isteği vardı. Demokrasi, koyduğu kurallara, verdiği emirlere itaat edilmesini isteyen, insanları belli denetim aygıtlarının kanallarından geçmeye zorlayan otoriter yönetimin neredeyse tam karşıtı olarak algılanıyor, bu kısıtlamalardan kurtulmak için isteniyor gibidir. Nitekim uygulamada da bunu yansıtan bir duruma varıldı. Temsilî demokrasinin tüm kurum ve kuruluşlarına karşı gözle görülür bir ilgisizlik, küçümseme hattâ bunları şaibeli sayan bir anlayışın geçerliliğinde 1983 sonrası Türkiye’sinde demokrasi, düzenleyici ilke, kural ve usûllerin istenildiği gibi -pratikte “işini bilenler”ce- esnetildiği bir tür gevşek yönetimin adı oldu. Herkes demokrasi diyordu, ama siyasal ve yarı siyasal temsil kuruluşlarına inanç, sahiplenme duygusu ve canlı bir bağlantı görülmemekteydi. Partiler bırakın kendilerine oy vermiş yığınların büyük kısmıyla arkalarında durduğundan, bizzat parti üyelerinin bile en ufak rüzgarda başka yerlere gitmeyeceğinden emin değillerdi. Dün öyle ya da böyle az çok bir dünya görüşünü; bir değerler kümesini ve yaşantı, tarih birlikteliklerini de ifade eden “parti taraftarlığı” salt gündelik çıkar üzerine duran zayıf bir bağlantıdan ibaret hale gelmişti. Birbiriyle uyumlu görüş, değer, kural ve kurum sistemlerine kuşkuyla yaklaşan postmodern anlayışın, 1980’li yılların daha da yalınkatlaştırdığı Türkiye’ye özgü pragmatizmle eklemlenmesinden oluşmuş bir “demokrasi silüeti” idi geçerli olan.

Evet, son on yılın Türkiye’sindeki temsilî demokrasi, tüm kurum ve kuruluşlarıyla içerik ve işlev olarak olmaları gerekeni sadece andırmaktaydı(lar). Örneğin parlamento, aslî işlevi olan yasa yapmayı peyderpey hükümete devretmekte olan, bütçeyi tanzim görevini kamusal fonları bütçe dışına aktararak bu görevinden “gönüllü” olarak imtina eden bir kurumdur şimdi. Hükümette istikrar ve etkinlik sağlamak amaçlı seçim yasaları ile zaten milleti temsil etme işleviyle birlikte milletvekilliği kurumunu da büyük ölçüde içeriksizleştirmiştir.

İdeoloji ve hattâ programın bağlayıcılığını hiç de zorunlu şart saymayan, dahası kalıntı bir ayakbağı addeden partilerin sözde ana kuruluş oldukları “temsilî demokrasi”de neyi, nereye kadar temsil ettikleri nasıl söylenebilir? Son seçimler bunu apaçık biçimde gözler önüne sermiştir. Partiler her ne iseler onu temsil eden adaylarla girmediler seçime. Özellikle büyük şehirlerde gösterilen adayların o partiden daha fazla bir şeyi temsil ettiği izlenimi verilmeye çalışıldı. Daha doğrusu partiler bu izlenimin arkasına sığınmaya mecburdular. O nedenle de örneğin SHP’nin adayı Zülfü Livaneli SHP’ye karşı -kendine saygılı bir partinin asla kabul edemeyeceği- bir “mesafeliliği” belirterek kampanyasını yürüttü. Dalan üyesi ve milletvekili olduğu DYP’nin adayı olmasına rağmen “DYP Dalan elele” sloganını kullanabildi. ANAP’ın adayı zaten ANAP’ın değil muhtemel bir DYP + ANAP kaynaşmasının mesajını uçurmaktaydı. Merkez partilerine yanaşan, bu aileye iç güveyi gibi giren MHP de gidişata uymuş, MHP’li kimliğiyle hayli mesafeli bir adayı vitrine koymuştu.

-Seçimde- toplumun önüne onu temsil etme iddiasıyla çıktığında kendisini dahi temsil etmeyen, temsil edebildiği şeyin yetersiz olduğunu peşinen kabullendiği için kendisini başka bir şeyle temsil ettiren partileri ile temsilî demokrasi, artık sadece bir görüntüden ibarettir. Toplum ancak böyle ve bu kadar temsil edilebiliyorsa gerçekte temsil edilmiyor, ya da daha doğrusu temsil edilmeyi artık anlamlı bulmuyor demektir.

Tarihin ironisi: 1994 Mart seçimlerinde, kendisine oy verenlerle arasında temsilî demokrasinin öngördüğü içerikte bir temsil bağı olduğunu en fazla iddia edebilecek parti, “temsilî demokrasi”ye “kerhen” uyduğu düşünülen RP’dir. Öte yandan RP yükselişini kendi çağdaş yaşam tarzlarına karşı bir tehdit olarak algılayan seçmen kitlesinin büyük kesimleri bu tehdit karşısında kendilerini siyasal olarak temsil etme özellikleri dahi bulanıklaşmış partilere bel bağlamanın yeterli olmadığını sezmenin endişesi içindedirler. Bunların “en çağdaş” kısmı güvenceyi kaçınılmaz biçimde “devlet”te aramaya yönelecektir. Bu ise bir yaşam tarzı olarak İslâm’ı görünür yasal toplumun kenarlarına ya da altına itmek gibi örneğin, Cezayir’de ve kısmen Akdeniz kuşağındaki öteki “İslam ülkeleri”ndeki otoriter rejimlerin bir türüne doğru gidiş demektir. Bedeli budur. Ama eğer bu bedel ödenmek istenmiyorsa; demokrasinin öncelikle farklı olmayı meşrû bir hak sayma değer ve ilkesinden hareket eden bir yaklaşım olduğuna inanılıyor ise ve tüm inançlar gibi buna da ötekinin tavrı ne olursa olsun inançta tutarlı olmak adına sahip çıkılıyor ise... demokrasinin, kendi yaşam tarzlarında mündemiç olduğu bilinciyle bundan vazgeçmek istemeyenler, bu demokrasinin artık “temsilî demokrasi” düzeyinde olamayacağını, yaşam alanlarında doğrudan ifadesini bulan, yani “krasi”yi -iktidarı- kendi bünyesine “yeniden” dahil eden yapılanmaları zorunlu kıldığını görmek, kavramak zorundadırlar.

Türkiye’deki halihazır temsilî demokrasi düzeni ise, kendisini “tehdit eden” tehlikelere karşı kendi silüetini ayakta tutan dayanakları bir bir ilga ederek, bunu bizzat gerçekleştirerek sözde korunmaktadır. Sadece bir görüntüden ibaret hale geldiği için bu kendi kendini ilganın ne bilincindedir ne de bundan bir acı duymaktadır.

Ünlü dokunulmazlıkların kaldırılması operasyonu bunun en açık kanıtıdır. Bu operasyonla temsilî demokrasi, mevcut siyasal-toplumsal düzene yönelik iki ana tehlikeye karşı tepkisini, bu tehlikeleri püskürtme kararlılığını ifade etmiştir sözde. Ayrıca kendisinin bu tehlikelere barınma imkânı verdiği yolundaki “düzen koruyucu” mantığın yönelttiği eleştirileri de önlediğini düşünmüştür. Ama bunu yaparken bizzat parlamento ve milletvekilliği kurumlarının özünü tahrip ettiğinin farkında dahi değildir. Parlamentonun milleti gerçekten “temsil edebilmesinin” ön koşulu, orada millet içinde var olan her tür düşüncenin oranı ölçüsünde temsil edilmesidir. Milletvekili dokunulmazlığı gibi bir kurum, bir imtiyaz bunun için oluşturulmuştur. Bu imtiyaz milletvekilinin “yasaya aykırı” dahi olsa düşüncesini özgürce söyleyebilmesi için tanınmıştır. Herhangi bir temsilî demokraside sıradan yurttaşlar için ifade edildiğinde suç olan “yasak düşünceler” olabilir, olabiliyor. Temsilî demokrasiler bu düşüncelerin dahi yalnızca milletvekillerine has bir imtiyaz olarak onlar tarafından ifade edilebileceğini kabul etmekle, milletvekili ve parlamento kurumlarının milleti olduğu gibi temsil ettiği izlenimini korumanın sistem için ana meşruiyet zemini olduğunun bilinciyle davranırlar. Bir veya bir grup milletvekilinin milletin ezici çoğunluğuna pek aykırı, kabul edilemez gelebilecek bir düşünceyi ifade etmesi karşısında, o çoğunluktan gelebilecek tepkileri, adına lâyık bir parlamento burası parlamentodur diyerek göğüsler. Bu, kurumun kendi varlık nedeninin, kurumsal bilinç ve onurunun doğal gereğidir. Ama varlık nedenini, bilincini ve onurunu yitirmiş bir yapı, öylesi tepkilere, örneğin “PKK Meclisten dışarı” gibi sloganlarda dile gelen ayaktakımı faşizmine veya temsilî demokrasiyi zaten şaibeli addeden devletin “seçim dışı” bir iktidar gücünü kullanan aygıtlarına, kendi üyelerini yem diye teslim ederek kendini koruduğunu sanır.

Ve üstelik Çiller bununla övünebilmektedir. Temsilî demokrasinin bir başbakanıdır burada övünme gerekçesi bulabilen. Dekadansın da ötesidir bu. Çiller’in, bu ülkedeki temsilî demokrasi süreci kendisiyle başlayan DP-AP-DYP geleneğinin varış noktasında durduğu da dikkate alınmalıdır. Temsilî demokrasi sürecinin alabildiğine sığ ve pespaye bir noktada tükenmekte olduğu anlamına gelir bu.

Kısa ama önemli bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Birikim’in 51. sayısında, Türkiye toplumunu sosyo-kültürel bileşenleri düzeyinden analiz edip, buradan bakıldığında Türkiye toplumunun çözülmüş veya çözülmekte olduğu tesbitine varmış idik. Bu tesbitin ışığında zaten, toplumun birlikteliğini “kuran” ve “koruyan” mekanizmalar olarak devlet ve genel olarak siyasal düzenin, artık o işlevlerini yerine getiremez olduklarını da belirtmiştik. Dolayısıyla burada şimdiye kadar yazılanlar bu işlevini yerine getirememe halinin, yalnızca “aşağıdan gelen” bir gelişmenin ürünü olmayıp, -ana neden bu olsa dahi- sözkonusu mekanizmanın bizatihi kendisindeki “bozulma”nın da bir faktör olarak görülmesi gerektiğine işaret etmektedir.