Piyasa ve Kapitalizm: Hep Aynı Kavga

Hoşumuza gitsin gitmesin, kapitalizmin kaderimizi dışavurduğu, insanlığın onun terslikleriyle ve terimleriyle küresel ve tek bir insanlık olarak belirdiği ve umutlarımızı alternatif, kapitalist olmayan, ama onun kadar etkili, ama mucizevi bir şekilde kapitalizmin kusurlarından arındırılmış bulunamaz bir ekonomik sisteme bağlamanın boşuna olduğu artık açıklık kazandı. Bu halin ötesi yok. Hareket etmemiz gereken tespit bu. Köşeye çekilmek ya da her şeyi kabullenmek için değil; aksine etkili bir anti-kapitalizmin ana hatlarını çizebilmek için. Tercih kapitalizm ile sosyalizm, kapitalizmle komünizm, kapitalizmle İslâmcı, Budist veya Afrikalı ekonomisi arasında değil; vahşi ve yıkıcı bir kapitalizmle uygar, yönlendirilmiş ve insanileştirilmiş bir kapitalizm arasında.

Kapitalizm ile piyasanın bir ve aynı şey olduğu - bunun bir tanım sorunu olduğu söylenecektir. Sözcükler böyle bir konuda çok ağır çekiyorlar gerçekten ve her defasında hatırı sayılır kozlar sürüyorlar ortaya. Bunların en önemlisi, belki de, piyasa ile kapitalizm arasında ayrım yapma gibi güçlü ama yanıltıcı bir iğvaya kapılmamak. Fernand Braudel’i hatırlayalım: Ona göre, piyasa doğal, işlevsel, neredeyse ebedi ekonominin ta kendisiydi. Kapitalizm ise, arzla talep arasına bir spekülasyon boyutunun girdiği anda çıkageliyordu. Ölümünden bir yıl önce, 1952 yılında yazdığı Sosyalizmin İktisadi Sorunları’nda Stalin de, piyasanın, “küçük ticari üretim” gibi, toplumsal bakımdan nötr olduğunu açıklıyordu - yeter ki kapitalizm tarihin çöplüğüne atılsın.

Sosyalizmin şimdiye kadarki piyasaya ilişkin bütün sorunsalı özünde iyi bir piyasayla, kökünden sapkın bir kapitalizm arasında yapılan bu ayrımın dümen suyunda boğulacaktır. Oysa böyle bir ayrım tutulamaz - ne kavramsal ne de tarihsel bakımdan. Önce bir piyasa, daha sonra, gelip onun üzerine kaydedilecek bir kapitalizm yoktur. Az ya da çok gelişmiş, daha küçük ya da daha büyük ölçeklerde beliren, az ya da çok özerkleşmiş veya tam aksine sosyalleşmiş ve düzenlenmiş kapitalizmlerden başka bir şey yoktur.

Başka bir ayrım, buna karşın, yardımcı olabilir bize. Baechler ile Wallerstein’ı karşı karşıya getiren yakın geçmişteki bir tartışmada, birincisi kapitalizmi dört özelliğiyle tanımlamayı önermişti:[1] Mülkiyet haklarının tanımlanması üzerinde temellenen; kıt kaynakların dağıtımının piyasa aracılığıyla yapıldığı; inisyatif sahiplerinin girişimciler olduğu ve kendi içinde bir amaç haline gelmiş bir zenginleşmek için zenginleşmenin hakimiyet kazandığı bir ekonomi. Immanuel Wallerstein içinse, sayılanlar arasında yalnızca dördüncü özellik, yani “dur durak bilmez sermaye birikimi”ni vurgulayanı gerçekten aslî bir öneme sahip. Baechler’in ilk üç ölçütü, aslında piyasa ekonomisi sisteminden başka bir şey olmayan bir sistem olarak ele alınan kapitalizmin durağan bir nitelendirilmesini getirirken, dördüncü özelliğin sistemin dinamik unsurunu, kudretin birikimini kuşattığını ortaya koyalım.

Piyasa ile kapitalizm arasındaki tür farkından kurtulur kurtulmaz, çok daha net bir şekilde, nasıl insanlığın ekonomiyle ilişkisinin tarihinin zenginliğin özel ellerde birikmesine dayalı bir mantığın güçlü bir özerkleşme eğilimiyle, kapitalizmin potansiyellerini bütünsel bir toplumsal denetim altına alma yönündeki ondan daha güçlü ve sürekli bir eğilim arasındaki değişmez çatışmanın tarihi olduğu görülür. Bu gerilim arkaik armağan rejimi altında bile, daha o zamanlardan tespit edilebilir. Potlaççı Kwakiutl yerlilerinde, Kulacı Trobriandlılar arasında takas, yani açık olarak çıkar güden mübadele ne bilinmez bir şeydir ne de gerçek anlamda yasaklanmaktadır. Yalnızca horgörülmekte ve ikincil bir role iteklenmektedir. Karl Polanyi’nin eserlerinin ışığında, geleneksel toplumların, kentlerin, imparatorlukların, Ancien Régime toplumlarının piyasa-kapitalizminin yaygınlaşmasını çerçeveledikleri, düzgüledikleri, denetledikleri, sınırladıkları ya da engelledikleri binbir tarzı gözler önüne serecek onlarca kitabın (çok çok büyük bir eksiklik) yazılması gerekiyor daha.

Şunu iyi anlayalım: Eğer denetlemek, kurallaştırmak ve düzenlemek gerektiyse, bunun nedeni ticari veya malî sermayenin bütün bloklarının, uzun bir süreden beri oluşmuş, orada beklemekte olmalarıdır. Çin’de İÖ 7. yüzyıl kadar erken bir zamanda, kendini-düzenleyen serbest piyasa mekanizması eksiksiz biliniyordu. Öte taraftan, ülkeler ölçeğinde yüzyıllar boyu hattâ daha uzun süreler boyunca bu tür denetimlerin o kadar etkili ve içselleştirilmiş olduğu görülüyor ki, bu hal kelimenin tam anlamıyla bir ekonominin sanallığına varılacak ölçüde gözardı ediliyor.

Aslında kapitalizmin (daha doğrusu, kapitalizmlerin) yayılma dönemleriyle neredeyse hiçe inecek düzeyde topyekûn düzgülendiği dönemleri arasındaki kuralsız ve eşitsiz olarak dağılmış böyle bir münavebe, yüklü olduğu olağanüstü belirsizlik tespit edilmedikçe kavranamaz bir halde kalacaktır. Hiç kuşku yok ki, ona karşı mücadele edilmelidir - çünkü kapitalizm insanlar arasındaki ilişkileri şeylerle ilişkiye boyun eğdirerek, geçtiği her yerde, toplumların kaderleri üzerinde sağlamak istedikleri kollektif hâkimiyeti ve özgürlüklerini garantileyen bütün toplumsal, kültürel ve siyasal biçimleri yıkıma uğratmaktadır. Bir tek kendi dinamiğiyle işlemeye bırakıldığında kapitalizm sürekli bir devrimden başka bir şey yapmamakta, herkesin maddi ve sembolik varoluş koşullarını yıkıma uğratmakta ve herkesi kişisizleşmiş bir kuvvet baskını karşısında silahsız, sessiz ve dayanıksız bırakmaktadır. Kaderin kudretiyle karşı karşıya.

Düzenleme ve toplumsal denetim biçimleri öyleyse mutlaka gereklidirler. Ama hemen sermayenin denetlenme biçimlerinin ayrılmaz bir şekilde insanların insanlar (ve kadınlar) üzerinde egemenlik tarzları, hiyerarşi kurguları ve yetkelerin olumlanması olduklarını tespit etmedikçe kapitalizmin ayartıcı yönlerini anlamak imkânsız olurdu. Kapitalizmin gelişmesi sıklıkla, geleneksel hiyerarşilerin ikincil konumlara ittikleri ve eski müşahhas efendilerinin sönüp gidişlerine belli bir keyif almaksızın tanık olmadıklarını en azından üstü kapalı bir destekle karşılıyor. Yeter ki bize miras kalmış düzenlemelerin yerlerinden oynaması daha büyük sayıda insanı, çok az sayıda insanın kurbanlarına dönüştürmesin.

Bu ölçüsüzlüğün, bu kudurgan çılgınlık potansiyelinin, kendini sıkan çeperleri kırdığı andan itibaren kapitalizme içkin oldukları hiç kuşku götürmez. 19. yüzyıl Avrupa örneği bize bunu hatırlatıyor. Marx’ın, kendi döneminin kapitalizminde mutlak ve göreli yoksullaşmalar üretme yönünde karşı durulmaz bir eğilimi bulgulaması için harika nedenler vardı. Ve elli yıllık bir dönem boyunca topyekün yalanlanan bu kehânet, yerkürenin oldukça geniş parçalarında, hatta kendini yoksulluktan bağışık sayan zengin Batı’nın kalbinde esaslı bir doğruluk kazanmaya yeniden başlıyor.

Hiç değilse vahşi hayvanın evcilleştirilebileceği kalıyor geriye. Bunu şimdi güvenilir kaynaklardan öğreniyoruz - çünkü yeniden kısıtlanmış, yönetilmiş, içinde herkesin kendi payına düşeni yaklaşık olarak bulabildiği bir kapitalizm döneminin sürdüğü birkaç on yıllık süreçten yeni yeni çıkıyoruz. Bu, o zamanlar bilmediğimiz bir şeydi. Şimdi elimizde bu döneme yönelik bir nostaljiden başka bir şey yok. Demek ki, Marksizm yanlış çıktı. Devlet ve kültürde sermayenin üstyapılarından başka bir şey görmeyi istemeyerek, bunların göreli özerkliklerini önemsiz addetti ve soluk, ama etkili bir sosyal demokrat ideolojiye sunulacak olanakları en asgari düzeye indirdi.

Yine de, oldukça tuhaf bir şekilde, Marksizmin kendi döneminin kapitalizmine yönelik yaptığı tasvir, ’90’lı yıllara varıncaya dek, derin ölçüde hatalı görünürken, kurulmakta olan ve mega-kapitalizm diye adlandırılması mümkün yeni kapitalizm karşısında belli bir anakronik doğrulukla yüklenmeye başlamıştır. Bu tasvir yalnızca kapitalizmin, tarihte ilk kez gerçek anlamıyla dünyayı kaplamaya başladığı o iyi bilinen olgunun altını çizmekle kalmıyor. Bundan sonra birikecek kudretin yalnızca iktisadî ve malî olmayacağı, en az onlar ölçüsünde ve onlardan ayrılamaz bir şekilde bilimsel, teknik, kültürel, sanatsal ve siyasal olduğunu da işaretliyor.

Bunu Marx’ın diliyle ifade edersek, bütün bu boyutlar, şimdiye dek belli bir özerklik taşımış olsalar da, kapitalizmle gerçek bir bütünleşme -başka bir deyişle, boyun eğiş- konumuna giriyorlar. Böylelikle, birincil unsurlarına indirgenemeyecek ve hâlâ esaslı bir rol oynaması sürdürmelerine rağmen belirlenmiş ulusal temellere gitgide daha zor atfedilebilecek kudret blokları oluşmaktadır.

Kapitalizmin böyle bir yayılmacı-büyümesi karşısında bize miras kalmış sol söylem artık güvenilir tımarhaneler icat etmek için yeterli değil. Üstelik, devrimci Marksizmin çözülmesi ultra-liberalizme şimdiye dek görmediği bir ideolojik zafer sağlıyor. Bu yetersizliğin iki temel nedeni var: Birincisi yeterince açık - bu söylem uluslar-ötesileşmiş bir sermayeyi denetlemeye elverişli olmayı gittikçe bir tarafa bırakan ulusal bir temel üstünde yükseliyor. İkinci neden, daha derin ve solun tarihsel projesinin belirsizliğine bağlanıyor: İnsanları çalışma mecburiyetinden mümkün olduğunca kurtarmak, ama bunu emekçiler adına, onurlarını çalışma içinde, emek aracılığıyla bulanlar adına yapmak.

Birdenbire, çalışmadan özgürleşme isteği çalışma aracılığıyla özgürleşme arzusuna dönüşüyor. Oysa, günümüz mega-kapitalizmi emeğin doğrudan sömürülmesinden (tam da sistemin kalbinde bulunan ücretlilerin, ona göre çok fazla ödenen emeğinin) çok hareket ve dönüşüm süratinden daha fazla kâr ettiği için, artık gitgide çalışma ve üretim insanlardan bağımsızlaşmakta ve onları kuvvetsiz ve ticari kapasitesiz bırakmaktadır.

Bu yeni veri karşısında artık harcanan emek miktarı, üretilen miktarlar ile değerleri arasında açık seçik bir ilişki kalmıyor; yalnızca piyasaya karşı devlet, kapitalistlere karşı emekçiler oyunu oynanamaz. Bu oyunda, nüfusun gittikçe büyüyen bir kesimi meşrû toplumsal varoluş alanından dışlanmış buluyor kendini. Ekonomik büyümenin olası bir yeniden yola koyuluşu da bu problemi çözmeyi yetmez - çünkü artık karşımızda mega-kapitalizmin öncesindeki kapitalizm asla olmayacak. Geriye kalan, solun sermayenin sıçramalarla yayılan büyümesiyle karşılaştırılabilecek bir büyümesi inisyatifini ele almaktır. Bu, ulusal ölçekli ve ücretlere dayalı emek hareketiyle sınırlı kalmayan, daha ötelere geçen bir adalet, onur ve demokrasi beklentisini yaygınlaştırmaktır.

Bugün Avrupa’da gittikçe artan sayıda yazar ve araştırmacı şu fikirler etrafında toplanmaya başladılar: Tehdit eden toplumsal patlamalar karşısında üç önlemler dizisinin birlikte yürürlüğe konabilmesinden başka hiçbir çare yok - yasal çalışma süresinin hatırı sayılır ölçüde azaltılması; piyasa ve devlet ile diyalektik bir ilişki içinde, bağdaşmalara dayalı fonları besleyebilen ekonomik ve toplumsal bir sektörün harekete geçirilmesi; ayıp karşılanmayan asgari bir gelirin tespit edilmesi.[2]

Ancak son tahlilde piyasa-sermayenin siyasal nitelikli olmayan hiçbir düzenlenmesi mümkün değildir. Oysa, Avrupa’nın siyasal olarak içe doğru çöküşü tam da kapitalizmin mega-kapitalizme dönüştüğü, kudretlerinin patladığı bir anda gerçekleşiyor. Avrupa’nın ulus-devletleri zayıflatmak için yeterli kuvveti var; ama daha üst düzeyde bir siyasal kerte oluşturabilmek için yeterli kuvveti yok. Hiçbir durum bundan daha kötü olamaz.

Alternatives Economiques, Güz 1997

Çeviren ULUS BAKER

[1]“Nasıl anti-kapitalist olunur?” Revue de Mauss, no 9, Ier semestre 1997, éo. La Découverte.